26 Kasım 2017 Pazar

HIZLANDIRILMIŞ ZABİT EĞİTİM REFORMU

Eski bir zabit olarak, Dünya Lideri Başkomutan Recep Tayyip Erdoğan’ın son mucizesi karşısında hem gurur ve mutluluk duydum hem de mahcup oldum! Öyle bir gurur öyle bir mutluluk öyle bir mahcubiyet ki, kaç gün oldu, hâlâ kendime gelemedim!
Ne gururu ne mutluluğu ne mahcubiyeti mi? Okumaya dinlemeye vaktiniz sabrınız varsa anlatayım efendim.
Geçen gün Ankara Bahçelievler’de TSK Spor Akademisi’ne uğrayayım dedim. Geçen gün dediğim, 23 Kasım. Akademi’nin nizamiyesinde ne görsem iyi? Bir kalabalık bir kalabalık. Erkekler ayrı, neredeyse tümü tesettürlü kadınlar ayrı kuyruk olmuşlar. Spor Akademisi o gün için kapatılmış.
Kalabalıkla ilgilenen teşrifatçı üsteğmene “Nedir bu kalabalık, Akademi niye kapalı?” diye sordum; “Mezuniyet töreni komutanım” diye yanıt verdi. “Ne mezuniyeti evladım?” dedim; “Harp Okulu mezuniyet töreni komutanım” dedi.
Nasıl afalladım anlatamam. Kasım ayının son haftası ve Harp Okulu’nda mezuniyet töreni? Bizim zamanımızda harp okullarında mezuniyet töreni, Büyük Zafer’in yıldönümünde, yani 30 Ağustos’ta yapılırdı. Ben de Kuleli ve Harbiye’de geçen yedi yılın ardından 30 Ağustos 1978 yılında omuzlarıma yıldız takmıştım netekim. Hey gidi günler hey! Nasıl da gururlu ve çalımlıydık.
Devir değişmiş demek. Olsun, Kasım ayında da mezun olunabilir; de, malum 15 Temmuz kalkışması ertesinde bütün askeri okullar kapatılmıştı. 2016 yazında askeri okullara öğrenci alınmadı. Derken 2017 Şubatında harp okullarına öğrenci kaydedildiği haberleri çıktı. Hatta yemin töreninde tesettürlü bir hanım kızımızın fotoğrafı “TSK tarihinde ilk” babında hayli yankılanmıştı. İşte o yemin merasiminin üzerinden bir yıl bile geçmedi. Kartal Yuvası Harbiye, tam 855 mezun vermiş. İşte, Spor Akademisi’nin kapalı olduğu o gün gelen kalabalık, taze teğmenlerin aileleriymiş.
Eski zabit bendeniz duruma vakıf olmaya çalışırken uzaktan siren sesleri duyuldu. Trafikte bir alarm bir alarm, koskoca bulvarda kuş uçurtulmuyor. Neyse efendim, onlarca araçlık bir konvoyla Dünya Lideri Başkomutan sökün ettiler, Harbiye’deki merasimi teşrif etmek üzere geçip gittiler.
Başkomutan Recep Tayyip Bey, taze teğmenlere hitabında askeri mekteplerin son 10 yılda FETÖ’cülerin denetiminde olduğundan yakınmış, bu yüzden “tamamen yerli ve milli” olmak üzere yeniden yapılandırdıklarını, yıllar önce yapılması gereken reformu hayata geçirdiklerini, nihayet ilk mezunları verdiklerini anlatmış. Sürat çağında kaybedecek zamanımız olmadığını da vurgulamış Başkomutan, “Bunun için üniversite mezunları arasından alınan öğrencilerimize 4 yılda verilen askeri eğitimin daha fazlası 1 yıl içinde verilerek hepsi de vazifeye hazır hale getirildi” demiş.
 İşte beni hem gururlandıran hem de yerin yedi kat dibine girmek istercesine mahcup eden hadise bu mezuniyet törenidir efendim.
***

KISA DÖNEM ZABİT İNKILABINA ALKIŞ
Gurur duydum, bir teğmenin bu kadar kısa sürede yetişmesini sağlayan eğitim inkılabını başarmış olmamızdan. En kalbi duygularla alkışladım Başkomutanımızı, bu mucizevi reformu hayata geçirmesinden dolayı. Kim bilir Amerikalısı Fransız’ı Rus’u bu reformu nasıl kıskanıyorlardır şimdi!
Sonraki günlerde Spor Akademisi’nde ve Sıhhiye’deki mahfilde rastladığım mütekait paşalar ve zabit arkadaşlarımla paylaşmak istedim bu gururu sevinci. O da ne, alenen terslediler. Bu kadar kısa sürede subay çıkar mıymış. Askerlik meslek olmanın ötesinde ruhsal şekillenme gerektirirmiş. Bu ruh askeri mekteplerde yedi sekiz yıl süren öğrencilikle ancak kazanılır. O bile yetmez, kıtaya çıkmadan evvel subay temel kurslarında ilave eğitim verilir. Nasıl ki üç beş ayda mühendis, doktor, veteriner, avukat olunmuyorsa, subay da olunmaz. Yarın bunlar operasyon bölgesinde zoru görünce, sapır sapır dökülürler, muharebe meydanını terk eden başıbozuk Osmanlı askerinden farkları olmaz. Hem niye sadece tesettürlü ailelerden öğrenci alınmış. Maksat subay yetiştirmek değil, imam ordusu kurmakmış. Zaten ben ne anlarmışım ki bu işlerden, ilişiğim kesileli 35 yıl olmuş filan...
Onca terslenip muaheze edilince kafam karıştı, gururum sevincim gölgelendi ama çabuk toparladım kendimi. N’olacak, eski kafalılar işte. Ne bilirler reformu ve değişen asrın gerektirdiği zabit tipini? Doğru, üç beş ayda avukat, doktor, mühendis olunmaz ama Başkomutan bu kadar kısa sürede teğmen çıkaracak inkılabı başarmış işte. Eminim üç beş ayda doktor avukat mühendis çıkaracak eğitim reformunu da kısa sürece hayata geçirecektir. Hasetliğin fesatlığın lüzumu yok. Bir eksiklik varsa kıtada tamamlanır. Zaten ne demiş atalarımız, göç yolda düzülür. Eli öpülesi ebedi Başkomutan Atatürk de “Mektebi aslî kıtalardır” dememiş miydi?
Kısa dönem zabit namzetlerinin tesettürlü ailelerden seçilmesine de kafayı o kadar takmamalı. Askerlik disiplin ve itaat, emir demiri keser mesleği değil mi? Öyleyse tesettürlü ailelerin çocukları biçilmiş kaftan. Zira o hayat tarzında kulluk ve biat itaat zihniyeti esastır ki, emir demiri keser zihniyetiyle kardeştir. Laik ailelerde öyle mi? Sorgulayan, haklarına sahip çıkan yurttaş bilinci esastır ki, kışlada bile astın üstün hukukunu ister. Öyle olunca disiplini sağla sağlayabilirsen. Ol sebeple Dünya Lideri Başkomutan yeni zabitan kadro kaynağı olarak tesettürlü aileleri seçmekle isabetli davranmıştır! Zaten partisini de öyle yönetmiyor mu allasen!
İnancını yaşamak isteyen hanım kızımıza bu imkânı sağladığı, başını örtmesine izin verdiği için de alkışlanmalıdır Dünya Lideri Başkomutan. Eminim asrı saadetteki gibi giyinip inancını yaşamak isteyen erkek zabitlere de aynı kolaylığı sağlayacaktır. Tabii o kılık kıyafetle, mesela helikopterden helikoptere atlarken nasıl şarjör değiştirecekler, bilemiyorum doğrusu. Dünya Lideri Başkomutan, hızlandırılmış zabit talim reformunda ona da bir çare uydurmuştur sanırım...
***

NE TALİHSİZ BİR KUŞAKMIŞIZ!
Böyle düşüne düşüne gururum sevincim yenilendi ama başta da söylediğim gibi bir o kadar da kırgın ve mahcup hissettim kendimi. Kırgınım. Madem bu kadar kısa sürede subay olunabiliyor, ne diye bizi Kuleli’de Harbiye’de yedi sekiz yıl süründürdüler. Çok kırgınım çoook!
Hele o Kuleli yılları. Saat altıda uyandırırlar, yalap şap kahvaltının ardından gün boyu ders çalıştırırlar, akşam en geç onda yatırırlardı. Çocuksun gençsin, yerinde duramazsın. Koğuşlarda yatmadan evvel günün stresini atmak için haylazlık edersin, mavra yaparsın. Hiç unutmuyorum, bir gün yine yatmadan evvel kaynatıyoruz. Derken bir arkadaşımız “Deli Ruhi geliyor” diye alarm verdi. Deli Ruhi, eli sopalı matematik öğretmeni yüzbaşı. Çil yavrusu gibi koğuşlara dar attık kendimizi, nevresimi başımıza çektik, çoktan uykuya dalmış numarası yapıyoruz. Deli Ruhi bu, yutar mı hiç? “Kim o Ruhi Bey” diye bağıran, çıksın ortaya! Çıkar mı? Ne kadar uğraştıysa da “Deli Ruhi” diye alarm veren arkadaşı bulamadı. Bulamazdı da, öyle de birbirimizi sahiplenirdik, dayanışırdık yani. Kısa dönem subay kursuyla kazanılacak ruh değil ama eminim Başkomutan’ın reformunda bunun da çaresi vardır.
Mahcubum aynı zamanda. Nasıl mahcup olmam. Yedi yıl (benden sonrakiler sekiz yıl) askeri mekteplerde dirsek çürütmüşüz, gene de askerlik ruhunu kazanamamışım ki, üsteğmenliğin ilk senesinde tasdiknameyi elime tutuşturdular. Allah kahretmesin beni! Bu kadar beceriksiz kabiliyetsiz değildim aslında. Sadece talihsizdim. Başkomutan’ın hızlandırılmış subay eğitim reformu bize de nasip olsa onca vakit kaybetmezdik, biz de kısa zamanda askerlik ruhunu kazanırdık. Nasip değilmiş işte. Kendim kazanamadığım gibi, acemi birliğinde bana teslim edilen ana kuzularına her defasında üç buçuk ay eğitim verdim, onlar da kazanamadılar. Akılları fikirleri teskeredeydi, şafak sayıp durdular.  
Neyse ki, o günler geride kaldı. TSK’nin sırtı yerine gelmez gayri. Zaten kısa dönem talimin haberini bir kısım matbuat “Vatanını seven subayların dönemi” başlığıyla vermiş ki, mahcubiyetten yerin dibine giresim geldi. Demek oluyor ki, önceki devirde yetişen zabitlerin yani bizlerin vatan sevgisi şüpheli ki, Kenan Evren şahsım ve arkadaşlarım için “Onlara hain demeyi bile az bulurum” demişti.
***

BAŞKOMUTAN’IN ŞAHADET DUASINA AMİN!
Sekiz yılda alamadığımız eğitimden fazlasını kısa dönem hızlandırılmış subay kursunda alan taze meslektaşlarımı, bu reformun mimarı Dünya Lideri Başkomutanımızı, yeni sistemi itiraz etmeden derhal benimseyen kumanda heyetini tebrik...
Etsem ne yazaaar etmesem ne yazar. Sadece bir hususa daha dikkati çekmek isterim. Peygamber Ocağı’nın Başkomutanı, mezuniyet merasiminde taze teğmenlere, “Aranızdan belki şehitlik makamına ulaşacaklar çıkacak” demiş. (Tabii böyle bir durumda tabutun başında “Ne mutlu ki şehit oldular” diye teselli verecek!)
Bu olmadı işte. Evvelemirde söylemek lazım gelirse, Başkomutan imanlıdır ihlaslıdır. İhlas sahibi her Müslümanın iman ettiği üzre, gaybı Peygamber bile bilmez, “Gaybı yalnız Allah bilir”.  Binaenaleyh, taze zabitlerin en yüksek rütbeye erişip erişmeyeceklerini, şahadetin içlerinden hangisine müyesser olacağını da Allah’tan başkası bilmez.
İkincisi, bir Başkomutan böyle tereddütlü konuşmaz, muallakta kalacak emir vermez. Başkomutan odur ki, ebedi Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk gibi “Ben size taarruz etmeyi değil, ölmeyi emrediyorum” diye emir verir. Tabii böyle emir verirken şehit olması için kendi evladını da (çürük raporuna tenezzül etmeden) cepheye göndermeye hazırdır ve dahi kendisini de şahadet rütbesiyle taltif etmesi, cennet-i âlâda Peygamber’e komşuluk ile mükâfatlandırması için Allah’a duacıdır ki...

Ben de, Başkomutan’ın duasını kabul etmesi, necip milletin ismetini hiçe sayanları zelilü kahru perişan eylemesi için enbiya, evliya, suleha ve şüheda hürmetine Yüce Allah’a duacıyım, amin!!!

24 Kasım 2017 Cuma

FAHİŞELER VE GAZETECİLER

Gazetecilik meslek örgütlerinin etik bildirgelerinde medyanın dördüncü kuvvet olduğu, yani yasama yürütme ve yargıdan oluşan devlet gücünü denetlemek ve uyarmakla yükümlü olduğu vurgulanır. Buna göre gazeteci de “halkın gözü kulağı dili” olarak gerçekleri yazmakla, topluma ayna tutmakla yükümlü kılınır.
Gazetecilik ve gazeteci bu şekilde kutsansa da, medya tarihi gazeteciliğin pek de masum olmadığını gösteriyor. Daha doğrusu gazetecilerin çok büyük çoğunlukla ekonomik ve siyasi güç merkezleriyle suç ortaklığı yaptıklarını, meslek etiğine uygun gazetecilik yapmak isteyenlerin, bataklıktaki nilüferden, genelevdeki bakireden farklı olmadıklarını anlatıyor.
***

Genelevdeki bakire deyince John Swinton’u anmamak olmaz. Vikipedi’ye göre 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında The New York Times’ta başyazar, The New York Sun’da da yazar ve editör olarak çalışmış; 1880 yılında Karl Marks ile yaptığı söyleşiyi gazetesinde yayımlamış.
İşte bu John Swinton, onuruna verilen ziyafette gazetecilik ve gazeteciler hakkında bir şeyler söylemesi rica edildiğinde, tarihte özgür ve bağımsız gazetecilik diye bir şey olmadığını vurgulamış ve şöyle tamamlamış konuşmasını:
Gazetecilerin işi; gerçeği yok etmek, düpedüz yalan söylemek, saptırmak, kötülemek, servet sahiplerine dalkavukluk etmek, kendi gündelik ekmeği uğruna yurdunu ve soyunu satmaktır. Bunu siz de biliyorsunuz, ben de. Öyleyse şimdi burada 'bağımsız, özgür basının şerefine' kadeh kaldırmak saçmalığı da nereden çıktı? Bizler, sahne arkasındaki zengin adamların oyuncakları, kullarıyız. Bizler, ipleri çekilince zıplayan oyuncak kuklalarız. Yeteneklerimiz, olanaklarımız ve yaşamlarımız, hepsi başkalarının malı. Bizler entelektüel fahişeleriz.”
Tabii malum, fahişelik denilince tarihteki ilk meslek olduğu söylenir ve akla hep belirli bir cinsiyet gelir. İnsan türünün sınıflara ayrışmasından bu yana baskı altında olan kadının cinsiyetinden üretilmiş bu kavram hiç de adaletli ifade edilmemiş, fahişeliğin cinsiyet meselesi olmaktan öte karakter sorunu olduğu hep göz ardı edilmiş.
***

Seks işçisi olarak aldıkları paranın karşılığını bedenleriyle, ruhlarıyla fazlaca ödeyen kadınlardan özür dileyerek, entelektüel fahişeler konusuna devam edelim.
Entelektüel fahişelik Amerika ile sınırlı değil. Dünyanın tamamında gazetecilik John Swinton’un anlattığı tarzda yapılagelmiş. İddia ile söyleyelim, Türkiye’nin entelektüel fahişeleri, Amerikalı meslektaşlarını suya götürür susuz döndürür. Çünkü Türkiye’de kapitalizm ve gazetecilik, Batı dünyasından farklı olarak doğrudan devlet tarafından başlatılmıştır; yani fahişelik fıtratta vardır. Devirler değişmiş ama fıtrat değişmemiştir.
Amerikalı John Swinton sol bilinciyle gazeteciliği fahişelik olarak nitelendirmiş. Bizimkiler ise fahişeliklerinden hiç utanmamışlar; utanmadıkları gibi sorulduğunda marifetmiş gibi itiraf etmekten de kaçınmamışlar.
Türkiye’nin bilim düşünce dünyasının önemli insanlarından Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar adlı kitabında anlatır. Devir Demokrat Parti, yani Adnan Menderes devridir. 1930’larda Kemalizm’i Marksist çerçevede tanımlama çabasındaki Kadro dergisinin önemli yazarı, artık DP’nin yayın organlarında Çakırbeyli çiftliğinin ağasına methiyeler düzmekte, Menderes’in despotizmini demokrasi diye propaganda etmektedir. Kalabalık bir ortamda ünlü yazarla karşılaşan Niyazi Berkes, etraf tenhalaşınca “Ne oldu?” diye sorar. Eski Kadro yazarı “Niyazi, ben fikir orospusuyum. Bir orospu kim para verirse onunla yatmaz mı? İşte ben onlardan biriyim. Parasını aldığımız iştedir fark!” (Aktaran Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar, İletişim Yayınları, İstanbul 2005, s: 87)


Berkes şaşırır, ne diyeceğini bilemez ama daha da şaşıracaktır. Bir gün sohbet ederlerken ünlü yazar aniden saatine bakar telaşlanır; “Az kalsın geç kalacaktım, iftara davetliyim” deyip fırlar. Berkes bir kez daha şaşırır. Zira ünlü yazarın dinle imanla ilgisi olduğunu daha önce hiç duymamış görmemiştir; iftara çağıran diğer ünlü ise, Niyazi Berkes’in tabiriyle “din satıcısı” Necip Fazıl Kısakürek’tir.
O Necip Fazıl ki, Atatürk’ün vefatının ardından Cumhuriyet gazetesinde “Atatürk ıslahat tarihimizin en büyük çehresidir” diye yazmıştır. Vefatın ilk seneyi devriyesinde de Türk Ocağı salonunda düzenlenen anma toplantısında ilk konuşmacıdır; diğeri Behçet Kemal Çağlar. Necip Fazıl, “ilim ve cemiyetin terakkisi karşısında İslam’ın softa kaldığını” söyler, “Türkiye’nin nüfus kütüklerindeki softa ve mürtecilerin yeşil kanını kurutacaksın, işte bu kadar!” diye vurgular. (Aktaran Osman Selim Kocahanoğlu, Atatürk - Rauf Orbay Kavgası, Temel Yayınları İstanbul 2012, s: 726)
Ve o Necip Fazıl çok geçmeden, “her kıymetin ruh ve kökünde İslam’ın bulunduğunu” keşfeder; ıslahat tarihinin en büyük çehresi de değişir, “Adnan Bey’de, Tanzimat’tan bu yana gelmiş sadrazamlar ve başvekiller arasında bu davayı tutmaya müstaid biricik insanı buldum ve yardımını davamın hakkı olarak kabul ettim” diye anlatır.
Yassıada duruşmalarında hem Necip Fazıl hem de ünlü yazar, örtülü ödenekten para aldıklarını itiraf ederler. Örtülü ödenekten kimler zıkkımlanmamıştır ki?...
Berkes’i şaşırtan ünlü yazar kim mi? “Ben fikir orospusuyum” diyen ünlü yazar Burhan Asaf Belge’dir. Ne kadar da tanıdık bir soyadı değil mi!
***

Dediğimiz gibi Türk matbuatında fikir fahişeliği fıtrattan gelir. Fikir fahişeliği dünden önce de vardı, yarından sonra da olacaktır. Öyle bir fahişelik ki, meslektaşlarının, insan hakları ve barış eylemcilerinin içeri tıkılmaları için kalem oynatanları, daha düne kadar F Tipi Cemaat sözcüsü olarak bilinirken bugün en azılı FETÖ düşmanı olarak basın davalarında bilirkişilik yapanları bile vardır.
Hangi birini saymalı anlatmalı ki? Düne kadar F Tipi Cemaat sözcüsü bilineni tahmin etmek kolay. Peki, Cem Uzan’ın gazetesindeyken “Heil Recep!” diye yazan, neredeyse on yıldır da sabahı şerifler hayrolsun gazetesinde Recep Tayyip despotizmini demokrasi diye propaganda eden unsurun kim olduğunu çıkarabilir misiniz?

Kalemini ruhunu servet ve iktidar sahiplerine kiralamayan, bataklıkta nilüfer gibi kalabilen fikir emekçilerine saygıyla.

16 Kasım 2017 Perşembe

HANGİSİ VATANSEVER? VAHDETTİN Mİ, ATATÜRK MÜ?

Bir 17 Kasım günü İngiliz zırhlısıyla ülkeyi terk eden Padişah Vahdettin'in hain olup olmadığı tartışmasını Bülent Ecevit başlattı. Vahdettin’le uzaktan akraba olduğunu söyleyen Ecevit’e göre, “Vahdettin, Kurtuluş Savaşı’na açıktan olmasa bile belirgin şekilde destek oldu. İstanbul’dan ayrılacağı zaman devletin elinde külliyetli altın ve para vardı. O, çok az bir miktar aldı. İstese tümünü alabilirdi. ” (Zaman, 16 Temmuz 2005)
Vahdettin’i hiçbir zaman “hain” olarak görmediğini söyleyen Ecevit, “Atatürk, padişahın ve sadrazamın bilgisi ve onayı olmasaydı Ankara’ya gidemezdi” (Milliyet, 19 Temmuz 2005) diyerek sözlerini pekiştirdi;  Vahdettin olmasa Kurtuluş Savaşı başlamazdı” demeye getirdi.
Ecevit’in bu çıkışından sonra kanaat önderleri işi gücü bıraktı, Vahdettin’i tartışmaya başladı. Hâlâ da Vahdettin tartışılıyor.
İslamcı çevreler sevinçli, “80 yıllık bir tabuyu yıktı” diye Ecevit’e alkış tutuyor; Türkiye’nin tarihiyle yüzleşmesine ve barışmasına Ecevit’in büyük hizmet ettiğini yazıp çiziyor.
Sözüm ona laik medya ve yönetici elit ise çoğunlukla, Atatürk’e sahip çıkıyor.
Beni asıl şaşırtan da, medyanın ve yönetici elitin Atatürk’e sahip çıkması oldu.
Şaşırtıcı! Çünkü, zaman makinesi gerçek olsa ve mütareke günlerine gidebilsek, hiç kuşkusuz, bugünün yönetici eliti ve sermaye medyası, Mustafa Kemal’in ve Kurtuluş Savaşı’nın karşısında, Vahdettin’in yanında yer alırdı.
Bir çelişkiden söz etmiyorum.
Fikrimde ısrarlıyım. Bugünün yönetici eliti ve sermaye medyası, Mustafa Kemal’in ve Kurtuluş Savaşı’nın karşısında, Vahdettin’in yanında yer alırdı. Çünkü, zaman makinesi gerçek olsa Vahdettin de bugünlere gelebilse, ülkeyi aynen bugünkü gibi yönetirdi.
Yani, o günlerde ülkeyi İngiliz mandasına sokmak istediği gibi bugün de Avrupa Birliği’ne sokmaya çalışırdı.
O günlerde işgalcilerle işbirliği yaptığı gibi bugün de ülke topraklarını ABD’ye üs olarak verirdi; ABD’nin Irak’taki cinayetine ortak olmak isterdi; Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş anlaşmasını imzalamayan ABD ile sözüm ona stratejik ortaklık peşine düşerdi.
Birinci Dünya Savaşı koşullarında kaldırılan kapitülasyonları yeniden kabul ettiği gibi bugün ekonomiyi IMF’ye teslim ederdi; kamu malı işletmeleri yerli yabancı özel sermayeye peşkeş çekerdi.
Türkiye bugün Vahdettin kafasıyla yönetiliyor; ama, yönetici elit ve sermaye medyası Vahdettin’i değil Atatürk’ü bayrak ediniyor. Çünkü, Ecevit’in yaptığı gibi henüz açıktan açığa Vahdettin’i vatansever ilan edecek  moral güce sahip değil. Bir süre daha (Süleyman Demirel’e göre 100 yıl daha) Atatürk’e ihtiyaçları var. İhtiyaç kalmadığında asıl hainin Vahdettin değil, Atatürk olduğunu da söyleyecekler.
İhtiyaçları kalmadığında Atatürk’ü hain ilan edeceklerinden kuşku duymuyorum. Nitekim, eşine az rastlanır bir takiyye ile Atatürk’e sahip çıkan sermaye medyası, Vahdettin’in dürüst ve namuslu olduğunda, İngilizlere sığınırken Hazine’yi talan etmediğinde, böyle dürüst ve namuslu bir padişahın hain değil, olsa olsa aciz olabileceğinde ağız birliği etti. Böylece, ilerde Vahdettin’in vatansever olduğunu söyleyebilmenin ön hazırlığını yaptı.
 ***

“Dürüst ve namuslu” hain
Söylendiği gibi Vahdettin dürüst ve namuslu olsa bile, Kurtuluş Savaşı karşısındaki tutumu hiç de dürüst ve namusluca değil.
Doğru, Mustafa Kemal’i Samsun’a gönderen Vahdettin ama Kurtuluş Savaşı vermesi için değil, kendi mülkü saydığı devleti kurtarması için.
Mustafa Kemal’i Samsun’a gönderen Vahdettin ama gerçek niyeti ortaya çıkıncı peşinden idam fermanı gönderen de Vahdettin.
Kuvayı Milliye’yi “bir avuç eşkıya” diye niteleyip karşısına Kuvayi İnzibatiye’yi çıkartan, iç savaş yoluyla binlerce kişiyi kırdıran da Vahdettin.
Mustafa Kemal ülkeyi işgalden kurtarmak için savaş verirken, işgalcilerle işbirliği yapıp ülkeyi İngiliz mandasına teslim etmek için teklifte bulunan da Vahdettin.
Nihayet, Kurtuluş Savaşı başarıya ulaşınca, işgalciye sığınıp ülkeden kaçan da Vahdettin.
Tarih, elbette galipler tarafından yazılır ve galiplerin yazdığı tarihte birçok nokta karanlıkta bırakılır. Bu bakımdan kurtuluştan sonra yazılan resmi tarihte her şeyin yüzde yüz doğru anlatıldığı savunulamaz. Ama, tarihin karanlık bölgesi aydınlatılsa bile, Vahdettin’in Kurtuluş Savaşı karşısındaki konumunu değiştirecek bilgi belge çıkmaz. Hangi bilgi belge gizlenmiş olursa olsun, Vahdettin’in Kurtuluş Savaşı karşısındaki reel tutumu sadece galiplerin tarihinde değil, mağlup işgalcilerin tarihinde de böyle kayıtlıdır.
Anlaşmazlık, bu tutumun nasıl adlandırılacağında çıkar. Taraflar, kendi dünya görüşlerine göre adlandırırlar. Sınıfsal ve ulusal pencereden, sosyalizm ve yurtseverlik penceresinden bakarak sormak gerekir: Ülkeyi, halkın ortak evini işgal eden zorba ile işbirliği yapmak ihanet değilse nedir?
 ***

Vahdettin’e neden “vatansever” diyorlar?
Peki bunca yılın politikacısı devlet adamı Ecevit birden bire neden bu çıkışı yaptı?
Sermaye medyası ve yönetici elite göre, Ecevit yazmakta olduğu tarih kitabına şimdiden müşteri çekmek için böyle bir çıkış yapmış olabilir.
Ecevit’in ahir ömründe bile siyasetten kopamadığını, İslamcı çevrelere şirin gözükmek için Vahdettin meselesini ortaya attığını söyleyenler olduğu gibi, yaşlılıktaki zihinsel performans düşüklüğü nedeniyle böyle dediğini söyleyenler de oldu.
Bana sorulursa, Ecevit’in Vahdettin’le ilgili çıkışı bir acizler dayanışması.
Vahdettin ve Ecevit, fiziki benzerliğin yanı sıra karakter olarak da benziyorlar.
İkisi de birey olarak kibar, ürkek, kararsız, dürüst, namuslu, ama aciz.
Aciz oldukları için ülkeye kötülük etmekte birbirlerinden geri kalmadılar.
Vahdettin zamanında dış zorbalar ülke topraklarını paylaşmaya giriştiler, başaramadılar. Ecevit zamanında dış zorbaların uzantısı iç zorbalar ülke ekonomisini talan etmeyi başardılar.
İkisi de acizliklerini kabul etmeyip, memleketi batırma pahasına koltuğa yapıştılar. Vahdettin Damat Ferit’in hainliğini fark edemedi; iki yıl birlikte çalıştığı Kemal Derviş’in tıynetini fark edemeyen Ecevit de yolsuzluk suçlamasıyla Yüce Divan’a en çok bakan kaptıran başbakan oldu.
Sonuçta Ecevit, bilinçli ya da bilinçsiz, belki de ilerde Vahdettin muamelesi görmemek için, acizlerin dayanışması refleksiyle akrabası Vahdettin’i aklama çaresine sarıldı.
Dinci çevreler Ecevit’e müteşekkir.
Yönetici elit ve sermaye medyası mütereddit; Vahdettin’in dürüst ve namuslu olduğunu söylüyor, “vatanseverdi” demeye hazırlanıyor.
Peki, neden dürüst davranıp, Vahdettin’e şimdiden  vatansever” demiyorlar?

Yanıt: Mustafa Kemal’e henüz “hain” diyemedikleri için!
Rahmi Yıldırım
 29 Temmuz 2005

Not: 12 yıl önce bir televizyon programında Bülent Ecevit'in "Bana göre Vahdettin hain değildi" demesiyle başlayan tartışma üzerine kaleme alınmıştır.