29 Temmuz 2023 Cumartesi

MİZAH BAHÇELERİNDEKİ SARARMANIN HÜZNÜ

Mizah, alışılmış sıradan hayata ve olağan düşünceye kurulan tuzaklarla gülümsetmek, gülümsetirken düşündürmek demek. Tuzağın temel malzemesi zıtlıklardır, talihsiz rastlantılardır. Ancak, herkesin gözü önünde cereyan eden bir zıtlığı kopyalayıp temsil etmek nükte tadı vermez. Kaba zıtlıkları ben bile fark edebildiğime göre herkes fark eder. Mizah, herkesin fark etmediği çelişkileri fark edenler tarafından yapılır. Mizah ustaları, çelişkilere biraz çeşni katarak, biraz abartarak, zarif ve ince anlam yükleyerek zihinleri aydınlatırlar. 

Üst üste dizildiğinde boyunu aşan onca kitabı Aziz Nesin, insanlara aslında ağlanacak hallerini göstermek için yazmıştı. Ama okuyanlar ağlayacakları yerde güldüler. Çünkü Aziz Nesin ağlanacak halleri nükte tadında hikâye etmişti.

Mizahta bereketin sigortası ise mizahtan anlayan insanların varlığıdır. Göbeğini hoplatarak gülmesi şart olmasa da, alışılmış akla kurulan tuzağı algılayıp tadına varan kişilerin gelişkin beyin taşıdığı, mizah aklına ve duygusuna sahip olduğu kabul edilir. Tekrarlayalım, mizahtan anlayan ayrıca izah istemeyen gelişkin beyin!!!

Mizah ve sigortası böyle tanımlanınca, AKP iktidarı döneminde mizah bahçelerindeki sararmaya kararmaya bakıp hüzünlenmemek elde değil. Kendi hesabıma, mizahtan, gülümseterek düşündürmekten yana hayli karamsarım. Ne yergi şiirlerinde ne mizah dergilerinde, insanı mest eden bir nükteye eskisi kadar sık rastlamıyorum. Nasrettin Hoca’nın, Aziz Nesin’in memleketi ne hallere düştü! Gülmek devrimci eylemdir ama gülemiyorum. Umarım mizah duygumu yitirmemişimdir, devrimciliğime halel gelmemiştir!

***

Nasıl güleyim?

Akbelen Ormanı’ndaki katliamın faili Limak Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı, dünyanın en önemli çevre örgütlerinden Doğal Hayatı Koruma Vakfı Mütevelli Heyeti Türkiye üyesi çıkmış, iyi mi? Gülmeli mi ağlamalı mı?

'BM sıfır atık' toplantısında konuşan Emine Erdoğan, “Dünyanın kaynakları nüfusunun 1,5 katına dahi yetebilecek durumda. Yeter ki adil olalım, paylaşmayı bilelim” demiş. Sosyal medya ahalisi “fıkra bu kadar” deyip espri niyetine paylaşıyor; nedense, gülemedim.

Mizahçıların ekmek teknesi siyaset dünyası neredeyse çölleşti, mizahın esintisi bile yok. Düşünsenize, olmaz ya, oldu diyelim. Recep Tayyip Erdoğan, Devlet Bahçeli, Kemal Kılıçdaroğlu, Meral Akşener, Bülent Arınç, Hulusi Akar, Süleyman Soylu bir araya geldiler. Numan Kurtulmuş’un hatırı kalmasın, o da bulunsun. Kim kime ne şakası yapar? Hangisi tadından yenmez bir espri üretir? Fıkranın şahını anlatsan fayda eder mi? 

Hepsinin buluşması mümkün olmasa da Erdoğan ve Bahçeli sık sık buluşuyorlar. Birbirlerine fıkra anlatıyorlar mı, espri yapıyorlar mı acaba? 

Oysa nükteden yana siyaset dünyası eskiden bu kadar kısır değildi. Milletin birbirini kırdığı 1970’li yıllarda bile, politika esnafı mizahtan yana bu kadar nasipsiz olmamıştı. O yıllarda siyaset dünyasının iki başoyuncusu Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit, âdet yerini bulsun cinsinden bir görüşme yapmışlardı. Görüşme sonrasında gazeteciler Demirel’e sormuşlardı:

- Efendim, Bülent Ecevit’in elini sıktınız mı?

Demirel’den yanıt:

- Ya neresini sıkacaktım!

Sağ-sol, ülkücü-devrimci kavgalarında, Demirel-Ecevit çekişmesinde nice espriler üretilmişti. Dinciydi minciydi ama Necmettin Erbakan’ın her vecizesi espri tadındaydı. Erdal İnönü esprileriyle gerçekten gülümsetiyordu. Yıldırım Akbulut ve hatta Tansu Çiller hakkında ne fıkralar üretilmişti. 

Şimdi toplum eskisine göre daha milliyetçi daha dinci; daha yerli ve daha milli yani! “İslam hoşgörü dini” ama sıkıysa güncele ilişkin bir Bektaşi fıkrası anlat; adamı tefe koymakla kalmayıp hapse bile atarlar…

Muhafazakâr demokrasi” devrindeyiz. (Tırnak işareti yetmiyor, ! işareti şart.)

Muhafazakâr demokrasi” devrindeyiz ama “İkinci İstiklal Harbi’nin Başkomutanı Erdoğan” başlığı altında oksimoron üretmek için hayli yürek yemek gerekiyor. 

Bu devirde sıkıysa Diyanet’i, polisi makaraya sar. 

Sıkıysa Türk hatta Kürt veya bir yörenin ahalisi hakkında mavra yap.

Örneğin şöyle bir yakıştırma: Rize’de asri mezarlığa uçak düştü. Karadeniz Ajansı’nın haberine göre, 4 kişilik uçağın enkazından 80 ceset çıkartıldı, enkaz kaldırma çalışması ilerledikçe ölü sayısının artmasından endişe ediliyor... Rizeliler demediklerini komazlar. Bu ve benzeri konularda şakalaşmaya gelmez.

* * *

Pravda ve İzvestiya

Madem bu konularda mavra yapmaya, kişileri ve kimlikleri makaraya sarmaya gelmiyor, ben komünistleri makaraya sarayım. Komünistlerle dalga geçmenin tehlikesi yok nasıl olsa.

Yeri geldiğinde derste veya dostlar meclisinde anlatıyorum.

Sovyetler Birliği’nde iki büyük kitle gazetesi varmış. Biri Pravda, öteki İzvestiya.

Pravda, Türkçe’de “Gerçek” anlamına geliyor, İzvestiya’nın karşılığı da “Haber, rapor.

Sovyet yurttaşları kendi aralarında şöyle dalga geçiyorlar:

Pravda’da İzvestiya yok, İzvestiya’da Pravda yok!”

**

Kahrolsun diktatör!

Sovyet mizahıyla devam edelim. Devir Stalin devri. Sarhoşun biri gece yarısı Kremlin Meydanı’nda “Kahrolsun diktatör!” diye slogan atıyor. KGB ajanları adamı paketleyip Stalin’in huzuruna çıkarmışlar. Stalin, sarhoşa sormuş: 

- Yoldaş, kahrolsun diktatör demişsin?

 Sarhoştan yanıt:

- Yoldaş, ben Hitler için kahrolsun diktatör dedim.

Stalin bu kez KGB ajanlarına dönüp sormuş: 

- Yoldaşlar, siz ne anladınız?

* * *

Değişmek ya da değişmemek

Temenni etmem ama bu nükteler anlaşılmadıysa, başka bir öyküye geçelim. 

Ali Sirmen’den okuduğum bir Sovyet fıkrasını Türk mizahına uyarlamıştım. Öykü, Türkiye şartlarında 1970’li yıllarda geçiyor. Yani, devrimci komünistlerin halkın arasına karışıp işçilere köylülere (hatta kışlalarda askerlere) diyalektik ve tarihi materyalizmi anlattıkları yıllar. 

Türkiye’de devrime ve sosyalizme en son meyledecek sınıflar köylüler ve esnaftır; ama devrimciler umutsuz vaka olan bu sınıflara sosyalizmi, değişmeyi, diyalektik ve tarihi materyalizmi anlatmaktan geri durmuyorlar.

Malum, hareket ve değişim Marksizm’in temel kavramlarından biri ama Türkiye’de on yıllardır Marksizm’e ait kavram olmaktan çıktı. Gençliklerinde sola ve Marksizm’e bulaşmış, sonra dönek ahlakının itelemesiyle hidayete erip(!) sermayeye biat etmiş dönek taifesi, değişimi, hatta solculuğu tekellerine aldılar. Önce döne dolaşa Turgut Özal’ın sonra Recep Tayyip Erdoğan’ın ne denli “ilerici”, “demokrat” olduğuna, bulabildikleri safları ikna etmeye çalıştılar. Erdoğan’ı “neo Atatürk” ilan eden, attan düşüşünde mükemmellik keşfeden bile çıktı. Bugünlerde Ekrem İmamoğlu için benzer bir çaba içindeler. 

İşte ne zaman, değişim tartışması açılsa, Sovyet mizahından uyarladığım öyküyü anımsarım. Öykünün kahramanları komünist devrimcilerin bilinçlendirdiği köylülerden Reco ile Tayyo. Malum kırlık yerlerde er kişi lakabıyla bilinir. Reco ile Tayyo çok iyi dostlar, moda deyimle iki kanka. (Bu anda sayın muhbir vatandaşa ve ihbarı ciddiye alacak savcıya özel notumdur: Recep ile Tayyip değil, Recai ile Tayyar! Recep ile Tayyip de olabilirdi ama Recai ile Tayyar. Bilmem anlatabildim mi?)

***

Reco ile Tayyo

Reco hali vakti daha iyi olduğundan kendisini Tayyo’dan üstün görüyor, her konuda ona akıl öğretiyor. Karagöz ile Hacivat gibiler yani.

Bir gün yine yan yana tarla sürerlerken Tayyo, Reco’ya seslenir: 

- Yav Reco, demokratik halk devrimi çok eyi, benim de torpağım olacak; lakin bu diyalektiğe, her şeyin değiştiğine pek aklım yatmıyo. Sen kâmil adamsın, nedir değişim? 

Kulağını dört aç!” demiş Reco, başlamış anlatmaya:

Şimdi ağanın tarlasını sürüyon, demokratik devrim olduğunda kendi tarlanı süreceen. Bak, değiştin işte. Günün birinde hastalanacan, sonra da ölecen

He ya, Cenabı Rabbilalemin gecinden versin, demiş Tayyo;

 Reco devam etmiş: 

Teneşirde yıkayıp kefenledikten sonra gömeceez seni. Kabrinin üstünde otlar bitecek, otları aha bu sarı öküz yiyecek, sonra sarı öküz yola fışkısını bırakacak, ben de fışkıya bakıp “Ula Tayyo, ne kadder değişmişsin!” diyeceem. İşte diyalektik bu babo! 

Tayyo, diyalektik dersine fena bozulmuş. “He ya! Dünyanın türlü halleri işte. Herhal anlamışam. Dinleyeceksen bir de ben anlatam” diyerek başlamış öğrendiğini tekrara. 

- Bak Reco! Sen şimdi tarla sürüyon ya. Yarın öbür gün emri hak vaki olacak. Seni teneşire yatırıp yıkayacağız. Kefenleyip gömeceez

Reco, kankasının diyalektiği kavramasından memnun, “Aferin Tayyo, Kur’an hakkı için profosor gibi adamsın valla!” diye iltifat etmiş. 

Tayyo, “Hele kesme lafımı!” deyip, devam etmiş:

Sonra kabrinin üstünde otlar bitecek, sarı öküz otu yiyecek, yolun ortasına fışkısını yapacak. Ben de fışkıya bakıp ‘Yav Reco, vallah billah heç değişmemişsen!’ diyeceem!

Naçizane Türkiye’ye uyarlanıp değişen öykü böyle. 

Değişmenin, dönmenin, sermayeye biat ve hizmet etmenin metafiziğine diyalektiğine ne denli uydu? Takdir mizah aklını ve duygusunu yitirmemiş okuyucuya ait.


26 Temmuz 2023 Çarşamba

HALKÇI HAYAL KIRIKLIĞI

Ayağın kayıp düşmeyegör ya da düşenin dostu olmazmış. Gelen vurur giden vurur.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun Mayıs 2023 seçimi sonrasında düştüğü durum o hesap. CHP Genel Başkanı olarak 13 yılda çok seçim kaybetti ama hiçbirinde Mayıs 2023 seçimi sonrasındaki duruma düşmedi. “Ekmek için Ekmeleddin”, “Gel Bakalım Muharrem” fiyaskolarında bile parti içi iktidarına ciddi itirazla karşılaşmadı. 

Mayıs 2023 seçimleri sonrasında içine düştüğü durum öncekilerden çok çok farklı. En başta onca yıldır etrafında bulundurduğu ekibi tarafından terk edildi. Zoomgate videosuyla anlaşıldı ki, kurultaylarda “çekirdek kadro” diye parti yönetimine ve TBMM’ye milletvekili seçtirdiği sırtlanlar çetesi, yenilgiden hemen sonra Kılıçdaroğlu’nun başını koparmaya çalışmaktadırlar... 

Dost bildikleri tarafından çelmelenmek... Kemal Kılıçdaroğlu kim bilir ne acı bir hayal kırıklığı yaşamaktadır.

***

CHP yanlısı medyada da durum farklı değil. Kılıçdaroğlu’nun başını istemeyen kanal ya da köşe yazarı yok gibi. CHP genel başkanlığından istifa etmedi diye neler neler demiyorlar Bay Kemal için. “Haysiyetsiz”, “şerefsiz”, “onursuz”, “hain” diyen bile var… 

Tersi olsaydı, seçimi Kılıçdaroğlu kazansaydı yani, aynı sırtlanlar çetesi ve yazarlar hiç kuşkusuz Bay Kemal’i kahraman ilan eder, heykelinin dikilmesi için kampanya açarlardı.

Burjuva siyasetinde ve medyasında bu işler hep böyle oluyor. Başarının sahip çıkanı, anası babası çoktur ama başarısızlık cami avlusuna bırakılan piç gibidir. Onca yılın hayat ve siyaset deneyimine sahip Kılıçdaroğlu siyasetin bu çirkinliğini bilmiyor olamaz sanırım.

Kılıçdaroğlu’na edilen hakaretler o raddeye vardı ki, iktidar yozdaşı medyanın yazarları bile hakaretleri kınamaya başladılar. Kılıçdaroğlu da belediye başkanları toplantısında, “Köşe yazarları üzerinden parti içi meseleler tartışılıyor. Ben kimin, nereden, ne kadar maaş aldığını biliyorum” demiş. Doğru ise, gerçekten vahim; iktidar şakşakçısı yozdaş medyanın laciverti gibi gayrimeşru bir ilişkinin işaretidir. Burjuva muhalefetin yozdaş medyası diyelim.

***

Naçizane ben, müstahak olmasa da, Kılıçdaroğlu’nun bu akıbeti (Mayıs 2023 seçiminin ardından günah keçisi niyetine kurban edilmeyi) hak ettiği kanısındayım. Şöyle anlatayım:

Deniz Baykal’ın alaturka kaset operasyonuyla sahne dışına itilip yerine Kılıçdaroğlu’nun CHP genel başkanı seçildiği kurultayın hemen ardından “Halkçı hayal kırıklığı” başlığıyla yazmıştım (31 Mayıs 2010). Özetle şu hususları vurgulamıştım. 

Kamuoyunda sol parti bilinse de CHP “sol”, “sosyal demokrat” değerlerin partisi değildir. Orta sınıf partisi olarak CHP’nin 1960’larda 70’lerde iğreti olarak edindiği sol değerler Baykal döneminde tamamen törpülendi, parti değişime ve örgütsel demokrasiye kapalı statüko kalesi haline geldi. Baykal’ın miskin tembel ruhani liderliği CHP’yi örgüt içi demokrasiden yoksun bıraktığı gibi, kendisine oy veren sol kitleyi de iktidarsızlığa mahkûm etti. Baykal’ın yerine Kılıçdaroğlu’nun genel başkan seçilmesiyle sol kitle için toparlanma ve iktidar umudu tomurcuklandı. Rahşan Ecevit bile 30 yıl önce terk ettiği partiye döndü, Bülent Ecevit’i de getirdiğini söyledi. Ancak, Kılıçdaroğlu’nun kurultay konuşması ve parti yönetimi için çıkardığı liste gösteriyor ki, CHP’nin yönetiminde zihniyetinde, sol tabanın beklentisini karşılayacak bir değişim olmayacak. Baykal’ın gitmesi dışında değişiklik yok, CHP hamamında sadece tellaklar değişti. Kılıçdaroğlu da popülist halkçılık dışında en az Baykal kadar statükocudur; Kürt, Alevi, azınlıklar, Ergenekon sorunlarında Baykal’ın milim solunda değildir. Kurultay konuşması sıradan, eklektik, popülist ve biraz da demagoji yüklü olduğu gibi parti yönetimi için hazırladığı liste ahbap çavuş topluluğudur. Parti yönetimine seçtirdiği kimileri değil sosyal demokrat, adam bile değildir. 

Parti içi demokrasiyi, o demokrasiyi bizzat katleden kişinin önderliğiyle, 

Kürt sorununa ilişkin politikayı, devşirme gazetecinin telkinleriyle,

Emek politikasını, yönettiği sendikayı sağcılara teslim eden sendika ağasının yaklaşımlarıyla,

Yargı sorunlarını Ergenekon avukatının kafasıyla,

Medya politikalarını orduyu demokrasinin deniz feneri olarak gören akademisyenin vizyonuyla, 

Anayasal sorunları DP liderliğine yakıştırılan hukukçunun zihniyetiyle belirleyecekse,

Partinin solcu tabanı, Ecevit’ten sonra bir kez daha hayal kırıklığına uğrayacak demektir. 

* * *

Ben demiştim” bilgiçliği sayılırsa sayılsın, Kılıçdaroğlu’nun CHP liderliği aynen yazdığım gibi oldu. Partinin solcu tabanı Ecevit’ten sonra bu kez Kılıçdaroğlu tarafından defalarca hayal kırıklığına uğratıldı. Kaç seçime girdi çıktı saymadım, Kılıçdaroğlu, 2019 belediye seçimi dışında hepsinde yenildi. Oysa kişilik karakter olarak yenilgiye müstahak bir siyasetçi değil Bay Kemal. 

Son seçimde adaylığına itiraz eden İYİ Parti’li Cihan Paçacı’nın bile kabul ettiği üzere “Sokakta Kemal Bey’e itiraz görüyoruz, 'dürüst değil mi?' diye soruyoruz, 'dürüst' diyorlar. 'Devlet tecrübesi yok mu?' diyoruz 'var' diyorlar. 'E o zaman?' 'Ama olmaz…' Sokaktaki bu itirazı İYİ Parti olarak görmezden gelemeyiz."

Yani, en kaba sağcı siyasetçilerin bile kabul ettikleri üzere, temiz, dürüst, lekesiz, çelebi mizaçlı bir insan Kemal Kılıçdaroğlu. Mayıs 2023 seçimlerinde (bence) çok iyi çaba gösterdi, toplumun her kesiminden oy alabilecek bir profil oluşturdu. Ama otokrasinin kanunlarına yenik düştü, kazanamadı. Belki de aslında kazandı. Seçmen listeleri ve seçim kurulları ne kadar düzgün? Ne kadar hayalet ve ithal seçmen var? Bilinmiyor. CHP örgütü ve Millet İttifakı üyesi öteki parti örgütleri ne kadar çalıştılar, bilinmiyor? Buna karşın otokrasiye karşı yüzde 48 oy. Asla küçümsenmemeli ama kazanamadı işte.

Yazık oldu Bay Kemal’e. Müstahak değildi böyle bir yenilgiye. Kabul eder mi bilemem, kendi elleriyle hazırladı bu yenilgiyi. CHP genel başkanı olarak 13 yıl boyunca partiyi sola taşımak yerine, Deniz Baykal’ın bile cesaret edemediği kadar sağa taşıdı, etrafına hep sağcıları, sosyal demokrasi tüccarı sırtlanları topladı. Partinin söylemini modern laik hukuk terimleri yerine helalleşme ve kul hakkı gibi şeriat terimlerine dayandırdı, CHP’nin kurucu ilkelerini silikleştirdi. Şimdi “güvenli bir liman” diyor; ama rotası yine sağa. Bunca yıldır genel başkan ama örgüt içi demokrasiyi ve yönetime katılımı sağlayacak tüzük değişikliğini gerçekleştirememiş... Aklıma bir tek, Alevi Bektaşi Kızılbaş tarihinde Sersem Ali Çelebi geliyor. Oysa ülke yeterince sağduyulu, eksik olan solduyu! Sersem Ali Çelebi’lerden çekilen yetsin gayri. Kılıçdaroğlu suçlanacaksa, Mayıs 2023 seçimlerini yitirdiği için değil, CHP’yi hep sağa hep sağa çektiği için suçlanmalı.

Bu yazının son sözü yerine,

CHP Tayyip’in laciverti imamın oğlu ile değişecekse hiç değişmesin daha iyi!

Bu arada, sosyalist bir yurttaş olarak, burjuva muhalefet partisinin iç iktidar sorunları beni niye bu kadar ilgilendiriyor ki? 


18 Temmuz 2023 Salı

ŞU ZALİM ZAMCININ ETTİĞİ İŞLER

Yaşın 70 olmasına az kaldı. Alman SPD’nin efsane başkanı Willy Brandt’ın “19’unda komünist olmayanın kalbine, 29’unda kapitalist olmayanın aklına şaşarım” aforizmasına saygım var ama hep 19 yaşımdayım. Yaşımdan memnunum. Böyle desem de hakikat 70’e merdiven dayadığımı söylüyor. Bunca yıllık ömürde pahalılığı enflasyonu hissetmediğim, zamlarla cebimin boşaltılmadığı günler görmedim, bundan sonra da görmem. Olsun, yaşımdan memnunum.

Çocukken hayatı kavramaya başladığımda iktidarda Süleyman Demirel vardı. Ne zaman zam yapılsa büyüklerimiz “Demirel’in zamı...” diye başlayan müstehcen bir cümleyle protesto ederlerdi.

Sonra Ecevit’li yıllar. Bülent Ecevit zam yapmıyordu; fiyatları güncelliyordu.

Tekrar Demirel’li yıllarda, Milliyetçi Cephe hükümetleri döneminde yani, “Süleyman başvekil, işçi köylü aç sefil” diye tepki gösteriyorduk. Bir de “Zam zulüm işkence, işte faşizm” diye slogan attığımızı anımsıyorum.

***

Kenan Evren’li yıllarda zamlar süngü zoruylaydı. Evren, bir garsonun kendisinden daha fazla maaş almasına öfkeliydi. İktidara el koyar koymaz TÜRK-İŞ dışında sendikaları kapattı, grevleri yasakladı; IMF patentli 24 Ocak kararlarını, diğer adıyla istikrar paketini sahiplendi. Zamların gerekçesi ekonominin düze çıkması için katlanılması gereken “acı reçete” idi.

Süngü zoruyla içirilen acı reçeteye karşılık zamlara çare yoktu. İstikrar paketinin faturası emekçilere çıkartıldı. Bir araştırmaya göre, “Milli gelirden 1979’da yüzde 33 pay alan maaş ve ücretliler, 1988’de yüzde 15 pay alır duruma düştüler. Faiz, kira, kârdan gelir alanların, sermayenin payı ise 1979’da yüzde 43 iken 1988’de yüzde 69’a yükseldi. Tarımın payı aynı yıllarda yüzde 24’ten yüzde 16’ya indi.” (Ahmet Akif Mücek, 12 Eylül Askeri Darbesinin Ekonomi Politiği, Gökkuşağı Yayınları, İstanbul 2009, s: 160.)

***

Turgut Özal’lı yıllarda serbest piyasa ekonomisine geçilmişti; gerek kamu işletmeleri gerekse özel sektör patronları dilediklerince zam yapıyorlardı. Özal, “Çankaya’nın şişmanı, işçilerin düşmanı” idi. Bir de “zampiyon” diye lakap takılmıştı. 

Her şeye karşın Özal açık sözlüydü, zamları piyasa ekonomisinin gereği sayıyordu; buna karşın “Seçimden önce zam yapacak kadar enayi değilim” diyordu. Memurların zamlardan bunaldığı eleştirilerine “Benim memurum işini bilir” diye karşılık vermişti. Kanaat önderleri bu sözleri “rüşveti meşrulaştırma” fetvası olarak yorumlamışlardı. Bu tür yorumlar umurunda değildi Özal’ın; memurun gerekirse ikinci bir işte çalışarak ya da çarşıda pazarda limon simit satarak ayın sonunu getireceğini kast etmişti ama nafile. 

Gazeteci büyüğümüz Teoman Erel, memur sözlüğüne ciddi katkılarda bulunmuştu o yıllarda. Buna göre düzenli zam İNTİZAM idi. Zam altından kalkılamayacak kadar ağır ise MUAZZAM olurdu. Piyasanın zamları karşısında ücretlere maaşlara yapılan zam tabii ki düşük kalırdı; Teoman Erel, bu gibi zamları HÜZZAM olarak adlandırmıştı. Nihayet CÜZZAM, yani öldürücü zam... 

***

Turgut Özal, enflasyonu yüzde 10’a düşüreceği vaadiyle iktidara gelmişti; ama yüzde 30’la teslim aldığı enflasyonu yüzde 70 olarak teslim etti. Özal’dan sonra Süleyman Demirel 1990’lı yıllarda bir kez daha hayatımıza girdi. Yanı sıra Tansu Çiller. Zamların fiyat ayarlamalarının artık bir sorumlusu vardı: ENFLASYON CANAVARI.

Sözü uzatmayayım, enflasyon canavarı ve zamlar hayatımızda hiç eksik olmadı; ücretler ve maaşlar hep enflasyonun gerisinde kaldı. Çünkü, kapitalist ekonomide enflasyon, toplumsal artık değeri sermayeye ekleyen yasa dışı ahlak dışı bir vergi politikasıdır. 2000’lerin ilk yılında Ecevit tekrar iktidardaydı, yıllık yüzde 70 enflasyona karşılık çalışanların maaşlarına zammı yüzde 15’te tutmuş, emekliye ise yüzde 5’i reva görmüştü. Bu kadarcık maaş zammı CÜZZAM idi.

***

Talihsizlik buna denir, ömrümün son deminde 21 yıldır devr-i Tayyip’teyiz. Yine zamlar yine enflasyon. Hangi ürüne ne kadar zam geldi, yaşayarak görüyoruz. Fiyatlar günden güne haftadan haftaya değişiyor. Değişmeyen en yalın hakikat, ücret ve maaşların zamlara yetişememesi. Tayyip kendi maaşına yüzde 40 zam yaptı, emeklinin maaşına zammı yüzde 25’te tuttu. Motorlu taşıtlar vergisi de ikinci kez ödenecek.

Değim gibi yine zamlar yine enflasyon. Geçmişten farkı, Tayyip ekonomist olduğunu iddia ediyor; ekonomiyi nas ile (yani Kur’an ve sünnetin lafızları ile) idare ettiğini söylüyor. Diyanet’in de fetvası var zaten: “Şüphe yok ki fiyatları tayin eden, darlık ve bolluk veren, rızıklandıran ancak Allah'tır!” Motorlu taşıtlar vergisinin ikinci kez ödeneceğini de herhalde Allah emretmiştir!

***

Vergiyi ve fiyatları tayin eden Allah olunca, imanı kuvvetli emekçiye şükretmekten başka bir şey kalmıyor. Oysa, imanı kuvvetli emekçi, merkezin solunda sayılan Ecevit’i bir kalemde silip atmıştı. Hatta Demirel bile, “Boş tencerenin devirmeyeceği iktidar yoktur” diyordu. Gel gör ki, bu teori Tayyip Erdoğan’a işlemedi. Onca pahalılık ve enflasyona, “patates soğan güle güle Erdoğan” tepkisine rağmen Erdoğan iktidarını tazeledi, en çok da yoksullardan oy aldı. (Seçimin dürüst adil ve oy hırsızlığından azade olup olmadığı tartışması bu yazının konusu değil.)

Sahi, yoksullar neden böyle davranıyorlar, neden sadaka ekonomisine razı oluyorlar, sağcı ve dinci siyasetçileri cezalandırmıyorlar? Düşünüyorum düşünüyorum, akıl erdiremiyorum. Dünya döndükçe adları rahmetle anılası Marks ve Engels’in buna verecek bir yanıtları vardır herhalde.

Bugünün geçmişten bir farkı da pahalılığa zamlara tepkiye devletin nasıl karşılık verdiğinde. Ecevit’in iktidarında zamlardan bunalanlar gönüllerince protesto edebiliyorlardı. Bir esnaf, Ecevit’in önüne yazar kasa fırlatmıştı. Başka bir esnaf akaryakıt zamlarını protesto etmek için Başbakanlık binası önüne tankerini park etmişti. Bugün böyle protesto eylemleri yürek istiyor. Sonu Silivri ya da Sincan F Tipi’dir. Medyanın ne durumda olduğuna değinmeye kalksam yazının sonu gelmez.

Ben garip, bu gibi durumlarda çoğu kez Marks ve Engels’in yanı sıra “ne ahvaldeyiz” diye Pir Sultan Abdal’a sorarım. Bugünkü ahvali sordum, ulu ozan şöyle karşılık verdi:

Şu zalim zamcının ettiği işler

Garip emekçiyi perişan eyler

Yağmur gibi yağar başıma zamlar

İlle arsızın zamları pareler beni


Zam günümde dost düşmanım belloldu

On vergim var ise şimdi elloldu.

Vergi kemendi boynuma takıldı

Gerek soya gerek döveler beni


Ben garip emekçi can göğe ağmaz

Şahsı emretmezse o zamlar yağmaz

Şu puştların zammı hiç bana değmez

İlle şahsın zammı pareler beni


Netice-i kelam, emek/sermaye kavşağında sermaye yoluna gidenlerin bahçeleri bahar görmesin!


12 Temmuz 2023 Çarşamba

TAYYİP NATO’YU DİZE GETİRDİ!

Siyaset, diplomasi ve medya tarihi nasıl da tiksinç “tekrardan ibaret” hissi veriyor?

Küresel emperyalist jandarma NATO’nun Vilnius zirvesi sonrasında Türkiye’nin yozdaş medyasında çıkan haberler neredeyse birebir ‘tekerrür’den ibaret. Fransızca’dan Türkçe’ye geçen deyişle, “Dejavu”, doğru yazımıyla “Déjà vu.” “Daha önce olmuş görülmüş” anlamında yani.

Vilnius zirvesi öncesinde Recep Tayyip Erdoğan İsveç’i FETÖ’ye ve PKK’ye destek vermekle suçluyor, İsveç’in NATO’ya üye olamayacağını bağırıyordu.

İsveç’te Türkiye büyükelçilik binasının önünde bir provokatörün Kur’an-ı Kerim’i yakmasına karşı Erdoğan yine mangalda kül bırakmıyordu: “Böyle bir kepazeliğe sebebiyet verenler NATO üyeliğinde bizden destek beklemesin.

Erdoğan böyle bağırırken yozdaş medya erbabı da Erdoğan’ı “ikinci kurtuluş savaşının başkomutanı” diye allayıp pulluyordu.

Aylar yıllar süren bağırtının ardından Vilnius zirvesine bir gün kala ABD Başkanı Biden Erdoğan’ı telefonla aradı. Görüşmenin ardından Erdoğan daha Vilnius’a gitmeden havalimanında “Türkiye’yi Avrupa Birliği kapısında 50 yıldır bekleten ülkelere sesleniyorum. Türkiye’nin AB’de önünü açın, biz de İsveç’in önünü açalım” dedi.

Sonuçta Vilnius’ta Erdoğan, İsveç’in NATO’ya üyeliğine yeşil ışık yaktı. Yeşil ışık karşılığında İsveç Türkiye’nin AB’ye katılım sürecine destek verecek; NATO’da terörle mücadele için özel bir koordinatör görevlendirilecek; ikili ticaret ve yatırımlar arttırılacak; İsveç, FETÖ’ye ve Suriye’de YPG/PYD’ye destek vermeyecek vs...

Gelişmeler yozdaş medyada “Türkiye’nin dediği oldu” başlığıyla yankılandı

***

Dediğim gibi tiksindirici bir tekerrür ya da “Déjà vu.”

Casuslukla suçlanan Rahip Brunson’un ABD’ye iadesi, Cemal Kaşıkçı cinayet dosyasının Suudi Arabistan’a verilmesi ve benzeri olaylarda “bu can bu tende olduğu sürece” diye esip savurduktan sonra tükürdüğünü yalamak değil kastım. NATO zemininde nice tükürükler yalandı.

Strasbourg’da NATO’nun 2009, yani 60’ncı yıl zirvesiydi. Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen’in NATO genel sekreterliğine adaylığı gündemdeydi. Danimarka’da İslam karşıtı karikatürlerin yol açtığı bir gerilim vardı. Ayrıca Kürt kanalı Roj Tv Danimarka’dan yayın yapıyordu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Rasmussen’in adaylığına karşı ateş püskürüyordu. Sonuçta Rasmussen’in adaylığına yeşil ışık yaktı. Yeşil ışık karşılığında şu sözler alınmıştı: 

1- Rasmussen, peygambere yapılan ayıp için İslám dünyasından özür dileyecek.

2- Türkiye’ye NATO genel sekreter yardımcılığı, Afganistan temsilciliği verilecek; NATO’nun askeri kurmay heyetinde Türk subay bulunacak.

3- Roj TV kapatılacak.

Gelişmeler yozdaş medyada “Herkes kazandı, kaybeden yok” gibi başlıklarla yankılandı.

Gelgelelim ABD Başkanı Barack Obama’nın kefil olduğu süreçte ne özür dilendi ne de Roj Tv kapatıldı. Rasmussen “Türkiye’nin endişelerini anlıyorum; Türkiye ve Müslüman dünyası ile iyi ilişkiler kuracağım” demekle yetindi. Obama, AB’ye Türkiye’yi üye olarak alması çağrısında bulundu; bunun İslam dünyasına olumlu sinyal olacağını belirtti. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, Türkiye’yi üye yapıp yapmamaya AB’nin karar vereceğini söyleyerek karşılık verdi. 

***

Tiksindirici bir tekerrür ya da “Déjà vu.”

NATO’nun 2010 zirvesi Lizbon’da toplandı. Gündemin en önemli başlığı İran’ı hedef alan (özünde Batı kapitalizminin içine girdiği bunalımı silahlanmayı arttırarak aşmayı amaçlayan) Füze Kalkanı projesiydi. Başbakan Erdoğan İran üzerinden İslam dünyasının hedef tahtasına konmasına tepkiliydi, esip savuruyordu. Esip savurduklarıyla kaldı. “Tehdit olarak İran’ın adının geçmemesi, projenin Türkiye dahil tüm NATO üyesi ülkelerini korumaya alması ve NATO bünyesinde olması” şartıyla projeye evet dedi.

Önceki zirvelerde olduğu gibi Lizbon’da Türkiye’nin “evet” demesi de egemen medyanın tamamında “zafer” olarak duyuruldu. Açık yandaşlardan Sabah gazetesi kararı, “Türkiye’nin dediği oldu” başlığıyla manşetine taşırken, Zaman gazetesi “Türkiye istediğini aldı” başlığıyla manşetten duyurdu. Star gazetesi, “ABD, Türkiye’nin dediğine geldi” başlığını kullandı. Taraf gazetesi de manşetten “NATO kılıç biz kalkan” diye başlık attı.

Hürriyet, övgü yarışında “Kocanızın inadından uyuyamadık” başlığı altında bir de anekdot aktardı. Hürriyet’in yazdığına göre, meğer Rasmussen’in NATO Genel Sekreterliği'ne getirildiği zirve sırasında Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, Hayrünisa Gül’e “Kocanızın inadı yüzünden sabaha kadar uyuyamadık, yorgunluktan mahvolduk. Bu ne inattır!” diye sitem etmiş!

* * *

TÜRK TEZİ İTTİFAKLA!

Vilnius zirvesi sonrasında yozdaş medyada benzer haber ve yorumlar yayımlanıyor. Bu kez ABD Başkanı Biden Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecine destek vermiş. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg, Türkiye’nin AB’ye üyelik isteğini desteklediklerini söylemiş. AB’nin ağabeyi Almanya Başbakanı Almanya Başbakanı Olaf Scholz ise, Türkiye’nin AB süreciyle İsveç’in NATO üyeliğinin birbirleriyle bağlantılı olmadığını dile getirmiş...

Dediğim gibi tiksindirici bir tekerrür ya da “Déjà vu.” Ayrıntıya girip vaktinizi almayayım. Başta da aktardığım üzere, on üç yıl önce olduğu gibi yine “Türkiye’nin dediği oldu!

Türkiye’nin dediği olurken(!), arka planda başka neler vardır, bilemiyorum. Örneğin, Reuters’in erişimi engellenen haberindeki iddiaya göre Bilal mahdum rehin düşmüş olabilir mi? Mahdumun yanı sıra babası da zaten rehin midir?

Ben garip, müteveffa gazeteci Bedii Faik’in bir anısını anımsamadan edemiyorum.

İkinci Dünya Savaşı bitmiş. Birleşmiş Milletler’in kurulacağı San Francisco Konferansı’na Türkiye de çağrılmış. Türkiye’yi Dışişleri Bakanı Hasan Saka başkanlığında bir heyet temsil ediyor. Heyette Hüseyin Cahit Yalçın, Falih Rıfkı Atay gibi şöhretli gazeteciler de var. 

Bedii Faik gazeteciliğe meyleden sade bir okuyucu henüz. Tünel’den Karaköy’e inerken, kapı ağzındaki gazete tezgâhında manşetlere bakar:

Türk tezi ittifakla…”

Konferans Türk teklifini ittifakla kabul etti.

Konferansta Türk heyetinin teklifi ittifakla kabul edildi.”

Bedii Faik, heyecandan titreyen elleriyle cebini yoklar, o telaş içinde bozuk paralarının bir kısmını yere düşürür. Dünyanın en büyük konferansında Türk tezinin ittifakla kabul edilmesinin tesellisiyle, rayların karanlığına yuvarlanan paraların peşinden gitmez. Hemen bir tomar gazeteyle vagona girer, gazetelerin haberlerine dalar. Sonrasını şöyle anlatır: 

“Ah! Yarabbi yazının içeriği yerine sadece başlığının keyfi ve saadeti içinde kalabilseydim ne olurdu ve senin derya-yı izzetinden ne eksilirdi? Halbuki okudum ve maalesef okudum. Neymiş biliyor musunuz Türk heyetinin ittifakla ve alkışlarla kabul edilen önerisi? Konferans bildirisinde San Francisco adı geçiyor ya. Türk diplomatları hemen başkanlığa bir öneri sunmuşlar ve bildirilerde San Francisco kelimesinin başına ille de ‘güzel’ sıfatı konmasını teklif etmişler. İşte bu kadar! Ve tabii konferans başkanlığı, misafir olunan şehrin böyle bir sıfatla anılması isteğini derhal genel kurulun tasvibine sunmaz da ne yapar? O da sunmuş ve alkışlar – bana göre hiç şüphesiz hayli gülüşmeler arasında teklifin kabul edildiğini diplomasi tarihine kaydetmiştir!” (Matbuat Basın derkeen… Medya, Doğan Kitapçılık, Mayıs 2001, C:1, s:12.)

***

DALKAVUK TÜRK MEDYASI

NATO zirvelerinde ya da diplomasi haberlerinde “Türkiye istediğini aldı” palavrası şaşırtıcı değildir. Türkiye’de medyanın iktidar dalkavukluğu, genlerine nakşedilmiş köklü bir gelenektir. Türkiye’nin katıldığı tüm uluslararası toplantılar, medyanın iktidar dalkavukluğuna sahne olmuştur. 1950’lerde Başbakan Adnan Menderes’in Amerika gezisini izleyen Anadolu Ajansı Genel Müdürü’nün haberi(!)  “dalkavukluk başyapıtı” olarak basın tarihine geçmiştir. Genel Müdür’ün yazdığına göre Menderes Amerikalıları öyle etkilemişti ki, “Amerikalılar 'Allahım, bize neden böyle bir devlet adamı nasip etmedin!' diye üzüntüye gark olmuşlardı.” (Anlatan Metin Toker, Milliyet, 19 Eylül 1999.)

Türk medyası önceki başbakanların gezilerinde de dalkavukluktan geri durmadı. 

Başbakan Demirel, 1979’da Londra’da ABD Başkanı Carter ile görüşürken masaya öyle bir yumruk vurmuştu ki, ödü patlayan Amerikan Başkanı neredeyse masanın altına girecekti!

Turgut Özal’ın ABD nezdindeki itibarı çok yüksekti! Özal, ABD’nin akıl hocasıydı, Amerikan Başkanı, Özal’a danışmadan tuvalete bile gitmezdi! 

Devlet adamlığıyla ve mükemmel İngilizcesiyle Amerikalıları kendisine hayran bırakan Başbakan, Ecevit’in ta kendisiydi. Öyle ki, 2002 yılında (ayakta bile duramayacak haldeyken) Beyaz Saray’a gittiğinde, manşetlerdeki deyişle, “Yorgun ama etkileyici”ydi! 

Amerikalıları güzelliğiyle büyüleyen Başbakan da Tansu Çiller. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ise vücut dilini kullanmakta üstüne yok! 

(Arada darbeyle devlet başkanı olan Kenan Evren var ki, Amerikan yönetiminin dilinde zaten “our boys” idi, medyanın ayrıca parlatmasına gerek yoktu.)

* * *

Neden Dalkavukluk?

Halkın gözü kulağı dili sanılan medyanın neden iktidar dalkavukluğu yaptığı, dalkavuklukla kalmayıp neden savaşları ve düşmanlıkları kışkırttığı sorusunun tam bir yanıtı, kısa bir yazıdan beklenmemelidir. Reklam yapmak gibi olmasın, ayrıntılı ve derinliğine analiz bekleyen okuyucu, Dördüncü Ordu Medya kitabını okuma zahmetine katlanmalıdır. (Bulabilirse tabii!)

Kitapta özetle, kapitalizmde haber ve bilginin metalaştığı, kapitalist tacir olarak medya işletmelerinin öncelikli amacının kâr etmek olduğu, kârı azamileştirmek için siyaset kurumuyla simbiyotik ilişki içine girdiği, sonuçta medyanın halkın gözü kulağı dili olmak yerine devletin ve sermayenin ağzı milletin kulağı olduğu üzerinde duruluyor. 

Kitapta bir de deniyor ki, “Her şeye karşın, bedeli ne olursa olsun, şiddet, zorbalık ve savaş kışkırtıcılığı yapmayan; insanlar, topluluklar ve uluslar arasında nefreti, düşmanlığı körükleyici yayından kaçınan; barışı, ulusların ve halkların kardeşliğini ve eşitliğini savunan gazeteciler de vardır ve mesleğin vicdanını onlar temsil etmektedirler.”

Mesleğin vicdanı gazetecilere selam olsun!


10 Temmuz 2023 Pazartesi

OSMANLI NASIL SAVAŞIYORDU, RUS NASIL SAVAŞIYOR?

Rusya’da özel şirket ordusu Wagner’in Devlet Başkanı Vladimir Putin’e isyanı, Ukrayna’da Azov Taburu’nun marifetleri, CB Recep Tayyip Erdoğan’ın taraflar arasında “ağır abi”ye öykünen tripleri de olmasa, Ukrayna savaşı savaşanlar dışında kimsenin umurunda olmayacak. Öylesine sıradanlaştı, rutinleşti yani. Oysa ne canlar gidiyor, ne ocaklar sönüyor!

Yinelemeye gerek yok, “Ukrayna savaşı” diye adlandırılsa da gerçekte ABD ve Avrupalı müttefikleri ile Rusya arasında emperyalist paylaşım savaşıdır. Ukrayna’da resmi orduların yanı sıra Wagner ve Azov Taburu gibi paralı askerler de savaşıyor.

Wagner, ezici çoğunlukla, savaşmak üzere cezaevlerinden salıverilen mahkumlardan oluşuyor. Kurucusu Yevgeniy Prigojin Sovyet döneminde gasp ve hırsızlık suçundan 10 yıl hapis yatmış. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra sosisli sandviç satışıyla yola koyulmuş, okulların ve kışlaların yemek ihaleleriyle oligark olmuş; 2012’de Putin’in izniyle paralı asker ordusu Wagner’i kurmuş. Ortadoğu’da ve Afrika’da Rus ordusunun yanında savaşlara katılmış. Ukrayna’da 60 bin kadar askerinin olduğu söyleniyor.

Ukrayna’daki Azov Taburu da benzer paramiliter bir çete. Apaçık Neonazi bir çete; daha çok, ülkedeki sosyalistleri ve ayrılıkçı Rusları hedef alan terör eylemleriyle biliniyor.  

Savaşın on yedinci ayında çok daha net görülüyor ki, Rus ordusu Ukrayna’da bataklığa saplanmıştır; artık sadece Ukrayna ordusu ile değil Wagner ile de savaşmaktadır. Wagner’in doğrudan Kremlin’i hedef alan isyanı şimdilik uzlaşmayla bastırılabildi. Türkiye’yi yönetenler bu olaydan gereken dersi çıkarırlar diye temenni etsem de, boşuna bir temennidir. Kimileri İstiklal Harbi yıllarındaki Çerkez Ethem isyanına benzetiyor; benzerlik nereye kadar, bilemiyorum.

CB Tayyip Erdoğan bu savaşta taraflar arasında; bir yanda NATO, ABD ve Avrupa, öbür yanda Ukrayna ve Rusya ve Türkiye... Öyle bir raks ediyor ki tutabilene aşk olsun! Fena raks etmiyor. Aslında damardan NATO’cu ama İsveç’in üyeliğine güya taş koyuyor. Esir takası anlaşması uyarınca Türkiye’de tutulması gereken Azov komutanlarını Ukrayna Başkanı Zelensky’ye teslim ediyor. Dahası Ukrayna’nın NATO’ya katılmasını öneriyor. Putin’in canını sıkacağını bile bile bu adımları atıyor. Ne demeli? Siyasette nezaket olmadığı gibi diplomaside de nezakete yer yoktur! Bakalım Putin bu adımlara nasıl karşılık verecek, göreceğiz.

***

Dediğim gibi, Rus ordusu Ukrayna’da bataklıkta debeleniyor. Ajans haberleri doğruysa Rusya lideri Putin, savaşta hizmetlerinden dolayı ödül alan askerlere Kırım, Sivastopol ve Moskova’da bedelsiz arazi verilmesine ilişkin tasarıyı imzalamış. Savaşta ölen askerlerin yakınlarına da sosyal destek verilecekmiş. Askerlere moral vermesi için profesyonel müzisyenlerden oluşan topluluklar cepheye gönderilecekmiş...

Bu arada, Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) gündemindeki dosyalara göre, Rus ordusu, Ukraynalı çocukları Rusya’ya götürüp Rus ailelere evlat veriyormuş. Putin, çocukların süratle evlat edinilmesi ve Rus vatandaşlığı kazanabilmesi için gereken bürokratik süreci kısaltan özel yasalar, kararnameler çıkarmış...

Putin’in askerleri teşvik amaçlı bu kararlarını okuyunca Osmanlı askerinin nasıl ve hangi güdüyle savaştığı, padişahın özel koruma gücü Yeniçeri ordusunun nasıl kurulduğu sorusu geldi aklıma ister istemez. Sahi, Osmanlı askeri nasıl savaşıyordu?

***

Resmî ideolojiye maruz kalmış herkes bilir, Osmanlı askerinin savaşları destansıdır.

Örneğin, Mısır seferi için yola çıkan Yavuz Sultan Selim, Gebze yakınlarında mola vermiş. Etrafta üzüm bağları ve elma bahçeleri. Yeniçeri Ağasını çağırmış, emrini vermiş:

- Bütün askerlerin heybeleri aransın. Heybesinde çalıntı bir meyve veya başka bir şey çıkan askeri bana getirin!

Askerlerin heybeleri aranmış, hiçbirinde meyveye veya çalıntı bir şeye rastlanmamış. Durum bildirilince Yavuz çok sevinmiş, Allah’a şükretmiş:

- Allah’ım sana sonsuz şükürler olsun. Bana haram yemeyen bir ordu verdin. Eğer askerim içinde tek bir kişi dahi, sahibinden izinsiz bir meyve koparıp yeseydi ve ben bunu haber alsaydım, Mısır seferinden vazgeçerdim.

***

Kanuni Sultan Süleyman’ın askeri de farklı değilmiş! Avusturya seferlerinin birinde ordu Avrupa’ya ilerlerken, gayr-i müslim köylerden de geçiyor. Mola verildiğinde Hristiyan bir köylü, padişahın huzuruna geliyor:

- Sultanımız! Askerlerinizden biri bağımdan üzüm koparmış ve yerine de parasını asmış! Size teşekkür ve tebrike geldim.

Bunun üzerine Kanuni Sultan Süleyman, o askeri buldurtup seferden men ediyor. Buna hayret eden Hristiyan köylüye de şöyle diyor:

- Askerin hâli, zaferin ve nusretin ilk adımıdır. Eğer o asker, parayı üzümünü aldığı asmaya bağlamamış olsaydı, bu ordunun adı zalimler ordusu olurdu ve o askerin kellesi giderdi. O parayı asmaya bıraktığı için kellesini kurtardı, ancak sahibinden izinsiz mal aldığı için seferden men cezasına çarptırıldı…

Ülkeler işgal edilecek, köyler şehirler yağmalanacak; öldürülenlerin kadınları cariye, çocukları esir edilecek… Ama sefere gidilirken köylünün bağından izinsiz koparılan üzüm salkımının yerine parası bırakılacak… Kim inanırsa artık? 

Ben öyle desem de inanan o kadar çok ki! İşte, şeriatçı faşizmin en pespaye gazetesinin “ATALARIMIZIN KÜLTÜRÜ MERSİN’DE YAŞATILDI” başlıklı haberi: 

“Yüzyıllar önce Osmanlı askerlerinin geçtikleri üzüm bağından yedikleri üzümün parasını bırakma kültürü Mersin'in Tarsus ilçesinde sürdü. Mersin'de pikniğe giderken yolda gördükleri bağdan salkım üzüm koparan piknikçiler, tarla sahibine poşet içerisinde para bıraktı. Tarsus ilçesinde piknik güzergahı olan Akçakocalı Mahallesi'ndeki İbrahim Torun'a ait üzüm bağından birkaç salkım üzüm alan kimliği belirsiz piknikçiler, kopardıkları üzümler için tarla sahibine poşet içinde 45 lira bıraktı. Piknikçilerin bıraktığı paranın yanında, "Amca üzümden aldık hakkını helal et. Parasını bıraktık" notu da bulundu. (Yeni Akit, 30 Haziran 2023)

***

OSMANLI BOSNA’YI NASIL FETHETTİ?

Resmi ideoloji ve medya böyle telkin etse de, gerçekten de Osmanlı mertçe mi savaşıyordu? Savaşlarda mertlik nereye kadardır? Yanıtı Osmanlı’nın ilk resmi tarihçisi Aşıkpaşazade versin:

Bölüm 139: Bu bölüm Bosna vilayetinin fetholduğunu ve padişahın o fetihte ne yaptığını açıklar. 

Semendire fetholduktan sonra padişah Bosna kralına adam gönderdi ve “Ya haraç ver ya da üzerine varırım” dedi. 

Bu adam geldi ve Bosna kralına padişahın yazılı hükmünü verdi. Kral yazıyı okudu, ne yazıldığını görünce yanındaki kâfirlere “Bu Türk’ü tutun, öldürün” dedi. Elçiyi tuttular, bağladılar. Kralın yanındaki bir vezir, “Ne yaptın! Bosna vilayetini harap ediyorsun, kendine de yazık ediyorsun. Hele şimdi bu Türk’ü tuttun ya, bu yanlışın altından zor kalkarsın” dedi.

Sözün kısası elçiyi öldürmeye cesaret edemediler. Bir nice gün hapsettikten sonra serbest bıraktılar. Elçi geldi, gördüğü durumu söyledi. Padişah durumu öğrenince İslam gayreti kendisine galebe çaldı ve İslam askerini toplayıp gaza niyetiyle yürüdü. Bosna vilayetine girdi. Bosna kralı kaçtı. Bir sarp yerde hisar vardı, ona girip sığındı. Padişah da Yayıcsa (Yayca) adındaki hisarı kuşattı ve bekledi. Kralın bir hisara sığındığı haberi kendisine ulaşınca, Mahmud Paşa’ya “Tez yürü, kralın üzerine var ve hisarı kuşat” dedi. 

Mahmud Paşa kralın bulunduğu hisara vardı ve krala “Bize bir adamını gönder, söyleyecek sözümüz var” dedi. 

Kralın gönderdiği adam Mahmud Paşa’ya “Ne buyuruyorsunuz?” dedi. 

Mahmud Paşa kraldan gelen adama “Senin kralın yanındaki işin ne?” diye sordu. 

Bu kâfir “Ben onun babasından yadigâr bir askeriyim, ailesinin de mahremiyim” dedi.

Mahmud Paşa, “Madem sen bu kralın mahremisin, onun iyiliğini düşünüyor olman gerek. Bu gelen padişahın kim olduğunu bilir misiniz?” dedi. 

Kâfir “Bu gelen Türk padişahıdır” dedi. 

Paşa “Hâlâ tam anlamamışsın. Bu gelen padişah İstanbul’u, Trabzon’u, Midilli’yi, Sırbistan’ı, Mora’yı ve bunca padişahların vilayetlerini alıp kendi kullarına veren padişahtır. Şimdi aklınızı başınıza alın da nasihatımı kabul edin ki, bu dünyada rahat edebilesiniz” dedi.

Kâfir “Sen ne dersen ben onu yapayım” dedi. 

Mahmud Paşa, “Benim diyeceğim şu: Kral gelsin, padişahın elini öpsün ve haraç vermeyi kabul etsin. Hisarların bazılarını padişaha versin. Padişah da o hisarlara kendi kullarını koysun da devletle kendi vilayetine dönsün. Eğer benim nasihatımı kabul ederse, hem kendisi hem kendi vilayeti hakkında iyi olur. Aksi takdirde ne olacağı bellidir” dedi. 

Sözün kısası bu kâfiri Mahmud Paşa ikna etti. Kâfir, krala Paşa’nın sözünü nakletti ve paşanın bu konuda ahit verdiğini söyledi. Kral da söylenilenleri kabul etti. Kral zaten daha önce padişahla ilgili bilgi toplamıştı ve kendisi kafese girmiş kuzgun gibiydi.

Sözün kısası kral Mahmud Paşa’nın verdiği söze inandı, kâfirler de bu anlaşmaya razı oldu. Kral hisar kâfirleriyle birlikte hisardan çıktı. Gelip Mahmud Paşa’yla buluştu. Mahmud Paşa kralı teselli etmeye çok çalıştı.

Mahmud Paşa kralın önüne düşüp onu hünkâra götürdü. Mahmud Paşa’nın kralla ahitleşmesinden padişah hoşnut olmadı. Bu işe incindi. Zira padişahın istediği bu hisarları kendi eliyle fethetmek idi. Bazı hisarların kralda kalması karışıklığa yol açabilirdi. Ayrıca akıncılar da istila ve harp için gelmişlerdi.

Hünkâr “Mahmud! Bu vilayet madem bu kadar kolay alınır imiş, o zaman niçin bu akıncıları bu vilayete akına gönderdin” dedi. Padişahın Mahmud Paşa’ya kırgınlığına ilk bu sebep oldu. Padişah durumu alimlere arz etti: bunların kanları ve malları helal midir? O seferde Mevlânâ Şeyh Ali Bestami adında aziz ve âlim bir kişi de bulunuyordu. “Ben Sultan Bayezid-i Bestami neslindenim” diyen o kişiye musannifek denirdi. O “Bunun gibi kâfirleri öldürmek gazadır” diye fetva verdi. Hem de krala ilk kılıcı o vurdu. Kralı öldürdüler, diğer iki kâfirin de işlerini kapıcılar odasında bitirdiler.

Bütün bu kâfirlerin hazinelerini padişaha getirdiler ve akıncılar da çok fazla ganimet elde ettiler. Öyle ki esir ve mal almamış hiçbirisi kalmadı. O vilayetteki hisarlarda ve şehirlerde buldukları hazinelerin hesabını ancak Allah bilir. Bu hisarların içine padişah kendi adamlarını koydu. İzveçay hisarında kralın küçük kardeşi bulundu.

İşbu fethin tarihi, Sultan Mehmet Gazihan eliyle hicretin sekiz yüz altmış yedisidir (M.1462-63).

***

Özetle, Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmed, Bosna kralına elçi gönderip, “Ya haraç ver ya da üzerine varırım” diye tehdit ediyor. Ardından Veziriazam elçi olarak gidiyor; kral, teslim oluyor; teslim anlaşması yapılıyor. Bu durumda ganimet yok. Ama "istila ve harp için gelen" Osmanlı padişahı ve akıncılar buna razı olmuyorlar; teslim olan Bosna kralının başı kesiliyor, ganimete konmamış, esir ve mal almamış kimse kalmıyor... Osmanlı’nın kazandığı savaşların tamamı böyle.

Osmanlı, Rus, Fransız, Alman, İngiliz, Amerikalı, Arap vs... Tümünün savaşları böyle.

Yazının son tümcesi olarak ne diyeceğimi bilemedim.


3 Temmuz 2023 Pazartesi

MERDAN’A NAMERDAN HUKUK


Merdan’ın sözlük anlamı, yiğit, mert, sözünün eri, güvenilir; namerdan ise tam tersi. Mert ve namert gibi yani.

TELE1’in genel yayın yönetmeni gazeteci yazar Merdan Yanardağ, adıyla çelişik bir hukuk yorumuyla tutuklandı. Tutuklandı ifadesi sözün gelişi; daha doğrusu tutsak edildi.

Tutuklama gerekçesi, AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu’nun bir söyleşide yaptığı değerlendirmelere Merdan Yanardağ’ın verdiği yanıt. Gazete Duvar’da yayımlanan söyleşide söz çözüm sürecine gelmiş, Galip Ensarioğlu, “Abdullah Öcalan daha samimiydi, sürecin bitmesinde Kandil’in ve Selahattin Demirtaş’ın günahı var” demiş.

Ensarioğlu’nun bu değerlendirmesine Merdan Yanardağ TELE1’de “Dört Soru Dört Cevap” programında (montaj videoya göre) şöyle karşılık vermiş: “Öcalan Türkiye’de en uzun süre yatan siyasi mahkûmdur. Normal infaz yasaları geçerli olsa serbest bırakılması gerekiyor, ev hapsi vs. Abdullah Öcalan’a uygulanan tecridin hukukta yeri yok. Ailesiyle görüşemiyor, avukatlarıyla görüşemiyor. Orada elinde rehin olarak tutmuşsun, adamla pazarlık yapıyorsun. Onun üzerinden tehdit savuruyorsun. Abdullah Öcalan hafife alınacak birisi değil. Siyaseti doğru okuyan, doğru gören, doğru çözümleyen son derece zeki birisi. Neredeyse cezaevinde filozof oldu, çünkü okumaktan başka bir şey yapmıyor.

Merdan’ın bu değerlendirmeleri aradan altı gün geçtikten sonra AKP İzmir Milletvekili Mehmet Ali Çelebi, bilcümle troller ve İYİ Parti üst düzey yetkililerince kampanya halinde paylaşılıp hedef gösterilince; önce canlı yayın bitiminde gözaltı, ardından tutuklama. Tutuklamanın resmi gerekçesi “terör örgütü propagandası yapmak”.

Tutuklamaya gerekçe yapılan montajlı sözlerde bile suç yok aslında. Bu sözler suç ise, zamanında, yani çözüm süreci günlerinde AKP ileri gidenleri çok daha ötesini söylediler. Sadece ikisini anımsamak yeter:

Eski AKP Milletvekili Yasin Aktay: “Abdullah Öcalan dünyanın geleceğini iyi okuyor. Onun talepleri normaldir, meşrudur.” 

Eski AKP Milletvekili Orhan Miroğlu: “PKK terör örgütü değildir... Apo, Türkiye için fırsattır. Yeniden devreye girmelidir.

(Söz aramızda; sıkça olmasa da televizyon ekranlarında tartışma programlarına çağrılıyorum. Bir programda PKK ve Abdullah Öcalan konusunda ne düşündüğüm sorulursa, kendi görüşümü açıklamak yerine bu kişilerin görüşlerini aktarırım. Neme lazım! Hürriyetimi sokakta bulmadım. Durduk yerde başım belaya girmesin!) 

***

DÜŞMAN CEZA HUKUKU

Tutuklamaya gerekçe yapılan montajlı sözlerde bile suç yok. Merdan’ın söyledikleriyle ve söylemek istedikleriyle kendisine yüklenen suç arasında bağlantı yok. Merdan’ın ironi yapıp yapmadığı da önemli değil; ama Merdan on yıllar boyunca yinelenen, yinelendiği için de olağanlaşan bir süreçte tutuklandı. Üstelik tutuklamaya gerekçe yapılan suçlama, tutuklamayı gerektiren katalog suçlar arasında değil ama buna karşın Merdan tutsak edildi, Silivri zindanına kapatıldı. Çünkü kendisine namerdan hukuk uygulandı. Hukuk literatüründeki adıyla, düşman ceza hukuku uygulanarak tutsak edildi Merdan Yanardağ.

Düşman Ceza Hukuku, hukuk tarihinde terim olarak ilk defa 1985 yılında Alman ceza hukukçusu Prof. Günter Jakobs tarafından telaffuz edilip kavramlaştırılmış. Özetle, devlet, kendisine fiziken saldıran ya da eleştiren kişileri, temel haklara ve hukuk devletinin güvencelerine sahip “yurttaş” olarak değil, ezilmesi, yok edilmesi gereken “düşman” gibi görüyor. Askerlikteki ifadeyle, “esir ya da imha edilmesi, savaşma azim ve iradesi kırılması gereken” herhangi bir kimse. Daha anlaşılır bir ifadeyle, “sanık” bile olamayacak bir kimse. Bu uygulamada düşman ya da hain olarak kodlanan kişiler yargısız infaza tabi tutulup öldürülüyor; öldürülmüyorsa sorgu, yargı ve infaz aşamalarında hukuk devletinin güvencelerinden yararlandırılmıyor, negatif ayrımcılığa, zulme ve işkenceye maruz bırakılıyor.

Prof. Günter Jakobs, düşman ceza hukuku kavramının ilhamını Yahudileri yok edilmesi gereken düşman sayan Nazi rejiminden almış. Günümüzde bilinen en somut örneği ABD’nin 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra yürürlüğe soktuğu anti-terör yasaları. Buna göre “terörist” diye kodlanan kişi ve gruplar ya doğrudan imha ediliyor ya da Guantanamo üssünde hukuk devletinin adil yargılanma güvencesi dışında sanık bile sayılmadan işkence altında sorgulanıp yargılanıyor.

Türkiye’ de düşman ceza hukuku (özellikle askeri darbe dönemlerinde fiilen uygulandıktan sonra) 1991 yılında 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu (TMK) ile yasalaştırıldı; Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemeleri Usul Kanunu ve infaz yasalarında da paralel değişiklikler yapıldı.

Olağan soruşturma ve yargılamada yurttaşlar “makul gözaltı süresi”, “masumiyet karinesi”, “şüpheden sanık yararlanır”, “delilden sanığa gidilir”, “delillerin yasallığı”, “tabii hâkim ve adil yargılanma”, “savunma hakkı”, “silahların eşitliği”, “yargı bağımsızlığı”, “kanun önünde eşitlik” gibi hukuk devleti güvencelerine sahiptir. Ancak bu ilkeler TMK karşısında ve uygulamada geçerli olmaz.

Türkiye’de düşman ceza hukuku pratiğinin yakın tarihteki örnekleri Yassıada Duruşmaları, darbe ve sıkıyönetim dönemlerinde Diyarbakır, Mamak, Metris cezaevleri olarak sıralanabilir. 12 Eylül faşizminin mirasçısı AKP iktidarı döneminde ise düşman ceza hukuku Silivri ve Sincan F tipi cezaevleri ve yargılamaları olarak somutlaştı. Kurbanların on binlerce olduğunu söylemek abartı olmaz. En çok bilinenleri, Selahattin Demirtaş, Osman Kavala, Gezi davası mahkûmu Mücella Yapıcı ve arkadaşları, milletvekili seçildiği halde tahliye edilmeyen Can Atalay, 28 Şubat ve kumpas davalarının mahkûmu askerler...

***

Merdan Yanardağ, düşman ceza hukukunun son kurbanı olarak tutsak edildi. Tutuklamanın resmi gerekçesi “terör örgütü propagandası yapmak” diye açıklansa da biliniyor ki Merdan, Cumhur İttifakı iktidarının Abdullah Öcalan ile yeniden başlatması muhtemel (samimiyetten yoksun) açılım/çözüm sürecini ifşa ettiği için hedef seçildi. Merdan, İYİ Parti’nin iktidar kulübüne yaranma ve (olabilirse) yanaşması için de araçsallaştırıldı. Yanısıra ana muhalefet CHP’nin muhalif Kürtler ile daha fazla yakınlaşmasına, belediye seçimlerinde muhtemel ittifakına bir tür fren kondu. En önemlisi de, her defa olduğu gibi, cehalet ve kötülük ittifakına biat etmeyen gazetecilere, kanaat önderlerine, emek ve demokrasi güçlerine gözdağı verildi. Önümüzdeki günlerde düşman ceza hukuku kapsamında olmadık bahanelerle yeni tutsak almalar kimseyi şaşırtmamalıdır. Yapılması gereken Merdangilleri yalnız bırakmamak, sessizce “yalnız değildir” demenin ötesinde cehalet ve kötülük iktidarına karşı sesini yükseltmektir. Kendi hesabıma, Merdan’a yüklenen suça ortak olduğumu buradan ilan ediyorum!

Merdan Yanardağ, Silivri’den gönderdiği iletiyi “Haksızlıklara hiçbir zaman boyun eğmeyeceğim!” tümcesiyle bitirmiş.

Merdan'a ve şeriatçı faşizme boyun eğmeyenlere selam olsun!

Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi’ndeki deyişiyle:

Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin, 

Dönersem alçağım millet yolunda bir azîmetten.


Ya da Pir Sultan Abdal’ın deyişiyle:

Kadılar müftüler fetva yazarsa,

İşte kement işte boynum asarsa

İşte hançer işte başım keserse

Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan!