30 Haziran 2022 Perşembe

SİYASETÇİ NEDEN YALAN SÖYLER?

Son yazılarda mitoman siyasetçinin nasıl olup da utanmadan sıkılmadan arlanmadan pervasızca yalan söyleyebildiğini tartışıyorduk. 

Geçen yazıda değinmiştik. Platon’a göre devleti hakikatin sırrına ermiş filozoflar yönetmelidir; bu filozof yöneticiler, devletin ve toplumun yararı gereği, düşmanlarına ya da yurttaşlarına yalan söyleyebilirler; bunun dışında yalan tanrısal ahlakın inkârıdır… 

Siyasetin ve devlet yönetiminin neden yalan üzerine kurulu olduğunu sorgulayan düşünürlerden biri de Hannah Arendt’tir.

Arendt, Siyasette Yalan başlıklı makalesinde, ABD’nin Vietnam Savaşı’na ilişkin gizli bilgileri içeren 47 ciltlik Pentagon belgelerini incelerken, yalanı savaş iletişiminin ve karar sürecinin merkezine yerleştirir ve savaş iletişimini “yalan ifadelerden oluşan bataklık” olarak betimler. Arendt’e göre yalanın hedefi düşman değil, savaşı yöneten karar süreci ve iç kamuoyudur. Hakikatsizlik (yani yalan-RY) hükümet düzeyinde kararlılıkla benimsenmiştir ve asker/sivil her kademede göz yumulmaktadır. “Yalanlar –‘arama ve imha’ harekâtlarının düzmece ceset sayıları, hava kuvvetlerinin gerçekleri çarpıtan hasar tespit raporları, kendi yazdıkları raporlar üzerinden performanslarının değerlendirileceğini bilen astların savaş alanından Washington’a ilettiği ‘ilerleme raporları’- insanı kolaylıkla olayın tarihsel arka planını unutmaya yöneltebilir.” (Ne kadar tanıdık değil mi? Küçük Amerika’nın savaşlarında böyle yalanlara ihtiyaç duyulmadığı söylenebilir mi?)

Arendt’e göre savaştaki kandırma süreci, modern yalanın totaliter olmayan bir versiyonudur; ABD’nin iç ve dış siyasetinin altyapısını oluşturur. Çünkü doğruculuk hiçbir zaman siyasi erdem sayılmamış, yalan ise siyasette her zaman kullanılabilir araç olarak görülmüştür. Gizlilik ve kandırma, yani kasıtlı sahtekârlık ve açık yalan, insan günahkârlığının tesadüfi sonucu olarak siyasete sızmış değildir; yazılı tarihin en başından itibaren yaşamımızda olmuştur.

Yine Arendt’e göre, ahlaki öfke ve tepki yalanı yok edemez. Çünkü, “Yalanlar çoğu zaman gerçeklikten çok daha makul, akla çok daha yatkındır. Yalancı, izleyenin ne duymak istediğini ya da nasıl bir beklenti içinde olduğunu bilmenin sağladığı büyük avantaja sahiptir. Yalancı, toplumun tüketimine sunacağı hikâyesini hazırlarken, hikâyesinin inandırıcı olmasına dikkat etmez. Oysa gerçekliğin bizi hiç ummadığımız şeylerle karşılaştırmak gibi rahatsız edici bir alışkanlığı vardır ve biz her seferinde buna hazırlıksız yakalanırız.

Yani Arendt demeye getiriyor ki, dost acı söyler, gerçekler acıdır, insanlar özel hayatta ve siyasette yalan şeyler duymaktan hoşlanırlar ve yeri geldikçe yalan söylerler. 

Arendt’in söylediği gibi hakikat böyle rahatsız edici ve yalan böyle çekici olsa da, siyasetçi izler kitlenin duymak istediğini söylese de insan yine de kabullenemiyor utanmadan arlanmadan pervasızca yalan söylenmesini. 

***

Peki siyasetçi pervasızca yalan söyleme gücünü başka nereden alıyor? Bu sorunun yanıtı olarak Arendt, insanın hayatta kalma içgüdüsüne dikkat çekiyor: “Hayatta kalmanız, önünüze sunulana güveniyormuş gibi yapmanıza bağlı ise, size sunulan şeyin hakikat mi yalan mı olduğunun bir önemi kalmaz.” 

Yani Arendt demeye getiriyor ki, izler kitle ile siyasetçi arasında hayati çıkar ilişkisi varsa, anlatılan hikâyenin hakikat mi yalan mı olduğunun yalana maruz kalan kitle için önemi yoktur… “Ay’a kadar dört şeritli yol yapacağım desek, seçmenimiz inanır” itirafını duysaydı Arendt, kim bilir makalesinde başka ne gibi değerlendirmelere yer verirdi?

Bu noktada Hannah Arendt, yalan siyasetinin bir aşamada izler kitleden sonra kendini de kandırmaya dönüştüğünü vurgular ve ekler: “Siyaset alanında kendini kandırma en önemli tehlikedir. Çünkü kendini kandıran kandırıcı, sadece onu izleyenlerle değil, gerçek dünyayla da tüm irtibatını kaybeder.


Arendt’in gerçek dünya ile tüm bağını koparma ifadesi ister istemez mitoman siyasetçinin yalanlarını akla getiriyor. Kendisinden önce yapılmış eserleri sahiplenmenin ve özel yaşamıyla ilgili yalanlarının ötesinde kendisini dünya lideri sanmanın gerçeklikten tümüyle kopma dışında bir açıklaması olmasa gerek. Kendisini böyle sanmasında havarilerinin katkısı da yok değil. Öyle ki, “Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde taşıyan lider” bile dediler. Bu gibi pohpohlamalar övgüler yüceltmeler, beşeri sermaye yoksulu narsistik egosunu kim bilir nasıl da okşamaktadır. Zaten malum, şeyh uçmaz müritleri uçurur. Tabii müritler şeyhlerini uçururken kendileri de uçmakta ve gerçeklikten tümüyle kopmaktadırlar. Daha doğrusu şeyh de müritler de kendi üretimleri sahte bir gerçeklik âleminde yaşamaktadırlar. Gustave Le Bon’un diliyle söylemek gerekirse; kitle, “yanlış bilinç” ile büyülenmiş bir “yığın”dan ibarettir. Hatta kitle, aşağı ve bayağı bir toplamdır; bilincin (muhakeme ve yargılamanın) ortadan kalktığı bir âlemde yaşamaktadır. Lider bu kolayca etkilenebilen “itaate susamış” yığını yöneten, kendi çıkarının etrafında toplayan kişidir. Lider, sözleriyle, anlattıklarıyla, mimikleriyle, yürüyüşüyle, duruşuyla, bakışıyla kitleyi etkiler, yönlendirir…

Bu anda başlıktaki soruyu yineleyelim:

Siyasetçi neden yalan söyler?

Yanıt: Yandaşlarını kandırmak için. Hakikatle bağını kopardıktan sonra kendisini de kandırır.

***

Her şeye karşın Arendt, yalancı muktedirin gücünün mutlak olmadığını, izler kitleyi ve kendini kandırmanın sonsuza kadar sürmeyeceğini, nihayetinde gerçek dünyaya yakalanacağını söyler. Yani önünde sonunda yalancı gerçekliğe yenilecektir. Çünkü “gerçekliğin ikamesi yoktur” ve “Belli bir yerden sonra yalanın kendine zarar vermeye başladığı bir noktaya varılır. Yalanların muhatabı olan seyirci kitlesi hayatta kalmak için hakikat ile yalanı birbirinden ayıran çizgiyi tamamen hiçe saymak zorunda bırakıldığında işte bu noktaya gelinir.

Türkiye’de ekonomik buhranın en ağır mağduru (aynı zamanda yalana en çok maruz kalan) izler kitle, hakikat ile yalanı birbirinden ayıran çizgiyi tamamen hiçe saymak çaresizliğine düşmüş müdür, emin değilim. İzler kitle bu çaresizliğe düşsün düşmesin, yalan siyasetinin iflasında Arendt’in umudu asıl olarak, bilgiye erişme özgürlüğü ve bu özgürlük için boyun eğmeden mücadele edecek insanların varlığıdır. Arendt, hakikatin güvenilir tanıklara ihtiyaç duyduğunu vurgular; yani bilgiye erişme hakkını ve basın özgürlüğünü.

Arendt’in bu çıkarımı sınıflar mücadelesini tüm yalınlığıyla içermese de saygıya değerdir.

Bilgiye erişme hakkını, düşünce ifade ve basın özgürlüğünü boyun eğmeden savunan basın emekçilerine selam olsun.


21 Haziran 2022 Salı

SİYASİ YALANIN SOYLUSUNDAN SOYSUZUNA

Geçen yazıda dostlar meclisinde siyaset ve yalanı konuştuğumuzu anlatmıştım. Recep Tayyip Erdoğan da sohbetimize (gıyaben) katılmış ve “Bir insan, utanmadan, sıkılmadan, arlanmadan, yüzü kızarmadan, arka arkaya bu kadar yalanı nasıl söyleyebilir?” diye sormuştu.

Erdoğan’ın sorusundan ilhamla, biz de mitoman bir siyasetçinin bazı yalanlarını sıralayıp, “Platon, Étienne de La Boétie ve Hannah Arendt bugünlerin Türkiye’sini ve siyasetçilerini gördüler de mi yazdılar eserlerini?” diye sormuştuk ama bir yanıt alamamıştık. Yani Erdoğan’ın söylev ve demeçleri içinde bu sorunun yanıtı yoktu. Ne yapalım? Canı sağ olsun! Erdoğan’dan alamadığımız yanıtı kendimiz bulmaya çalışalım.

***

DEVLETİ YÖNETENLER YALAN SÖYLEMELİ Mİ?

Yalan malum, doğru olmadığı bilindiği halde söylenen sözdür; daha geniş anlamıyla hakikatin gizlenmesi ya da çarpıtılmasıdır; sahte bir hakikat inşasıdır.

Gündelik hayatta neden çok sık yalan söylendiği, doğru söyleyenin dokuz köyden niçin kovulduğu, siyasetçilerin neden yalan söyledikleri sorusu yeni değil; kökeni antik uygarlıklara değin uzanıyor. Antik Yunan filozofu Platon, felsefenin giriş kapısı değerindeki başyapıtı Politeia’yı doğru/yalan çelişkisi üzerine yazmış adeta. 

Platon’un asıl amacı, hakikatin sırrına ermiş filozofların yöneteceği, herkesin mutluluğunu sağlayacak bir devlet ütopyası inşa etmek. Ütopyasını tasarlarken sadece ideal devlete değil, siyaset ve ahlak felsefesi, metafizik, eğitim, psikoloji, mitoloji, sosyoloji, kültür tarihi, edebiyat, coğrafya vs konularına da değinmiş. Biz ideal devlet tasarımıyla ilgilenelim.

Platon Politeia’nın hemen başlarında doğruluk ve adalet kavramlarını tartıştırır. “Aklı başında bir arkadaştan silah alsak, bu arkadaş çıldırsa, emanetini geri istese, vermek doğru mudur? Geri verene doğru adam denilebilir mi? Bir çılgına, gerçeği olduğu gibi söyleyene doğru adam denemez…” diyerek gündelik yaşamda “gerekli” yalanın kapısını tıklatır. (331 c)

Ardından “Acaba yalan bazı hallerde zararsız olur mu? Kim ne zaman yalan söyler de kötü bir şey yapmış sayılmaz? Düşmanlarımıza yalan söylersek ya da dost bildiklerimizin çılgınlıkla, bunaklıkla bir şey yapmalarına engel olmak için yalana bir ilaç, bir çare diye başvurursak, yararlı olmaz mı?” diyerek “gerekli” yalanın kapısını aralar. (382 d) 


Sonra da “gerekli” yalanı siyaset sahnesine taşır; devleti yönetenlerin “gerekli” durumlarda yalan söylemelerini öğütler. (459 d)

***

PLATON’UN İDEAL DEVLETİ

Platon’a göre, devlet ve toplum üç katmandan oluşur: Üreticiler (işçiler, çiftçiler, zanaatçılar), bekçiler (askerler), yöneticiler (filozoflar). 

(Anlaşılacağı üzere, bu hiyerarşide nüfusun çoğunluğunu oluşturan kölelere yer yoktur. O tarihte Atina’nın nüfusu 400 bin kadardır; bunun 250 bin kadarı köledir.)

Yurttaşlar bu hiyerarşiye ve işbölümüne uygun eğitime tabi tutulmalıdır. Doğruluktan şaşmayan, çabuk öğrenen, öğrendiğini belleğinde tutan, ölçülü hareket eden filozof yaradılışlı yöneticiler felsefe, bilim ve müzikle eğitilmelidirler. Yurdu korumakla görevli bekçiler ise azgın, çevik ve güçlü olmalı; müzik ve idman ile eğitilmelidirler. Yönetenler ve bekçiler özel mülk edinemezler, kendilerine ait evleri olmaz, kadınlar ve çocuklar ortaktır; baba oğlunu, oğlu babasını bilmez. “Mutluluklarına kendileri kıymış olurlar. Devlet ellerinde olduğu halde ondan hiçbir nimet elde edemezler. Başka devletlerin başındakiler gibi toprakları, güzel evleri olmaz. Bu evleri gereğince döşeyemezler. Tanrılara kendi elleriyle kurban kesemezler, kimseyi konuk edemezler. Altını, gümüşü, mutlu sayılan kişilerin kullandıklarını kullanamazlar. Şehirde oturan ama onu korumaktan başka hiçbir iş görmeyen ücretli erlerdir. Üstelik aldıkları ücret de sadece geçimlerini sağlar, boğaz tokluğuna çalışırlar. Canları gezmek istese, kadınlara para yedirmek isteseler, mutlu insanlar gibi dilediğini satın almaya kalksalar, olmaz diyeceğiz. (…) Bu durumda pekâlâ mutlu olabilirler. Biz devletimizi bütün topluma birden mutluluk sağlasın diye kuruyoruz. Yoksa bir sınıf ötekilerden daha mutlu olsun diye değil.” (419 a, 420 ac)

Platon’a göre ideal devletin kurulabilmesi için ya filozoflar devleti yönetmeli ya da devleti yönetenler gerçekten filozof olmalıdırlar. Aksi halde herkesin mutlu olacağı devlet kurulamaz. Bilgi dostu filozofların yöneteceği devletin başlıca değerleri, bilgelik, yiğitlik, ölçülülük ve doğruluk (adalet) olacaktır. (427 e, 433 c)

Bekçiler barışta el üstünde tutulmalı ve en iyi şekilde beslenmelidirler. “Onların köpekler gibi hep uyanık olmaları, iyi görmeleri, iyi işitmeleri, seferde değişik yiyecek içeceğe, güneş çarpmalarına, karakışa, fırtınalara dayanmaları gerekir.” (404 b)


Bekçiler, yurdu ve devleti koruma uğruna girecekleri savaşta öldüklerinde ise: “Savaşta yiğitçe ölenlere gelince, ilk iş olarak altın yaradılışlı diyeceğiz onlara. Sonra da güzel mezarlar yaptıracağız bu uğurlu varlıklara. Hayatlarında büyük bir değer gösterip ölenleri böyle kutlayacağız.” (468 e, 469 ab)

(Ara not: “Peygamber’e komşu oldular, şehitler tepesi boş kalmamalı” söyleminin, şehit, kedoşim, martyr avuntularının Platonik ifadesi yani. Anatole France’a göre ise, “Vatan uğruna ölündüğü sanılır, sanayiciler uğruna ölünür!”)

Platonik devlette üreticilerin yükümlülüğüne gelince. Herkes konumuna razı olmalı, kendi işini yapmalı, başkasının işini de üstlenmemelidir. Çünkü adalet, toplumsal ve bireysel refah ve mutluluk bu hiyerarşiye uygun işbölümüyle sağlanabilir. “Bir devlet için yıkıcı olan, bu üç sınıfın birbirinin işine karışması, görevlerini değiştirmesidir. Buna haklı olarak en büyük suç diyebiliriz.” (434 c) “Bizim kuracağımız devlette kunduracı kunduracıdır, kunduracılıktan başka bir de kaptanlık yapamaz. Çiftçi çiftçidir, çiftçilikten başka bir de yargıçlık etmez. Asker askerdir, askerlik ederken bir de alım satımla uğraşmaz.” (397 e)

***

KUTSAL/SOYLU YALAN

Peki, üreticiler-bekçiler-yöneticiler şeklindeki eşitsiz hiyerarşi ideal devlette gönül rızasıyla kabul edilecek midir? Üreticiler ve bekçiler kendilerine biçilen konuma razı olacaklar mıdır? Bunun için Platon kutsal/soylu yalan söylenmesini önerir. Önerdiği yalan, eski bir Fenike masalıdır: “Devletin yurttaşları toprak altında yetiştiler. Toprak hepsini emzirip büyüten anadır. Ona saldıran olursa korumak herkesin boynuna borçtur.  Yurttaşlar aynı toprağın çocuklarıdır, kardeştir. Ama Tanrı önder olarak yarattıklarının mayasına altın katmıştır. Onlar bunun için baş tacıdırlar. Bekçi olarak yarattıklarının mayasına gümüş, çiftçiler ve öbür işçilerin mayasına ise demir ve tunç katmıştır. Arada hamur birliği olduğuna göre doğacak çocuklar ebeveynlerine benzeyeceklerdir. (…) Mayasında demir ve tunç katışık olanların önderlik edeceği gün şehrin yok olacağını Tanrı buyurmuştur.” (414 e, 415 abc)

Yanlış anlaşılmasın, her durumda yalanı salık veren bir düşünür değil Platon. İdeal devletin temeline yerleştirdiği kurucu yalanı mubah saymakla birlikte Platon, yönetici filozoflar dışındaki yurttaşların yalan söylemelerini kesin bir dille yasaklar, Tanrısal ahlakın inkârı sayar.  Platon, hakikati saptırdıkları gerekçesiyle sanat ve edebiyatta abartıya bile karşı çıkar. Platon’a göre “Masalların topu yalandır.” (391 c) “Hiç kimse gerçek üzerinde aldanmayı, yanılmayı ya da bilgisiz kalmayı, içinde bu yalanı saklamayı istemez. Bundan kötü bir şey olamaz insan için.” (382 b) 

Platon Tanrıların yalandan nefret ettiklerini söyler (382 a) ve ekler: “Gerçekten ayrılma yetkisi (yani yalan söyleme yetkisi-RY) yalnız devleti yönetenlerde olmalıdır. Devletin yararına, düşmanlarına ya da yurttaşlarına yalan söyleyebilirler. Bunların dışında kimse böyle bir yola başvuramaz. Yönetilenin yönetene yalan söylemesi, hastanın hekime, öğrencinin hekime yalan söylemesi kadar büyük bir suçtur. (…) Yalan devlet gemisini batıracak bir fırtınadır.” (389 cd) 

Özetle, Platon yalanı hakikatin yerine geçirmeye karşı çıkar; sadece ve sadece (mağara benzetmesinde ayrıntısıyla irdelediği üzere), hakikatin sırrını yeterince kavrayamamış yığınları devlet çatısı altında bir arada mutlu etmek için hakikatin sırrına ermiş filozof yöneticilerin gerektiğinde yalan söylemelerini salık verir. Tam karşılığı olmasa da Ortadoğu ve Türkiye siyasetindeki karşılığı ilm-i siyaset denilebilir.

***

İdeal devlet tasarımına ilişkin Platonik düşünceler çok daha fazla ve ayrıntılı. Siyasette ve devlet yönetiminde yalanla ilgili olarak bu kadarı yeter sanırım.

Sadede gelecek olursak.

Antik Yunan filozofu devlet yönetimine ilişkin yalanın soylu/kutsal olmasını önermişken,

Günümüz Türkiye’sinde mitoman siyasetçinin yalanlarını nereye koymalı?

Soylu/kutsal yalan mı yoksa süfli/soysuz yalan mı?

Mitoman siyasetçi nasıl oluyor da pervasızca yalan söyleyebiliyor? “Ay’a kadar dört şeritli yol yapacağım desek, seçmenimiz inanır” itirafı mitoman siyasetçinin nasıl pervasızca yalan söyleyebildiği sorusunun yanıtı yerine geçer mi? 


Mitoman siyasetçi, “Onlar, yalanı çok dinleyen, haramı çok yiyenlerdir” (maide/sofra 42) ayetinin gereğini yerine getiriyor olabilir mi?

Siyasette ve gündelik hayatta doğru söyleyen dokuz köyden niçin kovuluyor?

Siyaset ve yalan üzerine onca kafa yormuş Hannah Arendt’in bu sorulara bir yanıtı var mıdır?


15 Haziran 2022 Çarşamba

YALANCININ AMPULÜ YATSIDAN SONRA DA YANIYOR


Sizi bilmem ama Türkiye’de siyasetin siyasetçinin yalandan dolandan talandan arınacağına ilişkin pek umudum yok. Hangi kanalı açsam hangi sayfaya baksam yalan dolan. 

Oysa Recep Tayyip Erdoğan siyasetçinin yalandan uzak durması gerektiğini söylüyor. Mesela, 17’inci MÜSİAD EXPO’nun kapanışında aynen şöyle vurgulamıştı: “Siyaset yalan söyleme sanatı değildir. Siyaset insanları dürüstçe, adil yönetme sanatıdır.” (24 Kasım 2018)

Gülmeyin ya da kızmayın ne olur. Aynen böyle konuşmuştu Erdoğan. İnanmıyorsanız o günkü gazetelere bakın ya da internette sorgulayın. Aynen bunları söylediğini siz de göreceksiniz.

Sadece bu konuşmasıyla değil; yalancı siyasetçilere kızgınlığını birkaç kere daha dillendirmişti Erdoğan. Hatta bir keresinde “Ben bunlar kadar rahat yalan söyleyebilen siyasetçi tanımadım. Sabah yalan akşam yalan.” dediğini bizzat işittim. Erdoğan böyle derken öyle öfkeliydi ki, Emine Hanım “o öfkeyle Recep Bey kendine zarar verecek” endişesi içindeydi. (3 Aralık 2020)

Recep Tayyip Erdoğan, Balıkesir’de halka hitap ederken de, siyasetçilerin rahatça yalan söylemelerine şaşkınlığını dile getirmişti. “Bir insan, utanmadan, sıkılmadan, arlanmadan, yüzü kızarmadan, arka arkaya bu kadar yalanı nasıl söyleyebilir? Allah aşkına bu nasıl bir yalan söyleme yeteneğidir?” derken şaşkınlığı kızgınlığı yüzünden okunabiliyordu Erdoğan’ın. Erdoğan’ı dinlerken dilimin ucundan hangi sözcüklerin döküldüğünü tahmin etmekte zorlanmazsınız sanırım.

Siyaset ve yalan üzerine nutuk atmakla kalmadı Erdoğan; partisinde “yalanla mücadele timi” bile kurdu. İnanın lütfen! İşkembeden sallamıyorum, mabeyin muhabirlerinden Osman Nuri Cerit’in yalancısıyım. Osman Nuri’nin “AK Parti’den yalanla mücadele timi” başlıklı haberine göre, “AK Parti, muhalefetin yalan kampanyalarına karşı aktif mücadele kararı aldı. Pandemi kısıtlamaları sonrası AK Parti kadroları sahaya inerek yalan kampanyaları ile etkin mücadele başlatacak; ekipler kapı kapı dolaşıp, doğruları anlatacak.” (Akşam 7 Mayıs 2021)

***

Siyaset sahnesinde sabah yalan akşam yalan

Covid19 salgını biteli aylar oldu. Benim kapımı çalan olmadı. AKP’nin yalanla mücadele timleri sizlerin kapılarını çaldılar mı bilemem. Çaldılar ya da çalmadılar, asıl merakım, siyaset ve yalan üzerine onca veciz laflar eden, partisi bünyesinde “yalanla mücadele timi” bile kuran Erdoğan’ın yalana karşı sözlerinin ve çabasının siyasetçiler üzerinde olumlu etki yapıp yapmadığı. Kendi söylediklerine ne kadar riayet ettiğini de merak ediyorum ama bu konuyu şimdilik kurcalamayalım. Bana öyle geliyor ki, kendisi de dahil, kimse dinlemiyor Erdoğan’ı. Siyaset sahnesinde tam da Erdoğan’ın dediği gibi “Sabah yalan akşam yalan.”

Mesela adam (ismi lazım değil) İzmir’e gidiyor, “İzmir’de doğru dürüst havalimanı yoktu; Adnan Menderes Havalimanı’nı İzmir’e biz kazandırdık biz” diye böbürleniyor. Oysa, Adnan Menderes Havalimanı 1987 yılında Turgut Özal tarafından hizmete açılmış.

Başka bir gün gidiyor Van’a; partisi daha kundakta bile değilken 1982 yılında kurulmuş Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ni kendisine mal ediyor, “Van’a üniversiteyi kim getirdi, biz” diyor.

Hemen her şehirle kasabayla ilgili böyle başka yalanları da var. Tek tek hatırlatırsam yazı gereksiz yere uzar, lüzumu yok.

Başkalarının yaptığı eserleri kendisine mal etmekle kalmıyor başka yalanlar da söylüyor. Mesela, tam 9 yıldır dilinden düşürmediği bir Dolmabahçe Camii yalanı var. Ne zaman aklına gelse, Gezi Direnişi’ni karalamak için “Dolmabahçe Camii’nde içki içtiler” diye yalan söylüyor. Oysa, o günlerin cami görevlisi Fuat Yıldırım içki içilmediğini söylemişti. Fuat Yıldırım, polise ifade vermiş ve “Ben din adamıyım, yalan söyleyemem, içki içildiğini görmedim” demişti.

Halen lösemiyle mücadele eden Fuat Yıldırım istediği kadar “yalan söyleyemem” desin; malum şahıs aklına estikçe “Müptezeller camide bira içtiler” diye küfredip yalan söylüyor. Neyse ki, Gezi Direnişi sırasında başörtülü Zehra Develioğlu’nun ortaya attığı, “Kabataş’ta üstü çıplak 70-80 erkek üzerime işedi” yalanını artık tekrarlamıyor.

***

Günlük siyasete ilişkin bu yalanların dışında tarihi çarpıtmaktan, tarihte kalmış olaylar ve kişilere ilişkin yalanlar üretmekten de geri kalmıyor. Hatırlamaya değer en son yalanı, son Osmanlı padişahlarından İkinci Abdülhamit’le ilgili. Malum şahıs, İkinci Abdülhamit’in tek karış toprak kaybetmeden devleti yönettiğini söyledi. Oysa, İkinci Abdülhamit döneminde bugünkü Türkiye’nin iki katı genişlikte toprak kaybedildi.

Bana göre öne sürdüğü en parlak (hadi yalan demeyelim) yanlış bilgilerden biri de Amerika’yı Kolomb’tan önce Müslümanların keşfettiğini iddia etmesiydi. Aynen şöyle konuşmuştu: “Amerika’yı Kolomb değil Müslümanlar keşfetti. 1178’de Müslüman denizciler Amerika kıtasına ulaşmıştı. Kristof Kolomb anılarında Küba kıyılarında dağın tepesinde bir caminin varlığından bahseder.

Nedense malum şahıs, Amerika’nın keşfine ilişkin bu iddiasını bir daha tekrarlamadı. Kendisi de mi inanmadı yoksa tekrarlayıp dünya aleme rezil olmaktan mı çekindi, bilemem.

Her nedense kendisi bilir, malum şahıs, Amerika’yı ilk Müslümanların keşfettiği iddiasının peşini bıraktı ama sabah akşam yalan söylemekten geri durmuyor.

Öğretmen dostum Cemil Ayan da, Recep Tayyip Erdoğan’ın sorusunu bana yöneltiyor: “Bir insan, utanmadan, sıkılmadan, arlanmadan, yüzü kızarmadan, arka arkaya bu kadar yalanı nasıl söyleyebilir? Allah aşkına bu nasıl bir yalan söyleme yeteneğidir?

Sadece Cemil Ayan değil herkesin aklında bu soru olsa gerek. Ben de kendi kendime sorup duruyorum nasıl bu kadar utanmadan yalan söylenebildiğini. Ve dahi yalancı siyasetçinin yaktığı mumun (veya ampulün) yatsıdan sonra bile neden sönmediğini.

Kendime ve öğretmen dostuma nasıl bir yanıt vermeliyim acaba? Devlet yazarı antik Yunan filozofu Platon, Gönüllü Kulluk Üstüne Söylev filozofu Étienne de La Boétie, Siyasette Yalan düşünürü Hannah Arendt, bugünlerin Türkiye’sini ve siyasetçilerini gördüler de mi yazdılar o eserlerini?