28 Şubat 2019 Perşembe

Tayyip'in şefkat abidesi ataları


TUNÇ SOYER’İN BABASI ZALİM!
YA TAYYİP’İN ATALARI?
Kim ne derse desin, Türkiye siyaset tarihi AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan kadar polemikçi bir siyasetçi görmemiştir, görmez de.
Siyaseten en zayıf olduğu anda ve durumda bile Erdoğan ne yapıyor ediyor, üste çıkıyor; üste çıkamadığı polemiklerde bile rakibini sindirmeyi başarıyor. Üste çıkmak, rakibini sindirmek için öyle kural tanımaz davranıyor ki, hukuku, dini vecibeleri ve an’aneleri bile bir kenara bırakabiliyor.
Şu günlerde süregiden belediye seçimi kampanyası, AKP Genel Başkanı’nın ne denli kural tanımaz olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Erdoğan hemen her gün, bir iki ilde miting düzenliyor, meydanları dolduruyor, siyasi rakiplerini kum torbası gibi dövdükçe dövüyor. Siyaset tanrısı kimseyi AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın diline düşürmesin!
***

Tayyip Erdoğan’ın bugünlerde yumruğunu esirgemediği kişilerden biri de İzmir Belediye Başkan Adayı CHP’li Tunç Soyer.
Tunç Soyer’in babası Nurettin Soyer, 12 Eylül darbesi döneminde Ankara sıkıyönetim savcısı. Çok sayıda örgüt soruşturmasına ve iddianamesine imza atmış. En çok ses getiren iddianamesi MHP hakkında; Alparslan Türkeş ve öteki parti yöneticileri hakkında idam cezası istemiş…
İşte AKP Genel Başkanı Erdoğan, bugünlerde nereye gitse, ( o alışılmış ses tonu ve vurgusuyla) “Tunç Soyer’in babası zalimdir; 12 Eylül’ün zalim savcısının mirası bugün CHP’de vücut buluyor” diye bağırıp duruyor.
Meydanları dolduran seçmenleri çılgınca alkışlıyorlar bu sözleri; 12 Eylül dönemi savcısı Nurettin Soyer’e beddua üstüne beddua ediyorlar. Aynı dönemin başka savcılarının valilerinin AKP listelerinden milletvekili seçildiklerini sorgulamayı akıllarından bile geçirmiyorlar. Hatta ve hatta, Hz. Muhammed’in Veda Haccı’nda “Suçlu kendi suçundan başkası ile suçlanamaz; baba oğlunun suçundan oğlu da babasının suçundan sorumlu tutulamaz” diye öğüt verdiğini bile hatırlamıyorlar, akıllarına getirmiyorlar.
(Ara not: Hatırlasalar ne fayda! Genel başkanları ne derse desin, hiç sorgulamadan biat ediyorlar, alkışlıyorlar. Çünkü, “Tayyip Erdoğan Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde taşıyan lider” diyen eski Düzce Milletvekili Fevai Arslan; “O’na dokunmak bile ibadettir” diyen eski Bursa Milletvekili Hüseyin Şahin; “O’nun için her günü iki rekât şükür namazı kılınmalı” diyen eski Trabzon Milletvekili Oktay Saral ve “O uçurumdan atlıyorsa bize düşen O’nun arkasından atlamaktır” diyen eski bakan Kürşat Tüzmen ile aynı kafadalar.)
***

AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan öyle başarılı bir polemikçi ki, diline doladığı Tunç Soyer bile, kendisine yönelik karalama karşısında en fazla “Kimse babasını seçmek durumunda değil” diyor; dönüp “Ey AKP Genel Başkanı, babamla atamla uğraşma, sen kendi atana babana bak! Madem Müslümansın, bari Hz. Peygamber’in nasihatine kulak ver!” diyemiyor.
Sahi, AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın atalarını merak eden kaç kişi vardır? Siyasi rakiplerinin merak ettikleri düşünülebilir ama o yönde bir işaret görülmüyor. Merak etseler, araştırıp öğrenseler, “Dinime dahleden bari benden daha müselman olsa!” diyebilecekleri çokça bilgiye ulaşırlar ama ya merak etmiyorlar ya da polemiklerde dile getirmek istemiyorlar.
Belki de polemiklerde alta düşmekten korktukları için dile getirmiyorlar. Erdoğan ailesinin geçmişini merak edip araştırsalar, bir “sevgi soyağacı” ile karşılaşıp mahcup duruma düşmekten de çekiniyor olabilirler. Her neyse, sözü uzatmadan bu “sevgi soyağacı”na yakından bakalım.
 ***

Rize’nin Dumankaya köyünden Erdoğanların tarihi 1800’lerin ortalarına değin uzanıyor. Dumankaya’nın Cumhuriyet öncesi adı Plihoz. Bilinen ilk ata Bakatoğlu Ahmet; Recep Tayyip Erdoğan’ın dedesinin dedesi yani. Bakatoğlu ‘isyancı, kavgacı’ anlamına geliyor. Bakatoğlu Ahmet’in Tahir, Yunus ve Mehmet adında üç oğlu var. Tahir, ‘bilinmeyen bir nedenle’ babasını öldürüyor. Bakatoğlu soyu Yunus ile sürüyor. Yunus’tan sonra oğlu Tayyip (yerel dildeTeyyup), ondan sonra Hacı Ahmet, ondan sonra da Recep Tayyip[1].  
Her kuşakta Ahmet ve Tayyip. Recep Tayyip’in dedesinin dedesi Ahmet, dedesi Tayyip, babası Ahmet, büyük oğlunun adı Ahmet Burak, kızı Esra’dan torunu da Ahmet Akif…
Recep Tayyip Erdoğan’ın dedesi Tayyip (köylülerin andıkları ismiyle Teyyup) daha yirmi iki yaşındayken, 1906’da komşuları tarafından on altı kurşunla öldürülüyor. Dede Tayyip öldürüldüğünde Ahmet daha bir ya da iki yaşında. Büluğa erdikten sonra Ahmet evleniyor ama ilk eşinden çocuğu olmuyor. Bunun üzerine kocası savaştan dönmemiş bir dulla evlendiriliyor ve ondan Tayyip’in üvey ağabeyleri Hasan ile Mehmet doğuyor.
Ahmet Reis daha sonra Tenzile Hanım ile evleniyor ve İstanbul’a göç ediyor. Recep Tayyip, 1954 yılında Kasımpaşa’da doğuyor; evin prensi oluyor. Küçük Tayyip evin prensi ama:
Reis Kaptan sinirli bir adamdı. Sinirlendiğinde evde kimse ona yaklaşamaz, irtibat kuramazdı. Ama Tayyip’e özel bir ilgisi vardı. Tenzile Hanım da bunu keşfetmişti. Evin babası sinirlendiğinde iş Recep Tayyip’e düşerdi. Hemen Reis Kaptan’ın yanına sokulurdu. O kollarına sığındığında Reis Kaptan’ın siniri kalmazdı. Recep Tayyip babasını üzdüğü zaman inanılmaz bir şey yapardı, Reis Kaptan’ın ayakkabılarını öperdi. Bunu gören Reis Kaptan sakinleşir, gözlerinden yaşlar süzülür, bütün çocuklar da babalarıyla birlikte ağlardı.[2]
(Ara not: Recep Tayyip’in bu çocukluk anısı -her nedense- bana, 2006 yılında Başbakanken, danışmanı Cüneyt Zapsu’yu Washington’a göndermesini anımsattı. O ziyaret sonrasında Cüneyt, basına açık toplantıda -şefi Tayyip Erdoğan’a vekâleten- ABD etablissementına şöyle seslenmişti:
Bizim ABD’ye ihtiyacımız var. Bu adam dürüst bir adam. Kendi inançlarına sahip ve bu inançlarında samimi. Lütfen şunu yapmaya çalışın... ‘Sömürmek’ kötü bir kelime, ama kullanmak... Bu adamdan yararlanın. Çünkü bu kişinin çok itibarı var, hem kendi inançları nedeniyle Müslüman dünyasında, hem de Batı tipi demokrasiye inanıyor. Bence onu devirmeye çalışmak, delikten aşağı koymak yerine onu kullanın... Burada ve Avrupa'da bundan yararlanmalısınız. Teklifim budur.”
 Dediğim gibi, yazı konusuyla ne kadar ilgisi var da anımsadım, bilemiyorum!)
***

Tayyipçik babasını üzdüğünde ayakkabılarını öpüp ortamı yumuşatırdı ama, Reis Kaptan’ın ayakkabılarını öpmenin işe yaramadığı da olurdu. “Beş altı yaşlarındaydım” diyor Recep Tayyip Erdoğan; tarifsiz bir çocukluk anısıdır anlattığı:
Hava kararmadan önce eve girmek zorundaydık. Bizim evin karşısında Müşerref Abla dediğimiz bir komşumuz vardı. Çocuğum ya, küfür ediyorum ona. Ben küfrettikçe onun hoşuna gidiyor o da popoma vuruyor. O vuruyor ben küfür ediyorum. Babam gelince şikâyet etmiş beni. Bunlardan haberim yok tabii. Babam içeri giriyor. Allah rahmet etsin. Alıyor beni tavana asıyor. Ellerimden mi kollarımdan mı bağlamış, hatırlamıyorum. Orada 15-20 dakika kalmış olacağım ki, dayım gelip beni kurtarıyor. O günden sonra da küfür faslı kapandı.[3]
Küçük Tayyip’in bu çocukluk anısı da (ne kadar ilgisi varsa bilemiyorum), mizah sanatçısı Metin Akpınar’a gösterdiği tepkiyi anımsattı. Hani, Metin Akpınar klasik faşizm eleştirisi yaparken, Mussolini’nin ayaklarından asıldığını anlatmıştı da Tayyip Erdoğan (hiç gereği yokken) üstüne alınmıştı ya; işte o tepki. Neyse ki, Erdoğan’ın Metin Akpınar’a öfkesi, tutuklamaya dönüşmedi.
***

Tayyip evin en sevgili oğlu ama sevginin de bir sınırı olur. Futbolu çok seviyor Tayyip ancak babası Reis Kaptan izin vermiyor futbol oynamasına; O da ne yapsın, gizli gizli oynuyor, babası görmesin diye topunu ve ayakkabılarını kömürlükte saklıyor. Maçta yaralanıyor ama babası fark etmesin diye dişini sıkıyor; katlanıyor yarasının acısına…
Futbol sevdası nihayet saklanamaz hale geldiğinde Reis Kaptan küplere binmiş, Kasımpaşa’da iki oda bir göz evde kıyametler kopmuş. Tayyip’in Türkiye seçmelerine katılmasına izin çıkmamış Reis Kaptan’dan. Yeni bir tavana asılma vukuatına karşı bir kere daha dayısını yanında bulmuş Tayyip; ama dayısı da ikna edememiş Reis Kaptan’ı. “Babam yüzünden buna benzer birçok fırsatı kaçırdım” diye anlatıyor o anı Recep Tayyip.[4]
Reis Kaptan’ın boğucu kısıtlayıcı şefkat tsunamisinden İmam Hatip Lisesi’ne kaçarak kurtulmuş genç Tayyip. Kasımpaşa sokaklarını adımlamış, futbol oynamış, evlenmiş, siyasete atılmış, askerliğini yedek subay olarak yapmış… İstanbul’a belediye başkanı olduğunda “İmam Hatip dönemim benim her şeyimdir. Hayatımın çizgisini, çevresini orada kazandım. Bana beni İmam Hatip Lisesi kazandırdı.” diye anlatmış yaşam serüvenindeki evrimini.[5]
***

Siyasette kural tanımazlık, tutarsızlık, eleştiriye tahammülsüzlük,
Demokrasiyi istediği durakta ineceği tramvay olarak görmek,
Peygamber’in nasihatine karşın siyasi rakibini babası üzerinden suçlamak,
En ağır sözlerle suçladığı siyasetçiyle yeri geldiğinde kader ortaklığı,
Ne istediyse verdiği bir örgütü (yumruk yediğinde) şeytanlaştırmak,
Hem emperyalist projelere eşbaşkanlık hem de ikinci istiklal harbi başkomutanlığı iddiası,
Kendisine oy vermeyen yüzde 50’yi aşkın seçmen kitlesini topyekûn “ihanet ve zillet ittifakı” diye ötekileştirmek,
Hem kimsesizlerin kimi olma iddiası hem de acılı madenci yakınını “İsrail dölü” diyerek yumruklamak…
Bütün bunların ve hepsinin kökeninde “şefkat abidesi bir soyağacı” ve “şefkatle” yaşanmış çocukluk ve gençlik bulunuyor!
Hepsinin ve daha fazlasının açıklaması Psikiyatrist Doktor Cemal Dindar’ın kitabında.
Hayırlı okumalar!









[1] Cemal Dindar, Bi’at ve Öfke (Recep Tayyip Erdoğan’ın Psikobiyografisi), Cadde Yayınları İstanbul, Nisan 2011.
[2] Fehmi Çalmuk-Ruşen Çakır, Recep Tayyip Erdoğan (Bir Dönüşüm Öyküsü), Metis Yayınları İstanbul, 2001, 17.
[3] Yeni Yüzyıl, 8 Ocak 1995, Leyla İpekçi'nin mülakatı, aktaran Çalmuk-Çakır, a.g.e, s: 18.
[4] Çalmuk-Çakır, a.g.e, s: 25.
[5] Soner Yalçın, Kayıp Sicil, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul 2014, Birinci Basım, s: 34.

17 Şubat 2019 Pazar

EKONOMİ TIKIRINDA!



EKONOMİ TIKIRINDA!
Döviz kurları düşüşte, faiz oranları da öyle.
Merkezi yönetim bütçesi Ocak ayında 5,1 milyar lira fazla verdi.
Cari işlemler dengesinde dış ticaret açığı ve cari işlem açığı hiç görülmemiş ölçüde daraldı. Dış ticaret açığı 2018’de, 2017’ye göre yüzde 28,4 azalarak, 76,8 milyar dolardan 55,0 milyar dolara geriledi. İhracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 60’tan yüzde 83,8’e yükseldi. Cari açık da 47,4 milyar dolardan 27,63 milyar dolara geriledi.
Tanzim sopasını yiyen sebze ve gıda teröristleri teslim bayrağını çektiler, fiyatlar (kâr şöyle dursun) üretim maliyetinin de altına düştü.
Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu S&P da Türkiye’nin kredi notunu ve görünümünü değiştirmedi, yani daha kötüye gitmediğini bildirdi.
Bunlar geçen hafta açıklanan rakamlar ve haberler. Ne güzel rakamlar ne güzel haberler değil mi? Ekonomi tıkırında! Krizde denilen ekonomi darboğazdan çıkıyor, toparlanıyor!
***

İşsizlik çığ gibi!
Hükümet adamları böyle deseler, besleme medyadaki uşakları böyle propaganda etseler de, ekonominin toparlanıp darboğazdan çıktığı yok.
Döviz kurlarının düşüşü, “düşük döviz kuru / yüksek TL faizi” avantajından yararlanmak isteyen sıcak para girişinden kaynaklanıyor.
Merkez Bankası’nın, kamu kuruluşlarının ve kamu bankalarının Nisan ayında dağıtmaları gereken kâr payı ödemeleri Ocak ayına çekilince bütçe fazla vermiş göründü.
Dış ticaret ve cari işlem açıklarındaki azalma da, dışa bağımlı sanayideki daralmanın eseri.
Olan biteni anlamak için derin ekonomi bilgisi gerekmiyor. Ekonomi toparlanıyorsa istihdam düzeyi yükseliyor, yani işsizlik azalıyor demektir; buna bağlı olarak üretim de artar. Üretim artınca ticaret hacmi genişler; milli gelirdeki artışla birlikte genel refah düzeyi de yükselir…
 O halde istatistik rakamlarına aldanmadan ama yine de resmi istatistik rakamlarıyla ekonominin durumuna yakından bakalım.
Geçen hafta sadece yukarıda sıraladığım rakamlar açıkanmadı; Kasım ayı işsizlik rakamları da açıklandı. Buna göre, (İş bulmaktan umudunu kestiği için iş aramayanlar hariç), işsiz sayısı Kasım ayı sonunda 706 bin artarak 3 milyon 981 bin kişiye, genel işsizlik oranı da (yani 15-64 yaş grubundaki işsizlik oranı) 2.1 puanlık artış ile yüzde 12,6’ya yükseldi. İşsizlik oranı tarım dışında yüzde 14,3, genç nüfusta ise (15-24 yaş) 4,3 puan artarak yüzde 23,6 düzeyine çıktı.
 Belirtmeli ki, işsizlik AKP döneminde zaten hiç düşmedi. İşsiz sayısı sürekli arttığı gibi istihdam düzeyi, 1980’ler ve 1990’lardakinin de gerisine düştü. ANAP hükümetleri döneminde çalışma çağındaki nüfusun yüzde 56’sı işgücüne katılıyordu. İşgücüne katılım oranı 1992-2002 döneminde yüzde 51’e düştü; AKP döneminde ise yüzde 49’a kadar geriledi. Yani toplumun çalışma isteği son 30 yılda 7 puan azaldı. İşsiz sayısı ise geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde arttı.
Kasım ayında, çalışmak isteyip de iş bulamayan kişi sayısı 4 milyon; genel işsizlik oranı yüzde 12,6’dır. 2017 yılında işsizlik oranı yüzde 10,9 idi. Hatırlanmalı ki, çok kişinin canının yandığı ağır ekonomik kriz yılı 2001 yılında genel işsizlik oranı yüzde 10,6 olarak açıklanmıştı.
İşsizlik çığ gibi ama ekonomi tıkırında!
***

İşsizlik azalmak yerine arttığına göre üretim de artmamış demektir. Nitekim, TÜİK’in geçen hafta açıkladığına göre, takvim etkilerinden arındırılmış İmalat Sanayi üretimi Eylül 2018’de yüzde 3,0, Ekimde yüzde 6,8 ve Kasımda yüzde 7,2 daralmanın ardından Aralık ayında yüzde10,8 düştü. Yılın son çeyreğinde imalat sanayinde daralma ise yüzde 8,3. (Bu daralmanın 2018’in tamamına nasıl yansıyacağı Mart ayında belli olacak.)
Hatırlanmalı ki, imalat sanayi üretimi 1994 krizinde yüzde 8,6 oranında, 2001 krizinde ise yüzde 9,5 oranında daralmıştı. Yani, göstere göstere 1994 ve 2001 krizlerini yeniden yaşıyoruz.
İşsizlik artıyor, üretim hacmi daralıyor ama ekonomi tıkırında!
***

İşsizlik çığ gibi büyürken, üretim güneşe yakalanmış Şubat karı gibi erirken, ticaret artmış olabilir mi? Devletin resmi rakamları öyle demiyor.
TÜİK’in geçen hafta açıkladığı verilere göre, perakende satış hacmi, Aralık 2018’de bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 9,2 geriledi. Satış hacmindeki gerileme bilgisayar, kitap ve iletişim aygıtları satışlarında yüzde 21,7, elektrikli eşya ve mobilyada yüzde 19’u buldu. 
***
           
İşsizlik çığ gibi, üretim azalıyor, ticaret hacmi daralıyor ama ekonomi tıkırında!
1994 ve 2001 krizlerinde de hükümet adamları ekonominin toparlandığını söylüyorlardı. Ne ki, 1994 krizi DYP/SHP hükümetinin sonunu getirmiş; 2001 krizi ise DSP/MHP/ANAP hükümetini sandığa gömmüştü.
2018 krizi de belediye seçimlerinde AKP hükümetini sandığa gömer mi?
Kişisel görüşüm, AKP hükümetinin dramatik bir oy kaybına uğramayacağı yönünde. Nedenleri apayrı bir yazı konusudur. Yine de kısaca değinmek gerekirse, muhalefetin dağınıklığından ve güven uyandırmamasından, demokratik seçim koşullarının kalmayışından, medyanın yüzde 100 denebilecek ölçüde denetim ve baskı altında olmasından, en önemlisi de ekonomik krizde bile siyasi tercihini değiştirmeye yanaşmayacak bir seçmen kitlesinin oluştuğundan söz edilebilir. Öyle bir seçmen kitlesi ki, ekonomik krizden ve hayat pahalılığından bile iktidarı değil muhalefeti sorumlu tutmaktadır.

Not: Ekonomi tıkırında fotoğrafının adresi
http://cemedib.blogcu.com/ekonomi-tikirinda/18202535