31 Ocak 2023 Salı

GUGUK SİSTEMİNDE CUMHURBAŞKANI ADAYLIĞI!

Recep Tayyip Erdoğan’ın (RTE) üçüncü kez cumhurbaşkanı (CB) adayı olup olamayacağı tartışması kadar akla ziyan, siyaset zararlısı, hukuku paspas eden bir tartışma olmasa gerek.

Anayasa ve yasalarda yazılı kuralların geçerli olduğu, yönetenlerin bu kurallara riayet ettikleri ülkelerde böyle bir tartışma olmaz ama burası Türkiye. Ne yazık ki (eskilerin deyimiyle) mevzuat müsait ama ahali…!

Çok yazıldı tartışıldı, tartışılıyor. Dahası, tartışma bitmeyecek; seçim sonrasına bile sarkacak. Bir de benim yazmam anlatmam yadırganmasın lütfen.

Hukukçu değilim ama “hukuk, hukukçulara bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir!” Hukuk profesyonelleri, anayasa ve yasa metinlerini öyle bir dille yazıyorlar ki, sonunda kendileri bile nasıl anlaşılması ve uygulanması gerektiğinde anlaşamıyorlar; vakit ve enerji israfına yol açıyorlar. Gerçi, CB’nin nasıl seçileceği, görev süresinin ne olacağı, kaç kere seçilebileceğine ilişkin anayasa maddelerini çok açık yazmışlar ama yine de tartışılıyor. Ben, RTE’nin üçüncü kez CB adayı olup olamayacağını Bilal mahdumun anlayabileceği sadelikte sorular ve yanıtlarla anlatmaya çalışacağım.

***

İlk soru: Anayasa’ya göre cumhurbaşkanı nasıl seçilir?

Yanıt: 2007 yılına kadar cumhurbaşkanı TBMM tarafından seçiliyordu. TBMM’de ilk iki turda 2/3 çoğunluk, sonraki turlarda salt çoğunluk; buna karşın seçilemezse milletvekili seçimine gidilmesi ve yenilenmiş TBMM’nin CB’yi seçmesi ilkesi geçerliydi.

CB seçiminde 2007’de kriz çıktı, 22 Temmuz’da erken seçime gidildi; TBMM yenilendi ve Abdullah Gül, MHP’nin katkısıyla TBMM tarafından 11’inci CB seçildi.

Bu süreçte anayasa değiştirildi; değişiklik 21 Ekim 2007 tarihinde referandumla kabul edildi; CB’nin halk tarafından doğrudan seçilmesi benimsendi. Anayasada 2010 ve 2017’de değişiklikler yapıldı ancak CB’nin halk tarafından seçileceği hükmü aynı kaldı. 

Soru: Cumhurbaşkanının görev süresi ne kadardır?

Yanıt: 2007 yılına kadar CB’nin görev süresi yedi (7) yıl idi. 2007’de anayasa değiştirilirken görev süresi beş (5) yıla indirildi. Anayasada 2010 ve 2017’de değişiklikler yapıldı ancak CB’nin görev süresinde değişiklik yapılmadı. 

Soru: Bir kişi kaç defa cumhurbaşkanı olabilir?

Yanıt: 2007 yılına kadar yürürlükte olan anayasa hükmüne göre bir kişi sadece bir (1) defa CB seçilebilirdi. 2007 referandumuyla kabul edilen anayasa değişikliğinde “Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir” hükmü getirildi; 2010 ve 2017 değişikliklerinde kaç defa CB olunabileceği hükmü aynı kaldı. Yani, “Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir.

Soru: Recep Tayyip Erdoğan kaç defa cumhurbaşkanı seçildi?

Yanıt: Erdoğan 10 Ağustos 2014’te yüzde 51,79 halk oyu ile 12’nci CB seçildi.

Erdoğan, 24 Haziran 2018’de yüzde 52,39 halk oyu ile tekrar CB seçildi.

Soru: İki kez Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan, üçüncü kez cumhurbaşkanı olamaz mı?

Yanıt: Anayasa “olamaz” diyor. Sadece bir şartla aday olabilir ve kazanırsa olabilir. 2017’de anayasa değiştirilirken, CB seçimi ile TBMM seçimi birleştirildi, “Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde, Cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir” hükmü getirildi. Buna göre, şu anda Erdoğan CB görevinin ikinci döneminde; görevi 18 Haziran 2023 pazar günü sona erecek, yenisi seçilinceye kadar görevini sürdürecek.

Soru: Erdoğan hiç mi aday olamaz?

Yanıt: CB’nin nasıl seçileceği, kaç defa seçileceği, görev süresinin ne kadar olacağı konusunda 2007 yılında konulan hükümler değişmedi. 2017 referandumuyla kabul edilen değişiklikte sadece CB’nin yetkisi arttırıldı, seçilme yöntemi, görev süresi ve kaç defa seçilebileceği değişmedi. Erdoğan’ın üçüncü kez aday olabilmesi için tek olasılık var. O da, en geç 18 Haziran 2023’te yapılması zorunlu seçimlerin TBMM kararıyla öne alınması. Bunun için (anayasada 2017’de yapılan değişikliğe göre) TBMM’de en az 360 vekilin oyu gerekiyor. Cumhur İttifakı’nın sandalye sayısı yeterli değil, muhalefetin desteği gerekiyor. Muhalefet, “6 Nisan 2023 tarihinden önce seçime varız” diye ilan etti ama Erdoğan kulak asmadı. Erdoğan, bu mesajı alıp erken seçime razı olsaydı, TBMM kararıyla seçime gidilir ve Erdoğan üçüncü kez aday olabilirdi. Böylece akla, ahlaka, hukuka, siyasete zararlı boş tartışmaya gerek kalmazdı.

Soru: 2017’de Anayasa değişti, cumhurbaşkanlığı sistemine geçildi. Erdoğan, 2018 seçiminde yeni sistemin ilk cumhurbaşkanı oldu. Bu durumda kronometre sıfırlanmadı mı? 

Yanıt: Yeni bir sisteme geçildi ama CB’nin nasıl seçileceği, görev süresinin ne olacağı, kaç defa seçileceği gibi konularda değişiklik olmadı. Sadece CB’nin yetkileri arttırıldı. Bu gibi anayasa değişikliklerinde geçici maddeler konur. 12 Eylül faşistleri bile anayasaya bir sürü geçici maddeler koydular. Ama, 2017’de anayasayı değiştirenler, CB’nin nasıl seçileceği, görev süresinin ne olacağı, kaç defa seçileceği konularında 2007 yılındaki anayasa değişikliğini aynen tekrarladılar, geçici madde koymayı akıl etmediler. Yürürlükteki anayasanın hiçbir yerinde “yeni bir sisteme geçildi, eskisi geçerli değil” şeklinde geçici madde yok. “Kronometre sıfırlandı” argümanı palavradan ibaret.

Soru: “Kronometre sıfırlandı” argümanı gerçekten palavra mı?

Yanıt: “Kronometre sıfırlandı” palavrası Anayasa Mahkemesi’nin Abdullah Gül kararıyla da sabittir. Abdullah Gül, 28 Ağustos 2007’de, TBMM tarafından, yedi (7) yıl görev yapmak üzere CB seçildi. Bu arada, 21 Ekim 2007 referandumuyla anayasada değişiklik yapıldı; CB’nin halk tarafından seçilmesi ilkesi getirildi, görev süresi beş yıla indirildi, iki kere seçilebileceği hükmü kondu. Aradan beş yıl geçtikten sonra TBMM’deki AKP çoğunluğu, Abdullah Gül’ün yeniden CB adayı olamayacağına ilişkin bir kanunu kabul etti. CHP kanunun iptali için AYM’ye dava açtı. AYM, 15 Haziran 2012 tarihinde iptal istemini kabul etti, CB seçim sisteminin değiştiğini vurguladı ve şöyle karar verdi: “Yeni düzenleme Cumhurbaşkanı adayı olmaya ilişkin diğer koşulları taşıyanlara ikinci kez aday gösterilme hakkını tanımaktadır. Anayasada mevcut ve önceki Cumhurbaşkanları açısından herhangi bir istisna öngörülmemiştir. Bu nedenle mevcut ve önceki Cumhurbaşkanlarının bu haktan yararlanmaları doğaldır.

Bu karar, sistem değiştirilirken geçici madde konmasını vurgulaması nedeniyle önemli. CB seçimiyle ilgili olarak 2017’de anayasa değiştirilirken herhangi bir geçici madde konmadı; 2007 değişikliğindeki hükümler aynen tekrarlandı; önceki görev süresi yok sayılmadı, kronometre sıfırlanmadı.

***

Özetle, anayasada 2007 yılında yapılan değişiklik ile CB’nin halk tarafından seçilmesi, görev süresinin beş yıl olması ve iki kez seçilmesi kuralı benimsendi; 2017 değişikliğinde CB’nin nasıl seçileceği, kaç defa seçileceği, görev süresinin ne kadar olacağı konusunda 2007 yılında konulan hükümler değişmedi; sadece TBMM kararıyla seçim erkene alınırsa üçüncü kez aday olma hakkı tanındı. Buna göre, TBMM kararıyla seçim öne alınmadıkça RTE üçüncü kez CB adayı olamaz.

Anayasa'nın açık hükmüne karşın Yüksek Seçim Kurulu RTE’nin adaylığını kabul ederse ne olur? Yanıt: “Hukuk farklı bir şey. Ama bunun yanında guguk, o da farklı bir şey. Şu anda seçimle ilgili yetkinin kimde olduğunu bilmeyecek kadar cahillerin eline kaldık.” (RTE)

RTE “cahillerin eline kaldık” derken haklı. Guguk düzeninde sadece cahillerin değil, lümpenlerin magandaların zorbaların eline kaldık.

Guguk düzeninde lümpenlerin magandaların zorbaların eline kalmış olsak da teslim olmak yok. Çare, lümpenlerin magandaların zorbaların reisi siyaset ağasını sıfırlamakta.


23 Ocak 2023 Pazartesi

ALLAH İLE ALDATMAYA TAMAM MI DEVAM MI?

İsveç’te İslamofobik bir eylemcinin (halkının çoğunluğu Müslüman) onca ülke arasından Türkiye’yi seçip büyükelçilik binası önünde (üstelik polis gözetiminde) Kur’an yazılı bir kitabı yakması, hiç kuşkusuz nefret suçudur, provokasyondur. Provokasyonun İsveç’in NATO’ya üyelik başvurusuyla bir ilgisi de vardır sanırım. Bu kadarla kalsa sorun değil ama Müslüman ahalinin provokasyonlar karşısında ne denli zayıf ve özgüvensiz olduğunu da gösteriyor. Bana göre en önemli olan da, Müslüman ahalinin provokasyonlar karşısındaki zayıflığı özgüvensizliği.

Hristiyan coğrafyasında Hz. İsa’yı eşcinsel olarak temsil eden filmler çevriliyor ama ortalık ayağa kaldırılmıyor. Bu aldırışsızlık olgunluksa, Hıristiyan dünyası bu olgunluğa kolay erişmedi. Hristiyanlığın tarihinde yüz yıllarca süren mezhepler arası savaşlarda tüyler ürpertici nice katliamlar var. Hristiyan dünyası kan dondurucu vahşeti geride bırakmanın çaresini, yani kendi iç barışını laiklikte buldu; yani din ve dünya işlerinin birbirlerinden ayrılmasında. Kilise dünyevi siyasi iktidar iddiasından vazgeçti. Toplumsal sınıflar arasındaki mücadele dinden bağımsızlaşıp kendi dinamikleriyle veriliyor Hristiyan dünyasında. Elbette Hristiyan coğrafyası kanlı geçmişini tümüyle geride bırakmadı ama sonuçta daha hoşgörülü bir siyasi dini atmosfere sahip oldu. İslam coğrafyası ise ne yazık ki kendi orta çağını aşamadı. Toplumsal sınıflar arasındaki kavga, dini inanç hapishanesinde tutuklu kaldı.

Hoşgörü ve barış dini” diye propaganda edilse de İslam coğrafyasında kutsala yönelik en hafif eleştiriye tahammül edilmiyor. Müslüman ahali, “Ayetlerin yazılı olduğu sayfaları bir densiz yaksa ne olur yakmasa ne olur?” olgunluğunda değil ne yazık ki. “Ayetlerin sahibi bu densizliğe müdahale etmiyor, seyirci kalıyorsa, biz kullarına ne oluyor? Her şeyi çarpan Kur’an bu densizi niçin çarpmıyor?” sorgulaması da yok. İslam tarihinde ayetlerin yazılı olduğu mushafların, üstelik Hz. Muhammed’in ilk halifeleri döneminde yakıldığını da bilmiyor. İlk Halife Ebubekir, Kur’an’ı kitap halinde ciltlettikten sonra Peygamber’in ayetleri kaydettirdiği (deri, ağaç yaprağı, ağaç kabuğu, beyaz yassı taş gibi) materyalleri, yani Kur’an’ın aslını yaktırmış. Üçüncü Halife Osman ise, kendi derlemesi dışındaki (Ebubekir’in ciltlettiği kitap dahil) tüm mushafları yaktırmış. Değil sıradan Müslümanların, ulema geçinen Müslümanlardan kaçta kaçının umurunda?

İslam tarihinde sadece mushaflar yakılmadı, mushaflarda yazılı ayetleri inkâr etmeden farklı yorumlayan insanlar bile yakıldı. Aleviler’in ulu ozanlarından Nesimi, (batıni yorumları Sünni ulema tarafından suç sayılınca) derisi yüzülerek yakıldı. Çok geçmeden Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmet, ayetlerin (batıni) Hurufi yorumunu inanç belleyen binlerce kişiyi Edirne meydanında kazılan çukurda yaktırdı. Gözlerinizin önüne getirin! Kentin meydanında çok geniş bir çukur kazılmış. Elleri kolları ayakları bağlı binlerce insan çukura dolduruluyor. Üzerlerine odun yığılıyor ve ateşe veriliyor, binlerce insan cayır cayır yakılıyor. Böylece sevap kazanılıyor… Başka dinin mensuplarına ait tapınakların, örneğin kilisenin (“kılıç hakkı” denilerek) camiye çevrilmesi de kazanılan sevaplar arasında!...

Osmanlı’nın Anadolu’daki isyanlar tarihi neredeyse sadece Alevi Bektaşiler’in kıyımından ibarettir. Öylesine uzun vadeli bir tarihtir ki, Sivas’ta Madımak Oteli’nde 35 insanın (Şeytan Ayetleri bahanesiyle) yakılması çok değil, 30 yıl öncesinin vahşetidir. Keşke sadece Şeytan Ayetleri kitabını yakmakla yetinselerdi.

***

TÜRBAN İÇİN ANAYASA TEKLİFİ AYRIMCILIKTIR

Dediğim gibi, İslamofobik bir eylemcinin Türkiye’nin Stockholm Büyükelçiliği önünde Kur’an yazılı bir kitabı yakması provokasyondur. Bu kadarla kalsa sorun değil ama Türkiye’nin sadece dış politikasını değil iç politikasını da bloke eden kötülüğün arayıp da bulamayacağı cinsten bir provokasyondur. 

Türkiye’nin kader tercihi olarak önem kazanan seçimler öncesinde kötülük ve cehalet iktidarı, Stockholm’deki provokasyonu köpürtüp duruyor. Trol örgütler aracılığıyla kof kabadayılık protestoları, resmi ziyaretlerin iptali, besleme medyada “ezan dinmez, bayrak inmez” edebiyatı… Ne yazık ki, dinin ekonomi politiğinden habersiz kitlede karşılığı var.

Dinin ekonomi politiğinden habersiz kitlede karşılığı olan bir konu da türban için anayasa değişikliği teklifi. Teklif, Allah ile aldatan kötülük ittifakından geldi. Türbanın geleneksel başörtüsü olmadığını geçelim. Teklif, 12 Eylül faşizminin mirası anayasaya bile aykırı. 

Kötülük ittifakının teklifi en başta cinsler arasında ayrımcılık yapıyor. Yetmiyor, inançlı inançsız kadınlar arasında ayrım yapıyor. Yetmiyor, başı kapalı kadınlar lehine ayrıcalık öngörüyor, başı açıkları korumasız bırakıyor, dahası devletin kıyafete karışmasına kapı açıyor. Yetmiyor, sözüm ona aileyi koruma altına alırken, reşit olmayan kız ve oğlanların evliliklerine kapıyı açık bırakıyor. Yetmiyor, ailenin tek erkeğin kaç kadınla nikâhıyla oluşacağına engel getirmiyor… Hepsinden önemlisi, dini inanç referanslı bir anayasa teklifidir. Böylece gidilen yolda son durak teokrasidir. Yani mollaların İran’ı, Taliban’ın Afganistan’ı, şeyhlerin kralların Arap ülkeleri gibi. Zaten ne demişti Reis: Demokrasi amaç değil araçtır! Veyl o Reis’ten demokrasi uman liberallere!

En başta mütedeyyin aileler bunca yoksullaşmışken, sadakaya muhtaç ve bağımlı haldeyken, varsa yoksa kadının nasıl örtüneceği, saçının görünüp görünmeyeceği. Bu kadar ucuz mu? Kadın, kocası, çocukları, akrabaları işçiler, emekliler yeterince beslenemiyorsa, açlık sınırında ücrete mahkûm iseler, çocukları düzgün okullara gidemiyorsa, okula giden çocuğa karne armağanı olarak bisiklet yerine etli yemek yediriliyorsa, kadının saçı görünse ne olur görünmese ne olur?

Teklif TBMM’de kabul edilsin edilmesin, seçim sürecinin tüm tartışma konuları şimdiden türbana dolandı. Burjuva muhalefeti, gündemi ve tartışmayı din çemberinin dışına çıkarma cesaretinden ve özgüveninden yoksun ne yazık ki. Bu muhalefetle demokrasi laiklik ve hukuk devleti inşası gerçekleşmesi uzak bir hayal.

***

DİN AFYON MU İSYAN MI?

Sınıflı toplumda egemen sınıflar için din, toplumsal eşitsizlikleri, mülk sahibi sınıfların sömürüsünü ve egemenliğini meşrulaştırma ideolojisi ve pratiğidir. Bu bağlamda dinlerin ortak özelliği, erkek egemen düzeni ve egemen sınıfın çıkarlarını kutsayıp meşrulaştırmalarıdır. Yani “Her şey Allah için. Bu dünyada imtihandayız” aldatmacasıyla “Zengine han hamam servet, yoksula din diyanet milliyet” politikasıdır din.

Ezilenler için ise din, "bu dünyada şükür ve sabır, öbür dünyada cennet" vaadiyle bu dünyada sabretmeyi, azla yetinip şükretmeyi, kadere boyun eğmeyi telkin eden mutluluk illüzyonudur. Karl Marks’ın ifadesiyle “Din, gerçek ıstırabın dile getirilişidir, gerçek ıstıraba karşı protestodur. Ezilen kulun ahıdır din; taş kalpli dünyanın kalbi, ruhsuz toplumsal durumun ruhudur. Din halkın afyonudur.

Ağrı kesici anlamında söylemişti Marks. O’nun yaşadığı yıllarda afyon, bedeni acıları hafifleten ilaç olarak kullanılıyordu. Bundan hareketle Marks’a göre din, kölenin sahibinden gördüğü eziyetin, marabanın ağadan yediği dayağın, işçinin patron tarafından aşağılanmasının ve sömürülmesinin acısını dindirme işlevine sahip bir afyondu. Ve elbette protesto ve isyan bayrağı olabileceği gibi ezilenlerin eziyete dayağa sömürülmeye karşı isyan duygularını bastırma işlevine de sahiptir din; yani miskinleştirme uyuşturma işlevi de vardır dinin.

Ali Şeriati de dinin halkların afyonu olabileceği gibi halkların vicdanı olabileceğini söylemiş. Şeriati’nin deyişiyle “Eğer bir din yetimi korumuyor, kimsesize sahip çıkmıyor, ezilenlerin sesi soluğu olmuyorsa yalandır ve afyondur.”

Karl Marks’ın da Ali Şeriati’nin de ruhları şad olsun.

Gerek İsveç’te bir densizin Kur’an yakması gerekse kötülük ittifakının türban için anayasa değişikliği teklifi. Her şey o kadar ayan beyan ki. 

Dini afyonlaştırıp yoksulları “Allah ile aldatmak”, miskinleştirmek, köleleştirmek, inançlarını sömürmek yetmedi mi?

Allah ile aldatmaya seçimlerde ve hayatın her anında “Yeter!” diyenlere selam olsun.


17 Ocak 2023 Salı

TÜRBAN MAĞDURİYETİ BIKTIRDI

Kim nasıl istiyorsa öyle örtünsün ama İslamcı faşizmin bayrağı tesettürün siyasi ekonomik diplomatik kültürel gündemi bloke etmesinden rahatsızım, isyanlardayım. Bir sosyalist olarak, geçmişte herkese Sünnilik dayatan sözde laiklik ve Atatürk ile aldatıp soyan hırsız faşistlere ne denli muhalif olduysam, mücadele ettiysem, bugün de dindarlık maskesi altında Allah, Kur’an ve Muhammed ile aldatıp soyan ganimetçi İslamcı faşistlere o denli öfkeliyim, kızgınım.

Güncel öfkemin nedeni, İstanbul Beşiktaş’ta bir manavda alışveriş sırasında yaşanan olay. İktidar yörüngesindeki tv kanalı Kanal7’nin muhabiri Meryem Nas Mercan’ın sahnelediği olay, İslamcı faşizmin provokasyonda sınır tanımazlığını, edepsizliğini, türban/başörtüsü konulu mağduriyet istismarının nerelere götürülebileceğini gözler önüne seriyor.

***

Kısaca anımsatmak gerekirse. Kanal 7’nin türbanlı muhabiri Meryem Nas, manavda alışveriş yapan Aylin ile konuşmak istemiş, Aylin konuşmak istememiş. Bu anda aralarında ne gibi diyaloglar geçmiş, bilinmiyor. Çünkü, Meryem’in dolaşıma soktuğu kayıtlarda bu anlar yok. Kim bilir, Meryem ne gibi provokatif sorular sordu, Aylin de sinirlerine hâkim olamayıp neler söyledi? 

Bir sosyal medya paylaşımına göre, Aylin, “Benden izin almadan çekim yapamazsın” demiş; on beş dakika boyunca izinsiz çekemeyeceğini anlatmaya çalışmış. Meryem sorularını sürdürünce de “İznim yok, çekemezsin, anlamıyor musun? Bence kafan hava alsın, beynine oksijen gitsin” demiş. Meryem, Aylin’in ne dediğini anlamayıp uzaklaşmış. 

İşte Meryem’in paylaştığı video bundan sonrasını gösteriyor. Buna göre, esnaf kameramana ihbar ediyor, kameraman Meryem’i uyarıyor. Meryem “Ne dedi abi?” diye soruyor; “Kafan hava alsın” dediği aktarılınca Meryem, manavdan ayrılmak üzere olan Aylin’i durdurup başörtüsüne laf edip etmediğini soruyor. Aylin “hayır” diyor ama Meryem, başörtüsüne laf edildiğini iddia ederek çekimi sürdürüyor. Kamera çekimdeyken süren tartışmanın ardından Aylin görüntüden çıkıyor. Meryem ise soluğu Beşiktaş İlçe Emniyet Müdürlüğü’nde alıyor, Aylin’i “başörtüme hakaret etti” gerekçesiyle şikâyet ediyor. 

İktidara yapışık bir kanalın muhabiri şikâyet edince dikkate almayacak polis düşünülemez değil mi? Nitekim polis, Aylin’i gözaltına alıyor. Aylin adliyeye sevk ediliyor, “dinin emir ve yasaklarına hakaret” suçlamasıyla ifadesi alındıktan sonra adli kontrol kaydıyla serbest bırakılıyor. Sonrasında olay iktidar medyasında köpürtülüyor, Aylin hakaretamiz ifadelerle aşağılanıyor, “Başörtüsüne hakaret karşılıksız kalmadı” diye yaftalanıyor, hedef gösteriliyor…

***

Neresinden bakılırsa bakılsın, buram buram provokasyon kokuyor. Tam da türbanla ilgili anayasa değişikliği önerisinin TBMM’de görüşüleceği günlere rastlatılan bir provokasyon. AKP Milletvekili İffet Polat’ın, “Neden başörtüsü örtme hakkını anayasal güvence altına almak istiyoruz, bu video güzel izah ediyor” paylaşımı gösteriyor ki, buna benzer başka provokasyonlar sürpriz olmayacak. Zaten Meryem de paylaşımlarında, “başörtü yasasının Meclis’e girebilecek kadar ilerlediği Türkiye döneminde nasıl bir cesaretle başörtüsüne dil uzatılıyor. Her hakareti kabul ederim ama başörtüsüne yapılan hakareti kabul etmiyorum” diyor.

Sözü uzatmaya gerek yok. Kanaatimce, bu olayda bir mağduriyet, nezaketsizlik ve taciz varsa, tacize uğrayan Meryem değil Aylin. Anladığım kadarıyla Aylin, görüntü alınmasını istememiş; belki de iktidara yapışık bir kanalın sorularına yanıtlamaya yanaşmamış. Ama Meryem ısrarlı ve sadece kendisini haklı çıkaracağını sandığı diyalogları paylaşmış; yetinmemiş, bir de karakola gidip şikâyet etmiş. Yuh olsun böyle provokasyon gazeteciliğine!

***

Bu olay, toplumun gazetecilik görünümlü ne gibi provokasyonlara açık olduğunu gösteriyor. Ne yazık ki, kadınların gelenek ya da dini inanç gerekçesiyle örtünmesi siyaseten en çok provoke edilen, istismar edilen konuların başında geliyor. Bu olayda sözü edilen örtünmenin geleneksel başörtüsüyle ilgisi yok ama olsun. Kim nasıl istiyorsa öyle örtünsün. Ama dini inanç gerekçesiyle üniforma benzeri bir örtünme türü icat edip ayrıcalık ve üstünlük talep ediliyorsa orada durulmalı.

Madem inanç gerekçeli örtünmeye hakaret iddiası söz konusu. Bu iddiayı provokasyona dönüştüren kadının giyimi kuşamı ne kadar İslami? Böyle bir soru benim meşrebime uymaz (kim kendisine neyi yakıştırıyorsa öyle giyinsin) ama kadın, yani muhabir Meryem Müslümanlık adına “Başörtüme hakaret etti” diyerek şikâyet etmişse, giyimini kuşamını İslami açıdan da sorgulamak sonuna kadar meşrudur.

Tesettür Allah’ın emri mi? Gerçi İslam alimleri türbanın Allah emri olup olmadığında hemfikir değiller ama öyle kabul edelim. Ama Allah’ın başka emirleri de var. 

Örneğin, tam da tesettür ayetinde “Mümin kadınlara söyle, başörtülerini yakalarının üzerinden bağlasınlar. Mahrem dışında ziynetlerini süslerini kimseye göstermesinler.”

Süslenme yasağı başka ayetlerde çok daha sarih ve sağlam. Örneğin: “Ey peygamber hanımları, vakarınızla evlerinizde oturun, cahiliye devrindeki gibi süslenip çıkmayın. Dosdoğru namazı kılın, zekâtı verin, Allah'a ve resulüne itaat edin.” (Ahzap 33)

Açık deyişle, Peygamber eşleri, yani Müslümanların valideleri bile evlerinde oturmaya memurlar, süslenip sokağa çıkamazlar.

Bunun dışında Müslüman kadının kocasına itaatini, aksi halde dövülmesini emreden ayetler. Kadının aklen ve dinen eksik olduğuna ilişkin hadisler.

Dinin kadınlara ilişkin emir ve yasakları bu denli açıkken, Müslüman kadın kimliğini vurgulayarak başı açık kadını karakola düşüren Kanal7 muhabiri Meryem’in süsüne püsüne ne demeli? Maşallah! Allah’ın verdiğiyle yetinmemiş. Estetiğin dibini kazımış, makyajın zirvesine kanatlanmış. O makyaj, vücut hatlarına oturmuş beyaz tayt, botokslu dudaklar, süslenme yasağı ayetlerden habersiz takma kirpikler. Badana, boya, cila ne varsa sürmüş, takmış takıştırmış. Maşallah maşallah! Taksın takıştırsın da, insanlar ekmek derdindeyken Allah’ın verdiğini beğenmeyip Allah’ın emri hilafına süslenip püslenmek, süsünü püsünü erkeklerin göreceği şekilde teşhir etmek ayıp değil mi? Her tarafın güzellik olsa ne yazar Meryem, beynin yüreğin güzel olmadıkça!

Biliyor musun Meryem? Bu ülkede insanlar değerleri ve yaşam tarzları üzerinden her gün saldırıya uğruyor. Biat ettiğin zorba siyasetçi, kendisine biat etmeyen kadınlara her vesileyle “sürtük” diyerek hakaret ediyor. Bu hakarete karşı bir haber röportaj söyleşi yapmak hiç aklına geldi mi? Eminim ki, aklına gelmemiştir. Bir de şöyle sorayım: Türbanlı bir kadın başı açık kadına “Başını ört de üşümeyesin, cehennemde yanmayasın” diye laf atsa gözaltına alınır mı? 

Bak Meryem! Senin mahallende şeyhler, inanç önderleri sürekli “Başörtüsüz kadın perdesiz eve benzer; Kahkaha atan kadın iffetsizdir; Hamile kadın sokağa çıkmamalıdır” diye vaaz veriyorlar. Din bezirgânı kimi şarlatanlar başı açık kadınlara hakaretlerini video haline getirip medya mecralarında paylaşıyorlar. Tarikat ve cemaat yurtlarında çocuklar nelere maruz kalıyorlar? Bu iğrençliklerden haberin var mı? Müslümanlık saçlarını gizlemekten mi ibaret Meryem? Saçın görünse ne olur görünmese ne olur?

Tut ki Aylin kabalık etti. Şikâyet edip adliye koridorlarında süründürmenin dinde yeri var mı? İslami adalet bu mu? Bu olayda kim zalim kim mazlum?

Sorulacak çok soru var Meryem. Afganistan’da, İran’da, Suudi Arabistan’da yaşamak ister misin? Malum, oralar dar’ül İslam. Oralarda yaşamak istemeyeceğinden eminim Meryem.

***

Yazı gereğinden fazla uzadı. Anlaşılıyor ki, gerek seçim ortamında gerekse seçim sonrasında, kadınları “başörtülüler” ve “sürtükler” olarak ayıran zihniyetin nice manipülasyonlarına provokasyonlarına maruz kalacağız. Bu zihniyetin derdi, tesettür özgürlüğü değil; asıl isteği tesettür ayrıcalığı ve üstünlüğü, siyasi rejim olarak da teokrasi.

En başta söylediğimi yineleyeyim. Kim nasıl istiyorsa öyle örtünsün ama İslamcı faşizmin bayrağı tesettürün siyasi ekonomik diplomatik kültürel gündemi bloke etmesinden rahatsızım, isyanlardayım. Yolsuzlukların üstüne türban serilmesinden rahatsızım. Siyasette demagojinin yalanın, ekonomide kayırmacılığın talanın türbanla ambalajlanmasından rahatsızım. Bir sosyalist olarak, geçmişte herkese Sünnilik dayatan sözde laiklik ve Atatürk ile aldatıp soyan hırsız faşistlere ne denli muhalif olduysam, mücadele ettiysem, bugün de dindarlık maskesi altında Allah, Kur’an ve Muhammed ile aldatıp soyan ganimetçi İslamcı faşistlere o denli öfkeliyim, kızgınım.

7 Ocak 2023 Cumartesi

PEYGAMBER’E KALMAYAN DÜNYA PAPA’YA DA KALMADI

Dünya fani, kimseye kalmıyor. Şarkıda söylendiği üzere “yalan dünya her şey bomboş.”

Peygamberler evliyalar, krallar kraliçeler, padişahlar sultanlar, tiranlar diktatörler, zenginler fakirler, efendiler köleler, burjuvalar proleterler… Kimler geldi kimler geçti, umurunda olmadı kendisi de fani olan dünyanın.

Semavi inanca göre 950 yıl ömür süren ilk Peygamber Adem’e kalmadığı gibi 1350 yıl ömür sürdüğüne inanılan Nuh Peygamber’e, 500 sene yaşadığı rivayet edilen Sultan Süleyman’a da kalmadı dünya. Gün geldi, “Süleyman bir sultan olmuş, saltanatı boşu boşuna” denildi. 

Dünya öyle fani ki, antik Yunan’ın en yüce Allah’ı, ateşin yıldırımların ve aklın sahibi Zeus bile bugün ancak mizah nesnesi olarak anılıyor. Çünkü Nietzsche’nin deyişiyle Tanrı bile öldü!

İslam inancına göre Tanrı’nın en sevdiği insan, en kıymetli peygamber, Resûl-i Kibriyâ Yalvaç Muhammed bile sadece 63 yıl nefes alıp verebildi dünyada. Sadece 63 yıl. Kısacık ömründe ne kabak tatlısı yiyebildi ne de çilek reçeli. Etli kuru fasulye, patates oturtma, bol domatesli çoban salata, biber dolma, közde mısır… Bunların hiçbirini tadamadan göçüp gitti dünyadan. Ömrünün son günleri acılar içinde geçmiş; ölüm döşeğinde iki hafta can çekiştikten sonra vefat etmiş. Cenazesi birkaç gün ortada kalmış. Çünkü (en yakın dostları Ebubekir ve Ömer dahil) sahabenin çoğu, iktidar kavgasına tutuşmuşlar; damadı Ali, naaşın başında bekleyedurmuş. Ensar ile muhacirler arasındaki “kim halife olacak” kavgası muhacirler (yani Ebubekir ve Ömer) lehine sonuçlandıktan sonra bu kez nereye gömüleceğinde ihtilaf çıkmış. Nihayet, şatafatsız, çok az kişinin (bir rivayete göre 17 kişinin) katıldığı cenaze merasimiyle, vefat ettiği hücrenin zemini kazılmış, toprağa verilmiş…

***

Dediğim gibi dünya fani, kimseye kalmıyor; Adem’e, Nuh’a, Sultan Süleyman’a, Yalvaç Muhammed’e, Zeus’a kalmadığı gibi Katolik dünyasının eski ruhani lideri, önceki Vatikan Devlet Başkanı Papa 16. Benedictus’a da kalmadı. 

“Eski” veya “önceki” Papa diyorum. Çünkü 16. Benedictus Katolik Kilisesi tarihinde çok az rastlanır bir tutumla, ecel kapısını çalmadan görevini bırakıp, inzivaya çekilmiş. Oysa Hristiyan dünyasında papalık, istifa edilecek makam değil. İstifa, tanrısal makam ve görevi bırakmak gibi bir şey yani. Bilenlerin söylediğine göre, 16. Benedictus, Katolik tarihinde istifa eden ikinci Papa imiş. Neden istifa ettiği sorusunun yanıtı yaşam öyküsünde saklı. Öyle tanıdık bir hikâye ki!

İşte bu “önceki” Papa Benedictus geçen yılın son gününde son nefesini verdi. En kıymetli peygamberi, Resûl-i Kibriyâ Yalvaç Muhammed’e 63 yıl ömür biçen Tanrı, Papa Benedictus’a 95 yıl ömür vermiş, şatafatlı bir cenaze merasimini münasip görmüş. Hikmetinden sual olunmaz!

Müstafi Papa’nın cansız bedeni özel şerit ve mühürlerle kapatılan iç içe üç tabuta konmuş, Vatikan’da San Pietro Bazilikası’nın alt katındaki odaların birinde muhafaza altına alınmış. Cenaze merasimine çok sayıda devlet başkanı ve Katolik mümin yüz binlerce kişi katılmış. Katılanlar arasında Kürdistan Ulaştırma ve Haberleşme Bakanı Ano Cewher Abdoka bile var. Yine de nispeten az şatafatlı olmuş merasim. Çünkü görevi başında değil, istifa edip kendisini emekliye ayırdıktan sonra vefat etmiş. (Tanrısal vazifeden istifa ve emeklilik nasıl bir şeyse!) Görevdeyken vefat etseymiş merasim çok daha şatafatlı olurmuş.

***

Papa 16. Benedictus’un neden istifa edip bir tür inzivaya çekildiği sorusunun yanıtı, dediğim gibi, yaşam öyküsünde saklı ve çok tanıdık bir hikâye!

Asıl adı Joseph Ratzinger; 1927 yılında dünyaya gözlerini açmış; ilk gençliğinde Nazi sempatizanı; Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı yenilgisinden sonra ilahiyatçı akademisyen, orta yaşlılığında Münih Başbiskoposu. Papa 2. John Paul’e 1981 yılında tetikçi Mehmet Ali Ağca’nın suikastından sonra Vatikan’da bu olayı araştıran komisyonun başkanı. Ardından Papalığın Dinsel Öğretiler Kurulu Başkanı ve John Paul’ün ölümü üzerine 2005 yılında Papa. Katolik tarihinde, Papa olarak atanan ilk Alman. Selefi gibi yeminli bir anti-komünist. Yahudi soykırımı, kürtaj, eşcinsellik, biyo-tıp çalışmalarına hep karşı cepheden saldırmış. Yahudi soykırımını yadsıyan tezlerinden dolayı aforoz edilen (yani dinden kovulan) bir rahibi, rehabilite etme iddiasıyla yeniden Hristiyanlığa kabul ettiği için cümle Yahudilerin öfkesini üzerine çekmiş. Avrupa’daki neo-Nazi hareketler ve partiler Papa Benedictus’un anti-komünist anti-semitic söyleminden ve tutumundan hayli beslenmişler.

***

HRİSTİYANLIK AKIL DİNİ İSLAM ŞİDDET DİNİ!

Papa Benedictus istifa ettiği 2013’e kadar öteki dinlere soğuk yaklaşımı ve İslamofobik açıklamalarıyla da anımsanıyor. İslamofobik açıklamalarının tepkiyle karşılandığı günlerde Türkiye’ye gelmişti. Sene 2006. Türkiye’de Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan. Papa bugün gelmiş gibi anımsıyorum, o günlerde de yazmıştım.

Papa, Türkiye’ye gelmeden üç ay önce verdiği vaazında Hristiyanlığın akla dayandığını savunmuş, İslamiyet’i ise “akıl dışı şiddet dini” ilan etmiş, ABD Başkanı Bush’un başlattığı “çağdaş Haçlı Savaşı”na omuz vermişti. Türkiye’de İslamcılar bulsalar bir kaşık suda boğacak derecede kinlenmişlerdi Papa’ya. Haftalarca, “Ya özür dile ya da gelme” diye mitingler düzenliyor, Ayasofya’yı basıp korsan namaz kılıyorlardı. Daha önceki Papa’yı vuran Mehmet Ali Ağca bile, Papa Benedictus’a mektup yazarak, “Bu işleri bilen biri olarak söylüyorum, can güvenliğin tehlikede, Türkiye’ye gelme” diye uyarmıştı.

Papa bunlara aldırmadan gelmişti. Karşılanması muhteşemdi. Daha önce, (asli kimliğinin dürtmesiyle) “Ben davet etmedim” diyerek Papa ile görüşmeyeceği havasını basan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Papa’yı uçağın merdiveninde karşılamıştı. Papa, Sultanahmet Camii’nde kıbleye dönüp dua etmiş; Rum, Ermeni ve Süryani patrikleriyle birlikte ayinlere katılmış; Cumhurbaşkanı ve Başbakan ile görüşmüş; ülkesine dönerken “kalbim İstanbul’da kaldı” demişti. Böyle derken, İstanbul’a hayranlığını mı vurgulamıştı, yoksa İstanbul’un beş yüz yıldır Hristiyan kenti değil Müslüman kenti olmasına hicranını mı dile getirmişti, anlaşılamamıştı.

Sermaye medyası ziyaretten ziyadesiyle mutluydu; Cumhurbaşkanı Sezer’in ve Başbakan Erdoğan’ın Papa’yı çok iyi ağırladıklarını, Papa’nın üç ay önceki sözlerinden dolayı özür dilediğini, dinler arası diyaloga katkıda bulunduğunu, Türkiye’nin AB üyeliğine destek verdiğini yazarak insanları kandırmaya çalışıyordu. Oysa Papa ne özür dilemişti ne dinler arası diyaloga katkıda bulunmuştu ne de Türkiye’nin AB üyeliğine destek vermişti. Anlatsam yazı uzar gider. Sadece şu kadarını yazayım: “Papa, Türkiye’nin Avrupa Birliği yolculuğuna destek verdi” diyen Tayyip Erdoğan Papa tarafından yalancı çıkarılmıştı. Papa Benedictus ve Patrik Bartholomeos, yayımladıkları ortak bildiride, “Avrupa’nın Hristiyan değerleri korunmalıdır” demişlerdi. 

***

PAPA PEDOFİLİ SKANDALLARI YÜZÜNDEN İSTİFA ETMİŞTİ

Gelelim Papa’nın niçin istifa edip emekliye ayrıldığına. En başta kilise bünyesinde pedofili skandalları. Dediğim gibi tanıdık bir hikâye. Dini yapılarda nedense her şeyden önce pedofili rezaletleri vuku buluyor. İslam coğrafyasında olağan sayılıyor ama Benedictus, 400 rahibi pedofili, taciz ve tecavüz gerekçesiyle yürütülen soruşturmalar kapsamında görevden aldı. Ancak göstermelik bir iş yapmadığına kimseyi ikna edemedi. Bunca rezalet ortaya döküldükten sonra Benedictus’un Münih başpiskoposu iken de benzer rezaletleri örtbas ettiği ortaya çıktı. Yanı sıra Vatikan’dan özel belge sızdırılması (Vatileaks), yolsuzluklar, kara para aklama rezaletleri, Kilise içinde kanlı hesaplaşmalar… Nihayet Benedictus Kilise’nin iyiliği ve yaşı ilerlediği için istifa ettiğini açıkladı, “bunlar münferit hatalar, kastım yok” diyerek (üstü kapalı da olsa) özür diledi…

İslam tarihinde, ümmetin iyiliği için kendisini emekliye ayıran ve üstü kapalı da olsa özür dileyen halife var mı, bilemiyorum. Bildiğim şu ki, çok sayıda halife iktidar kavgalarında öldürüldü. Emevi, Abbasi veya sonraki devirlerin ve Osmanlı’nın halifeleri bir yana, Asr-ı saadet’in dört halifesinden sadece Ebubekir yatağında ölebildi. Ömer, Osman ve Ali, suikastlarda can verdiler. Osman’ı öldüren suikastçıların lideri, ilk halife Ebubekir’in oğlu idi. Ama İslam hep “barış dini” olarak propaganda edildi. “Asr-ı saadet halifeleri haremlerine kaç yaşında kızları kattılar?” sorusunun yanıtı ise talak 4’te arandı… 

Uzun sözün kısası. Peygamberlere bile kalmayan dünya Papa Benedictus’a da kalmadı. Papa, hayırla anılmayacak bir yaşam öyküsü bırakıp göçtü dünyadan. Ben iyi bilmedim kendisini. Amel defteri solundan verilecekse zebaniler, sağından verilecekse melaikeler yardımcısı olsun, amen!

4 Ocak 2023 Çarşamba

WALESA ŞEMSİ İLE BİRLİKTEYDİK

4 Ocak 1991’de Zonguldak’tan Ankara’ya başlayan Büyük Madenci Yürüyüşü, Türkiye işçi sınıfının sendikal mücadele tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Hem kazanımıyla hem kaybedişiyle derslerle doludur.

Dünya ölçeğinde bakıldığında, neo-liberalizm denen vahşi kapitalizm şaha kalkmış, duvar çökmüş, Sovyetler Birliği dağılmaktadır. 

Türkiye’de ise vahşi kapitalizmin partisi, 12 Eylül faşizminin süreği Turgut Özal iktidardadır. İşçi sınıfının vahşi kapitalizme itirazı 1989 bahar eylemleriyle zirveye çıkmış, grevlere milyonlarca işçi katılmıştır. Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) işyerlerindeki toplu sözleşme sürecindeki anlaşmazlık grevle kesilmiştir. Turgut Özal, işçilere taleplerin çok altında bir ücret vermek, madenleri bir an evvel özelleştirmek istiyordu.

***

ÇANKAYA’NIN ŞİŞMANI İŞÇİLERİN DÜŞMANI

Şemsi Denizer başkanlığındaki Genel Maden-İş Sendikası öncülüğünde Zonguldaklı madenciler Özal’ın politikasına 30 Kasım 1990’da greve başlayarak, Zonguldak’ta hemen her gün yürüyüş yaparak karşılık verdiler. Sanatçılardan siyasetçilere herkes Zonguldak’a gelerek greve ve yürüyüşe destek verdiler. Yürüyüş ve grevin temel sloganı “Çankaya’nın Şişmanı, İşçilerin Düşmanı” idi. 


Naçizane ben de Çağdaş Gazeteciler Derneği adına Zonguldak’a giderek yürüyüş ve greve destek vermiştim. Çankaya Belediye Başkanı Doğan Taşdelen ve İnsan Hakları Derneği Başkanı Nevzat Helvacı ile birlikte gitmiştik. Sendika binası önünde 40 bin dolayındaki kalabalığa yaptığım konuşma sık sık “Çankaya’nın Şişmanı, İşçilerin Düşmanı” sloganıyla kesilmişti.

***


ZONGULDAK’TAN ANKARA’YA TARİHİ YÜRÜYÜŞ

Zonguldak’taki yürüyüş ve grevin en ileri aşamasında, 40 bin dolayında işçi, çoluk çocuk 4 Ocak 1991’de yollara düştü. İstikamet Ankara’ydı. İşçiler “Gemileri yaktık, geri dönüş yok” diyorlardı. İklim, mevsim, yol koşulları çok zorluydu ancak madenciler kararlıydı. Dondurucu soğuğa rağmen yürüyüş devam etti. 

Tarihi yürüyüş Ankara’da hükümeti telaşlandırdı. Dönemin Başbakanı Yıldırım Akbulut derhal Bolu’ya gitti ve Şemsi Denizer’le görüştü ama görüşmede uzlaşma çıkmadı. Akbulut’un Denizer’le görüşmesi Özal’ı öfkelendirmişti. Öyle ya, “Nasıl olur da başbakan işçilerin ayağına gider?

Dondurucu soğukta yürüyen madencilerin önü Mengen’de kesildi. İş makineleriyle yollar kapatıldı. Güç bela iş makinelerini aşan işçilerin karşısına bu kez jandarma dikildi; 201 madenci göz altına alındı. 40 bin madenciyi yollara döken Şemsi Denizer bu kez işçilere yürüyüşe devam edilmeyeceğini, Zonguldak’a dönüleceğini bildirdi. Tabii bu karara itiraz edenler oldu. İşçiler “Ölmek var dönmek yok!” diye slogan atarak kararlılıklarını haykırdılar. Ancak Denizer, 201 madencinin gözaltına alındığını hatırlatıyor, barikatı aşmak için çatışmanın eylemi hedefinden uzaklaştıracağını savunuyor, barikatın öte yanından bir desteğin gelmediğini vurguluyor; bu durumda Ankara’ya topluca ilerlenemeyeceğini, dondurucu soğukta daha fazla dayanılamayacağını söylüyordu.

Zonguldak’tan, Ankara’dan, İstanbul’dan, başka illerden yola çıkarılan battaniye, ilaç ve yiyecek yardımı jandarma tarafından engelleniyordu. Sonuçta, Şemsi Denizer hükümetle görüşmek için Ankara’ya giderken madenciler Zonguldak’a döndüler.

***

ÖZAL KÖRFEZ SAVAŞI BAHANESİYLE GREVİ YASAKLADI

Denizer’in Ankara’da hükümetle görüşmeleri sürerken, 16 Ocak’ta ABD, Irak’a savaş açtı. Bunu fırsat bilen Turgut Özal ve ANAP hükümeti 25 Ocak’ta Körfez Savaşı’nı bahane edip grevler için 2 aylık erteleme kararı aldı. Turgut Özal Körfez Savaşı’nda “Bir koyup üç alma” rüyası görüyordu.

Sonuçta, madenci grevi ve yürüyüşü, umulan ve tarihi önemine layık bir kazanım elde edilemeden sona erdi. Geride “Daha iyi bir planlama yapılabilir miydi? Ankara’ya varmak mümkün müydü? Türkiye işçi sınıfı madenci grevine ve yürüyüşüne yeterli desteği verdi mi? Körfez Savaşı olmasa neler olurdu?” gibi sorular kaldı.

***

WALESA ŞEMSİ’DEN JAGUAR ŞEMSİ’YE

Büyük grev ve yürüyüşün öncüsü konumundaki Şemsi Denizer, Polonya’daki Dayanışma Sendikası’nın lideri (1990’lı yıllarda Polonya Cumhurbaşkanı) Lech Walesa’ya benzetilerek “Walesa Şemsi” diye efsaneleşti. Ne ki, tarihi grev ve yürüyüşün ardından Denizer’in geçirdiği dönüşüm de Türkiye sendikacılık tarihinin ibret verici bir sayfasını oluşturdu. 

Grev ve yürüyüşte Şemsi Denizer'in öncü gözükmesine karşın, işçi komitelerinin militan örgütlenmesi olmasa, Denizer ve sendika bu çapta bir grevi ve yürüyüşü örgütleyemezdi. Eylemin bitmesinin ardından işçi komitelerinin tasfiyesinde Denizer’in de katkısı olduğu iddiası hep tartışıldı. Denizer’in “Jaguar Şemsi” diye lakap takılacak derecede sendika kesesinden lüks hayata düşkünlüğü, sendika içi yolsuzluk tartışmalarına adının karışması, sendika kongrelerinde muhalif üye ve delegeleri silahlı tehditlerle susturduğu iddiaları da sendika kamuoyunda konuşulan konular arasındaydı.


Şemsi Denizer 6 Ağustos 1999’da uğradığı silahlı saldırıda öldürüldü. Cinayetin arkasında “kömür mafyası”nın olduğu hep konuşuldu. Konuşmalarda adları geçenler arasında yeraltı dünyasına yakınlığıyla bilinen Trabzonspor Başkanı Mehmet Ali Yılmaz ve Sedat Peker de vardı.

Tarihi madenci yürüyüşünün yıl dönümünde, yürüyüşü örgütleyen sendikacılara, katılan işçilere, destek veren emek dostlarına selam olsun!