29 Temmuz 2022 Cuma

“VATAN SAĞ OLSUN!” RİVAYETİ

Rivayet, en sade tanımıyla doğru olup olmadığı bilinmeyen söylenti demek.

Asparagas ise, masa başında uydurulup gerçekmiş gibi yayımlanan yalan haber.


Didim’de Şehit Mustafa Özsoy Parkı’na yolum düşünce, Çanakkale Boğazı’nda batan Dumlupınar denizaltısında mahsur kalan denizcilerin “Vatan sağ olsun!” diyerek son nefeslerini verdikleri rivayetini anımsamadan edemedim.

Türk denizcilik tarihinin en hazin sayfalarından birinde kayıtlıdır Dumlupınar trajedisi. Resmi anlatıya göre, Ege Denizi’ndeki NATO tatbikatından dönen Dumlupınar, 4 Nisan 1953 saat 02.15’te, Çanakkale Nara Burnu açıklarında İsveç bandıralı yük gemisiyle çarpışır ve batar. Mürettebattan o anda köprü üstünde görevli 8 asker suya düşer; 3’ü boğularak ölür, 5’i İsveç gemisi tarafından kurtarılır. Batan denizaltıda 59 asker ilk dakikalarda boğularak ezilerek can verir; kalan 22 asker kıç torpido dairesine sığınır. Denizaltının telefon hattının bulunduğu battı şamandırası otomatik olarak su yüzeyine çıkar.

Emekli Tümamiral Cem Gürdeniz’in anlattığına göre, Dumlupınar’da mahsur kalan denizcilerle ilk temas, 08.20’de battı şamandırasındaki telefon aracılığıyla kurulur. Telefonu çeviren Üsteğmen Suat Tezcan’ı mahsur denizcilerden astsubay Selami Özben yanıtlar. Denizaltının batış yerini ve derinliğini konuşurlar. Üsteğmen Tezcan “Kurtaran gemisi geliyor” diye moral verir.

İkinci kez, 08.55’te bağlantı kurulur. Üsteğmen Tezcan, “Başka dairelerle irtibat var mı?” diye sorar. Olumsuz yanıt alınca, “Sakın sigara içmeyin, uyumayın, 72 saatlik oksijen var” diye talimat verir. Saat 10.20’de Suat Tezcan tekrar telefon eder ama sadece iniltiler duyulur; saat 12.00’de yapılan aramada ise hiçbir karşılık gelmez.

Sonrasında, Kurtaran gemisi kaza yerinde kendini sabitlemeye çalışırken, şamandıranın kablosunu kopartır, Dumlupınar’a ulaşmak olanaksızlaşır; 7 Nisan 15.00’te kurtarma çalışmasına son verilir.

***

AH BİR ATAŞ VER


Dumlupınar’ın acıklı öyküsü bu kadarla kalmaz, militarist hamasete ve romantizme konu olur. Buna göre, kahraman denizciler üç gün boyunca umutla kurtarılmayı beklerler. Kendilerine sigara içebilecekleri, şarkı türkü söyleyebilecekleri söylenince hep birlikte “Ah bir ataş ver” türküsünü söylerler. Kurtarılma umudu ve oksijen tükenince “vatan sağ olsun” diyerek son nefeslerini verirler.

Kara bahtlı denizcilere böyle mitolojik bir ölümün yakıştırılması, peygambere komşu olduklarının söylenmesi geride kalan yakınlarının acısını ne kadar hafifletmiştir? Astsubay Selami Özben’in kız kardeşi Günaydın Tezbulut’un Dumlupınar - Son Söz Vatan Sağolsun belgeselinde söyledikleri, ateşin düştüğü yeri yaktığının ifadesidir: “Kurtulamazsak vatan sağ olsun, Ailemize selam. Bize böyle dediler. Doğru mu yalan mı, gazetelerin şeyi mi bilemiyorum.” (Dakika 40)

Geçerken belirteyim, en akıl dışı asker ölümleri bile böyle mitolojikleştiriliyor. Geçenlerde internette rastladım. Sarıkamış faciası için şöyle bir başlık açılmış: Soğuk demediler, geri dönmeyi düşünmediler, vatan uğruna şehit oldular ve sadece tek bir söz söylediler: “Vatan sağolsun” #Sarıkamış

***

SENİ SEVİYORUM / SONSUZA KADAR

Dumlupınar trajedisinin romantizm sayfasında ise, harp okulundan (ya da astsubay okulundan) mezun genç bir denizci asker ve sevgilisi vardır. Sonsuza Kadar - Dumlupınar adıyla yarım saatlik kısa filmi bile yapıldı. Buna göre taze mezun denizci asker Dumlupınar’a tayin olmuştur, yavuklusu Gelibolu’da oturmaktadır. Denizci asker sevgilisine mors alfabesini öğretir. Böylece denizaltı Çanakkale Boğazı’ndan yüzeyde geçerken birbirlerine sevgilerini iletirler. Genç kız el feneriyle “Seni seviyorum” diye yazar, genç denizci asker “Sonsuza kadar” diye karşılık verir. Bu sevda tüm deniz kuvvetlerine yayılır. O gece, yani 3/4 Nisan 1953 gecesi genç kız heyecanla Dumlupınar’ın geçişini bekler. Heyhat ki, Dumlupınar batmıştır. Peşinden yarım saat sonra İnönü denizaltısı gelmektedir. Genç kız, İnönü’yü Dumlupınar sanarak heyecanla “Seni seviyorum” diye yazar. İnönü’deki askerler, Dumlupınar’da görevli asker adına “Sonsuza kadar” diye yazarak karşılık verirler. O anda Dumlupınar’ın sonsuza kadar denizin dibine gömüldüğünü ne genç kız bilmektedir ne de İnönü’deki denizciler… Ne kadar duygulu ve acıklı değil mi? Yunan mitolojisindeki Hero ve Leandros efsanesine öyle benziyor ki, o kadar olur.

***

MASUM FAKAT GEREKLİ YALAN: VATAN SAĞ OLSUN!

Dumlupınar trajedisini o tarihte Milli Savunma Bakanlığı Temsil Dairesi personeli olarak yakından izleyen Orhan Birgit’in anlattıkları ise bu hamaseti ve romantizmi yalanlıyor. 

Orhan Birgit malum, gazeteci yazar. Solcu Tan gazetesine karşı 1945’te girişilen tahrip ve linç eylemine (kendi ifadesiyle) “seyirci” olarak katılmış; İstanbul’da azınlıklara karşı 6-7 Eylül 1955 pogromunu kışkırtmak suçlamasıyla idam istemiyle yargılanmış; sonra CHP’de siyasete atılmış ve 1974 yılında Ecevit hükümetinde bakan olmuş. Sonrasında uzun süre Cumhuriyet gazetesinde yazmış, Basın Konseyi başkanlığı bile yapmış. 

Orhan Birgit, 1953 yılında Milli Savunma Bakanlığı Temsil Dairesi’nde yedek subay. O devirde Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı. Temsil Dairesi de şimdinin basın ve halkla ilişkiler birimi ya da iletişim dairesi gibi çalışıyor. Babası öldükten sonra Hürriyet gazetesinin patronu olan Erol Simavi de o tarihte Birgit’le birlikte Temsil Dairesi’nde görevli. 

Evvel Zaman İçinde adıyla anılarını kitaplaştıran Birgit’in anlattığına göre Temsil Dairesi’nin o dönemdeki en önemli çalışması Dumlupınar olayını haberleştirmek, kamuoyuna duyurmak. Temsil Dairesi, ilk açıklamasında kurtarma çalışmalarının aralıksız sürdüğünü bildirir. 

Saatler geçer yeni bir bilgi gelmez. Orhan Birgit, Çanakkale’deki komutanlığı telefonla arar, kurtarma çalışmaları hakkında bilgi ister. Çanakkale’den verilen bilgiye göre battı şamandırasındaki telefonla denizin dibindeki askerlerle irtibat kurma çalışmasından sonuç alınamamıştır, sadece boğuk sesler gelmiştir. Birgit, bu bilgiyi resmi bildiriye dönüştürüp ajans ve gazetelere iletir. 

Saatler geçer yeni bilgi gelmez. Bu kez Erol Simavi telefonun ahizesini kaldırır, kendisini Cumhurbaşkanlığı Başyaveri olarak tanıtıp, Cumhurbaşkanı’na sunmak üzere bilgi ister. Çanakkale’den verilen bilgiye göre kurtulan çok azdır, sadece beş denizci kurtulmuştur, seksen bir denizci denizaltıyla birlikte sulara gömülmüştür. Kurtarma çalışmaları canla başla aralıksız yürütülmektedir; ama, denizdeki akıntının şiddeti nedeniyle kurtarma çanının Dumlupınar’ın kapak bölümüne oturması imkânsız görünmektedir. Yine de Allah’tan umut kesilmez... 

Temsil Dairesi bu bilgiyi de ajans ve gazetelere iletir. Ertesi gün Orhan Birgit, Amerikan Haberler Merkezi’nin “Kore Saati” röportajları için verdiği ses kayıt cihazını alarak bulabildiği ilk askeri uçakla Çanakkale’ye gider. Niyeti, denizaltıya inilecek olursa kurtarılacak denizcilerle röportaj yapmaktır. Ancak denizaltıyla irtibat kurulmasının, denizcilerin kurtarılmasının olanaksız olduğunu görünce Ankara’ya döner. Komutanlık kurtarma çalışmalarından umut kesildiğini resmen iletince de acı sonucu kamuoyuna duyuracak resmi bildiriyi hazırlar.

O bildiri varlığını hemen her 4 Nisan’da yeniden anımsatan masum fakat o gün için gerekli bir yalanı içerecekti. Denizaltıda kalan seksen bir şehidimiz adına Astsubay Selami’nin adı bilinçaltımda öne çıktı. Nara Burnu’ndaki denizin altından gelen sesin sahibi olarak, Barbaros’un çocuklarının son sözlerinin ‘Vatan Sağolsun’ olduğunu, telefonla konuşmanın daha sonra mümkün olmadığını kâğıtlara döktüm.” (Evvel Zaman İçinde, Doğan Kitap, İstanbul 2006, s: 126)

* * *

İşte böyle. Yani bildiğimizin, çocukluğumuzda radyo programlarında dinlediğimizin, bugünlerde internet ortamında sıkça paylaşılanın tersine, talihsiz denizciler ne umutla kurtarılmayı beklerken “Ah bir ataş ver” türküsünü söylemişler ne de su yüzündeki arkadaşları “Aman türkü söyleyip oksijeni boş yere tüketmeyin, hele hiç sigara içmeyin” diye öğütlemişler. Çünkü (Birgit’in anlattığına göre), kendileriyle irtibat kurulamamış, kurulabilen tek irtibatta boğuk seslerden başkası duyulmamış. Türk denizcilik tarihinin en büyük denizaltı faciasında can veren denizcilerin son nefeslerinde “Vatan sağ olsun” dedikleri “masum fakat gerekli bir yalan” imiş.

***

YALAN HİÇBİR ZAMAN MASUM OLAMAZ

Orhan Birgit anılarını Evvel Zaman İçinde adıyla kitaplaştırmış. “Masum fakat gerekli yalan”, kitabın adıyla öyle uyumlu ki! Malum bütün masallar “evvel zaman içinde” diye başlar. Bebeklere ninni söylenir, bebeklikten henüz kurtulmuş çocuklara masal anlatılır. Masallar masum ve sevimli yalanlardır. Büyüklere anlatılan masal ise düpedüz kasıtlı yalandır. 

Orhan Birgit, “masum fakat gerekli yalan” fikrini Platon’dan mı almıştır, bilmiyorum. Malum, antik Yunan düşünürü Platon, Politeia’da devleti yöneten filozofların devletin bekası için gerektiğinde yalan söylemelerini önerir. Hannah Arendt de, Siyasette Yalan başlığı altında hakikate sadakatin hiçbir zaman siyasi erdem sayılmadığından, yalanın siyasette her zaman kullanılabilir araç olarak görüldüğünden yakınır. JJ. Rousseau ise Yalnız Gezer’in Düşlemleri’nde şöyle vurgular: “Bir yalan hiçbir zaman masum olamaz. İnsanın kendisinin ya da başkasının çıkarı için yalan söylemesi sahtekârlıktır.

Bu anda Mustafa Kemal Atatürk’ün tarih yazıcılığına ilişkin sözlerini anımsamak da yararlı olur: “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.

Dumlupınar masalcılarının hakikate sadık kalıp kalmadıklarını, Orhan Birgit’in büyüklere anlattığı masalın masum, sevimli ve gerekli olup olmadığını okuyucu takdir etsin. 

Keşke hayatımızdaki ve tarihimizdeki tek “masum fakat gerekli yalan” Orhan Birgit’in itiraf ettiğinden ibaret olsa!


15 Temmuz 2022 Cuma

DEMOKRASİ SİLAH ZORUYLA KURULUR!

Başlığa bakıp heyecanlanmayın lütfen! Yazıyı sonuna kadar okumanızı öneririm.

Demokrasi sözlük anlamıyla halkın kendi kendini yönetmesi. Halk anlamına gelen demos ile egemenlik-güç-iktidar anlamına gelen kratos sözcüklerinin birleştirilmesiyle türetilmiş bir kavram demokrasi. Tarihsel kökeni antik Yunan kent devletlerine uzanıyor.

En sade tanımıyla demokrasi siyasal yönetim ve denetimin doğrudan ya da seçilmiş temsilciler aracılığıyla halkın elinde olduğu, toplumsal ve ekonomik durumu ne olursa olsun tüm yurttaşların özgür ve eşit sayıldığı yönetim biçimidir. 

ABD’nin 16. Başkanı Abraham Lincoln’e atfedilen ifadeyle, demokrasi halkın halk için halk tarafından yönetilmesidir

Demokraside egemenlik halka aittir. Mustafa Kemal Atatürk’ün ifadesiyle “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!” 

Teokraside ise İslamcıların ifadesiyle “Hâkimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır!”.


Sözlüklerde diktatörlük de, siyasi iktidarın bir kişinin veya birçok kişinin oluşturduğu grup tarafından denetimsiz olarak kullanıldığı siyasi düzen olarak tanımlanıyor. Diktatör de, “bütün siyasi yetkileri kendinde toplamış kimse, zorba” demek. Diktatörlüğün tarihsel kökeni antik Roma’ya uzanıyor. Diktatörlük rejimleri ülkeden ülkeye, krallık, padişahlık, imparatorluk, monarşi, oligarşi, monokrasi, otokrasi, despotizm, faşizm vs olarak adlandırılıyor

Marksizm’e göre siyasetin özünde toplumun sınıflara bölünmüşlüğü vardır. Demokrasi üretim araçlarının sahibi egemen sınıfın diğer sınıflar üzerindeki barışçıl diktatörlüğüdür. Sosyalist demokraside üretim araçlarının mülkiyeti tüm topluma aittir; ihtiyaca göre üretilir, emeğe göre paylaşılır; iktidar aşağıdan yukarıya oluşur, gerçek demokrasiye sınıfsal ayrılıkların ortadan kalkacağı komünizm aşamasında ulaşılır; daha doğrusu devlete ihtiyaç kalmaz.

Hangi tanımlara itibar edersek edelim, şimdilik “halkın kendi kendini yönetmesi demokrasi”, “denetimsiz siyasi iktidar diktatörlük” diyelim. 

***

TÜRKİYE’DEKİ REJİM DİKTATÖRLÜK MÜ DEMOKRASİ Mİ?

Soru böyle damardan omurgadan olunca yanıt vereni çok olur; ilk çağ filozoflarından başlar, çağdaş siyaset felsefecilerine ulaşır. Biz çağdaş siyaset bilimcilerinden Fathali Moghaddam’a kulak verelim. Anımsatmak gerekirse, İran doğumlu Moghaddam Georgetown Üniversitesi’nde psikoloji profesörüdür, Diktatörlüğün Psikolojisi kitabının yazarıdır; 2013 yılında üniversitede konferans veren Emine Erdoğan’a kitabını hediye etmesi Türkiye siyaset çevrelerinde hayli manidar karşılanmıştı.

Diktatörlüğün Psikolojisi, siyasetin sınıfsal özünü görmezlikten gelse ve Marksizm’i aşağılasa da demokrasinin kimi standartlarını vurgulaması nedeniyle göz atmaya değer bir kitap. Özellikle AKP seçmenlerinin kitabı okumalarında yarar var. En azından kime ‘diktatör’ denir, onu öğrenirler. Yazarın İran’da yaşadıklarının Türkiye’de yaşananlara benzerliğini şaşırtıcı bulurlar mı, bilemem.

Fathali Moghaddam’a göre bir ülkenin demokrasiyle yönetilip yönetilmediği dört soruluk bir testle kontrol edilebilir. Test, “Şehir Meydanı” başlığı altında “Bir yurttaş yaşadığı şehrin meydanına çıkıp, tutuklanma, hapse atılma ve fiziksel şiddete uğrama korkusu olmadan özgürce konuşabilir mi?” sorusuyla başlıyor.

Testin ikinci sorusu: Ülkede iktidar seçimle mi değişiyor? Seçimler hür ve adil bir ortamda mı yapılıyor?

Üçüncü soru şöyle: Ülkedeki azınlıklara karşı ayrımcı politikalar uygulanıyor mu? 

Nihayet bir diktatörlüğün en önemli yapı taşına ilişkin soru: Ülkede yargı bağımsız mı?

Bu dört soruluk teste başka sorular da eklenebilir. Parlamento ne kadar etkili, düşünce ifade ve basın özgürlüğü var mı, üniversiteler baskı altında mı, parti içi demokrasi var mı vs…

Buna göre Türkiye’nin demokrasiyle yönetilip yönetilmediği sorusunu yanıtlamak zor olmasa gerek. Görünen köy kılavuz istemez veya arife tarife ne hacet değil mi?

***

DİKTATÖRLÜKTEN DEMOKRASİYE NASIL GEÇİLİR?

Şimdi söz memleketten yani Türkiye’den dışarı; diktatörlükten demokrasiye nasıl geçilir sorusuna yanıt arayalım. Bundan sonrası Platonik düşüncelerdir, okunması şart değildir.

Varsayalım ki ülke oligarşik dikta ile yönetilmektedir, yani küçük ve ayrıcalıklı bir grubun diktatörlüğü altındadır. Oligarşi üyelerine günümüzde oligark denmektedir.

“Oligarşi gelir üstünlüğüne dayanan bir devlet modelidir. Zenginlerin yürüttüğü fakirlerin hiç karışmadıkları bir düzen yani (550d).”

“Zenginler para kazanacak ve harcayacak türlü yerler bulurlar. Rahatça kazanmak ve harcayabilmek için de yasaları bozarlar. Sonunda ne kendileri sayarlar kanunları ne de kadınları. Komşu komşuya özene özene zamanla bütün toplum onlara benzer” (550e)”

“O zaman kendileri daha zengin, daha da zengin olma peşine düşerler; paraya verdikleri değer arttıkça, doğruluğun adaletin değeri düşer. Zenginlikle doğruluk ve adalet öyle ayrı şeylerdir ki, ikisini teraziye koydun mu, zenginlik kefesi hep aşağı iner. Yükselmeye, şana şerefe düşkün insanlar da zamanla para düşkünü, cimri ve açgözlü olurlar. İşte o zaman oligarşide başa geçeceklerin sınırını belirten bir kanun çıkar. Belli bir gelire ulaşamamış insanlar devlet yönetimine giremezler (550e).”

“Böyle bir devlet bütünlüğünü kaybeder ister istemez, ikiye bölünür. Bir yanda yoksullar bir yanda zenginler! Aynı toprak üstünde yaşayan bu iki topluluk boyuna birbirine diş biler (551d).”

“Baştakilerden başka herkes dilencidir hemen hemen. Dilencilerin yanı sıra hırsızlar, yankesiciler, kanlı katiller, eli bıçaklı insanlar, haydutlar…(552e)” 

“Akıl ve yüreğe gelince, sultanın ayakları altındadır (553d).”

“Peki oligarşiden demokrasiye nasıl geçilir? (555b)”

“Bir devlette yurttaşların hem zenginlik peşine düşmeleri hem de ölçülü tokgözlü olmaları mümkün değildir. Bu yüzden oligarşilerde devlet adamları, yurttaşların ölçüsüz para harcamalarına, israflarına göz yumarlar. Sonunda iyi soylu yiğit kişileri beş parasız bırakırlar. Böylece toplumda bir sürü işsiz türemeye başlar. İçlerinde zehir taşıyan bu başıboş insanların bütün düşünceleri devleti yıkmak, düzeni değiştirmek olur. Zenginlerse bu mutsuz insanları görmezler, servetlerini artırmaktan başka bir şey düşünmezler. Onlar sermayelerini büyüttükçe toplumda serseriler çoğaldıkça çoğalır (555d, e; 556a).”

“Bu durumda, cılız bir beden nasıl dışarıdan gelecek küçük bir sarsıntıyla hemen yatağa düşerse, devlet de en küçük sebeplerle sarsılır, iç savaş başlar; ikiye bölünen halkın bir kısmı yabancı oligarşilerden, bir kısmı demokrasilerden yardım ister. Yabancılar karışmadan da kavganın alıp yürüdüğü olur. İşte bu kavgada fakirler galip geldi mi demokrasi kurulur. Zenginlerin kimi öldürülür, kimi yurt dışına sürülür. Geri kalan yurttaşlar devleti ve devlet işlerini eşit şartlarla paylaşırlar. Demokrasi ya böyle silah gücüyle kurulur ya da zenginlerin korkup kaçmalarıyla (557a).”

Özetle, millet zengin-fakir diye bölünüp birbirine girecek, iç savaş çıkacak; ya azınlıktaki zenginlerin kaçıp gitmeleriyle ya da iç savaşta fakirlerin zenginleri yenmeleriyle, yani silah zoruyla oligarşik diktadan veya monarşiden demokrasiye geçilecek.

Dediğim gibi Politeia’ya ilişkin Platonik düşünceler bunlar. Tarihte bu yolla kurulmuş bir demokrasi var mı, bilemiyorum. Nitekim Fathali Moghaddam’ın belirttiğine göre, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana dünyada 316 diktatör gelip geçti; bunlardan sadece 32’si halk ayaklanmasıyla devrildi; 205’ini de aynı azınlık grup içinde başka diktatör adayları devirdi.

Monarşiler, oligarşiler, diktatörlükler nasıl devrilmiş olurlarsa olsunlar, ahım şahım bir demokrasiye geçildiğini okuduğum tarih kitapları kaydetmiyor. Türkiye tarihinde de monarşiden cumhuriyete silah gücüyle geçildi ama demokrasiye geçilebildi mi? Hâlâ tartışıyoruz. Sahi Türkiye demokrasiyle mi yönetiliyor?

7 Temmuz 2022 Perşembe

HIRSIZ TİRANIN GÖNÜLLÜ KULLARI

İşsizler yoksullar sınıfsal kimliklerine neden yabancılaşırlar? Kendilerini ezen ve yoksul bırakan düzene, o düzenin siyasetçilerine neden tepki göstermezler, isyan etmezler? Tepki göstermek, isyan etmek bir yana neden ibadet edercesine sadakatle bağlanırlar? Nazım Hikmet’in sitemiyle, “Gocuklu celep kaldırdığında sopasını, neden sürüye katılıverirler hemen ve adeta mağrur koşarlar salhaneye?...”

Bu sorulara ne zaman kafa yorsam, aklıma Karl Marks’tan önce Etienne de La Boétie gelir.

***

Etienne de La Boétie, on altıncı yüzyılda yaşamış Fransız filozofu. Filozof ama saçı sakalı ağarmış, halim selim bir ihtiyar gelmemeli akla. Topu topu 33 yıl yaşamış; 1530’da doğmuş, hukuk fakültesini bitirdikten sonra parlamentoda danışman olarak çalışmış, 1563’te hayata veda etmiş. Parlamentonun öteki danışmanlarından Denemeler kitabıyla ünlü Montaigne’nin çok yakın dostu.

Devlet memuru Etienne bulabildiği eserleri okumuş, yakın çevresine bakmış, gözlemlemiş; ne görse iyi? İster seçimle oluşsun ister fetih ya da zorbalıkla kurulsun ya da miras kalsın, bütün siyasal iktidarlar halkı eziyorlar soyuyorlar ama insanlar kendilerini ezen soygun düzenine itiraz etmiyorlar; itiraz etmek şöyle dursun, soyguncu düzenin tepesindeki (sesini duymadıkları yüzünü görmedikleri) krallara kuzu kuzu itaat ediyorlar; Etienne’nin deyişiyle gönüllü kulluk ediyorlar.

Gençliğe özgü isyankârlıkla şaşıp kalmış Etienne; sefilce kulluk edilmesine çok üzülmüş ve halka sitem etmiş: “Zavallı sefil insanlar, akılsız halklar! Gözünüzün önünde kazançlarınızın götürülmesine, tarlalarınızın yağmalanmasına, evlerinizin ve eşyalarınızın çalınmasına seyirci kalıyorsunuz. Bu kötülük size düşmanlardan gelmiyor; öylesine yücelttiğiniz, uğrunda cesaretle savaşa gidip kendinizi ölüme atmaktan çekinmediğiniz o kişiden geliyor.

Tefekküre dalıp, kısacık ömrüne, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev  adını verdiği bir kitap sıkıştırmış; kitabında şu sorulara yanıt bulmaya çalışmış Etienne:

- Bu kadar insan, bu kadar köy, kent ve bu kadar ulus nasıl oluyor da tek bir tirana katlanabiliyorlar? Kendilerine ait ne malları ne aileleri ve çocukları, hatta ne de yaşamları olan sonsuz sayıdaki insanın boyun eğip kulluk etmesi ne büyük bir felâkettir ne uğursuz bir kötülüktür?

- Neden halklar kendilerini sevenlere karşı kuşkulu, kendilerini ezenlere ve aldatanlara itaatkâr, azıcık pohpohlandıklarında ise hemen teslim oluyorlar?

- İnsanlar tiranlara, soygun düzenine niçin isyan etmezler? Neden tirana, soygun düzenine gönüllü olarak boyun eğerler, kulluk ederler? 

Sorular son derece yaman; ama, Etienne belki de ömrü yetmediğinden, net bir yanıt bulamamış. Kendisinin üzerinde en çok durduğu, en çok önemsediği yanıt şöyle:

Tiranı destekleyen ve tüm ülkeyi kulluk altında tutan hep 5-6 kişidir. Bu 5-6 kişinin çıkar sağladıkları ortalama 100’er dost ve akrabası vardır.  Bu altı yüz kişi, buyrukları altında 6 bin kişiyi tutar. Bu 6 bin kişi, eyaletlerin ve maliyenin yönetimini ellerinde tutarlar; ganimetten pay alabilmek ve büyük tiranın altında kendilerini küçük tiranlar yapabilmek için çevresinde toplanıp onu desteklemeye başlarlar. Bu zincir böyle sürer gider.

Yani, filozof, “Yukarıdan aşağıya, tepeden tırnağa hiyerarşik soygun düzeni var, tepedeki tiranın yönettiği örgütlü azınlık örgütsüz çoğunluğa hükmediyor, düzenden azıcık menfaatlenen kişi düzen muhafızı kesiliyor ve kendi çapında tiran oluyor” demeye getirmiş.

Etienne siyasal iktidarın oluşumunu ve hiyerarşik soygun düzenini teşhis ettikten sonra tiranın iktidarını meşrulaştırmak için en çok kullandığı taktiği de şöyle vurgulamış: “Tiranlar bile, insanların kendilerine kötülük yapan birisine katlanabilmelerini çok şaşırtıcı bulurlar. Dini koruyucu olarak ön plana koyarlar ve hatta birkaç tanrısallık örneğinden faydalanırlar. (…) Tiran, uyruklarını birbirlerine kırdırarak kulluklaştırır.

Dini inancı vurgulamak ve tanrısallık sergilemek, beş altı kişi, uyruklarını birbirlerine kırdırmak… Ne kadar tanıdık değil mi? Siz yine de Etienne de La Boétie’nin bugünkü Türkiye’yi betimlediği gibi bir düşünceyi aklınıza getirmeyin olur mu?

***

TİRAN NASIL DEVRİLİR?

Etienne, insanlığın soygun ve kulluk düzeninden nasıl kurtulabileceği konusunda umutsuz denecek kadar kötümser. La Boétie’ye göre insanların yönetenler / yönetilenler diye ayrıldığı her toplum düzeni kulluk düzenidir. İlk başlarda zor yoluyla boyun eğseler bile zamanla kulluğu içselleştirirler. Boyunduruk altında doğan insanlar, kulluk, kölelik içinde büyütülüp eğitilirler ve artık ileriye bakmadan, doğdukları gibi bir yaşamı sürdürürler, doğumlarındaki durumu doğal durum olarak kabul ederler. “Halk bir kere kulluklaşmaya görsün, özgürlüğü öylesine unutur ki, artık onun uyanıp yeniden özgürlüğünü ele geçirmesi olanaksızdır. Üstelik halk, çok içten ve istekli bir biçimde kulluk eder. Bu durumu gören, onun özgürlüğünü değil de köleliğini kaybettiğini sanır. Özgürlük öylesine büyük ve öylesine hoş bir iyiliktir ki, bir kez kayboldu mu tüm kötülükler arka arkaya sıralanır.

Hayvanların ve kuşların bile yakalanınca tırnaklarıyla, boynuzlarıyla, ayaklarıyla, gagalarıyla direndiklerine dikkat çeker Etienne ve tiranın nasıl devrileceği, kulluğun nasıl sona ereceği konusunda halka şöyle telkinde bulunur: “Hayvanların bile katlanamayacağı tüm bu kötülüklerden kurtulabilirsiniz. Bunun için kurtulmaya çabalamanız gerekmez. Kurtulmak istemeniz yeterli olacaktır. Kulluk etmemeye karar verdiğiniz an özgürsünüz. Onu itmenizi ya da dengesini bozmanızı istemiyorum. Yalnızca onu desteklemeyin; işte o zaman onun altından kaidesi çekilmiş bir Rodos heykeli gibi tüm ağırlığıyla düşüp parçalandığını göreceksiniz.

***

Etienne’in topu topu 40 sayfalık kitabının özeti böyle. Filozof, yukarıdan aşağıya hiyerarşik soygun düzeni teorisini Türkiye’nin bugünlerini görüp de mi akıl etti acaba?


Bu soru yanıtını bekleyedursun, kaç zamandır beynimi yoran başka bir soruyu yinelemekten kendimi alamıyorum. O soru Recep Tayyip Erdoğan’ın bir aforizmasıyla ilgili. Erdoğan 1994 yılında belediye başkanı seçilirken diyordu ki, Hırsızlık, yukarıdaki üst yöneticilerden başlar alttaki yöneticilere, oradan da halka yansır. (https://www.youtube.com/watch?v=uuaEqT8LZLU)

Yani Erdoğan da tıpkı Etienne gibi yukarıdan aşağıya hiyerarşik hırsızlık ve soygun düzeninden söz etmişti. Benim merakım, Erdoğan acaba Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev kitabını okudu da mı böyle bir cümle kurdu? Ya da tersine Etienne de La Boétie, Recep Tayyip Erdoğan’ın aforizmasından esinlenmiş olabilir mi? 😊🙂😍😂

İkincisi, Erdoğan 20 yıldır belki de tiranların bile hayal edemeyecekleri iktidar gücüyle yönetiyor Türkiye’yi. Bu iktidar gücüyle Erdoğan, sözünü ettiği soygun düzeninde nasıl bir değişiklik yaptı?

Bu soruları, karşılaşmak kısmet olursa kendisine soracağım. Daha çoook soru var, şimdilik bu kadarla kalsın.

Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, Etienne de La Boétie, Çev: Mehmet Ali Ağaoğulları, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara 2011, Üçüncü Baskı.