10 Mayıs 2023 Çarşamba

SU UYUR HULUSİ AKAR


SUNUŞ VE TEŞEKKÜR

Bu kitap, eski Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral Hulusi Akar’a hakaret iddiasıyla açılan davanın duruşmalarında yaptığım açıklamalardan (adliye sözlüğündeki ifadeyle, savunmalarımdan) oluşuyor.

Böyle bir kitap yazma fikri hiç ama hiç yoktu gündemimde. Ne zaman ki, Genelkurmay Başkanı için çok üzülüyorum! başlıklı yazım aleyhine “Hulusi Akar’a hakaret” iddiasıyla dava açıldı; kitap yazmayı o anda düşünmeye başladım.

Yazının tamamı hakaret sayılmıştı; 2 yıl 4 aya kadar hapisle cezalandırılmam isteniyordu. Duruşmalarda suçlamaya yanıt verirken, kendimi savunmaktan çok (iddianamedeki suçlamanın sınırı içinde kalarak) Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) 12 Eylül 1980 darbesinden sonra geçirdiği dönüşümü ve bu dönüşümde Hulusi Akar’ın rolünü sorguladım; yakın tarihe “kumpas davaları” olarak geçen Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk davalarında ve 15/16 Temmuz 2016 gecesinde Hulusi Akar’ın nasıl hareket ettiği sorusuna odaklandım. Ayrıca, davanın bir ihbara dayandırılması nedeniyle, Türkiye’nin nasıl bir ihbar cehennemine döndüğüne de kafa yordum.

Bu sorgulama yoğun bir araştırma ve okumayı gerektiriyordu. Bu araştırma sırasında, Balyoz Davası sanıklarından E. Kurmay Albay Mustafa Önsel’in “Ağacın Kurdu” adlı kitabı ile asker kökenli gazeteci yazar Yavuz Selim Demirağ’ın “İmamların Öcü” adlı kitabı, 15 Temmuz Darbe Genelkurmay Çatı İddianamesi, Genelkurmay Bilirkişi Heyeti’nin Fetullahçı Terör Örgütü ve Türk Silahlı Kuvvetleri başlıklı raporu, TBMM 15 Temmuz Darbe Araştırma Komisyonu Tutanak Dergisi, TBMM 15 Temmuz Darbe Araştırma Komisyonu Raporu hep elimin altında oldu. Bu vesileyle Mustafa Önsel, Yavuz Selim Demirağ ve Genelkurmay Bilirkişi Heyeti Başkanı Nerim Bitlislioğlu’na teşekkür ederim.

Demirağ’ın kitabında Hulusi Akar Kara Harp Okulu Komutanı iken (2002-2005) okulda neler olup bittiğine ilişkin son derece dikkat çekici anlatımlar var. Akar’ın KHO Komutanlığı’na atanmasıyla birlikte yoğun bir baskı atmosferi oluşmuştur; öğrenciler kendi aralarında “Su uyur Hulusi Akar” diye espri yapmaktadırlar. Bu espri “Su uyur düşman uyumaz” atasözünden üretilmiştir. Bu atasözünde geçen ‘su’ aslında ‘sü’dür, yani askerdir; zamanla telaffuzu değişmiştir. Elinizdeki kitabın adı Yavuz Selim Demirağ’ın aktardığı bu espriden çıkmıştır.

Geçerken belirtmeliyim, TSK’nin dönüşümü ve 15/16 Temmuz gecesinin karanlığı sadece Hulusi Akar’ın sorgulanmasıyla aydınlatılamaz. Başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve dönemin MİT Müsteşarı Hakan Fidan olmak üzere ilgili diğer kişi ve kurumların da sorgulanması gerekir. Bu sorgulama yapılmadan, 15/16 Temmuz 2016 gecesinin karanlığı aydınlatılmadan Türkiye’de demokrasinin inşasına başlamak mümkün değildir.

Özetle, kitap Hulusi Akar’a hakaret iddiasıyla açılan davanın duruşmalarındaki açıklamalarımı içermektedir. Yargılama beraat kararıyla sonuçlandı. Açıklamalarıma Hulusi Akar ve avukatları gerek duruşmalarda gerekse dosyayı istinafa taşırken karşılık veremediler. Akar’ın istinaf talebi, beraat kararında usule veya esasa ilişkin hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle esastan reddedildi.

Kitaba dönüşen savunmayı hazırlarken düzeltileri, eleştirileri ve önerileriyle katkıda bulunan Metin Aksoy ile Aytül Gürtaş’a, duruşmaları izleyerek destek veren dostlarıma, kitabı yayımlayan Galeati çalışanlarına çok teşekkür ederim.

Duruşmalarda düşünce ve ifade özgürlüğünü güçlü şekilde vurgulayan avukat dostlarım Mehmet Kayagil, Hüseyin Özcan, Ercan Sadık İpekçi, Meliha Selvi ve Ozan Yılmaz’a ayrıca teşekkür ediyorum.

Kitap, ülkemizde demokrasinin önünde engel haline gelen resmi 15 Temmuz anlatısına alternatif bir bilinç ve anlatı çabasına katkıda bulunursa amacına ulaşmış olacaktır.


İÇİNDEKİLER

GEN. KUR. BAŞKANI İÇİN ÇOK ÜZÜLÜYORUM!

BİRİNCİ BÖLÜM

MUHBİRLER CUMHURİYETİ

    Sayın muhbir vatandaş

    Ailede muhbirlik

    1984’ün Okyanusyası 2000’lerin Türkiyesi

    Muhbir ev sahipleri kiracılar komşular

    Sokakta otobüste muhbirlik

    Berberde muhbirlik

    Konserde muhbirlik

    Üniversitede muhbirlik

    Katil muhbir

    Muhbirler cumhuriyeti

    Kendi kendini ihbar

    Ben de kendimi ihbar ettim

    Engizisyon ihbara dayalıydı

    Sayın muhbir vatandaşa mektup


İKİNCİ BÖLÜM

KUMPAS DAVALARINDA HULUSİ AKAR

    Allah belasını versin mi deseydim?

    Gaflet kalleşlik ihanet

    Cemaat’ten FETÖ’ye kumpas davaları

    Kumpas davalarının sahte delilleri

    Kumpas ile darbecilerin yolu açıldı

    Kumpas davalarında Hulusi Akar

    Hulusi Akar’ın hızlı yükselişi

    Hulusi Akar’ın iyi çocuğu firarda

    Hulusi Akar’a Fetullahçı iması

    Casusluk Davalarında Hulusi Akar

    Müptezel yazara taziye

    Şeriatçı yazara ziyaret

    Hulusi Akar’dan Alevilere Karşı Ayrımcılık

    Kafama sıksam daha iyi

    Çuvalcı Amerikan generalinden madalya


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

15 TEMMUZ’DA HULUSİ AKAR

    15 Temmuz’da ikili mi oynadı?

    15/16 Temmuz gecesi

    15/16 Temmuz gecesinde Hulusi Akar

    15/16 Temmuz’da kuvvet komutanları

        KKK Orgeneral Salih Zeki Çolak

        HKK Orgeneral Abidin Ünal

        DKK Oramiral Bülent Bostanoğlu

        Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Galip Mendi

        Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Güler

        ÖKK Tümgeneral Zekai Aksakallı

        Darbeyi ihbar eden Binbaşı O.K.

        15 Temmuz gecesinde bir Mehmetçik

Esir düşen komutan TSK’yi yönetebilir mi?

15 Temmuz kontrollü bir darbe miydi?

FETÖ’nün TSK’yi ele geçirmesi

FETÖ TSK’yi ele geçirirken Hulusi Akar

Komutan sorumluluğu ve Hulusi Akar

Hulusi Akar 15 Temmuz’u aydınlatır mı?

Genelkurmay Başkanı’nın görevi

12 Eylül’de bile

QUO VADİS TSK?

KAYNAKÇA


8 Mayıs 2023 Pazartesi

ERDOĞAN İKTİDARI NASIL DEVREDECEK?

Siyasetin ve seçim kampanyalarının dili eskiden de çok temiz değildi ama bugünkü kadar kirlenmemiş, lümpenleşmemişti. Dahası, din, hiç bugünkü kadar araçsallaştırılmamıştı. 

14 Mayıs’ta seccadeye ayakkabılarıyla basanlar değil, kıblesi Kâbe olanlar sevinecek. Kitapsızlara 14 Mayıs’ta gereken dersi vereceğiz.

 “Bay bay Kemal ve yanındakiler emri Kandil’deki teröristlerden alıyor, biz emri Allah’tan alıyoruz.

İnşallah 14 Mayıs’ta vatanımızı küffara teslim etmeyeceğiz.” (Böyle konuşan DSP Başkanı mahluk bir de eski solcuymuş. Dilimin ucuna gelenleri yazmayayım!)

Demek istiyorlar ve diyorlar ki, bu seçim Allah’a inananlarla inanmayanlar, kitabı olanlarla olmayanlar arasındaki seçimdir… 

Sıradan kasaba siyasetçileri böyle konuşsalar ciddiye alınmaz; en fazla bir meczubun hezeyanları olarak görülür, Allah’ın ıslah etmesi dilenir geçilir ama öyle değil. Ülkenin nasıl bir zihniyet tarafından yönetildiğinin itirafıdır bu söylenenler.

***

Bilinir ki, devlet yönetiminde ve siyasette din bu denli araçsallaştırılıyorsa, ortada çok ciddi bir soygun ve talan vardır. Eskiden de soygun ve talan vardı ama bugünkü kadar aleni yapılmıyordu.  Aile bireylerinden biri, “Antalya havalimanı ihalesinde bir firma 4 milyar dolar teklif verdi, abimiz 3 milyar dolar veren firmayı seçti; 1 milyar doları cebine indirdi, benim payıma düşen 30 milyon dolara da çöktüler” diye itiraf ediyor. Sıradan bir eleştiriyi bile soruşturma konusu yapan emniyet ve yargı personelinden ses seda yok. Kim bilir, böyle takipsiz bırakılan nice ihale hırsızlığı vardır!

Dediğim gibi soygun ve talan eskiden de vardı ama maskelenmesi için din bugünkü kadar istismar edilmiyordu. İslam ve Müslümanlık, hırsızlık ve yolsuzlukla hiç bugünkü kadar birlikte telaffuz edilmiyordu. Siyasal İslam’ın iktidarında bunu da gördük. Bugünkü hırsızlık itirafları karşısında emniyet ve yargı personelinin sessiz kalması belki de hırsızlığın yolsuzluğun artık “günah işleme özgürlüğü” sayılmasındandır. Malum, İslam kolaylık dinidir! Ne diyordu eski AKP Şanlıurfa Milletvekili Mazhar Bağlı: “İslam hukukunda ganimet müessesi vardır.”

***

İslam hukukunda ganimet müessesi var” ama bu toprakların tarihinde 150 yıla yakın, azımsanmayacak bir seçim ve parlamento deneyimi de var. Yetmişine yaklaşmış bir yurttaş olarak kendi hesabıma söyleyeyim, bireysel, toplumsal, siyasal ahlakın bugünkü kadar önemsizleştiği bir iktidar dönemi anımsamıyorum. Bunun kadar vahimi, burjuva siyasetinin bileşenleri birbirlerini işgal güçlerinin yerli aparatları olarak karalamıyorlardı. Siyasal İslam’ın iktidarında bunu da gördük. 

Bu seçim, işgalcilere karşı istiklal mücadelesi seçimidir. PKK’yı, FETÖ’yü meşrulaştırmaya çalışanlara karşı milli liderin seçimidir.

14 Mayıs 2023, Batı’nın Türkiye’yi tasfiye etmeye yönelik siyasi darbe girişimidir.”

Oysa seçimin konusu, Allah’tan emir alınıp alınmadığı, seçimin darbe girişimi olup olmadığı değil. Bu seçimin konusu en basit mutfak malzemelerinin, yani soğan, patates, peynir, zeytin, kıyma ve ekmeğin pazardaki marketteki fiyatıdır; daha doğrusu öyle olmalıdır. 14 Mayıs’ta Tanrı ve Peygamber seçilmeyecek. Seçimin konusu hangi sınıf iktidara gelecek sorusu da değil. Keşke Türkiye hangi sınıf iktidarının seçileceği olgunluğa erişmiş olsa…

***

Yinelemek gerekirse, siyasetin ve seçim kampanyalarının dili eskiden de çok temiz değildi ama bugünkü kadar kirlenmemiş, lümpenleşmemişti. Din, hiç bugünkü kadar araçsallaştırılmamıştı. Soygun, talan ve yalan bu denli alenileştiyse; din bu denli araçsallaştıysa; siyasetin dili, söylemi ve eylemi bu denli kirlendiyse lümpenleştiyse; ekonomide lümpen kapitalizme, siyasette elitist faşizmden lümpen faşizme ve İslamcı otokrasiye evrilmenin kaçınılmaz sonucu sayılmalı.

***

Seçime sayılı günler kaldı. “Bu ahval ve şerait içinde” bir seçim yapılacak. Otokrat Reis’i önde gösteren anketler palavradan ibaret. Beş yıl önce çok daha müsait şartlarda seçim yapılmış ve kıl payı farkla seçilmişti. Aradan geçen beş yılda, naslara (yani İslamcı dogmalara) endekslenen ekonomi duvara tosladı; dış politika iflas etti. Dünyayı kasıp kavuran salgında beş maskeyi dağıtmayı bile beceremediler. Depremde bile ayrımcılık yaptılar, insanlar bağıra bağıra can verdiler. Hayata dair bu en ciddi beceriksizliklerin elbette bir sonucu vardır. Normal şartlar altında İslamcı otokrasinin seçimi kazanması mümkün değil; en fazla ikinci turda Millet İttifakı’nın adayı Kemal Kılıçdaroğlu Cumhurbaşkanı seçilir. Parlamentoda ise Cumhur ve Millet ittifakları başa baş olurlar, Kürtler ve sosyalistler anahtar konumu elde ederler.

***

Normal şartlar altında İslamcı otokrasi seçimi kaybedecek. Tartışılan ne? Seçimi kaybeden otokrat Reis iktidarı devreder mi?

Bu sorunun sorulması bile abes. Elbette devredecek. Devretmeyip ne yapacak? Tarihte başka ülkelerde devretmeyip direnen otokratların başına ne geldiğini anımsatmak gereksiz. Türkiye’nin 150 yıla yaklaşan seçim ve parlamento tarihinde devretmeyen kimse yok. Bu seçimde de öyle olacak, edebiyle devredecek. Yeter ki, 2019 İstanbul seçiminde yapıldığı gibi, sandıklara sahip çıkılsın. 

Batan gemiyi önce birileri terk edermiş. Hangi tür mahluklar olduğu şimdi aklıma gelmedi. Önemli değil. O mahluklardan biri seçim sonucuyla ilgili olarak şöyle yazmış:

"Erdoğan çifti Kılıçdaroğlu çiftini Külliye’de karşılayacak ve çaylar içilip, sohbet edildikten sonra medya önüne iki siyasi lider çıkacaktır. Demokrasinin erdemini vurgulayan konuşmaların ardından yeni Cumhurbaşkanı, o tarihten itibaren Kemal Kılıçdaroğlu olacaktır. Son derece güzel geçecek bu devir teslim töreninden sonra Recep Tayyip Erdoğan, AK Parti Genel Başkanı ve ana muhalefet lideri olarak bu sefer partinin kendisine tahsis ettiği makam otomobiliyle yine polis eskortları eşliğinde partisinin genel merkezine doğru yola çıkacaktır. Kemal Bey ve Selvi Hanım, kapıya kadar giderek Tayyip Bey ve Emine Hanım’a eşlik edeceklerdir.” (Nagehan Alçı, HaberTürk, 6 Mayıs 2023)

Umulur ki, devir teslim böyle olur. Sandıklara sahip çıkılır da edebiyle devretmezse… Kendi düşen ağlamaz ama yazık olur memlekete!

***

Bundan sonrasını okumasanız da olur. 

Konuyla ilgisi yok ama nedense aklıma geliverdi. Yeni Akit Gazetesi Haber Müdürü Murat Alan, yanlış anımsamıyorsam 1 Haziran 2019’da Akit TV’de yayımlanan programda şu sözleri sarf etmişti: “O hizaya gelmeyen omzu çatal bıçak seti apoletli generalleriniz var ya, hepsi Erdoğan’ın arkasında saf tutuyor. Oynaya oynaya eşşek gibi saf tutacaklar.

Yine konuyla ilgisi yok ama, Erdal İnönü ile ilgili bir anekdot da aklıma geliverdi. 

Sabah Gazetesi’nden Yavuz Donat’ın aktardığı rivayete göre, Neccar Türkcan, 1980'den önce CHP milletvekili idi. 1980’den sonra, Sosyal Demokrat Halkçı Parti milletvekili oldu. Çalışkandı... Halkın içindeydi. Neccar Bey bir gün Genel Başkanı Erdal İnönü’yü uyardı. "Yumuşak konuşuyorsunuz. Sakin üslupla "iktidara geleceğiz" diyorsunuz... Böyle olmaz. Yumruğunuzu vuracaksınız... "Bilmem ne yapa yapa (Bu bölümü yazamıyoruz... Zira poşetlik sözler) iktidara geleceğiz" diyeceksiniz.

Erdal Bey güldü. Sonra seçim otobüsünün üstüne çıktı. Yine sakin üslubuyla konuştu. Konuşmasının sonunda "İktidara geleceğiz" dedi ve Neccar Türkcan'ı göstererek... Şöyle devam etti: Nasıl iktidara geleceğimizi Neccar Bey size söyleyecek...

Dediğim gibi, Erdoğan’ın iktidarı nasıl devredeceği sorusunun yanıtıyla bu anekdotların ilgisi yok ama aklıma geliverdiler işte. Baki selamlar!


6 Mayıs 2023 Cumartesi

KAHROLSUN İNSAN HAKLARI!

Cumartesi Anneleri, her cumartesi günü İstanbul Galatasaray Meydanı’nda toplanarak, gözaltında işkencelere ve siyasi cinayetlere kurban giden yakınlarını arayanlardan oluşan bir topluluk. Esin kaynağı, Arjantin’de faşist cuntanın yok ettiği çocuklarını bulmak için Plaza Del Mayo’da toplanan anneler. 

Türkiye'nin Cumartesi Anneleri ilkin 1995 yılında toplandılar. Başlıca talepleri, kayıpların devlet arşivlerinde kayıtlı akıbetlerinin açıklanması, faillerin yargılanması. 

Toplantıları zaman zaman keyfi olarak engellendi, kesintiye uğradı; ama kayıp yakınları 28 yıldır taleplerinden vazgeçmediler. Recep Tayyip Erdoğan da Başbakan sıfatıyla 5 Şubat 2011’de Cumartesi Anneleri’yle görüşmüş, sorunun çözümü için söz vermişti.

Ne var ki, Erdoğan’ın bu sözü de demokratikleşmeye ilişkin diğer vaatleri gibi kâğıt üstünde kaldı. Ucube başkanlık rejimine geçilir geçilmez, 25 Ağustos 2018’e rastlayan 700’üncü hafta buluşması İçişleri Bakanı SS’in talimatıyla Beyoğlu Kaymakamlığı tarafından yasaklandı. O günden beri Cumartesi Anneleri, kendileriyle özdeşleşen alanda toplanamıyorlar, toplandıklarında polis tarafından coplanıyorlar, gözaltına alınıyorlar. Anayasa Mahkemesi (AYM), Cumartesi Anneleri’nin toplantısına polis saldırısının toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkına aykırı olduğuna oybirliğiyle hükmetti. AYM’nin ihlal kararı geçen 23 Şubat’ta Resmi Gazete’de yayımlandı. Ancak AYM’nin kararına karşın Cumartesi Anneleri haftalardır coplanıyorlar, gözaltına alınıyorlar.

***

Cumartesi Anneleri’ne yönelik resmi terör ve gözaltılar, İnsan Hakları Derneği İHD’nin şubelerinde düzenlenen basın açıklamalarıyla protesto edildi.

İHD Ankara Şubesi’nin bu haftaki gündeminde bir açıklama da cezaevlerindeki hasta mahpuslarla ilgiliydi. Hasta Mahpuslara Özgürlük İnisiyatifi, tam 452 haftadır cumartesi günü şube binası önünde toplanıp bir hasta mahpusun sorununa dikkati çekiyor. Dernek üyelerinin 452’nci buluşması Ankara polisinin keyfi yasağıyla engellendi geciktirildi. Gerekçe? Yok bir gerekçe. 

Şube binası önünde resmi ve sivil kıyafetli onlarca polis. İnisiyatif üyelerinin toplanmasına engel oluyorlar. 

Şube yöneticisi Sevil Turgut, “Hangi gerekçeyle?” diye soruyor. 

Polis amiri “Valilik kararı” diyor.

Sevil Turgut, “Gösterin kararı!” diyor, polis amiri bir karar göstermiyor.

Sevil Turgut, “Toplantı ve gösteri yürüyüşü bu anayasada bile haktır” diyor; polis amiri, bu kez “Seçim yasakları” diyor.

Sevil Turgut “Bizim açıklamamız seçim faaliyeti değil” diyor; polis amiri oralı olmuyor.

Sevil Turgut açıklamayı açık alanda yapmakta kararlı olduklarını vurguluyor.

Kuşatma yarım saat sürüyor. Polisler, inisiyatif üyelerini sokakta taciz ediyorlar. Gerekçe, “Geleni geçeni engelliyorsunuz!”

Jandarma subaylığından emekli olduğumu söyleyerek, yaptıklarının kanun dışı olduğunu ihtar ediyorum ama aldırmıyorlar.

Nihayet, yarım saat süren engellemenin eziyetin yeterli olduğunu düşünerek açık alanda basın açıklamasına izin veriyorlar.

Açık alanda basın açıklamasında ısrarından dolayı Sevil Turgut’u ve diğer şube yöneticilerini içten içe alkışladım.

***

Fotoğrafta görüldüğü üzere bir avuç kişiyiz ama en sade bir basın açıklamasına bile tahammül edemeyecek ölçüde demokratik haklara düşmanlık söz konusu. Nereden bakılırsa bakılsın, keyfi bir uygulama. Ortada bir valilik kararı yok, olsa bile anayasaya aykırı bir karardır. Olan biten, bürokrasinin öteki birimlerine de sinmiş, polis ve askeri bürokrasiye egemen faşizan zihniyetin sahaya yansımasından ibarettir. Balık baştan kokar denir ya; bürokrasinin alt kademelerindeki daha düşük rütbeli otokratlar da durumdan vazife çıkartıyorlar; keyfi yasaklar koyuyorlar.

Özgürlüklere düşman öyle köklü bir kültürdür ki, onca iktidar geldi geçti, hiçbirinde emniyet örgütünün faşizan zihniyetine çare aranmadı. 

***

Tansu Çiller’in iktidar günleriydi; Murat Karayalçın Başbakan Yardımcısı idi. Ben de, koalisyon hükümetinin SHP kanadını izlemekle görevli ANKA Ajansı muhabiriydim. Memur sendikacılığının öncüsü KESK, memur maaşlarına ek zam için gösteriler düzenliyor; polis memurları sivil memurları sopadan geçiriyordu. Nihayet Bakanlar Kurulu ek zam gündemiyle toplandı.

Toplantı saatler sürdü. Başbakanlık binası önünde toplantıdan çıkacak kararı bekliyoruz. Toplantıdan ilk olarak Hükümet Sözcüsü Yıldırım Aktuna çıktı. Hemen karşıladık, ek zam için nasıl bir karar alındığını sorduk. Yıldırım Aktuna, soruyu geçiştirdi; aracına binip gitti. Başbakanlık koruma polisleri hemen biz gazetecilere gelip “Ne olmuş abi, ek zam çıkmış mı?” diye sordular. Biz de “Henüz öğrenemedik” diye karşılık verdik.

Derken, Başbakan Yardımcısı Murat Karayalçın göründü; hemen karşıladık, ek zammı sorduk. Karayalçın “Gerekli açıklamayı Tansu Hanım yapacak” diye yanıtladı. Polisler yine yanımıza gelip heyecanla “Ek zam çıkmış mı?” diye sordular. Gerekli açıklamayı Başbakan’ın yapacağını söyledik, polisler uzaklaştılar.

Nihayet Başbakan Tansu Çiller göründü, kameralar mikrofonlar hazırlandı. Tansu Çiller, ek zam konusunu gelecek Bakanlar Kurulu toplantısına ertelediklerini bildirdi; aracına binip gitti. Polisler bu kez daha heyecanlı yaklaşıp ek zammı sordular. AA Muhabiri Vedat Çuhadar, muzip bir ifadeyle “Ek zam çıkmış, gösterilerde dayak yiyenlere zam var, dayak atanlara yok” diye yanıtladı. Başbakanlık koruma polislerini aldı bir düşünce. Polislerin düşünceli hal ve hareketleri endişe verici bir biçim kazanmaya başlayınca Vedat’ı dirsekledim; “Vedat gerçeği söyle, yoksa şimdi bizi de dayaktan geçirecekler” diye uyardım. Vedat “Şaka şaka! Ek zam konusu gelecek Bakanlar Kurulu toplantısına ertelenmiş” diye açıkladı. Vedat’ın bu açıklaması üzerine bir polis ne dese beğenirsiniz? “Abi ya, İstanbul’daki arkadaşlar da sivil memurları bizim dövdüğümüz kadar dövselerdi, ek zam kesin çıkardı!”

***

Dediğim gibi, özgürlüklere düşman öyle köklü bir kültürdür ki, onca iktidar geldi geçti, hiçbirinde emniyet örgütünün faşizan zihniyetine çare aranmadı. Geçmişte polislerin katıldığı protesto gösterilerinde “Kahrolsun insan hakları!”, “Yetki isteriz, komünistlere yeteriz!” diye slogan atıldığını anımsıyorum. 

Bülent Ecevit’in son başbakanlığı döneminde polisler yine resmi üniformalarıyla sokağa dökülmüşler insan hakları aleyhine sloganların yanı sıra tekbir getirmişler, “Başbakan istifa” diye bağırmışlardı. Ecevit, “Polisler zaman zaman duygularına kapılabilirler, tepki duyabilirler. Fakat izinsiz olarak sokaklara dökülürlerse, asayişten sorumlu oldukları halde asayişsizlik etkeni olurlarsa, işler çığırından çıkar” diye karşılık vermişti.

Dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan ise, “Bu gösterilerin arkasında soyguncular ve eşkıya var” diye açıklama getirmişti.

Sadettin Tantan polis ayaklanmasının arkasında hangi soyguncular ve eşkıya olduğunu açık etmedi. Günümüze gelecek olursak. İçişleri Bakanı’nın, Jandarma Komutanı’nın öyle fotoğrafları çıkıyor ki. Kimler kimlerle beraber!