30 Ekim 2023 Pazartesi

KUTLANACAK CUMHURİYET KALDI MI Kİ?


Cumhuriyet, egemenliğin cumhura yani halka ait olduğu devlet biçimi demek. Böyle bir devlette halk, egemenliğini ya doğrudan ya da seçtiği temsilciler aracılığıyla kullanır. Bu yönetim tarzı demokrasi olarak adlandırılır. Yani cumhuriyet ve demokrasi birbirlerini içeren olgulardır. Cumhuriyet toplumun ortaklıkları, demokrasi farklılıkları üzerine kurulur.

Modern cumhuriyet, burjuvazinin eseridir; kapitalist batı ülkelerinde yüz yıllara yayılan süreçte ete kemiğe büründü. Önce ekonomik altyapıda kapitalizm gelişti; sonra üretim araçlarının sahibi burjuvazi, siyasi üstyapıda iktidarı aristokrasiden devraldı; altyapıdaki evrim üstyapıda devrimle tamamlandı. İngiltere, Hollanda, İsveç vs. ülkelerde hanedanlar sürüyorsa da varlıkları kâğıt üstündedir; devlet, halk oyu ile seçilmiş temsilciler tarafından yönetilmektedir.

Türkiye'de cumhuriyet, batı ülkelerindeki gibi yüz yıllara yayılan bir süreçte değil, Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki İstiklal Harbi ardından ilan edildi. Osmanlı’dan devralınacak bir burjuvazi yoktu; “Hasta Adam” Osmanlı’nın üretim ve bölüşüm ilişkileri toplumsal ilerlemenin önünde engel haline gelmişti, tasfiyesi şarttı; tasfiye, İstiklal Harbi zaferi sayesinde saltanatın / hilafetin kaldırılması ve cumhuriyetin ilanıyla gerçekleşti. 

Cumhuriyet, yarı-teokratik Osmanlı devletinden “egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” şiarıyla hedeflenen modern burjuva devletine doğru atılan ilerici devrimci bir adımdır. Marksist terminolojideki ifadeyle, burjuva demokratik devrimdir. Feodalizmden kapitalizme, teokrasiden demokrasiye, tarım toplumundan sanayi toplumuna, ümmetten millete, kulluktan yurttaşlığa, padişahın çobanlık ettiği tebadan eşit haklara sahip yurttaşlardan oluşacak modern topluma, sömürgelikten bağımsızlığa doğru atılan en büyük adımdır.

*** 

CUMHURİYET NOSTALJİSİ

Türkiye’nin burjuva demokratik devrimi 100 yaşında ama “Cumhuriyet 100 yaşında” ifadesi sözün gelişi; “100’üncü yaşında cumhuriyet” nostaljiden ibaret. Feodalizmden kapitalizme, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçildi ama kulluktan yurttaşlığa, padişahın sürüsü tebaadan eşit haklara ve yurttaşlık bilincine sahip bireylerden oluşacak modern topluma geçilemedi. Marksist terminolojideki ifadeyle, politik devrim başarıldı ama onca inkılaba karşın sosyal devrimde yolun sonuna kadar gidilemedi. Üstüne üstlük, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlık da elden gitti.

***

ÖRNEK MÜTEŞEBBİS GAZİ

Cumhuriyete giden yolda politik devrim başarıldı ama demokrasiyle yönetilen modern toplum hedefine ulaşılamadı. Çünkü Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet, sınıflar hiyerarşisinde asker-sivil bürokrasi ile burjuvazinin tepede olduğu, diğer herkesin sınıfsal ulusal etnik dinsel kimliklerinin bastırıldığı ve herkesin Müslüman Sünni Türk olmaya zorlandığı bir cumhuriyet idi. Atatürk, bu modelin baş öğretmeni, “örnek burjuva” idi. 

Atatürk’e “örnek burjuva” denmesi Kemalistler tarafından alınganlıkla karşılanıyor. Alınganlığa gerek yok; burjuva terimi iktisat ve siyaset bilimlerine ait bir terimdir. En yalın ifadeyle, üretim araçlarının sahibi kentsoylu demektir. Genel sözlüklerde “burjuva” sözcüğü, “aristokrasi ile işçi ve köylülerin oluşturduğu halk tabakası arasında kalan kentsoylu sınıf, girişimci” diye açıklanır. Günümüzde artık iş insanı deniyor.

Araştırma okuma yazma tembeli Kemalistler Atatürk’e burjuva sıfatını yakıştıramasalar da, Atatürk kendisine yakıştırmasını bilmişti. Öyle, küçük ve orta burjuvalığı değil, büyük burjuvalığı kendisine yakıştırmasını bilmişti; hem de bizzat burjuva, yani müteşebbis olarak. Kemalistliğinden asla şüphe edilmeyecek Doğan Avcıoğlu’nun “Türkiye’nin Düzeni” adlı ünlü eserindeki ifadeyle, “Örnek Müteşebbis Gazi” idi. Avcıoğlu bu başlık altında Atatürk’ün en yakın arkadaşlarıyla birlikte örnek bankacı müteşebbis olarak İş Bankası’nı, örnek sanayici müteşebbis olarak bira fabrikasını, örnek çiftlik sahibi olarak AOÇ’yi vs.yi kurduğunu anlatır. Avcıoğlu’nun belirttiği üzere, Atatürk’ün İş Bankası’nın kuruluş sermayesi olarak koyduğu para, milli mücadeleye yardım amacıyla Hindistan’dan Mustafa Kemal’in şahsına gönderilmiş paraydı.

Oysa İstiklal Harbi sırasında Atatürk, “Efendiler, bağımsızlığımızı emin bulundurmak için bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe savaşmayı caiz gören bir mesleği izleyen insanlarız” diyordu. Zaferin ardından, zaferi perçinleyecek Lozan Anlaşması’nı ve cumhuriyet ilanını bile beklemeden rotayı kapitalizme çevirdi. İzmir’e giderken, Balıkesir Zağanos Paşa Camii’ndeki nutkunda, “İsteriz ki efendiler, memleketimizde çok ve çok milyonerler ve milyarderler olsun. Onların servetlerine göz dikmeyeceğiz, orta tüccarları da onların seviyesine çıkaracağız ve hep beraber daha çok zengin olacağız” diye vaaz verdi. Nihayet İzmir İktisat Kongresi’ni toplayarak, kapitalizme çevirdiği rotayı kurulacak cumhuriyetin resmi ideolojisi haline getirdi.

Milyonerler ve milyarderler yetiştirme hedefiyle yola çıkıp emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadele edilemezdi; ama o günün koşullarında, ulus devleti kurmak için ulusal burjuvaziyi oluşturmaktan, yani milyonerler ve milyarderler yetiştirmekten başka çare yoktu. Atatürk de göz önündeki bu çareye sarıldı. Ne ki, ordunun himayesinde asker-sivil bürokrasi eliyle başlatılan kapitalistleşmenin Osmanlı’daki gibi yarı sömürgeleşmeye dönüşmesi kaçınılmazdı. Atatürk’ün “memlekete bankalar, demiryolları, fabrikalar, şirketler vb. sanayi müesseseleri kursunlar; bizi yabancıların sermayesine muhtaç bırakmasınlar” diye umduğu, devlet eliyle beslenen para babaları kendileri için yapılan devrime, kendileri için kurulan bağımsız cumhuriyete sahip çıkmadılar; sınıfsal doğaları gereği, batılı kapitalistlerin uzantıları oldular. Bağımsız Türkiye hayali İkinci Dünya Harbi ertesinde Atlantik Okyanusu’nda suya düştü, yerini Küçük Amerika hayali aldı.

*** 

MİLYARDERLERİN CUMHURİYETİ

Atatürk rotayı kapitalizme çevirmenin gerekçesini “hep beraber daha çok zengin olacağız” diyerek açıklamıştı. Oysa kapitalist düzende hep birlikte zengin olunmaz; herkes aynı anda milyoner milyarder olamaz. Adam Smith, David Ricardo, John Maynard Keynes… Hiçbiri böyle bir formülü icat edememişlerdi. Ama burası Türkiye’ydi. Atatürk’ün vaaz ettiği, “memleketimizde çok ve çok milyonerler milyarderler olsun” politikası, ardıllarınca hiç sektirilmedi. 1920’li yıllarda liberal kapitalist, 1930’larda devletçi kapitalist, İkinci Dünya Savaşı’ndan bugüne karma ekonomi politikaları uygulanarak, devlet eliyle milyonerler ve milyarderler yetiştirildi.

Adnan Menderes’in sloganı, “Her mahallede bir milyoner yaratacağız” idi.

Süleyman Demirel, “Benim işçim, benim köylüm” dese de hep zengini kolladı.

Turgut Özal, “Ben zengini severim” diyecek kadar açık sözlüydü.

Nihayet cumhuriyetin ilk yüzyılının son çeyreğinde Tayyip Erdoğan, hem kendisi zenginleşiyor hem de iktidarını kollayacak zenginler üretiyor. Milyoner ve milyarder üretme konusunda Erdoğan hepsinden becerikli çıktı; Türkiye, en çok dolar milyarderi olan ülkeler sıralamasında ABD, Çin, Rusya, Hindistan ve Almanya’nın ardından dünya 6’ncısı oldu.

Neyzen Tevfik’in “Türkü yine o türkü, sazlarda tel değişti / Yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti!” dizeleriyle edebileştirdiği bu süreçte gerek bağımsız Türkiye’de gerekse Küçük Amerika’da işçilere köylülere sınıf çıkarları temelinde örgütlenmek yasaklandı; grev hakkı, 1963 tarihinde ancak yasalaşabildi. Kürtler, Aleviler, gayrimüslim azınlıklar, her kökenden solcular sosyalistler cumhuriyetin üvey evladı bile olamadılar; her devirde yok sayıldılar, var sayıldıklarında ezildiler, nice çilelere, zorbalıklara, katliamlara maruz bırakıldılar.

***

YENİ BİR CUMHURİYET 

Cumhuriyetin 100’üncü yılında Türkiye demokrasi limanından çok daha uzaklarda, son durağı teokrasi olan rotada hızla yol alıyor. Cumhuriyet devrimini gerçekleştiren parti bile yurttaş haklarından değil kul hakkından helalleşmeden söz ederek siyaset yapıyor. Toplumun seküler yarısı, sükuta uğramış bağımsız cumhuriyet hayalini kutluyor. Toplumun diğer yarısı da 100 yıl önceki devrimi çalmanın ve iktidarda olmanın keyfiyle, hayatın Osmanlı dönemindeki (hatta olabilirse 1400 yıl önceki) gibi yaşanacağı şeriat devleti hedefine hayli yaklaşmış olmayı kutluyor. Yarı yarıya bu bölünmüşlük bile ortada kutlamaya değer bir cumhuriyet kalmadığını görmek için yeterlidir.

Bugün cumhuriyet ve demokrasi kâğıt üstündedir. Seçimlerin yapılıyor olması, demokratik bir cumhuriyetin varlığını göstermiyor. İlla cumhuriyet denecekse, bugünkü cumhuriyet, ekranlarda fırıl fırıl dönen kutlama reklamlarının da gösterdiği üzere, yerli-yabancı tekellerin cumhuriyetidir. Değil Atatürk’ün bıraktığı cumhuriyet, sıradan cumhuriyet ve demokrasi bile yoktur. Onun yerine rotayı İslam Cumhuriyeti’ne çevirmiş otokrasi vardır. 

100 yıl boyunca yaşanmış acıların bir daha yaşanmayacağı; ortak vatanda eşit yurttaşlık çatısı altında herkesin kimliği, dili, kültürü ve inancıyla özgürce yaşayacağı; kimsenin kimseye üstünlük kurmayacağı; ortak evin nimetlerinin hakça paylaşılacağı bağımsız demokratik laik sosyal(ist) hukuk cumhuriyeti için ayağa kalkmak ve meşru her zeminde mücadele etmek ertelenemez bir görevdir.


23 Ekim 2023 Pazartesi

FİRAVUNLARDAN NETANYAHU’YA VE ERDOĞAN’A


İnsan denilen canlı türünün iyiliğine sınır yok ama kötülüğüne hiç sınır yok. İnsan hem boynu bükük bir mazlum hem de kibirli bir zalim olabiliyor. Bir vakit ezilen horlanan birini ya da topluluğu, gücü ele geçirdiğinde görmeyegörün, nasıl da zalim kesilir, başkalarını ezer. 

Mazlumdan zalime dönüşümün tek değişkeni güçtür. Zalim/mazlum farkı güçten ibarettir. Güçsüzken boynu bükük mazlum, güçlendiğinde ilk fırsatta vicdansız bir zalim olabiliyor.

Mazlum/zalim diyalektiği insanlık tarihinin en ibret verici, en çok acı çektiren trajedilerinden biridir. Tarihte çokça mazlum, kurtulur kurtulmaz en vahşi zulmü yeni mazlumlara uyguladı. 

Mazlumun zalimleşmesinin çağımızdaki en çarpıcı örneği Yahudiler. Mitolojiye göre Davut ve Süleyman peygamberlerin yönetiminde yaşadıkları altın çağdan sonra Yahudiler, sonraki binyıllar boyunca zulme uğradılar, oradan oraya sürüldüler, kalıcı bir yurt edinemediler. İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi işgali altındaki Avrupa’da tarihte rastlanabilecek en vahşi soykırımdan geçtiler. Çok değil, soykırımdan sadece birkaç yıl sonra zalimleşme sırası kendilerindeydi. 

* * *

FİLİSTİN’İN BÜYÜK FELAKETİ

Filistin halkıyla Yahudi halkın kaderleri hayli benzeşik. Filistin diye bilinen topraklar, adını M.Ö. 12. yüzyılda buraya göçen Filistlerden almış. Yahudiler Davut ve Süleyman peygamberler devrinde bağımsız devlet kurmuşlar ama Filistler hiç bağımsız olamamışlar; hep başka kavimlerin (Asuriler, Persler, Roma, Bizans, Arap, Osmanlı, İngiliz) boyunduruğu altında yaşamışlar. Her şeye karşın, İsrail devleti kurulana değin yurtlarından sürülmemişler. 

Filistin'in büyük felaketi, bölgeyi Osmanlı’dan devralan İngiliz manda yönetiminin sona ermesiyle başlamış. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere bölgeden çekilirken, Filistin’i bölge halkına devretmek yerine Araplar ve Yahudiler arasında paylaştırmış, bu paylaşımda Yahudilere nüfusuyla ters orantılı olarak Filistin’in yüzde 56’sını vermiş. Yahudi toplumu paylaştırmanın hemen ertesinde 1948’de İsrail devletinin kurulduğunu ilan etmiş. Adaletsiz taksimatı kabul etmeyen Arap Birliği İsrail’e savaş açmış; ancak Mısır, Ürdün, Suriye, Irak karşısında İsrail Batı emperyalistlerinin desteğiyle zafer kazanmış ve Filistin’de yeni yerler işgal etmiş; yüz binlerce Filistinli topraklarından sürülmüş. Bu felakete Nakba (talihsizlik, kadersizlik) diyorlar. (1915 yılında Anadolu Ermenilerinin tehcirini anımsatıyor mu? Onlar da Büyük Felaket anlamında Medz Yeğern diyorlar.)

Nakba sonrasında Filistinliler uzun süre kendilerine gelememişler; ancak 1958’de Yaser Arafat liderliğinde El Fetih’in kurulmasıyla örgütlenmeye başlayabilmişler. Birbirlerinden kopuk örgütler 1964’te Mısır lideri Nasır’ın himayesinde Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) şemsiyesi altında toplanmışlar. FKÖ emekleme evresindeyken İsrail 1967’de giriştiği savaşta Mısır, Suriye ve Ürdün karşısında bir zafer daha kazanmış, Filistin’de yeni yerler işgal etmiş, yüzbinlerce yeni Filistinli mülteci yerinden yurdundan olmuş. 

Filistinli mülteciler 1971’de bu kez sığındıkları Ürdün’ün saldırısına maruz kalmış, on binlercesi katledilmiş. 1973 Arap-İsrail savaşında olan yine Filistin halkına olmuş. 

Nihayet 1974’te Birleşmiş Milletler, FKÖ’yü Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkının meşru temsilcisi olarak kabul etti. Ancak FKÖ’nün Filistin halkının meşru temsilcisi olarak kabul edilmesi, Filistin’in kendi kaderini tayin etmesine yetmedi. Sürgünde FKÖ, (Tunus hariç) hangi ülkeye sığındıysa, İsrail’in yanı sıra o ülkenin de saldırısına uğradı. Mülteci FKÖ 1988’de Filistin’in bağımsızlığını ilan ettiyse de bağımsızlık kâğıt üzerinde kaldı. 

İslam ülkelerinde kökten dinciliğin etkinlik kazanmasına paralel olarak Filistin’de de İslami Direniş Örgütü (Hamas) 1987’de FKÖ’ye rakip ve alternatif olarak sahneye çıktı. Süreç Hamas’ın lehine gelişti. Yaser Arafat’ın 2004’te ölümünden sonra ayrışma keskinleşti; FKÖ Batı Şeria’ya sıkıştı, Gazze ise 2007’de Hamas’ın denetimine geçti.

***

Gerek Batı Şeria gerekse Gazze, Filistin halkı için yurt olmaktan çok toplama kampları. Her ikisinde de yerli halktan çok mülteciler var. Gazze’de hayat Batı Şeria’dakine kıyasla çok daha berbat. Akdeniz sahilindeki Gazze topu topu 350 km2 genişliğinde. Kıyaslamak gerekirse, Yalova kadar bir yer. Ancak, nüfus olarak dünyanın en kalabalık yeri. Bu kadarcık toprak üzerinde çoğunluğu mülteci toplam 2 milyon 300 bin kişi barınıyor. Barınmak sözün gelişi. İsrail’in izin verdiği kadar bir barınma. İsrail Gazze’ye on beş yıldır (elektrik ve su dahil) insanlık dışı bir abluka uyguluyor. Gazze’nin en ivedi gereksinmeleri bile daha çok yeraltı tünellerinden sağlanıyor. Uluslararası yardım kuruluşları, ağır çekim ölüme mahkûm Gazze’ye binbir güçlükle ulaşabiliyorlar.

İşte bu coğrafya parçası üzerinde radikal İslamcı Hamas, İsrail’e karşı nafile intihar eylemleri düzenliyor. Son “Aksa Tufanı” gibi her intihar eylemi ardından İsrail, acımasızca karşılık verip kadın erkek, yaşlı genç, çoluk çocuk ayırt etmeden öldürüyor; hastaneleri, camileri, kiliseleri ve okulları bile bombalıyor. İsrail saldırmak için çoğu kez bahaneye de ihtiyaç duymuyor; 1948’de kurulduğundan bu yana, küresel köyün zorba ağası ABD’nin sınırsız desteğinin verdiği cüret ve şımarıklıkla, topraklarına yerleştiği Filistinlileri evlerinden sürüp toplama kamplarına dolduruyor.

Bu trajedide aktörlerin siyasi duruşları ve söylemleri, ümmetçi, milliyetçi, ırkçı, dinci siyasetin ne denli iki yüzlü ve halkların yaşadığı acıyı istismar edici olabildiğini gösteriyor.

Recep Tayyip Erdoğan; din ve mezhep kardeşi olarak sahiplendiği Hamas’ın nafile intihar eylemleri ardından İsrail’in gaddar katliamlarını her defasında “soykırım” olarak nitelendiriyor; İsrail’i “terör devleti” olmakla suçluyor.

İsrail lideri Binyamin Netanyahu, “Kendi ülkesinde Kürt köylerini bombalayan, gazetecileri hapse atan, Gazze dahil teröristlerin masum insanları öldürmesine yardım eden bir liderden ahlâk dersi alacak değilim” diye karşılık veriyor.

 Dibi kararmış tencereler ya da şecaat arz eylerken birbirlerini teşhir eden merd-i kıbtîler arası atışmalar olarak görülse yeridir. Nasrettin Hoca’nın herkesi haklı görmesi de akla gelebilir. Hakikat ise çok daha acıklıdır.

***

"Aksa Tufanı” ardından İsrail bir kez daha Gazze’de hastaneleri, camileri, kiliseleri ve okulları bombaladı. Irkçı dinci faşist bir çete tarafından yönetilen İsrail’in Filistin halkına uyguladığı vahşetin kaçıncı tekrarıdır; uzak olmayan gelecekte kaçıncı kez tekrarlanacaktır, bilinmez.

Vicdan, İsrail’i yöneten ırkçı dinci faşist çeteyle İsrail halkının bir tutulmamasını salık verir. Nafile intihar saldırıları düzenleyen ırkçı dinci Hamas ile Filistin halkının bir tutulmamasını da.

Akıl ve tarih, ırkçı dinci ümmetçi milliyetçi politikaların ve politikacıların halklar arasında düşmanlık ve vahşet dışında bir sonuç üretmediğini, bu politikacıların pençesine düşen halkların gün yüzü görmediklerini, başka ulusları ezen ulusların özgür olamadıklarını söyler. Bu politikacıların birbirlerinden farklı olmadıklarını, topunun birden tarihin çöp sepetine atılması gerektiğini de.

Firavunlar kendi çağlarında tanrı biliniyorlardı. Kimi modern firavunlar da müritlerince “Allah’ın tüm vasıflarını üzerinde toplamış lider” biliniyor. Geçmişteki tanrı firavunlar bölge halklarına ne kadar huzur verdilerse, modern firavunlar da o kadar huzur veriyorlar! Firavunları hortladıkları yerlere iade etmeden bölgede barış ve huzur sağlanamaz. Barış ve huzur, halkların eşitliği, kardeşliği ve kendi kaderlerini tayin hakkına saygıyla mümkündür. En sade mantık ve izan bile, İsrail’in işgal ve ilhak ettiği topraklardan çekilmesinin, İsrail’in ve Filistin’in bağımsız komşu devletler olarak yapılanmalarının sorunun tek çözümü olacağını kavramaya yeter. 


11 Ekim 2023 Çarşamba

DİNCİ FAŞİZMİN KâBUSU GEZİ DİRENİŞİ

Hapishaneden dışarıya adımını atmak, yani tahliye olmak, bir insanın yaşayabileceği en derin sevinç ve mutluluklardan biridir. Ancak yaşayanlar bilir. Ne var ki siyasi mahpuslar, bu sevinci doyasıya yaşayamazlar, mutlulukları yarım kalır. Çünkü, dostlarını yoldaşlarını içerde bırakmanın mahcubiyetiyle çıkarlar hapishaneden.

Gezi Parkı davası tutsaklarından Mücella Yapıcı, Silivri zindanından çıkarken “Burada canlarımı bıraktım” sözleriyle dile getirmişti mahcubiyetini.

Merdan Yanardağ da Silivri kapısından dışarıya adımını atarken açık açık mahcubiyetini yüreğindeki yarayı anlattı: “Duygusal bir psikolojiyle çıkıyorum. İçimde derin bir yara var. Çünkü içerde Can’lar var. Orada arkadaşlarımı bıraktım. Esir alınmışlar, imha edilmek isteniyorlar. Onları içerde bırakarak çıkmaktan utanıyorum.

Merdan’ın Mücella’nın dile getirdikleri duygu öyle tanıdık ki. En yalın haliyle, (Ahmet Arif’in deyişiyle) “zincirin zulmün kâr etmediği büyük tahammülün” besleyip büyüttüğü cezaevi arkadaşlığının, dostluğun, mücadele yoldaşlığının psikolojisi ve devrimci ruh halinin duygusudur. Dediğim gibi, yaşayan bilir. 12 Eylül faşizminin zindanlarından Metris’ten tahliye olurken aynı duyguyla yüklüydüm. Foseptik çukuru üstündeki E/7 koğuşunun demir kapısı aralandığında, yüzüm dostlarıma dönük, geri geri adım atarak çıkmıştım. Demir kapı geride bıraktığım dostların üzerine kapandıktan sonra normal yürüyüşe geçmiştim. Aradan 38 yıl geçti, kalbimin bir yarısı hâlâ içerde tutsaktır. Dışarısı ise zaten açık cezaevidir!

***

İçerde esir tutulan nice insan var. On binlerce. En çok bilinenleri Selahattin Demirtaş, Selçuk Kozağaçlı, Can Atalay, Osman Kavala, Barış Pehlivan...

Osman Kavala, Can Atalay, Mine Özerden, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater, Gezi Parkı davası mahkumları olarak esir tutuluyorlar. İddianameye, mahkemenin hükmüne ve Yargıtay’ın 28 Eylül 2023 tarihli onama kararına göre suçları hükümeti devirmeye teşebbüs. Baş suçlu Osman Kavala, cezası ağırlaştırılmış müebbet. İdam cezası kaldırılmamış olsa idamlık yani.

***

FETÖ’DEN MİRAS GEZİ DAVASI

Gezi Parkı davasına bakan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin mahkûmiyet hükmünün, bu hükmü onayan Yargıtay kararının yargı tarihinde benzeri var mıdır, bilemiyorum. Olduğunu sanmıyorum. Olsa olsa Karakuş Kadı’nın kararlarıyla kıyaslanabilir. “Hükm-i Karakuşi” kadar garip, acayip, saçma bir mahkûmiyet hükmü yani.

Mahkemenin ve Yargıtay’ın mahkûmiyet kararı telefon dinlemelerine dayandırılmış, başkaca delil yok. Telefonları dinleten emniyet müdürü halen FETÖ davasından hapiste. Dinleme kayıtlarına dayalı iddianameyi 17/25 Aralık 2013 hırsızlık yolsuzluk rüşvet skandalının savcısı yazmış; o savcı da 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında firarda. 

FETÖ’cü polisin fezlekesi ve FETÖ’cü savcının iddianamesiyle açılan dava 2015 yılında beraat kararıyla sonuçlandı, kesinleşti. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminde sonra dosya raftan indirildi. Osman Kavala, 1 Kasım 2017’de “hükûmeti devirmeye teşebbüs” ve “cebir ve şiddet kullanarak anayasal düzeni devirmeye teşebbüs” suçlamalarıyla tutuklandı. Gezi Davası yeni bir delil olmadan aynı fezleke ve iddianameyle yeniden açıldı. Mahkeme Ekim 2019’da tahliye kararı verdi ancak Kavala cezaevinden çıkamadan tekrar tutuklandı. 

İkinci Gezi Davası’na bakan İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi, 18 Şubat 2020’de beraat kararı verdi, Kavala’nın tahliyesine hükmetti. Beraat kararında, Gezi dosyasındaki telefon dinleme kayıtlarının “yasak delil” olduğu, Kavala’nın Gezi’nin finansörü olmak bir yana MASAK raporuna göre bu konuda açılmış bir hesabının bile olmadığı belirtildi. Buna karşın Kavala cezaevinde çıkamadan bu kez casusluk suçlamasıyla tutuklandı. Bu arada, beraat kararı veren mahkemenin heyeti değiştirildi, haklarında HSK tarafından inceleme başlatıldı. 

Beraat kararı istinaftan döndü, dosya bu kez 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne verildi. Bu mahkemenin heyetinde daha önce AKP’den milletvekili aday adayı olan bir hâkim de yer aldı. Bu heyet, 26 Nisan 2022’de Osman Kavala’ya ağırlaştırılmış müebbet, diğer sanıklara 18’er yıl hapis cezası verdi; casusluk iddiası için beraata hükmetti. (Madem casus değildi, niye yıllarca tutuldu?)

***

GEZİ DİRENİŞİ OTPOR’UN VE SOROS’UN MARİFETİYMİŞ

Mahkemenin hükmüne ve Yargıtay’ın onama kararına göre özetle, 

Gezi Parkı eylemleri öngörülemez anlık bir toplumsal tepki hareketi değil, çalışmaları iki yıl öncesinde başlatılan planlı kalkışma hareketidir. Hazırlıkların arkasında uluslararası spekülatör George Soros, OTPOR ve Canvas vardır. Kafkasya, Ukrayna ve Arap ülkelerindeki turuncu devrim hareketleri de Soros ve OTPOR tarafından yönlendirildi. 

(Ara not: OTPOR, 2000 yılında Sırbistan Devlet Başkanı Miloseviç’i deviren protesto hareketine öncülük eden gençlik hareketidir. CANVAS ise bu protestolardan doğmuş, Belgrat'ta Uygulamalı Şiddetsiz Eylem Stratejileri Merkezi.)

OTPOR yöneticileri Gezi’ye hazırlık aşamasında 2012 ve 2013 yıllarında Türkiye’ye geldiler. OTPOR yöneticisi Temmuz 2012’de Kahire’deydi. HTS kayıtlarına göre, M. Ali Alabora da oradaydı; ikisinin telefonlarının aynı tarihte Kahire’den sinyal vermesi rastlantı olamaz.

Dinleme kayıtlarına göre, Osman Kavala, Gezi’deki ihtiyaçları karşıladı. Kavala eylemcilerin ihtiyaçlarının karşılanması için başvurulan ilk kişiydi; gaz maskesi alımı için destek vereceğini söyledi, göstericiler için süt, kahvaltı, sandviç hazırlattı; masa, iskemle, ses sistemi temin etti. İnsan hakları eylemcisi yabancılarla görüştü, ortak basın toplantıları düzenledi. Yetmezmiş gibi, Avrupa Birliği yetkilileriyle de görüştü, Türkiye’ye göz yaşartıcı gaz satışının durdurulmasını istedi. Taksim Dayanışması ve Taksim Platformu, kararlarını Kavala’ya danışmadan almadı, uluslararası girişimler Kavala üzerinden yürütüldü. Medya yapılanması da Kavala aracılığıyla gerçekleştirildi...

Cebir ve şiddet kullanarak hükümeti devirmeye teşebbüs suçunun kanıtları dinleme kayıtlarındaki bu konuşmalardan ibaret. Milyonlarca kişi Kavala ve arkadaşlarının bu eylemleri ve çağrıları üzerine meydanlara çıkmışlar yani! Yargıtay’ın onama kararına göre baş suçlu Kavala; diğerleri de aslında baş suçlu ama mahkeme delilleri kıymetlendirirken yanılgıya düşmüş, aleyhte temyiz olmayınca 18’er yıl hapisle yetinilmiş.

***

Mahkemenin, istinafın ve Yargıtay’ın yüzlerce sayfalık kararlarındaki mantık (daha doğrusu mantıksızlık ve absürtlük) özetle bunlardan ibaret. Bu saçmalıklar daha da uzatılabilir. Örneğin, cebir ve şiddet kullanıldığına ilişkin somut bir iddia ve kanıt yok. O eksiklik, PKK, KCK, DHKP/C, TKP/ML-TİKKO, MLKP gibi örgütlerin katılımları sağlanarak giderilmiş ama sanıklarla bu örgütler arasında bir irtibat, hiç değilse bir telefon konuşması olmuş mu? Yok. 

Birbirleriyle telefon konuşmaları yüzlerce sayfa tutan sanıkların (kendilerini eğiten) OTPOR yöneticileriyle bir tek telefon görüşme kaydı var mı? O da yok. 

Çok daha gülüncü, hükümeti devirmeye teşebbüs eden sanıkların birbirlerinden haberleri var mı? Sorunun yanıtı, delil olarak kabul edilen bir konuşma kaydında: 

“MEHMET OSMAN KAVALA’nın ÇİĞDEM MATER UTKU’yu aradığı görüşmede özetle; Çiğdem’in “Ben şimdi Taksim’e doğru yürüyorum“ dediği, Mehmet Osman’ın “He İstanbul’dasın“ dediği, Çiğdem’in “Evet evet siz“ dediği, Mehmet Osman’ın “tamam ben de İstanbul’dayım“ dediği, Çiğdem’in “Ha“ dediği, Mehmet Osman’ın “Bizim depoda bir şeyimiz var misafirler falan var“ dediği, Çiğdem’in “Ha okey“ dediği”

Yani, cebir ve şiddet kullanarak hükümeti devirmek için onca yıl OTPOR’dan eğitim, Soros’tan para almışlar ama yıllardır hazırladıkları Gezi direnişi sırasında birbirlerinin İstanbul’da olup olmadıklarından bile habersizler...

***

KORKUNUN ECELE FAYDASI YOKTUR

Sözü ve yazıyı uzatmanın gereği yok. Apaçık belli ki, karar yukarıdan verilmiş. Mahkemeden ve Yargıtay’dan hukuki kılıf giydirmesi istenmiş. Ama ne mahkeme hukuki kılıf uydurabilmiş ne de Yargıtay. Ortaya “Hükm-i Karakuşi” kadar saçma bir karar çıkmış. Gel de “Hukuk iktidarların…” diyen Mihail Aleksandroviç Bakunin’i saygıyla anma!

Bakunin’in aziz anısına saygı bir yana, Yargıtay’ın ve mahkemenin kararıyla birlikte, bir zamanlar Türkiye’nin demokratlarının İslamcıların coşkuyla sahiplendikleri Arap Baharı Türk yargısının kayıtlarına “özgürlük mücadelesi görünümü ile halkların, hükümetleri ortadan kaldırması” olarak geçti. Bu ayıp Türk yargısına fazlasıyla yeter!

Son söz olarak vurgulamalı ki, Gezi Parkı eylemleri otokrat iktidara karşı anayasa ve yasalarla güvence altına alınmış, örgütsüz, şiddet içermeyen, spontane halk direnişiydi. Osman Kavala ve Can Atalay’ın şahsında yargılanan, bu direnişin ta kendisidir; Gezi’ye katılan herkes yani. 

Gezi direnişi, dinci faşist iktidarın en büyük korkusu olarak siyasi tarihe ve toplumsal belleğe kazındı. Korkunun ecele faydası yoktur! Dinci faşist iktidar Gezicileri şeytanlaştırıp mahkûm ederken direnişin yinelenmemesi için gözdağı veriyor. Cehalet ve kötülük iktidarı dilediği kadar gözdağı versin. Gezi direnişi bugün de toplumsal ve siyasal muhalefetin esin kaynağı olmalıdır.

İçerde esir tutulanlara selam olsun!

Gezi direnişinde katledilen gençlerin anılarına saygıyla!