29 Kasım 2023 Çarşamba

MÜSLÜMANLARIN AHLAKLA BİTMEYEN İMTİHANI

AKP iktidarı döneminde memleket tarihte hiç olmadığı kadar Müslümanlaştı ama hayatın hemen her alanında o ölçüde yozlaştı çürüdü, yarım yamalak da olsa var olan aklını ahlakını yitirdi.

Gün geçmiyor ki bir yolsuzluk hırsızlık dolandırıcılık haberiyle veya siyasi zorbalıkla ya da hemen her türden ayrımcılık ve nefret vakasıyla yüreğimiz kavrulmasın. 

Yanlış anlaşılmasın, AKP iktidarı öncesinde her şey güllük gülistanlık değildi. Geçmişte de rüşvet, yolsuzluk, ayrımcılık, siyasi zorbalık vardı ama insaf ile söyleyelim, bu dönemdeki kadar sıradanlaşmamıştı. 12 Eylül faşizmi döneminde bile hukuk devleti duyarlılığı elbette yoktu ama hiç değilse kanun devleti hassasiyeti vardı; yürürlükteki kanunların çizdiği sınırlar dışına çıkanlar ceremesini çekiyordu veya kamu vicdanında mahkûm oluyordu. 

“Benim memurum işini bilir” diyerek rüşveti kendince meşrulaştıran Turgut Özal bile rüşvetçi bir vezirini Yüce Divan’a göndermişti. 

Süleyman Demirel başkanlığındaki Milliyetçi Cephe hükümeti, 31 Aralık 1977’de, halk çoğunluğunu yoksulluğa sürüklediği ve devleti anayasal çerçeveden uzaklaştırmaya çalıştığı gerekçesiyle TBMM tarafından görevden uzaklaştırılmıştı. 

Benzer şekilde 25 Kasım 1998’de Mesut Yılmaz başkanlığındaki hükümet, bir özelleştirme ihalesinde yolsuzluk suçlamasıyla TBMM tarafından düşürülmüştü.

Bugün Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen ucube bir tek adam iktidarı var ama ne anayasa yürürlükte ne de kanunlar. Hemen her konuda Şahsım ne derse kanun yerine geçiyor. Anayasa’nın tartışma götürmez derecede açık hükümlerine karşın, Hatay Milletvekili Can Atalay hapishanede esir tutuluyor. Geçmişte başbakan ve bakanlar düşüren TBMM kendi üyesine sahip çıkma iradesinden yoksun. Yargı, adaleti sağlamakla yükümlü erk olmaktan çıkmış, Şahsım’ın emir eri olmuş. Bu ortamda, rüşvet, yolsuzluk, ayrımcılık, siyasi zorbalık sıradanlaşmış.

***

Fatih Terim Fonu’ olarak adlandırılan ‘saadet zinciri’ dolandırıcılığı, sıradanlaşan tamahkârlığın sahtekârlığın son halkası olarak dolandırıcılık tarihine girdi; memlekette çürümeye kokuşmaya bir sınır ya da dip noktası olmadığını da gösteriyor.

Özetle, Denizbank’ın şube müdiresi Seçil Erzan, Fatih Terim Fonu (FTF) adı altında, ABD parasına yıllık yüzde 380 gibi akıl almaz getiri vaadiyle para toplamış. Fona ilk girenlere sonra girenlerin parasını faiz olarak vermiş, bu arada kendisi de sebeplenmiş. Benzer her örneğinde olduğu gibi zincir kopmuş. Geride, Fatih Terim ekürisinden milyonlarca dolar para kaptıran futbolcular (Arda Turan, Emre Belözoğlu vs.) kalmış. Fatih Terim’in para kaptırıp kaptırmadığı, kaptırmadıysa kaç milyon dolar çarptığı şimdilik bilinmiyor. Adları geçen bu topçular bir de Müslüman kimliklerini öne çıkarmalarıyla biliniyorlar...

Buraya kadar şaşılacak bir şey yok. Geçmişte nice örnekleri var. 12 Eylül faşizmi döneminde bankerler skandalı. Sonrasında Titan saadet zinciri. Kâr payı aldatmacasıyla dolandıran İslamcı holdingler. Sahibi olduğu bankaları soyan patronlar. 

Sözün özü, dolandırıcılık tarihimiz böylesine verimli bereketli. Öyle ki, “milli ve yerli” dolandırıcı Selçuk Parsadan, Başbakan Tansu Çiller’i bile dolandırdı...

***

Yolsuzluk, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, hatta gasp (güncel ifadeyle çökme) müesses nizamın, yani kapitalizmin amentüsüdür, doğasında vardır; ülkemizin lümpen kapitalizminde servet biriktirmenin sermayeyi büyütmenin neredeyse biricik yolu yöntemidir. AKP dönemindeki çökmenin dolandırıcılığın yolsuzluğun geçmiştekinden farkı, sıradanlaşması, hatta “çalıyorlar ama çalışıyorlar” söylemiyle meşrulaşmasıdır. Çok daha vahim farkı, servete bu gibi çökmelerde devlet başkanının racon kesme, yani kabadayılık dünyasında geçerli kurallara göre sonuca bağlama makamı olarak görülmesi. Medya mecralarına düşen haberlere göre, FTF’ye para kaptıran aç gözlü topçular, kayıplarının telafi edilmesi için Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a baş vurmuşlar. 

***

Gözü doymaz topçuların dolandırıcıya kaptırdıkları parayı geri almak için Cumhurbaşkanı Erdoğan’a başvurdukları benim iddiam değil. İlk önce Fatih Altaylı yazdı: “Paranın buharlaştığının anlaşılması üzerine, Arda ve Emre Cumhurbaşkanı Erdoğan’a giderler. Erdoğan banka yönetiminden bu sorunun çözülmesi ve futbolcuların mağdur edilmemesi için aracı olur. Ancak banka yönetimi banka kayıtlarında böyle bir alacak görünmediği için sorunun ancak yargı yoluyla çözüleceğini, aksi takdirde banka yöneticilerinin zimmet suçu işlemiş olacağını söyler.”

Benzer anlatımlar başka medya mecralarında da yer aldı. Hemen her konuya müdahil olan İletişim Başkanlığı’ndan yalanlama ya da “dezenformasyon” açıklaması gelmedi. FTF dolandırıcılığı haberlerine ve yorumlarına erişim yasağı da konmadı. Demek ki, aç gözlü Müslüman topçular kaptırdıkları parayı kurtarmak için gerçekten Cumhurbaşkanı Erdoğan’a başvurmuşlar.

T24’ten Mehmet Yılmaz’ın yazdığına göre Erdoğan, “tahsilat mafyası” gibi görülmekten rahatsız olmamış ama racon kesmeye de heves etmemiş. Racon kesme işini o tarihte İçişleri Bakanı olan Süleyman Soylu üstlenmiş; banka yönetimini aramış. Mehmet Yılmaz, Süleyman Soylu’nun olayı yargıya havale etmek yerine bankadan futbolcular için para istediğini, Sezgin Baran Korkmaz olayında da benzer şekilde müdahil olduğunu anımsatıyor.

***

Sıradanlaşan bir dolandırıcılık vakasında Cumhurbaşkanı’nın “tahsilat mafyası” yerine konması, İçişleri Bakanı’nın dolandırıcıya kaptırılan paranın geri alınması için banka yönetimini araması, memlekette hayatın her alanındaki kokuşmanın daha yukarısı olmayan zirvesidir.

Bundan daha acı olanı, “yüzde 99,99’u Müslüman” ahalinin bunca ahlaksızlığı, hırsızlığı, dolandırıcılığı seyretmesi, tepki göstermek bir yana seçimlerde ödüllendirmesidir.

Müslüman ahalinin ahlakla imtihanı ne zaman biter; yoksulluğu ortadan kaldırmak yerine öbür dünyada cennet kandırmacasıyla cahil ve yoksul bırakıp sadakaya muhtaç eden sermaye siyasetçilerini ne zaman sırtından atar? 


24 Kasım 2023 Cuma

TSK’de ATATÜRK KAVGASI

Atatürk büstlerine anıtlarına saldırı, Atatürk’e hakaret fiillerinde artış mı var, bana mı öyle geliyor? Gün aşırı olmasa da hafta geçmiyor ki, Atatürk’e saldırı veya hakaret haberi gelmesin.

Saldıranlar veya hakaret edenler haberden habere değişiyor. Hemen her meslekten insanlar, lise veya üniversite öğrencisi ergenler yetişkinler, siyasetçiler, tarikat mensubu meczuplar, 657 sayılı kanundan zıkkımlanan diyanet evliyaları...

Şahsen, (gazeteci deyimiyle) haber değeri göremiyorum bu saldırı ve hakaretlerde. Eskilerin ifadesiyle vaka-i adiye bu olaylar. İlk kez de olmuyor. Atatürk’ün sağlığında bile nice hakaretler edildi. İstiklal Harbi’ne birlikte başladığı en yakın arkadaşları bile (Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele) Atatürk’e çokça muhabbet beslemiyorlardı. Nihayet Adnan Menderes iktidarı döneminde, 31 Temmuz 1951 tarihinde yürürlüğe giren 5816 sayılı yasa ile Atatürk’e hakaret ve saldırı, suç sayıldı; hakaret edenlerin üç yıla kadar, heykel ve büstlerine saldıranların beş yıla kadar hapis cezasına çarptırılmaları hükmü getirildi. Kanun hâlâ yürürlükte.

***

Atatürk’ü koruma kanunu çıkarıldı da durdu mu hakaret ve saldırılar? Ne gezer! Bu kanun sonrasında da hakaret ve saldırıların ardı arkası gelmedi. Öyle ki, devletin bugünkü başı bile bir tarihte “iki tane ayyaş” diyerek kendince aşağıladı Atatürk’ü ve İsmet İnönü’yü. Devletin başı değilken de, Anıtkabir’deki saygı duruşunu “sap gibi ayakta durmak” diye nitelemişti. 

Tabii baştan kokan balık veya imam cemaat etkileşimi. Devletin başı böyle derse müritleri ondan geri kalmazlar. Biri kalkar Atatürk anıtını devirmeye çalışır, bir diğeri büstünü kirletir, bir başkası Atatürk resmini orasına burasına sürter, 657 sayılı kanundan zıkkımlanan evliyaların reisi de titreyen sesiyle nefretini kusar, üstü kapalı ifadelerle Atatürk’ü zemmeder.

Dediğim gibi vaka-i adiye bunlar, haber değeri yok. Ama son günlerde önce sosyal medyaya sonra ekranlara ve gazete sayfalarına düşen söylentinin haber değeri tartışılmaz.

***

Kuleli ve Harp Okulu mezunlarının vhatsapp devre gruplarında paylaşılan iletilere ve Sözcü’den Saygı Öztürk’ün haberleştirdiğine göre:

İstanbul Tuzla’daki Piyade Okulu’nda 10 Kasım Atatürk’ü anma töreninde, tarikat bağlantılı bir grup teğmen yakalarına Atatürk resmini takmayı reddetmiş, bu teğmenlerden biri Atatürk resmini buruşturup yere atmış. “Ben Atatürk’ün askeri yönünü beğeniyorum ancak cumhuriyet sonrası yaptıklarına katılmıyorum” demiş. Diğer bir grup teğmen Atatürk resminin buruşturulup yere atılmasına tepki göstermiş; aynı günün akşamı bu elemanın kaldığı odanın kapısına Atatürk resmi asmışlar. Atatürk’ü sevmeyen teğmen, kapısına asılan resmi yırtmış. Bunun üzerine arbede çıkmış, dışarıdan jandarma ve polis müdahale etmiş. Olay, Çanakkale Milletvekili Özgür Ceylan tarafından soru önergesiyle TBMM’ye taşınmış. Milli Savunma Bakanlığı, “dezenformasyon” demiş. İdari ve adli tahkikat sürüyormuş... 

Kara Harp Okulu mezuniyet töreninde de benzer bir kutuplaşma yaşanmış. Tören programına göre, dereceye giren bir kız teğmenin diplomasını Diyanet İşleri Başkanı verecekmiş. Kız teğmen, tören provalarında buna tepki gösterince, tarikatçı öğrencilerin tacizine uğramış. Tarikatçı öğrenciler “Şeriata giden yol engellenemez” diye slogan atmışlar; Atatürkçü öğrenciler, “Türkiye laiktir laik kalacaktır” diye karşılık vermişler.

***

Milli Savunma Bakanlığı “dezenformasyon” diyerek üstünü örtmeye çalışsa da, bu söylentilerin doğruluğuna kaniyim. Hep söyleyegeldiğim üzere, Türk Silahlı Kuvvetleri ne denli toplumdan soyutlanırsa soyutlansın, kışla sınırları dışında ne oluyorsa kışla içinde karşılığını bulur.

12 Eylül faşizminin sıkıyönetim mahkemesindeki savunmamda ve KIŞLADA solKIRIM,  SU UYUR HULUSİ AKAR başlıklı kitaplarımda anlattığım üzere, biz de Harp Okulu öğrencisiyken, toplumdaki kutuplaşmayı aynen yaşıyorduk. 1977 yılı ekim ayında Kara Harp Okulu subay taburundaydık. Tabur gazinosunda çıkan ülkücü-devrimci kavgası üzerine Genelkurmay Başkanı Orgeneral Semih Sancar, devremizi toptan atmak üzere okula geldi. Ancak kös kös geri döndü. Devremiz, 1978 Ağustos ayında teğmen çıktı. Mezuniyet öncesinde tabur komutanı Kurmay Yarbay Hilmi Cengiz, “Teğmen oluyorsunuz ama yüzbaşı olamayacaksınız” dedi. Nitekim, ben dahil çoğumuz yüzbaşı olamadık, 12 Eylül faşizmi döneminde ordudan atıldık; atılmayıp yüzbaşı ve daha üst rütbelere erişen devre arkadaşlarımız da mutlu bir meslek hayatı süremediler. 78’li olmak böyle bir şeydi.

***

Dediğim gibi, “sivil” toplumda her meslekten ve sınıftan insanların, meczupların, siyasetçilerin, 657 sayılı kanundan iaşeli “evliya”ların “modernleşme devrimcisi” Atatürk’ü aşağılamalarının, hakaret etmelerinin haber değeri yok. Ama, Atatürk’ü “ebedi başkomutan” olarak tabulaştırmış kurumun, yani TSK’nin içinde benzer tepkiler geliyorsa durup düşünmeli.

TSK’nin en yüksek rütbeli askeri olarak Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar, Mustafa Kemal Atatürk’ü “firavun” diye nitelendiren şeriatçı yazar Nuri Pakdil’i ziyaret etmiş, aşktan edebiyattan hatta Fenerbahçe’den sohbet etmişlerdi.

Beş yıl önce, 2018’de yani, Kara Harp Okulu’nda “cumayı hangi tarikatın imamı kıldıracak” kavgası çıktığına ilişkin haberler, TBMM’de bir milletvekili tarafından basın toplantısıyla duyurulmuştu.

Bugün de TSK'de Atatürk kavgaları...

Bu anda, hamasetten ve habasetten uzak olarak,

Atatürk eleştiriden azade midir?

Atatürk’ü koruma kanununa ihtiyaç var mıdır?

Atatürk demokrat mıdır, diktatör müdür, nasıl bir devrimcidir?

Bu sorular ve yanıtları ayrı yazı konularıdır.

Elbette Atatürk eleştiriden azade değildir. Gerektiğinde ben soldan eleştiriyorum. Sağdan ümmetçi pencereden bakanlar sadece hakaret ediyorlar; çünkü sağda ümmetçi pencerede Atatürk’ü bilimsel çerçevede eleştirmeye yeterli vicdan, entelektüel birikim ve donanım yok. 

Atatürk’ün tarihsel kişiliğinin özel bir yasa ile koruma gerektirmediği kanısındayım. Böyle derken düşünüyorum da;

Atatürk’ün resmini yakasına takmayan, dahası buruşturup atan teğmen, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik benzer bir eylem koysaydı, kendisini nerede bulurdu?

Turgut Özal 1989’da Cumhurbaşkanı olduğunda “Alışamadım” diye telgraf çekince TSK’den atılan Teğmen Murat Şeref Baba şu an nerededir, hali nicedir?


8 Kasım 2023 Çarşamba

GAZZE İÇİN TİMSAH GÖZYAŞLARI

Ortadoğu'nun vahası Filistin tarih boyunca barış ve huzur görmedi. Üç büyük dinin merkezi olması da Filistin’i barışa, refaha kavuşturmadı. Tersine, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar için “kutsal topraklar” olması, Filistin’de daha fazla kan ve gözyaşı akmasına yol açtı. 

Günümüzde Filistin yine kanıyor, yine gözyaşıyla sulanıyor. Filistin halkı kaçıncısı olduğu sayılamayan trajedilerden birini daha yaşıyor. Gazze şeridinde egemen radikal İslamcı HAMAS’ın “Aksa Tufanı” saldırısının ardından bir ayı aşkın süredir İsrail ordusu Gazze’de soykırım ölçüsünde katliam yapıyor, hastaneleri bile bombalıyor. Öldürülen Filistinli sayısı (çoğunluğu kadın ve çocuk) 10 bini geçti; yaralı sayısı 30 bin dolayında. İsrail, Gazze’nin zaten derme çatma altyapısını tahrip ediyor, hastaneleri, okulları, ibadethaneleri, elektrik santrallerini vuruyor. Evi başına yıkılan Filistinli bir kez daha savaşın dehşetinden kaçınmak için yollara düşüyor. Ajans haberleri doğruysa, Gazze halkının yüzde 70’i canını kurtarmak için yollara düşmüş. Gaddarlık, Filistin’in diğer yarısı Batı Şeria’da da sürüyor, yüzlerce kişinin öldürüldüğü bildiriliyor.

Gaddarlıkta sınır tanımayan İsrail, elinden gelse Filistin’i tümüyle insansızlaştıracak. Baş koruyucusu ABD ile birlikte Gazze halkının Sina Çölü’ne ya da dünyanın çeşitli ülkelerine tehcir edilmesi (hatta diplomasi koridorlarındaki söylentiler doğruysa, 750 bin kadarının Türkiye’ye tehciri) için çabalıyor. 

Sürekli yinelenen trajedi karşısında öteki Batılı emperyalist ülkeler de İsrail’e arka çıkıyorlar. ABD, İngiltere, Almanya, Fransa liderleri adeta nöbetleşe İsrail’e destek ziyareti yapıyorlar. ABD Başkanı Biden, İsrail’in hastane saldırısı için bütün dünyanın gözü önünde "Siz yapmadınız karşı taraf yaptı" diyebildi.

Her şeye karşın İsrail destekçisi Batı ülkelerinde halklar İsrail’in gaddarlığını, hükümetlerinin İsrail’e desteğini protesto ediyorlar. Yahudi sermayeli şirketlerde işçiler greve gidiyor. Protesto gösterileri çoğu kez polis tarafından dağıtılıyor; “liberal demokrasi” makyajı pul pul dökülüyor, altından faşizmin çirkin yüzü çıkıyor.

Dünyanın geri kalanında ise akan kanı durdurmak için (zoraki kınama açıklamalarının ötesinde) ne Birleşmiş Milletler ciddi bir çaba gösteriyor ne de İslam dünyası ortak bir ses veriyor. Arap ülkeleri Gazze’den yükselen çığlıklar karşısında neredeyse İsrail ile aynı saftalar.

Arap ve İslam coğrafyasındaki seyirciliğe karşın İsrail, ırkçı dinci faşist saldırganlığını uluslararası kamuoyunda meşrulaştırmak konusunda eskisi kadar rahat değil. Batı ülkelerindeki barış ve demokrasi güçlerinin tepkilerinin yanı sıra İsrail’de bile dinci faşist Başbakan Netanyahu’ya karşı çok ciddi tepki gösteriliyor. Netanyahu’nun evinin ve Meclis binasının önünde protesto gösterileri yapılıyor, “Katil Netanyahu” sloganı atılıyor. Beştepe sarayının önünde “Katil Erdoğan” diye slogan atılması ya da TBMM kapısında AKP hükümetinin istifası için çadır kurulması gibi protesto gösterileri yani. İsrail Türkiye’den daha mı demokrat nedir?

***

İsrail’in Türkiye’den daha demokrat olup olmadığı sorusu bir yana, Erdoğan Filistin’e (daha doğrusu HAMAS’a) sahip çıkıyor, mangalda kül bırakmıyor. Ne zaman İsrail Gazze’ye saldırsa Erdoğan “Terör devleti İsrail, bir kez daha Gazze’ye saldırdı; plajda oynayan masum çocukları vurdu. Bunlar barbarlıkta Hitler’i bile geçtiler” diyor ve İsrail’le ilişkilerin düzelmeyeceğini vurguluyor. Öyle ki, HAMAS ile kader birliğinden söz ediyor, her fırsatta “Biz sendelersek Kudüs düşer; Filistin, Arakan, Somali düşer” diye propaganda yapıyor. Son olarak, “Batı Hamas’ı terör örgütü olarak görüyor. Hamas terör örgütü değil topraklarını korumaya çalışan kurtuluş ve mücahitler grubudur” dedi. 

(Ara not: Sadece Batı ülkeleri değil Katar dışında Arap ülkeleri de HAMAS’ı terör örgütü olarak görüyorlar, bu yüzden Gazze’deki katliama seyirci kalıyorlar. Hoş, Şeria’daki katliamlar da Arap ülkelerinin çokça umurunda değil.)

Erdoğan Gazze için mangalda kül bırakmıyor ama diplomaside ve Filistin sorununda ağırlığı yok. En fazla kullanışlı aparat rolünde. ABD Dışişleri Bakanı Blinken, aradan bir ay geçtikten sonra nihayet Gazze konusunu görüşmek üzere Ankara’ya gelmiş. İktidar medyasına göre Blinken’a haddi bildirilmiş. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan misafirini soğuk karşılamış, kendisini kucaklamasına izin vermemiş. Görüşmelerde Blinken Kudüs’ün Ay Yıldız çerçevesine gömüldüğü bir masa üstü heykelcikle birlikte görüntülenmiş. Böylece Filistin ve Kudüs’ün ay yıldızın himayesinde olduğu mesajı verilmiş. Dahası, aynı gün Erdoğan Ayder Yaylası’na giderek, Blinken’ın kendisiyle görüşme isteğine kapıyı kapatmış. Böylece muhataba en üst düzeyde yanıt verilmiş...

İktidar beslemesi medya aparatları ABD Dışişleri Bakanı Blinken’in Ankara ziyaretini ciddi ciddi böyle anlatıyorlar. Kim inanırsa diyeceğim ama inanan öyle bir çoğunluk var ki! Osmanlı döneminde mabeyin katipleri nasıl kaydettilerse, bugün de saray beslemeleri öyle kaydediyorlar ve yayımlıyorlar; bir de gazeteci sayılıyorlar! Yuh olsun böyle gazeteciliğe!

***

Resmi diplomaside ve resmi medyada bunlar olurken Erdoğan mangalda kül bırakmıyor. Ama Filistin’le ilgili diplomaside Erdoğan’ın ağırlığı yok. Zira Erdoğan, iç politikada nasılsa dış politikada da öyle. İdeolojisi ve inancı gereği içerde ayrıştırıyor, ötekileştiriyor, cepheleştiriyor. Aynı şekilde komşuları ve İslam ülkeleri arasında çıkan sorunlarda arabulucu olmak yerine anlaşmazlığın tarafı oluyor. Çok daha somut söylemek gerekirse, Ortadoğu’da ve İslam dünyasında Müslüman Kardeşler eksenli dış politika izliyor. Yemen’de ve Darfur’daki Müslüman katliamına sessiz kalıyor ama Filistin’deki saflaşmada FKÖ’nün değil radikal dinci HAMAS’ın tarafında yer alıyor. HAMAS’la “kardeşlik” düzeyinde yakınlaşınca arabulucu olmak için İsrail’le diyalog kuramadığı gibi ne İslam dünyasını harekete geçirebiliyor ne de uluslararası toplumu.

***

İSRAİL'LE TİCARET FİLİSTİN'LE KASAVET

Erdoğan Müslüman Kardeşler eksenli dış politika izliyor, HAMAS’ı sahipleniyor ama kardeşlik de bir yere kadar. Resmi verilere göre, Türkiye/İsrail ikili ticaret hacmi 2022’de 9 milyar dolar dolayında. İsrail’in en çok ticaret yaptığı ülkeler listesinde Türkiye ilk 10’da yer alıyor. Türkiye’nin İsrail’e ihracatında başı çelik çekiyor. İsrail, ithal ettiği çeliğin yüzde 65’ini Türkiye’den alıyor. Yani İsrail’in en önemli çelik tedarikçisi Türkiye. Bu demek oluyor ki, Gazze’ye düşen bombaların çeliği Türkiye’den gidiyor.

Irak Kürdistanı’nda çıkarılan petrolün Türkiye üzerinden İsrail’e gittiği sır değil. Azeri petrolünün Türkiye aracılığıyla İsrail’e gittiği de sır değil. “Erdoğan’ın ‘Hamas terör örgütü değildir’ dediği günlerde Seaviolet gemisi Ceyhan limanından aldığı 1 milyon varil ham petrolü İsrail’in Eilat limanına boşaltıyordu.” Bu ticarete Erdoğan’ın oğlu Burak’ın gemi(cik)leri de aracılık ediyor mu? Geçmişte buna ilişkin soru önergeleri TBMM’de yanıt bulamadı.

Netice-i kelam, AKP Türkiye’si ile İsrail arasındaki ticaret böyle ballı kaymaklı olunca, Erdoğan’ın niçin en üst perdeden İsrail karşıtı söylem tutturduğu çok daha iyi anlaşılıyor.  Kendi itiraflarıdır. Bir dönem AKP Sözcüsü Hüseyin Çelik, Erdoğan’ın İsrail karşıtı söylemini “milletin gazını almak” olarak nitelendirmiş, “Erdoğan’ın bu çıkışları olmasa Türkiye’de antisemitizm daha çok artar” deyivermişti. (Milliyet, 14 Haziran 2010)

Sözün özü, Filistin’de yaşanan insanlık trajedisi, İsrail bombalarıyla parçalanan çocuk bedenleri, Erdoğan için iç politikada seçmenlerine yönelik propaganda ve ajitasyon için istismar edeceği, sıradan bir mağduriyet olmaktan öte bir değer taşımıyor. Arap ve AKP sermayedarları İsrail’le ticarette kasalarını doldururken olan Filistin halkına oluyor. Bu iğrenç ticareti ikiyüzlülüğü alkışlama görevi de Erdoğan’ın alnı secdeli secdesiz seçmenlerine düşüyor.