28 Şubat 2023 Salı

ASRIN FELAKETİNDE ASRIN REZALETİ

Çocukluğumda Kızılay “kara gün dostu” idi. Okullarda Kızılay kumbaraları vardı, Kızılay Haftası düzenlenirdi. Kızılay Kolu başkanı olmak hayli itibarlıydı. Kızılay Haftası’nda Kızılay Kolu Başkanı arkadaşımız ya da öğretmen öğrencilere zarf dağıtır, zarfın içine bağış konurdu. Öğretmen, yardımseverliğin erdemini anlatırdı. Kızılay Haftası dışında da zaman zaman Kızılay Kolu başkanı ve üyeleri Kızılay yardım pulu dağıtıp bağış toplardı.

Gençliğimizde kurumlarımızda, İstanbul’da şehir hatları vapurlarında Kızılay kumbaraları vardı. İnsanlar keselerinin elverdiğince Kızılay’ın kumbaralarına para atarlardı.

Okullarda Kızılay Kolu, kurumlarda kumbara hâlâ var mı, bilmiyor(d)um. AA’nın 22 Kasım 2022 tarihli “Okullarda Kızılay Kolları yeniden canlanıyor” başlıklı haberine göre, Kızılay’ın yeni nesillerle bağının güçlendirilmesi amacıyla Milli Eğitim Bakanlığı ve Kızılay arasında iki ayrı protokol imzalanmış… Sorumun yanıtını almış oldum. 

Her şeye karşın o günlerden, yani AKP öncesi devirden kalan toplumsal bellek ve bilinç altıyla Kızılay hâlâ “kara gün dostu” olarak biliniyor. Bu bilinç ve beklentiyle, “asrın felaketi”nde depremzedeler Kızılay’ı yanlarından göremeyince, kendilerine uzanan yardım eli bulamayınca “Nerede devlet nerede Kızılay!” diye isyan ettiler. 

(Tüzüğüne göre) Kızılay’ın Onursal Başkanı Cumhurbaşkanı, şöyle yanıt verdi: “İşte çıkmış bir tanesi ‘Kızılay nerede? Ne çadırını ne yemeğini gördük.’ diyor. Be ahlaksız, namussuz, adi. Günde yaklaşık 2,5 milyona Kızılay yemek ulaştırıyor. Böyle vicdansızlık olur mu?

***

Bu ifadelerin Cumhurbaşkanı’na yakışmaması bir yana, anlaşıldı ki Kızılay bir süredir “kara gün dostu” değil, ticarethaneymiş. Gerçi tüzüğünde hâlâ, savaş, doğal afet, salgın hastalık ve benzeri olağanüstü hallerde “hiçbir şekilde maddi manevi çıkar gözetmeden hizmete koşacak gönüllü yardım hareketi” olduğu yazılı. Tüzüğünde hâlâ böyle yazılı ama, gazeteci Murat Ağırel ortaya çıkardı ki, Kızılay yardım kuruluşu olmaktan çıkmış, kapitalist piyasanın alelade bir ticari kuruluşu olmuş, holding olmuş. Kuruluş amacı ve tüzüğü uyarınca, depolarındaki tüm çadırları bila bedel deprem bölgesine göndermesi gerekirken, parasını verene satmış…

Kızılay elindeki çadırlardan 2 bin 50’sini 46 milyon TL karşılığında AHBAP’a satmış!

Türk Eczacıları Birliği (TEB), deprem bölgesinde kuracağı seyyar eczaneler için büyük boy çadır istemiş; Kızılay her birini 140 bin TL’ye satmış!

Söylenenler doğruysa, deprem bölgesine yardıma gelen yabancı arama kurtarma timlerine de benzer satışlar yapmış Kızılay.

Bu kadarla kalmamış Kızılay, AHBAP Derneği’ne dayanıklı konserve yiyecekleri satmış!

Dahası, bağış yoluyla gelen yardım malzemelerini satmış!

Dahanın dahası, Kızılay’ın elindeki çadır stoku Suriye’nin İdlip vilayetindeki cihatçı terörist gruplar için eritilmiş. 

Özetle, depremzede insanlar “kara gün dostu” Kızılay’dan çadır beklerken, Kızılay, çadırları AHBAP’a ve bölgeye yardım göndermek isteyen kişi ve kurumlara satmış.

İster istemez insanın aklına geliyor: AHBAP’a çadırları ve yardım malzemelerini parayla satan Kızılay, iktidar yörüngesindeki cemaat tarikat örgütlerine de aynı şekilde mi davrandı?

***

İtiraf edeyim, gazeteci olarak ben de farkında değildim Kızılay’ın geçirdiği dönüşümün. Depremzedeler gibi ben de Kızılay’ı hâlâ “kara gün dostu” yardım örgütü sanıyordum. Oysa Ensar vakfı üzerinden Erdoğan ailesinin ABD’de yaptırdığı binaya para aktarılmasına aracılık ettiğinde farkına varmalıydım bu dönüşümün… 

1999 Marmara depreminde de hayli eleştirilmişti Kızılay ama bugünkü gibi depremzedelerin çaresizliğini maliyet/fayda konusu yapan bir kurum olmamıştı. Çocukluk ve gençlik anılarımda şefkate yardımlaşmaya ilişkin sayfa vahşice yırtıldı. On binlerce insanımızın can verdiği felaketin üzerine bir de böyle bir acı ve üzüntü fazla geldi. Çok üzgünüm, psikolojim darmadağınık!

***

Kızılay Başkanı Kerem Kınık “Rutin bir işlem, ahlaki, akılcı yasal ve doğru. Aksini iddia edenler kötü niyetlidir!” diyerek savunuyor bu ticareti.

Zaten sorun tam da burada; yani insanlar enkaz altında kurtarılmayı beklerken; kurtulanlar aç açık barınma ve bir tas çorba telaşındayken, Kızılay’ın elindeki barındırma ve besleme olanaklarını ticarileştirmesinin ahlaki olup olmadığı parantezinde tartışılıyor. O Kızılay ki, tüzüğüne göre, işgal döneminde bile işgalciler Kızılay’ın faaliyetlerine karışamaz. 

İşgalciler bile Kızılay’a karışamaz ama bu vesileyle anlaşıldı ki, 1868’de “muhabbet ve muavenet cemiyeti” olarak yola çıkan, Cumhuriyet döneminde Kızılay adını alan, hiçbir resmi kuruma tanınmayan avantajlarla güçlendirilen dernek, AKP iktidarı döneminde kapitalist piyasanın sıradan bir ticari kuruluşu olmuş. 2014 yılında yürürlüğe giren Türkiye Afet Müdahale Planı’nda Kızılay sadece beslenme ihtiyacını karşılamakla görevlendirilmiş. Bu planla birlikte afetlerde barınma hizmetinde Kızılay AFAD’a destek olmakla yükümlü kılınmış.

Bu değişiklik çerçevesinde Kızılay Derneği, 30 Kasım 2018 tarihinde, Kızılay Yatırım Holding A.Ş. kurmuş. İnternet sitesindeki şemaya göre, bu holding ‘İçecek, yatırım, biyomedikal, teknoloji, portföy, sağlık, çadır&tekstil, kültür&sanat, sistem yapı, bakım ve lojistik’ olmak üzere 11 şirkete sahip. 

Kızılay Çadır ve Tekstil A.Ş., 19 Haziran 2019’da Kızılay Yatırım Holding tarafından kurulmuş. İnternet sitesindeki açıklamaya göre, “Çadır ve tekstil faaliyetlerinden elde edilen gelirlerin tamamı Kızılay'a aktarılır ve insani yardım faaliyetlerinde kullanılır.

Diğer alt şirketlerden Kızılay Portföy, yani Kızılay Gayrimenkul ve Girişim Sermayesi Portföy Yönetimi (KGGSPY) de “açık sermaye şirketlerine ve gayrimenkul sektöründe sürdürülebilir projelere yatırım yapmak” üzere kurulmuş; gelirinin tamamını Kızılay’a aktarıyor.

Kızılay neden borsaya giriyor, borsada nasıl para kazanılır, gerçekten bilmiyorum. Piyasada işlerin nasıl yürüdüğünü bilenler, Kızılay Holding’in Sayıştay denetiminden, vergilerden harçlardan kurtulmak için böyle bir yola girdiğini söylüyorlar. Ne söylesem boş! 

Diğer alt şirketlerin kuruluş amacı ve yapılanması da benzer cümlelerle ifade ediliyor. On bir şirketin hepsinde genel müdür, genel müdür yardımcısı ve yönetim kurulu üyeleri var. Elbette ballı maaşlar ve hakkı huzurlar. Oysa bu gibi hizmetler gönüllü olur! Zehir zıkkım haram olsun!!!

Bir de sosyal medyada “Ensar’a 7,9 milyon dolar bağışlayacak kadar hayırsever, Ahbap’a 46 milyon liraya çadır satacak kadar utanmaz” deniliyor ki… Ne desem boş!!! 

***

Özetle, AKP ile birlikte, her devlet kurumunun başına ne geldiyse, Kızılay’ın da başına o gelmiş. Vahşi kapitalizmin en gözü kara partisi AKP-Erdoğan iktidarı, devleti şirketleştirirken yardım kuruluşu Kızılay’ı da şirketleştirmiş. Kızılay asli görevinden uzaklaştırılmış, AKP nepotizminin yani eş-dost kayırmacılığının arka bahçesine dönüştürülmüş. Kızılay, yardımlaşma dayanışma refleksinin sömürücüsü ticari bir holding olmuş. Devletin öteki kurumları gibi sözde sivil kurum Kızılay da yozlaşmış çürümüş.

Olağan zamanda, yani felaket dışı zamanda Kızılay elbette gelir getirici ticari faaliyette bulunabilir. Bu faaliyet kara günde daha çok yardım yapabilmek içindir. Felaket anında yardımın ticareti ayıptır, günahtır, insanlık suçudur. Bu suçun hesabı mutlaka sorulmalı ve Kızılay Holding hemen kamulaştırılmalıdır!

25 Şubat 2023 Cumartesi

UKRAYNA: EMPERYALİSTLER ARASI HESAPLAŞMA ALANI

Biz deprem felaketiyle başa çıkmaya çalışırken kuzey komşularımız Rusya ile Ukrayna arasındaki savaş felaketi birinci yılını doldurdu. 

Savaş, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Ukrayna’daki ABD işbirlikçisi neo-faşist faaliyetleri ve Doğu Ukrayna’daki ayrılıkçı yerel yönetimlerin “Rusya’dan askeri yardım istemelerini” gerekçe göstererek Ukrayna’ya asker göndermesiyle başlamıştı. 

Savaş “Ukrayna savaşı” olarak adlandırılsa da gerçekte ABD ve Avrupalı müttefikleri ile Rusya arasında emperyalist paylaşım savaşıdır. Putin, doğuya doğru genişleyen NATO’ya karşı barikat kurmak için Ukrayna’yı işgal etti ama istediği sonucu elde edemedi; tersine Ukrayna, Rus ordusu için bataklık haline geldi.

Uluslararası alanda da Rusya tek başına. Savaşın yıl dönümünde BM Genel Kurulu’nda Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini kınayan ve askerlerini çekmesini öngören karar tasarısı, 141 oyla kabul edildi; Aralarında Çin ve Hindistan’ın da bulunduğu 32 ülke çekinser kaldı; sadece Belarus, Nikaragua, Suriye, Kuzey Kore, Eritre ve Mali, Rusya’nın yanında yer aldı. 

Bu aşamada savaşın en kârlı tarafı, silah tacirleri ve ABD oldu. Savaş öncesinde kendi başına emperyalist mihrak olma yolunda adımlar atan Avrupa Birliği (AB) ABD politikasına eklemlendi; Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un “Beyin ölümü gerçekleşti” dediği NATO yeniden güçlendi, İsveç ve Finlandiya’yı da bünyesine katmaya hazırlanıyor.

*** 

İkinci yılına giren savaşın yakın gelecekte ateşkes ya da barış anlaşmasıyla sona ereceğine ilişkin hiçbir işaret yok. Tersine taraflar savaşın tırmanacağı mesajlarını veriyorlar. Putin, savaşın yıldönümünde Federal Meclis’te yaptığı konuşmada, ABD ile Rusya arasında nükleer silahlanmayı düzenleyen Yeni START anlaşmasını askıya aldıklarını açıkladı; yani nükleer tehditten söz etti. ABD Başkanı Biden, Varşova’dan Putin’e “Ukrayna’ya desteğimiz zayıflamayacak, Ukrayna’da asla zafer kazanamayacaksın” diye karşılık verdi.

Karşılıklı bu açıklamalar gösteriyor ki savaş uzayacak. ABD, savaşın bitmesini istemiyor; Rusya’yı askerî ve ekonomik yönden çökertmek ve kendi coğrafyasına hapsetmek için “Uzatmalı Yıpratma Savaşı” denilebilecek bir strateji uyguluyor. Bunun için Ukrayna’ya on milyarlarca dolarlık askeri yardım yapıyor. AB de, tarihinde ilk kez üçüncü bir ülkeye silah sevk ediyor; tank gönderiyor. Ukrayna, ABD ve müttefiklerinin yardımlarıyla da olsa, Rus işgaline karşı beklenmedik bir direnç gösteriyor. Oysa işgal başladığında başkent Kiev’in üç beş gün sonra teslim olacağı ve Rusya yanlısı bir hükümetin kurulacağı söyleniyordu. 

Bu aşamada apaçık görülüyor ki savaş Rusya aleyhine seyrediyor. Putin savaşın gidişatını kendi lehine çevirebilmek için geçen Ocak ayında Ukrayna cephesinin komutanlığına Genelkurmay Başkanı Valeriy Gerasimov’u atadı. Atamanın düzeyi Putin’in çaresizliğini gösteriyor. Cephedeki resmi orduyu takviye amacıyla paralı özel şirket askerlerin sayısının artacağı da tahmin edilebilir. Kırım işgalinden sonra Putin’in izniyle kurulan özel güvenlik şirketi Wagner’in Ukrayna’da 50 bin paralı askerinin olduğu belirtiliyor. 

***

EMPERYALİST İŞGALE VE SAVAŞA HAYIR!

Savaşın yol açtığı kayıplar konusunda net bir bilgi bulunmuyor. Rusya, geçen Eylül’de 5 bin 937 askerinin öldüğünü, buna karşılık 61 binin üzerinde Ukrayna askerinin öldüğünü ileri sürmüştü. Ukrayna ise ölen Rus askerlerinin sayısının 145 bini geçtiğini öne sürmüştü. O günden bugüne taraflar yeni bir açıklama yapmadılar. 

Savaştaki sivil kayıplar konusunda iki taraf da net bir sayı veremiyor. BM’ye göre komşu ülkelere ve Batı Avrupa ülkelerine sığınan Ukraynalı mülteci sayısı 8 milyona yaklaştı. Ülke içerisinde yerinden edilen kişilerin sayısı ise 7,1 milyon.

Rusya tarihinde savaşlar çok ağırlıklı bir yer tutuyor. Önceki yüz yıllarda savaşmadığı bir komşusu yok gibi Rusya’nın. Rusya-İsveç savaşları, Osmanlı-Rus savaşları, Kafkasya savaşları, Rusya-İran savaşları, Orta Asya halklarıyla savaşlar, Rusya-Japonya savaşı, Napolyon savaşları, Alman-Rus savaşları… Kendi içinde de korkunç savaşlara sahne oldu Rusya. Bu durum, savaşın Rus dış politikasının ayrılmaz bir aracı olduğunu gösteriyor. Geçen yüz yılın sonlarında Afganistan işgalinden sonra bugün de Ukrayna işgali.

Her defasında olduğu gibi savaşın acısını yine yoksullar, kadınlar ve çocuklar çekiyor. Ukraynalı emekçiler savaşın bedelini ölüm, yıkım, sürgün şeklinde öderken; Ukrayna’da komünist parti yasaklı ama işgale karşı dünyanın dört bir yanında yine komünistler seslerini yükseltiyor. Umulur ki, Ukrayna halkı Sovyet devrimiyle kazandığı kendi kaderini tayin hakkının kıymetini anımsar; ABD ve NATO ile Rusya emperyalizmi arasındaki paylaşım savaşının dışında kendi yolunu bulur; ABD emperyalizmi destekli mevcut iktidar yerine kendi iktidarını kurar. Böyle bir sonuç, dünya halklarına da yeni bir esin kaynağı olur.

Emperyalistler arası hesaplaşmanın dışında ülkesini savunanlara selam olsun!

19 Şubat 2023 Pazar

DAYANIŞMA İLE DOĞRULUP AYAĞA KALKACAĞIZ

Deprem sadece doğrudan vurduğu yerleri yıkmadı, çekirdek ailemizden kayıp olsun olmasın hepimizi vurdu. Deprem bölgesi dışındaki bizler de deprem vurgunu yemiş gibi yaralıyız. Deprem bölgesindeki çaresizliğe yalnız kalmışlığa ilişkin her haberle yüreğimiz kavruluyor. Psikolojimiz darmadağın, moralimiz bozuk, yaşama sevincimizi hepten yitirdik.

Felaketzede bir arkadaşım sosyal medya hesabından yazmış: “Akrabalarımı toprağa verirken ağlamak istedim, ağlayamadım, ağlamaya gücüm kalmamış. Göz yaşı dökmek istedim dökemedim, göz yaşı pınarım kurumuş!

Ne kadar derin bir acı değil mi? Buna benzer ne çok paylaşım var. Felaketi doğrudan yaşayan, hayatta kalma mücadelesi veren pek çok dostum arkadaşım benzer duygular acılar içindeler. Onlarla birlikte bizim de yaşam sevincimiz kaybolup gitti. Nazım Hikmet’in deyişiyle “Bizi bir parça hazin ve dimdik bırakıp, Gözümüzden gözyaşlarımız gittiler!

Acımız ne kadar derin olursa olsun, isyanımız ve öfkemiz de o denli kabarık, heybetli. Bunca acıyı kederi dayanışma ile aşacağız. Tektonik depremin ve siyasal depremin enkazından ancak dayanışma ile doğrulup yaşama sevincimizi yeniden kazanacağız. İyi ki büyük insanlığın dayanışması var.

***

FAŞİZMİN MERHAMET DİLENCİLİĞİ VE KÖTÜLÜĞÜ

Felaketin ikinci haftası da geride kaldı. Göz yaşı pınarlarımız hâlâ kuru, ağlamaya hâlâ gücümüz yok ama hayatı düşmanlık üzerine yaşayan ümmetçi ırkçı faşistler, bu felaketten bile düşmanlık üretmeyi becerdiler. Kendileri dışında herkesi düşman bellemek zaten fıtratlarında var. 

Oysa felaketin bir gün öncesine kadar, kirli iç siyaset icabı göz boyamak için “Türkiye’nin üzerindeki pis ellerinizi çekin” “Bir gece ansızın gelebiliriz” diye kin ve nefret kusuyorlar, kof kabadayılık yapıyorlardı. Onca kof kabadayılık ve hamasete karşın; felaketin dehşeti karşısında kapıldıkları şaşkınlıktan çaresizlikten olsa gerek, merhamet dilenciliğiyle en üst düzeyde uluslararası yardım çağrısında bulundular. 

Merhamet dilenciliği de olsa, büyük insanlık çağrıyı karşılıksız bırakmadı. Yunanistan, Ermenistan, Kıbrıs Rum Cumhuriyeti, Irak… Yani “bir gece ansızın” ile tehdit edilenler. Resmi açıklamaya göre 99 ülkeden arama kurtarma ekipleri. Dünyanın tümü yani. Dünyada devlet demeye değer kaç ülke var ki?

Büyük insanlık dayanışmadan geri durmadı. Ne var ki, ümmetçi ırkçı faşistler de kötülük etmekten geri durmadılar. Kendilerinden saymadıkları muhalefet belediyelerini, sol partilerin yardım ekiplerini engellemekle dışlamakla kalmadılar, yabancı ekiplere de kötülük ettiler.

Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nin yardım önerisini reddetti faşist rejim. Rum ekibi, ancak Avrupa Birliği kanalıyla yardıma gelebildi. Rum Cumhuriyeti’nde benzer bir felaket olsa, yardıma gitmeyecek kadar kötüler yani!

Yunanistan'dan Hatay’a gelen ekipteki İşçi Takımı / Sendika T-34 üyesi üç komünist işçi, gözaltına alındı.  Topu topu üç komünistin varlığından korkacak kadar ödlekler yani!

İspanya, Almanya ve Avusturya ekipleri güvenlik nedeniyle ülkelerine erken dönmek zorunda kaldılar. İspanyol ekip “İçeride yaşayan insanlar varken iş makineleri enkazlara girmeye başladı, bunun parçası olmayacağız” diye açıklama yaptı.

İsrailli arama kurtarma ekibi güvenlik sorunu nedeniyle bölgeden ayrılırken ümmetçi faşist gazetenin manşetinde “Yardımsever kılıklı istihbaratçılar defoldu!” diye başlık atıldı. İsrail ekibinin tamamı istihbaratçı olsa, felaket bölgesinde neyin istihbaratını yapacaklar ki?

***

DÖRT AYAKLI DOSTLAR

Dünyanın her yerinden gelen arama kurtarma ekipleri içinde ümmetçi faşistlerin “İçinde köpek bulunan eve melekler girmez” inancıyla hakir gördükleri dört ayaklı dostlar da vardı.

Meksika ekibinde Proteo.

Güney Kore ekibinde Haetae.

Almanya ekibinde Asko ve Pia.

İsveç’ten Killia.

İspanya’dan Domi.

ABD’den Peter Pan.

Türkiye’den Alfa, Köpük ve daha niceleri.

Enkaz altındaki nice insanların seslerini duydular, kurtarılmalarını sağladılar. Proteo arama kurtarma çalışmaları esnasında hastalanmış, ülkesine dönemeden ölmüş. Proteo için Meksika’da anma töreni düzenlenmiş. Ruhu şad olsun!

İnsan eşrefi mahlukattır, köpekler necistir” doğması ve benzer nice dogmayla efsunlu güruh, dogmalarının saçmalığıyla yüzleşir mi acaba?

***

Felaketin ikinci haftası da geride kaldı. Göz yaşı pınarlarımız hâlâ kuru, ağlamaya hâlâ gücümüz yok. Sadece tektonik depremin enkazı altında değiliz; ümmetçi ırkçı faşist rejimin de enkazı altındayız. İktidar, gecikmiş yardım eleştirilerini “deftere yazdık” tehdidi ile karşılıyor.

Sözde herkesten daha dindar; herkesten daha fazla geleneklere göreneklere saygılı. Sadece bu memleketin değil, çok geniş bir insanlık ailesinin geleneğidir. Ölünün yedisi çıksın diye beklenir, kefenin yedi gün ıslak kaldığına inanılır, mevta için dua edilir; yedisi çıktıktan sonra giysileri fakir fukaraya dağıtılır veya yakılır, anısına yemek yedirilir. Ümmetçi ırkçı faşist iktidar, on binlerce mevtanın yedisini beklemeden, kendi ömrünü uzatmak için seçimi ertelemeye, felaket karşısında birbirlerine kenetlenen insanları ayrıştırmaya, dayanışmalarını engellemeye çalışıyor. 

Dayanışmayı engellemeye çalışıyor. Çünkü biliyor ki, acıyı paylaşma, felaket karşısında dayanışma insanlığı güçlendirir, toplumu dinçleştirir ayağa kaldırır. 

Dayanışma ile doğrulup ayağa kalkacağız. İyi ki büyük insanlığın dayanışması var.

15 Şubat 2023 Çarşamba

ASKER DEPREM BÖLGESİNE NEDEN GEÇ KALDI?

Eski askerim ya; sivil arkadaşlarım (bildiğimi sanarak) askeriyeye dair ne varsa soruyorlar. Deprem için de öyle. Maraş depremi sonrasında asker ilk iki gün ortalıkta görünmeyince, haklı bir öfke ve tepkiyle sordular:

- Komutan, sen bilirsin! Asker deprem bölgesine girmekte neden gecikti?

Ne yanıt vereyim? Benim askerliğim 41 yıl öncesinde üsteğmen rütbesinde kaldı, kalbim solda attığı için 12 Eylül faşizmi döneminde ilişiğimi kestiler. Nerden bileyim bugünkü depremde askerin ilk iki gün neden ortalıkta görünmediğini. Aklımda belleğimde kalan şey, askerlikte emirin demiri kestiği. Demek ki, emir veren olmadı, o yüzden asker ortalıkta görünmedi.

Böyle desem de sivil arkadaşlarım söylediğimi yeterli bulmuyorlar. Haklılar. Çünkü, geçmişteki felaketlerde asker birkaç saate kalmaz, bölgeye intikal ederdi. Gölcük merkezli 1999 depreminde böyle olmuştu; eksik fazla, ordu birkaç saat sonra sahadaydı. Seyyar fırınlar ve mutfaklar kuruluyor, askeri hastaneler helikopterlerle deprem bölgesine taşınıyordu.

Erzincan’ın maruz kaldığı 1992 depreminde askerin nasıl hareket ettiğine ilişkin o tarihte görevli olanların anlatımları da gazete sayfalarında televizyon ekranlarında paylaşılıyor. Deprem olur olmaz alarm verilmiş, asker tüm olanaklarıyla felaket bölgesine intikal etmiş…

***

Biliniyor ki, askerin elinde sivil kamu kurumlarının sahip olmadığı olanaklar var. İstihkam, muhabere, ordonat ve lojistik, levazım, ulaştırma vs. En önemlisi de eğitimli disiplinli personeliyle güvenliği sağlama kabiliyeti. Zaten dünyanın her ülkesinde askerin iki temel görevi vardır: Savaşta cephede düşmanla savaşmak ve ülkeyi korumak, barışta afetlere müdahale etmek.

Cephedeki savaşı bir kenara bırakalım. Asker afetlere nasıl müdahale eder, afet bölgesinde neler yapar? Sorunun yanıtı için asker olmaya gerek yok. Hiçbir şey yapamasa bile güvenliği sağlar. Ama askerin kabiliyeti bununla sınırlı değil. Sahip olduğu istihkam olanaklarıyla arama kurtarma çalışması yapar, hasarlı yolları köprüleri havaalanlarını onarır; levazım ve ordonat olanaklarıyla çadır kentler kurar, seyyar fırın ve mutfaklarla beslenme gereksinmesini karşılar, seyyar tuvaletler açar, sahra hastaneleri ile sağlık hizmeti verir, kara deniz ve hava ulaştırma araçlarıyla hem yardımların yerine ulaştırılmasını hem de felaketzedelerin intikalini sağlar… Bunlar kadar önemli olmak üzere sahada görünmesiyle moral kaynağı olur.

Benim görevde olduğum dönemde, ordunun bu gibi görevleri yerine getirmesi için resmi görev tanımı, yani doğal afetlerle mücadele eylem planı var mıydı, anımsamıyorum. Belki de vardı, rütbem düşük olduğu için var olup olmadığını bilmiyordum. 1980 yılında Çanakkale’de eğitim alayında teğmen rütbesiyle bölük komutanı idim; Çanakkale’nin Anadolu yakasında Kaz Dağları’nın başladığı mıntıkada çıkan orman yangınına müdahale ile görevlendirilmiştim. Orman yangını nasıl dehşetlidir, o gün deneyimledim. Asırlık çamlar nasıl bir anda kökten tepeye alevlere teslim oluyor, anlatamam. Alev alan kozalaklar mermi gibi onlarca metre öteye fırlıyor, yangını daha geniş bir alana yayıyor. O yıllarda yangın söndürme uçakları, itfaiye olanakları hak getire. Elimizdeki alet edevat yetersiz. Emrimdeki 300 dolayında askeri orman içi yollara dizdim, yolun öte yanına fırlayan kozalakların çıkardıkları yangınları söndürmekle görevlendirdim. Yangının yayılmasını önlemenin başka yolu kalmamıştı…

Dediğim gibi, o yıllarda askerin doğal afetlerle mücadele planı vardı ya da yoktu; bir felaket anında ordu ilk saatlerde felaket bölgesine intikal eder ve bu görevleri yerine getirmeye çalışırdı.

Gölcük 1999 depreminden sonra TSK bünyesinde doğal afetlere karşı mücadele eylem planı geliştirilmiş. Devre arkadaşlarım Doğal Afet Yardım Planı, kısa adıyla DAFYAR’ın hazırlanmasına katkıda bulunmuşlar. Kitap hacminde bir plan imiş. Hangi birlik, hangi yerleşim biriminden sorumlu olacak? Afet o birliğin sorumluluk bölgesinde ise dışarıdan hangi birlik takviye edecek? Bütün bunlar planlanmış. Mülki makamlar kendi bölgelerine gelecek birlikleri biliyorlar. Bu işin eğitimi yapılıyor vs...

***

UCUBE BAŞKANLIK SİSTEMİ DEVLETİ DE UCUBELEŞTİRMİŞ

DAFYAR Planı kitapta yazıldığıyla mı kaldı yoksa yürürlükten mi kaldırıldı? Her ne olduysa, Maraş merkezli depremler sonrasında asker ancak üçüncü gün sahada görünmeye başladı, o da güvenlikle sınırlı.

Oysa, askerin sahaya çağrılması için DAFYAR’a ya da bugünlerde çokça anımsatılan (2010 yılında kaldırılan) Emniyet Asayiş Yardımlaşma (EMASYA) Planı’na, olağanüstü hal ilanına gerek yoktu. Yürürlükteki 5442 sayılı İl İdaresi Yasası da askerin göreve çağrılmasına yeterli. Yasa’nın ilgili 11’inci maddesi, il genelinde çıkabilecek olaylarda valiyi askerden yardım istemekle yetkilendirmiş. Yasa valilere böyle bir yetki vermiş ama deprem felaketi sonrasında iki gün boyunca asker sahada yok. Vali bu yetkisini kullanıp askeri göreve çağırsaydı asker gelmez miydi? Demek ki, vali yetkisini kullanmamış, asker de emir almadığı için sahaya çıkmamış. 

Sorun tam da burada, her şeyin her şeyden sorumlu tek adamın talimatına bağlandığı rejimde. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi her şeyi o kadar merkezileştirdi ki tepeden emir gelmeden kimse kendiliğinden harekete geçmiyor. Herhangi bir olayda bile ilgili bakan sözlerine, “Sayın Cumhurbaşkanımın talimatlarıyla...” diye söze başlıyor. İnisiyatif yok yani!

İnisiyatifsizliğin yanı sıra ehliyet ve liyakat sorunu da var. Sistemin görevlileri ehliyet, liyakat, deneyim ve uzmanlık yerine sadakate ve ilahiyata göre seçiliyorlar. Resmi kurumların hali ortada. Kurumlar, talimat almadan harekete geçemeyen vasıfsız ehliyetsiz liyakatsiz görevlilerle doldurulmuş. Güvenliğe ilişkin bir tek makale okumamış kişi İçişleri Bakanı. 15/16 Temmuz gecesi esir düşen kişi Milli Savunma Bakanı. Merkez Bankası, AFAD, TÜİK, YSK, mahkemeler, Kızılay… Resmi kurumları denetlemekle görevli Sayıştay…

Bu liyakatsizliği, inisiyatifsizliği, ataleti kendileri de biliyor. CB yardımcısı Fuat Oktay, sistemin işleyişindeki sorunun bürokrasiden kaynaklandığını tespit ettiklerini söylemişti: “Külliye metaforu var. Yani bir şef ya da daire başkanı kendi alanıyla ilgili inisiyatif almıyor ‘Külliye’ye soralım’ diyorlar. Beyefendi böyle istedi, böyle talimat verdi diyorlar. İnisiyatif almayan, almak istemeyen yöneticiler, bürokratlar var. Sorunun onlardan kaynaklı olduğunu gördük.” (11 Mart 2021; Aktaran Elif Çakır, Karar, 15 Şubat 2023.)

TSK de sistemdeki inisiyatifsizlikten, ehliyet ve liyakatsizlikten payına düşeni aldı. Otuz yıl boyunca, askeri okullar sınavlarında sorular önceden verilerek FG Cemaati’nden eleman devşirildi. AKP iktidarı yıllarında ordu, “darbecilik virüsünden arındırma” bahanesiyle asli görevinden arındırıldı; bu süreçte aşağılandıkça aşağılandı, doğal afetlerle mücadele görevi unutturuldu, hastaneleri okulları elinden alındı. Öyle olunca da en çok ihtiyaç duyulduğu anda sahada yok...

Bu felaketten çıkarılacak derslerden biri de, TSK’nin görevinin yeniden tanımlanmasıdır. TSK, dış düşmana karşı yurdu savunmaya memur edildiği kadar, doğal afetlere karşı mücadele ile de açıkça yükümlü olmalı; DAFYAR Planı güncellenmeli ve Teşkilat Malzeme Kadro’su buna göre yeniden yapılandırılmalıdır. Bu çerçevede TSK’nin sağlık ordusu yeniden kurulmalı, doğal afetlerle mücadele edecek birlikler oluşturulmalı ve her an görev alacak şekilde hazır kılınmalıdır.

Ve elbette savaş tatbikatları gibi doğal afetlerle mücadele tatbikatları da ihmal edilmemelidir.

Bu söylediklerim, bir önceki yazıda vurguladığım (ancak devrimle mümkün olabilecek) zihniyet değişikliğiyle birlikte düşünülmelidir. Yoksa, değişen yine sadece kişiler olur, nasıl geldiyse öyle gider!


11 Şubat 2023 Cumartesi

DEPREM KADER DEĞİL

Bu ülkede siyasetin, devletin ve toplumun kılcal damarlarına hücrelerine sinmiş alaturka dinci faşist zihniyetin on binlerce hayatı söndüren depremlere karşın değişmemesi, değişenin sadece kişiler olması kader midir? 

Ülkemiz dünyanın en tehlikeli deprem kavşağında. Deprem denilince akla ilk gelen Japonya kadar tehlikeli. Ölü Deniz, Doğu Anadolu, Kuzey Anadolu fay hatlarındaki kırılmalar çok geniş bir alanda unutulmayacak kayıplara neden oluyor. 

Kuzey Anadolu fay hattının batı ucunda Gölcük merkezli 1999 tarihli depremin travmasını hâlâ atlatamadık, bu kez Pazarcık ve Elbistan merkezli çifte depremin acısıyla kavruluyoruz. Gölcük depreminde enkaz altında kalan devlet ve toplum bugün de enkaz altında; siyasete devlete topluma egemen zihniyet değişmemiş, sadece kişiler değişmiş.

***

Gölcük merkezli 17 Ağustos 1999 depreminde de devlet felce uğramıştı. Başbakan Bülent Ecevit aynı gün kara yoluyla gidebildiği Adapazarı’nda şöyle feryat emişti:

Türkiye’nin hiçbir yeriyle telefon bağlantısı yok. Şimdi durumu TRT aracılığıyla Ankara’ya bildiriyorum. Buradan devlet kuruluşlarına sesleniyorum. Çünkü telefonla direktif veremiyorum. Zayiat çok büyük. Vatandaşlar duygusal olarak haklılar ve kızgınlar. Benim tanık olduğum en büyük doğal afet. Allah devletimize milletimize kolaylık versin!

Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de Düzce’de felaketzedelere hitap ederken çok tanıdık cümleler kurmuştu:

Bu Cenab-ı Allah’ın takdiridir. Müslüman ülkeyiz. Doğanın gücü dediğimiz afetler olduğu zaman insan oğlunun ne kadar acze düştüğünü ilk defa görüyor değiliz.

Devletin en yüce katlarında teşhis böyle konulunca, yani “takdir-i ilahi” teşhisi konulunca tedbir de kendiliğinden gelmişti: “Allah beterinden ve tekrarından saklasın! Amin!

Teşhis ve tedbir böyle takdir edilince hesap sorulacak mercii kalmamıştı. Öyle ya, “Kimden davacı olunacak, hesap sorulacak? Depremden. Ama depremden davacı olunamaz, hesap sorulamaz. Çünkü Cenab-ı Allah’ın takdiriyle yıkmıştır.

***

Aradan 24 yıl geçti. Bu kez Ölü Deniz ve Doğu Anadolu fay hatlarındaki depremlere on binlerce insanımızı, kentlerimizi kurban verdik. Devlet yine felç oldu, Gölcük depreminde olduğu gibi insanlar yine çaresizlikleriyle baş başa kaldılar. Devletin tüm erkini kendisinde toplayan Recep Tayyip Erdoğan ikinci gün deprem bölgesine gidebildi, Pazarcık’ta bilinen zihniyeti yineledi:

"Olanlar hep oldu. Bunlar kader planının içinde olan şeyler. Her şeyden önce Müslümanız. Kader planına inanmış insanlarız.

Ara not: “Kader planı” ama itibarından lüksünden zerre kısıntı yok, deprem bölgesinde bile bir tabur korumayla dolaştı. Bir farkla ki, depremzedelerin başlarına çay poşeti atmadı!

***

Dediğim gibi, onca felaket deneyimine karşın devletin ve toplumun kılcal damarlarına hücrelerine sinmiş ırkçı ümmetçi milliyetçi faşist zihniyette değişiklik yok, değişen sadece kişiler. 

Gölcük depremi sonrasında komşu ülke Ermenistan arama kurtarma timi göndermek istemişti. Ancak koalisyon hükümetinin ortağı MHP, sırf Ermeni olduğu için engel olmuştu. 

Aradan çeyrek asır geçti. Marmara depreminden daha yıkıcı bir depremin enkazı altında kaldık. Ne mutlu ki büyük insanlık kötülüğün yanı sıra iyilik de üretiyor. Dünyanın her yerinen her inançtan her milliyetten devletler yardıma koştular. Kıbrıs Rum Cumhuriyeti de felaketin hemen ertesinde arama kurtarma ekibi göndermek istedi. Ne var ki, 24 yıl önce Ermenistan’a nasıl ret yanıtı verildiyse bugün de Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’ne ret yanıtı verildi. Böyle ağır bir felaketin ortasında bile böyle ağır bir kötülük. İnanılır gibi değil. Düşmanlık da bir yere kadar!

***

Tekraren, devletin, siyasetin, toplumun kılcal damarlarına sinmiş alaturka faşist zihniyette esaslı bir değişiklik yok; değişen kişiler. 

Değişen kişiler ama elbette değişen bir şeyler de var. Değişeni değişmeyeni topluca sıralamak ciltler dolusu kitaba ancak sığar. Ben, önemli gördüğüm bazı farklılıkları belirteyim.

Gölcük depremi sırasında her şeye karşın sosyolojik teolojik ahlaki fay hatları kırılmamıştı. Bugün toplumun devletin bu fay hatları da kırıldı; devletleşen dinci faşist ittifakın zorlamasıyla toplum ve devlet, inanç odaklı bir düşmanlaşmanın uçurumuna savruldu.

Gölcük depremi sırasında egemen siyasi otorite her şeye karşın toplumun ve felaketzedelerin tümünü kucaklama iddiasındaydı. Merkezi hükümet, yerel yönetimleri dışlamıyordu. Bugün ise egemen siyasi otorite, daha doğrusu “Şahsım” sadece kendisine Müslüman! CB sıfatıyla (yalandan da olsa) herkesi kapsayan duruş sergilemesi gerekirken (nasıl bir kibirle malul ise) muhalefet ile diyalogdan kaçınıyor, Tansu Çiller ile görüşüyor. Tansu Çiller’in deprem felaketi konusunda vereceği nasıl bir akıl, bilgi ve tecrübe birikimi varsa…

Gölcük depremi sırasında devletin beceriksizliğine karşı medya tümüyle eleştirel yayın yapıyordu. Bugün ise medyanın yüzde 90 kadarı iktidar tarafından besleniyor; devletin aczini beceriksizliğini mazur göstermeye çalışıyor.

Gölcük depreminde devletin en örgütlü en donanımlı, hareket kabiliyeti en yüksek birimi ordu, felaketin ilk saatlerinde sahadaydı. Bugün ise ordu ancak felaketin üçüncü gününde sahada görünmeye başladı. Maden facialarında deneyimli kurtarma ekipleri de öyle.

Gölcük depreminde merkezi hükümetin en yetkilisi Başbakan Bülent Ecevit, kızgınlıklara eleştirilere karşı nezaketi elden bırakmıyordu, olağanüstü hal ilanına gerek duymamıştı. Öyle ki, ekonomik kriz patladığında kapısının önüne yazar kasa fırlatılabiliyordu… Bugün ise merkezi hükümetin en yetkilisi “Şahsım” hemen olağanüstü hal ilan etti. Afet yönetimindeki eksikleri eleştiriler hakkında “Haysiyetsiz”, “Namussuz”, “Şerefsiz” diyor, sövdükçe sövüyor; “Günü geldiğinde, şu anda tutuğumuz defteri de açacağız” diyerek tehditler savuruyor. 

Ara not: CB olmasa ağzını daha da bozabilirmiş. İyi ki CB olduğunu unutmayıp dilini tutmuş! Dilini tutmasa kim bilir daha neler söylerdi!

Gölcük depremi ve öncesinde de kamu yönetiminde liyakat ve ehliyet kâğıt üstündeydi. Bugün kâğıt üstünde bile ehliyet ve liyakat aranmıyor. Deprem felaketine acil müdahale etmek ve koordinasyonu sağlamak üzere kurulan AFAD’ın Afetlere Müdahale Genel Müdürü’nün eğitimi donanımı nafile ibadetten ibaret. Sadece AFAD’ta değil tüm kamu yönetiminde imam hatip mezuniyeti ya da parti üyeliği istihdam edilmek için yeterli koşul. Öyle olunca da deprem felaketinde ölenler için sela okutmak ve dua etmek dışında bir şey yapılmaz; yapılırsa da toplumsal siyasal baskının zorlamasıyla yapılır. Covid19 salgınında ve ülke tarihinin en dehşetli orman yangınlarında da aynı liyakatsizlik ve ehliyetsizlik vardı.

***

Yazılacak konuşulacak çok ama çok şey var. Bu yazının son sözü olmak üzere:

Depremle baş etmek mümkün olmayabilir. Depremden daha acı olanı, sosyolojik teolojik ahlaki fay hatlarındaki kırılmadır.

Gölcük merkezli 1999 depremi Atatürk ve sözde laiklik ile aldatan zihniyetin iflasıydı.

Maraş merkezli 2023 depremi Allah ve din ile aldatanların iflası oldu: Ekonomide iflas, dış politikada iflas, iç siyasette iflas, nihayet felaketlerde iflas ve ayrımcılık… 

Bu iflas ve ayrımcılık kader değil. Gençliğimdeki heyecan ve idealizmle vurgulayayım. Dileyen hamaset ve slogan saysın: Bu hastalıklı kirli zihniyet ancak devrimle temizlenir! 


3 Şubat 2023 Cuma

HAK HUKUK GAK GUGUK

R. T. Erdoğan, seçim süreciyle ilgili olarak dedi ki, “Hukuk farklı bir şey. Ama bunun yanında guguk, o da farklı bir şey. Şu anda seçimle ilgili yetkinin kimde olduğunu bilmeyecek kadar cahillerin eline kaldık.

Böyle derken RTE, Cumhurbaşkanı sıfatıyla başında bulunduğu yönetim sisteminin nasıl bir sistem olduğu sorusuna en sade yanıtın anahtarını vermiş oldu aslında. Yani Türkiye’de hukuk düzeni mi geçerlidir yoksa guguk düzeni mi?

Hukuk düzeni nedir, guguk düzeni nedir? RTE’nin konuşmasında bu sorunun yanıtı yok, olması da beklenmemeli. Gündelik siyasetin süfli polemiklerinden uzak bir tanım gerekirse: Hukuk, üretim araçlarının sahibi sınıfın egemenliğini koruyan, bu arada emekçilere de kısmi haklar tanıyan, böylece mülk sahibi sınıfın egemenliğini meşrulaştıran kurallardan ibarettir. Anayasa, kanun, tüzük, yönetmelik vs… Yani devlet yönetimi kurallara bağlıdır, kurallar herkes içindir…

İnsan denilen canlı türünün tarihinde hukuk düzenine kolay ulaşılmadı; yüz yıllar süren kanlı mücadeleler ile mümkün oldu; esas olarak burjuvazinin feodaliteye karşı “özgürlük, eşitlik, kardeşlik, mülkiyet” sloganıyla yürüttüğü mücadelenin eseridir. 

Hukuk devleti egemen sınıfın iktidarını meşrulaştırırken, bu iktidara karşı bireyleri çeşitli güvencelere kavuşturur. Emekçi sapiensler için önemli olan da budur. Bu anlamda, bir gün muhtaç olunduğunda “hukuk herkese gerekir!”

***

Hukuk, egemen sınıfın iktidarının kâğıt üzerinde sınırlar ama sonuçta üretim araçlarının sahibi kimse hukuk da onun hukukudur. Hukuk emekçilerin silahı olarak burjuvaziye çevrildiğinde hukuk devletinin yerini polis devleti alır, kurallar kâğıt üstünde kalır. Siyaset bilimindeki adı faşizm, diktatörlük, tiranlık, istibdat olarak sıralanır… Günlük konuşma dilinde ise guguk devleti.

Guguk kuşu neden insanın vahşi siyasal sisteminin simgesi olmuştur? Türünü sürdürmek için uyguladığı asalaklıkla ilgili olsa gerek. Guguk kuşu, kuluçkaya yatma zahmetine katlanmıyor. Yuva yapıp kuluçkaya yatmak yerine yumurtalarını gözüne kestirdiği başka kuşların yuvalarına bırakıyor. Bunu yaparken de hile yapıyor. Yumurtasını hangi kuşun yuvasına bırakacaksa, oradaki yumurtaya benzetiyor; hilesi anlaşılmasın diye, yuvanın sahibi kuş yem bulmaya gittiğinde yuvadaki yumurtalardan bazılarını dışarı atıyor, kendi yumurtalarını bırakıyor. Daha ilginci, kuluçka dönemi sonunda yumurtadan çıkan yavru guguk kendisini büyüten kuşun huyunu kapmak yerine kendi biyolojik ebeveynine çekiyor, yuvadaki diğer yavruları dışarı itekliyor. Nasıl bir bencillik, acımasızlık, gücü yeten yetene ve hırsızlık düzeni değil mi! RTE “Hırsızlık babadan evlada geçer, evlattan babaya değil. Yönetimlerde hırsızlık da yukarıdaki üst yöneticilerden altta ki yöneticilere, oradan da halka yansır” derken galiba tam da böyle bir guguk düzenini kast etmişti.

***

Özetle guguk düzeni demek, hukuk tanımazlık, hilekârlık, tahripkârlık, hırsızlık, başkasının emeğine yuvasına çökmek demek.

Guguk düzeni böyle tanımlanınca, ülkemizin haline bakıp gördüklerimi yazmayayım. Şu kadar ki, ne kadar çok guguk var değil mi? En çok da hukuk insanı geçinen sapiens kılıklı guguklar. Öyle çoklar ki! Adliyelerde, avukat bürolarında, kamu kurumlarının hukuk birimlerinde. Meslek ahlakına sahip hukukçuyu ara ki bulasın.

Sadece hukuk insanı geçinen sapiens kılıklı guguklar yok. Sosyal hayatın her alanında kendini aslan kaplan zannedenler, zannetmenin ötesinde bukalemunlar, pervane böcekleri, örümcekler, yılanlar, akrepler, çakallar, sırtlanlar, kurtlar, domuzlar, tilkiler, maymunlar, atlar, eşekler… En çok da köpekler, koyunlar ve öküzler… Bir de tardigrada denilen omurgasızlar. Özellikle siyasette, medyada, üniversitelerde ve entelektüel camiada. 

AnaBritannica’ya göre tardigrada, yeryüzünün hemen her yerine dağılmış, yaklaşık 350 tür içeren omurgasızlar grubunun ortak adıdır. Evrim tablosunda halkalı solucanlar ile eklembacaklılar arasında yer alırlar, serbest yaşarlar. Çoğunun boyu 1 mm’yi aşmaz. Bulundukları ortamlar çok çeşitlidir. Yosunlar ya da kumlar arasında tatlı ya da tuzlu sularda yaşayan türleri vardır. Sindirim kanalı vücutlarının bir ucundan öbür ucuna kadar uzanır. Bilinen hiçbir özel dolaşım ve solunum organları yoktur. Bitkiyle beslenen türleri, ağızlarının çevresindeki dikensi yapılarla deldikleri bitki hücrelerinin içini emer. Birkaç türü ise etçildir. Tardigradalarda erkek dişi ayrımı belirsizdir. Çok düşük sıcaklıklara ve su yitimine karşı son derece dirençli olan bu hayvanlar çevre koşulları kötüleştiğinde tüm etkinliklerini askıya alarak bekleme evresine girerler. Vakum altında sekiz gün, helyum gazında ve -272°C’de saatlerce bekletilen örnekler oda sıcaklığında yeniden canlanmıştır. Tardigradalar su ve rüzgârla kolayca yayılabilirler.

Özetle tardigrada her şeyden önce omurgasızdır. 

Dolaşım sistemi olmadığına göre kansızdır, yüreksizdir.

Solunum sistemi olmadığına göre ciğersizdir. 

Cinsiyeti belirsizdir. Tardigrada neredeyse sindirim sisteminden ibarettir, üremesi dışkılamaya benzemektedir. 

En çetin koşullarda canlı kalabilmekte, akan suya esen rüzgâra göre yer değiştirebilmektedir.

Omurgasız, kansız, yüreksiz, ciğersiz, cinsiyetsiz…

Sülük gibi besleniyor.

Rüzgâr nereye savuruyorsa, 

Su nereye götürüyorsa oraya gidiyor.

***

Tardigrada, guguk, bukalemun, köpek, koyun, öküz vs…

Sonuçta doğal canlı türleri. Peki, sosyal hayatta fikri ve siyasi omurgasızlık, akan suya esen yele göre pozisyon değişikliği, ezilenler karşısında kalpsizlik, muktedirler karşısında ciğersizlik, fırdöndülük, hilekârlık ve tahripkârlık, gelen ağam giden paşam oportünizmi, zalimlere köpeklik, zulüm karşısında öküz duyarsızlığı ve koyun gibi uysallık da doğal mıdır? 

Yuh olmasın mı böylelerine?

Yuh olsun derken türümüze o kadar da haksızlık etmeyeyim. Dünya dönüyorsa, vicdan ve ahlak sahibi insanların yüzü suyu hürmetine dönüyor; onca kötülüğün yanı sıra bunca iyilik varsa, vicdan ve ahlak sahibi insanların gayretiyle var.