30 Kasım 2025 Pazar

FATİH ALTAYLI’NIN SİLİVRİ İMTİHANI

Fatih Altaylı, 22 Haziran 2025’ten bu yana Silivri Cezaevi’nde mahpus. 

Bir YouTube yayınında demiş ki: “Erdoğan ömür boyu Cumhurbaşkanlığına devam etsin mi? Halkın yüzde 70’i buna karşıymış. Bu oran şaşırtıcı değil. Çünkü şu anda AKP seçmeninin önemli bir bölümü ve MHP’li seçmenin bir kısmı dışında böyle diyen kimse yok. Türk halkı sandığı sever, gücün kendisinde olmasını ister. Yani babasını seçse oraya, babasını değiştirme ihtimalini elinde tutmaktan hoşlanır.”

Sonra bu yorumunu güçlendirmek için sözü Osmanlı padişahlarına getirmiş Fatih: “Bu milletin yakın geçmişinden söz etmiyorum uzak geçmişine bak. Bu millet, padişahını boğmuş. Hoşuna gitmediği zaman padişahını yuhlamış bir millet. Az buz değildir öldürülen suikasta kurban giden Osmanlı Padişahı.”

Sen misin böyle konuşan? Mahkeme, Cumhurbaşkanı’nı tehdit suçlamasıyla Fatih Altaylı’ya 4 yıl 2 ay hapis cezası verdi ve tutukluluk halinin devamına hükmetti.

***

Olayın hukuki değerlendirmesi ne olursa olsun, Fatih Altaylı’nın suç işlediği kanaatinde değilim. Fatih Altaylı kim ki, kolordu gücünde bir muhafız birliği tarafından korunan, konuttan çıktığında bir tabur asker ve polisin refakat ettiği Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı tehdit etsin. Tehdit etse kaç yazar? Ama mahkeme öyle düşünmemiş, basmış cezayı. Zaten Türkiye epeydir, hukuk devleti değil, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın deyişiyle “yargı devleti.” Suçlamalar, yargılamalar, cezalandırmalar, iktidar bendesi olup olmamaya göre değişiyor. Fatih Altaylı da, sözcüğün gerçek anlamıyla eleştirel gazetecilerin yanı sıra, son yıllarda CHP ve Ekrem İmamoğlu’na yakın durmasının bedelini ödüyor.

Oysa, Fatih Altaylı sözcüğün gerçek anlamıyla eleştirel muhalif bir gazeteci değil. “Devşirmeler Dönekler / Türk Medyasından Portreler” adlı kitabımda ayrıntılı bir Fatih Altaylı portresi çizmiştim. Özetle, “adı hep maçoluk, saldırganlık, küfür, hakaret, cehalet, patron tetikçiliği ve ajanlıkla anılan bir gazeteci!

Erdoğan iktidara gelmeden önce, içinde yer aldığı medya grubu dolayımıyla Fatih, Erdoğan karşıtı. Ama Erdoğan iktidara geldikten sonra, Erdoğan’ı Nobel Barış ödülüne aday gösterecek kadar iktidar yanlısı. Öyle ki, Gezi Direnişi günlerinde Erdoğan ilk olarak Fatih’in Teketek programına katıldı; Fatih, programın ardından (sureti haktan görünmek kamuflajıyla) “Erdoğan’a secde bile ederim” diye yazdı.

Çok yakın tarihe kadar Fatih, hep AKP iktidarına yakın durdu. Sonra (arada ne olduysa gerçekten bilmiyorum) Fatih, CHP ve Ekrem İmamoğlu’na yanaştı. Hesap hatası mıdır, başka bir şeyler mi oldu; Fatih Altaylı Silivri Cezaevi’ni boyladı.

***

Hep denir ya, düşmanıma bile dilemem. Hiç sempatim olmasa da, Fatih Altaylı’nın Silivri’de mahpus tutulmasına isyan duygusuyla doluyum. Silivri’ye kapatıldıktan sonra yazdığı ilk mektuptaki ruh halini iliklerime değin hissettim.

Sonra “hükmen tutukluluk halinin devamına” ifadesiyle biten son duruşmadaki karara tepkisi. Elindeki dosyaları kâğıtları fırlatarak isyan etmiş. Öylesine tanıdık bir isyan ki!

Sonra, geçmişteki bir Teketek’te Fatih Altaylı’nın Levent Kırca ile diyalogları:

Levent Kırca: Silivri’deki gazeteci arkadaşların için bir kere olsun oraya gitmek aklına gelmedi mi?

Fatih Altaylı: Hayır!

Levent Kırca: Hiç gitmeyecek misin?

Fatih Altaylı: Hayır! Mecbur muyum cezaevine gitmeye?

Diyaloglar böyleydi. Geçmişte Silivri’deki gazeteci meslektaşlarını ziyaret etmeyi aklına bile getirmeyen Fatih Altaylı şimdi Silivri Cezaevi’nde. 

***

Yaralı kuşa kurşun atılmaz. Kültürümüzde böyle denir. Şimdi yazacaklarım yaralı kuşa kurşun atmak sayılmasın. Fatih Altaylı’yı iç hesaplaşmaya çağırmak olsun.

Mahpusluk zor zanaattır; insanın kendisini yenilemesi, yeniden üretmesi için de bir fırsattır. Tabii ki fırsatı değerlendirmesini bilen için.

Fatih, mahpusluk günlerini iç hesaplaşma fırsatına çevirir mi?

Örneğin, Asil Nadir’in temsilcisi, daha doğrusu fedaisi olarak, gazetenin Ankara bürosunda aylardır maaş alamadıkları için direnen gazetecilerin karşısına çıktı. Henüz 26 yaşındaydı. “Belinde çifte tabanca taşıyordu. Gazetecileri silahla tehdit etti, yönetime el koydu. Maaş falan önemli değildi. Derhal çalışmaya başlamaları gerekiyordu. Patron böyle istemişti. Eli tabancaların üzerinde geziniyordu. Gazetecileri kovmaya yeltendi, başaramadı. Arkasını dönüp gitti.” (Anlatan Emin Çölaşan, Hürriyet, 9 Nisan 2004)

Fatih’in hatırlaması gereken o kadar çok günahı var ki. Özellikle, maçoluk ve cinsiyetçilik üzerine:

Radyo D günlerinde “Bâbıâli Yokuşu” adlı programda, derslere alınmamalarını protesto eden başörtülü öğrencilere “fahişeler” diye hakaret etmişti. 

Yine Radyo D’deki programında, 2002 yılı Nisan ayında Köln’de bir konferansta kadına yönelik devlet kaynaklı cinsel şiddeti anlatan Avukat Eren Keskin’i kast ederek, “Bu kadını ilk gördüğüm yerde cinsel tacizde bulunmazsam namerdim” demişti. 

Fatih’in tecavüz takıntısı, Irak’ta 1 milyon dolayında kadının tecavüze uğradığı ABD işgali öncesinde bir kez daha nüksetmişti. ABD’nin işgal harekâtına Türkiye’nin niçin ortak olması gerektiğini savunurken şöyle yazmıştı: “Türkiye’nin tavrı, ‘tecavüz kaçınılmazsa yapılması gere¬ken’ olarak özetlenebilir. Zevk almaya çalışmıyoruz, ama en azından ‘canı-mızı kurtarmaya’ gayret ediyoruz.” (Hürriyet, 1 Mart 2003). 

Google veya başka bir arama motoruna Fatih Altaylı taciz tecavüz sözcükleri yazılsa, cinsellik ve tecavüz takıntılı başka vukuatları da çıkar herhalde.

Peki neden tecavüz takıntılı?

Gazeteci Nuriye Akman, bir söyleşisinde dolaylı olarak sormuştu: 

N.A: Fatihçiğim, 0–6 yaş, kişiliğimizin temelinin oluştuğu bir dönem. Sen kendi tahlilini yap, böyle “savaşçı” olmanda çocukluğundan kalan ne var? 

F.A.: Kapıcımız tecavüz etti! (Kahkahalar)

N.A.: Yok canım daha neler! (Zaman, 11 Ağustos 2002)

***

Fatih Altaylı Silivri günlerinde iç hesaplaşmasını yapar mı yapmaz mı, bilemem. Bitirirken aklıma geldi. Sözlerinden dolayı hapis cezasına çarptırılmasına, iktidar karşıtı diye etiketlenen medyadaki iki elin on parmağını bile bulmayan sayıda gazeteci dışında kimse tepki göstermedi. Peki ya Teketek’teki program ortakları. Murat Bardakçı, Erhan Afyoncu, İlber Ortaylı, Cüppeli Şarlatan... İnsan iki kelime olsun bir şeyler yazar değil mi?

Murat Bardakçı büyükelçilik mi bekliyor? Ondan mı suskun?

İlber Ortaylı, suya sabuna dokunmama ataletinde mi?

Erhan Afyoncu, Milli Savunma Üniversitesi Rektörü olmanın sessizliğinde mi?

Fatih Altaylı Silivri günlerinde bu sessizlikleri de değerlendiriyordur sanırım.

Ne diyeyim? Aramıza hoş geldin mi Fatih Altaylı?


23 Kasım 2025 Pazar

HAYDİ İMRALI UMRESİ’NE!

Cumhur İttifakı’nın adlandırmasıyla “Terörsüz Türkiye”, Abdullah Öcalan’ın ifadesiyle “Barış ve Demokratik Toplum” sürecinde kritik bir dönemece gelindi.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, TBMM’deki komisyonun İmralı’ya giderek “kurucu önder” Abdullah Öcalan’ı dinlemesini önerdi. Önerisi tepkiyle karşılanınca, “Kimse gitmezse, alırım yanıma üç arkadaşımı; kendi imkânlarımızla İmralı’ya gitmekten, bir masa etrafında yüz yüze gelmekten imtina etmem” diyerek ısrar etti. (18 Kasım 2025)

(Ara not: Bahçeli, DEM Parti grup toplantısında Abdullah Öcalan lehine slogan atılmasına bile tepki göstermişti. Sonra ne oldu da, TBMM heyetinin Abdullah Öcalan’ı ziyaret etmesini dayattı?)

Bahçeli’nin dayatması üzerine komisyon, İmralı’da Abdullah Öcalan ile görüşmeyi kararlaştırdı. CHP, İmralı gidecek heyete katılmayacağını açıkladı.

Şimdi varsa yoksa CHP’nin Kürt meselesinde ne kadar günahkâr ve çözüm karşıtı olduğunun propagandasında. Sadece iktidar sözcüleri ve medyadaki aparatları değil, DEM Parti yöneticileri de CHP’ye veryansın ediyorlar. DEM yöneticileri CHP’yi korkaklıkla, “iktidar karşıtlığını çözüm karşıtlığına dönüştürmekle” suçluyorlar, hatta tehdit ediyorlar.

***

Oysa ortada çözüm süreci yok. Gerek Recep Tayyip Erdoğan gerekse süreçte mayın dedektörü rolü üstlenen Devlet Bahçeli, başından bu yana süreci “Terörsüz Türkiye” olarak tanımladılar, PKK’ye silah bıraktırmaya indirgediler. Bununla kalmadılar, PKK’nin Suriye kolu PYD/YPG’nin kökten dinci Şara iktidarına boyun eğmesini istiyorlar. Asıl beklentileri ise Erdoğan’ın dördüncü kez Cumhurbaşkanı seçilmesine destek verilmesi.

Ortada Kürt meselesine çözüm getirecek bir süreç yok. TBMM’deki komisyonun adı “milli dayanışma kardeşlik ve demokrasi” ama ortada ne dayanışma ve kardeşlik var ne de demokrasi. Dayanışma yerine kutsiyet atfedercesine İmralı ziyareti dayatması, kardeşlik yerine komisyonda bile Kürtçe konuşulmasına tahammülsüzlük, demokrasi yerine muhalif siyasetçilere gazetecilere yazarlara cezaevleri...

Süreçten maksat Kürt meselesine çözüm değil. Öyle olsa, hiç değilse, yasa ve anayasa değişikliği gerektirmeyen adımlar atılırdı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanması, belediyelere kayyım zulmünden vazgeçilmesi, iyi niyet göstergesi olmak üzere Ahmet Türk’ün göreve iade edilmesi, muhalif gazeteci ve belediye başkanlarının tutuklanmasına son verilmesi vs...

İktidar, Kürt kimliğinin tanınmasına yönelik anayasa değişikliğini önermek şöyle dursun, bu gibi sembolik adımları bile atmadı, süreci komisyona havale etti. Gelinen aşamada TBMM heyetinin İmralı’da Abdullah Öcalan’ı ziyaret etmesini dayattı; CHP ve muhalefet partileri bu dayatmayı kabul etmeyince CHP’yi şeytanlaştırıyor.

***

Sahi, süreçten maksat Kürt meselesine çözüm ise, sürecin ilerlemesi için neden Abdullah Öcalan tek çözüm ortağı olarak parlatılıyor, İmralı Umresi dayatılıyor? 

Naçizane, bu sorunun akla uygun bir yanıtını bulamıyorum. Bilinir ki, siyasi diplomatik sorunların çözümünde psikoloji de kritik öneme sahiptir. Bireylerin toplulukların duyguları düşünceleri, siyasi ve diplomatik kararlar üzerinde belirleyici olabilir. Kabul etmeli ki, Kürt halkının tanınma ve kimlik mücadelesinde Abdullah Öcalan tarihsel bir rol oynadı. Bununla birlikte, hak etmiş olsun olmasın, sadece Türklerin tamamında değil Kürtlerin azımsanmayacak bir bölümünde de negatif bir imaj edindi. Daha açık bir ifadeyle, nefret objesi haline geldi. Psikolojik harp bağlamında kendisine yakıştırılan sıfatları anmaya gerek yok. Üzerinde durulması gereken, bu denli negatif bir özne iken, neden tek çözüm ortağı olarak dayatılıyor? Üstelik, Öcalan 27 Şubat 2025’te açıklanan bildirgesinde, Türkiye Kürtleri için ayrı ulus devlet veya federasyon şöyle dursun, idari özerklik ve kültürel hak taleplerinden bile vazgeçti. Bu durumda kendisiyle neyin müzakeresi yapılıyor? TBMM’yi temsilen bir heyetin Abdullah Öcalan’ı İmralı’da ziyaret etmesi sürecin ilerlemesi için neden dayatıldı? AKP Genel Başkanı Erdoğan ve Bahçeli birlikte İmralı’ya gitseler daha etkili olmaz mı? Öcalan’ın ayağına gitmek istemiyorlarsa, Umut Hakkı ya da Cumhurbaşkanı’nın anayasada yazılı özel af yetkisiyle Abdullah Öcalan’ı Beştepe Külliyesi’ne getirtemezler mi? (İroni sayılmasın, umut hakkı ya da Cumhurbaşkanı’nın özel affıyla Abdullah Öcalan tahliye edilmeli, yasal siyasete katılmalıdır! En kritik kavşaklarda Erdoğan’ın başkanlığını desteklediğine göre Abdullah Öcalan’ın Erdoğan’dan bunu beklemeye hakkı vardır!)

Dediğim gibi, Abdullah Öcalan neden Kürt siyasetinin tek adamı olarak dayatılıyor ve benzer soruların akla uygun yanıtını bulamıyorum. “İmralı Umresi, muhalefetin katılmayacağı varsayımıyla, sürecin tıkanması ve bitirilmesi için planlanmış bir dayatma mıdır?” diye de sorulabilir. Umarım öyle değildir ama seçime iki yıl kalmış olsa da her an gündeme gelebilir. Geçmişte olduğu gibi, seçime aylar kala, Erdoğan ve Bahçeli’nin Kürt hareketini yeniden şeytanlaştırmaları sürpriz olmaz. Bugün CHP’yi korkaklıkla, iktidar karşıtlığını çözüm karşıtlığına dönüştürmeye çalışmakla suçlayan DEM Parti yöneticilerinin bu olasılığı akıllarında tutmalarında yarar var.

Son bir soru. Ahmet Türk’e göre, “Erdoğan, Kürtlere en fazla acı çektiren liderdir.” Madem öyle, süreci “Terörsüz Türkiye” diye sınırlayan Erdoğan tekrar Cumhurbaşkanı seçilmek için anayasa değişikliğini gündeme getirdiğinde DEM Parti ne yapacak?


13 Kasım 2025 Perşembe

İSKANDİNAVYA’DA SÁMİLER TÜRKİYE’DE...

Hayat yolculuğunda kutup bölgesine yolu düşürmek de varmış.

Kızım Elif Cihan ile birlikte Norveç’in Tromsø kentindeyiz. İskandinav Yarımadası’nın en kuzeyindeki Tromsø, başkent Oslo’ya kuş uçuşu 1150 kilometre uzaklıkta; kutup dairesinin 350 kilometre kadar kuzeyinde, yani kutup bölgesinde bir kent. Kasım ayının ilk haftası ama henüz kutup soğukları başlamamış.

İlk gün meşhur kuzey ışıklarını görmek istedik. Bunun için bulutsuz karanlık bir gece lazım. Tromsø’da hava kapalı. Bindik otobüse, bulutsuz geceyi üç saat sonra Finlandiya’da bulabildik. Onca zahmetin tesellisi, dolunaya karşın, kuzey ışıkları altında fotoğraf oldu.

İkinci gün tur teknesindeyiz. Sabah erkenden yola çıktık. İstikamet, Arktik Okyanusu, yani Kuzey Buz Denizi. Okyanus’un İskandinav Yarımadası’na girintisi fiyortların görünümü gerçekten muhteşem. Yine de Ege ve Akdeniz’in koylarıyla karşılaştırmadan edemedik. Hava kapalı ama zaman zaman ufuk çizgisinin hemen üstünde güneş görünüyor ve hiç yükselmiyor. Tromsø’da gündüz süresi dört beş saat kadar. Dört saat süren yolculuğun ardından nihayet balinalar... Tam bir saat balinaları seyrettik. Bu arada, 1992 yılında Rusya’daki araştırma havuzundan kaçıp Sinop’un Gerze İlçesi açıklarında ortaya çıkan beyaz balinayı andım. Gerze halkı adını Aydın koymuştu. Amerika’ya verileceği söylentileri üzerine protesto mitingleri düzenlenmişti. Bu söylentilerin ardından Aydın ortadan kaybolmuştu. Öyle anımsıyorum.

***

Tromsø'da üçüncü günümüz. Bugün Sámiler ile tanışacağız. Yoğun kar yağışı altında yarım saat sonra Tromsø kırsalında bir Sámi obasındayız. Tipiye varan kar altında, turist konukların ağırlandığı çadıra doluştuk; gürül gürül yanan sobanın etrafına dizildik. Oba temsilcisi Issat, kendisini tanıttıktan sonra programı açıkladı: Sámiler hakkında genel sunum, geyiklerin beslenmesi, serbest saat, yemek, sohbet, Sámi müziği...

Geleneksel giysi gakti içinde Issat Sámiler hakkında bilgi verirken sesi halkına sevgisiyle yüklü; kimi zaman coşkulu kimi zaman durgun. Sámilerin İskandinavya’nın en eski yerlisi, balıkçılık ve ren geyiği hayvancılığıyla geçinen göçebe bir halk olduğunu vurgulayarak başladı anlatmaya:

“Sámiler Norveç’in, İsveç’in, Finlandiya’nın ve Rusya’nın kuzey bölgelerinde yaşarlar. Ülkemiz bu topraklara sonradan gelenler tarafından paylaşılmış. Giysilerimize bakarak, aşağılamak için bize Lapon demişler. Lapp, yamalı elbise demek. Ülkemizin adını Lappland koymuşlar. Oysa ülkemizin adı Sápmi, bizler Lapon değil Sámiyiz!”

Diğer turistler ne düşündüler bilemem; “Ülkemiz bu topraklara sonradan gelenler tarafından paylaşılmış” cümlesi gülle gibi oturdu yüreğime. Issat devam etti anlatmaya:

“Halkımız yüzyıllar boyunca sömürgecilerin baskısı altında tutuldu, asimilasyona maruz kaldı. Dilimizi yasakladılar. Devletler, açtıkları yatılı okullarda çocuklarımızı resmi dillerinde okumaya mecbur bıraktılar. Kazara ana dilini konuşan çocuklarımız sınıf geçemediler, dönemi tekrarlamaya mecbur kaldılar. O zamana kadar ren geyiklerinin ve doğanın döngüsüne uyarak hikâyelerle masallarla özgürce büyüyen çocuklar dillerini kültürlerini unuttular. Bu şekilde yetişen bir akrabamız korkudan bir daha ana dilini konuşamadı. Ne zaman ki ihtiyarladı, demansa yakalandı, ölene kadar ana dilinden sayıkladı. Bizim yerimiz burası değil aslında. Büyük babam zamanında devletin teşvikiyle gelmişiz buraya. Nihayet Kral Harald V ve Norveç Parlamentosu Sámilerden özür diledi. Bugün daha iyi durumdayız.”

Bunları söylerken Issat’ın sesi durgundu; sesi, anadan atadan miras vatan özlemiyle yüklüydü. İnsanı zorla ya da razı ederek yurdundan koparsan da sıla özlemi kuşaktan kuşağa geçiyor. Öyle tanıdık bir duygu ki! Issat’ın anlattığı özlemi acıyı ben de iliklerime değin hissettim.

***

Sunumdan sonra Issat konuklarını geyikleri beslemeye çağırdı. Çadırdan çıktık. Kar yağışı hafiflemişse de hava çok soğuk. Issat’ın amcası her birimizin eline yem dolu kova tutuşturdu. Etrafta 300 dolayında geyik var. Kendiliklerinden gelip kovalarımıza başlarını daldırdılar. Ben hâlâ Issat’ın anlattıklarının etkisindeyim. Çocukluğumda köyün oğlak çobanıydım, güttüğüm kuzuları oğlakları anımsadım. İki ana dilim vardı, birini unutmuşum. Hani benim çocukluğum nerde?..

Geyikleri yemledikten sonra çadırlara döndük. Sıcak ikramlar, geyik etinden yemek, sohbet, joik (Sámi şarkıları) ... Dil farklılığından dolayı sohbet eksik kalsa da duygudaşlığın önünde engel yok. Hızlıca, Google teyzenin Sámiler hakkındaki paylaşımlarını karıştırdım.

Sápmi ülkesini paylaşan devletler “ilkel, pagan” olarak gördükleri Sámilere Hristiyanlığı dayatmışlar. Bir ara, kafa ölçümüne, kısırlaştırmaya bile tabi tutmuşlar. 

Adı geçen devletlerin “yabani” olarak gördükleri Sámileri “medenileştirmek” için uyguladıkları projeler de yabancı gelmedi bana. 20’nci yüzyılın başlarında arazilerin kullanılması, alınıp satılabilmesi, Norveççe bilmek ve Norveç adı edinmek koşullarına bağlandı. Sámilerin çoğu adlarını değiştirdi, Norveççe öğrendi. Sámice bilen insan sayısı hızla azaldı. Şartları kabul etmeyen Sámiler göçe zorlandı. Göçenlerin yerlerine askerlikten muafiyet, vergi indirimi gibi teşviklerle Ari ırktan kişiler yerleştirildi. Sámilerin Norveç nüfusundaki oranı yüzde 2’ye kadar düştü.

Norveç’te Sámilere yönelik ırkçılık 20’nci yüzyılın ortalarında yumuşamaya başladı; ırkçı uygulamalar aşamalı olarak kaldırıldı. Sámiler özerklik kazandılar, 1989’da kendi parlamentolarını kurdular. Nihayet Kral Harald V, 1997’de Sámi Parlamentosu’nun açılışında, özür diledi: “Norveç devleti iki halkın- Norveçliler ve Sámilerin topraklarında kuruldu. Sámi tarihi, Norveç tarihiyle iç içe geçti. Devletimizin Sámi halkına uyguladığı adaletsizlikten dolayı özür dilemeliyiz!” 

Kral’ın özür dilemesinin ardından Sámilere yönelik ırkçılığı işleyen filmler çevrildi. Norveç Parlamentosu’nda 2018 yılında Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu kuruldu. Komisyon’un raporu 12 Kasım 2024’te kabul edildi; Norveç Parlamentosu da Sámilerden özür diledi.

Norveç’te bugün Sámilerin kendi parlamentoları, ulusal marşları ve bayrakları var; ulusal günleri olan 6 Şubat’ı resmi bayram olarak kutluyorlar; kültürlerini yaşama ve ana dilinde eğitimin yanı sıra yaşadıkları bölgeler için karar alma hakkına sahipler.

***

Sámi obasında vedalaşma vakti. Vedalaşırken sarıldık birbirimize,  asimilasyona karşı yumruklarımızı kaldırdık...

Tromsø’da kış olanca sertliğiyle bastırdı. Yoğun kar yağışı altında uçağımız arazözle tepeden tekerleğe tüm gövdesiyle yıkandı. Nihayet havalandık; iki saat sonra Oslo’dayız. Hava durumu olarak, Oslo’da dünya varmış...

Tromsø’dan ayrılmasına ayrıldık da kalbim Sámi obasında kaldı.

Ezenlerin zulmü, ezilenlerin kaderleri birbirlerine öyle benziyor ki! 

Boyun eğdirmek, aşağılamak, ikinci sınıf insan ve ıslah edilmesi gereken topluluk muamelesi yapmak, kafatasını ölçmek, ana dilini yasaklamak, isim değişikliği, tehcir, asimilasyon...

Vicdanı körelmemiş insanlar için nasıl derin bir utanç değil mi? Değilse, egemen ulus egemen ümmet kimliğiyle bunca zulme ortaklık çok mu tatlı bir şey? Öyle ise Tengri ıslah etsin!

Sömürgeciliğe emperyalizme asimilasyona karşı ortak vatanda eşit yurttaşlık için omuz omuza yürek yüreğe mücadele eden insan evlatlarına selam olsun!




6 Kasım 2025 Perşembe

ERDOĞAN KÜRTLERE EN FAZLA ACI ÇEKTİREN LİDER!

Resmi olarak 22 Ekim 2024’te MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin PKK lideri Abdullah Öcalan’ı TBMM’de konuşma yapmaya çağırmasıyla başlayan sürecin üzerinden onca zaman geçti. Süreç diyorum, çünkü hâlâ ortaklaşmış bir adı bile yok. Cumhur İttifakı’na göre “Terörsüz Türkiye”... Abdullah Öcalan, Kandil ve DEM Parti’ye göre ise “Barış ve Demokratik Toplum”...

Peki aradan geçen onca zamanın ardından süreç hangi noktaya evrildi?

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 30 Ekim’de DEM Parti İmralı Heyeti’yle görüştü. görüşmeyi “geleceğe dair umut verici” olarak nitelendiren Erdoğan, “İnşallah bu görüşmenin yansımalarını önümüzdeki günlerde göreceğiz” dedi.

DEM Parti’den yapılan açıklamada da, “Sürecin daha hızlı ve sağlıklı ilerlemesi konusunda karşılıklı anlayış ve fikir birliği içindeyiz” denildi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, partisinin grup toplantısında “Terörsüz Türkiye menziline doğru emin adımlarla yürüyoruz” diye vurguladı. (5 Kasım 2025)

Kürt siyasetinin önemli isimlerinden Ahmet Türk de, “Devlet Bahçeli süreci sahipleniyor. Erdoğan desteklediği için süreç ilerliyor” diyerek, sürecin geleceği konusunda umutlu olduğunu dile getirdi. (Sabah, 3 Kasım 2025) 

Tüm bu iyimser açıklamalara karşılık, aradan geçen onca zamanda Abdullah Öcalan’ın PKK’ye fesih çağrısında bulunması, PKK’nin bu çağrıya sembolik silah yakma töreniyle karşılık vermesi,  “olası provokasyonlara karşı Türkiye’deki tüm güçlerini Türkiye dışına çekmesi”, sürecin bugüne kadarki kayda değer somut adımları oldu. İktidardaki Cumhur İttifakı’ndan ise bu adımlara karşılık somut bir adım atılmadı.

Gelinen aşamada, TBMM’deki Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu nafile toplantılarını sürdürüyor. Devlet Bahçeli, komisyonun İmralı’ya giderek “kurucu önder” Abdullah Öcalan’ı dinlemesini önerdi. 

Ahmet Türk, Bahçeli’nin önerisini “devlet aklı” olarak nitelendirdi; kendisine çok saygı duyduğunu söyledi. Ahmet Türk, Erdoğan’ı da “Mustafa Kemal dışında devletin bütün kurumlarında etkin gücü olan kişi” diye yücelterek, sürecin ilerlemesi konusunda Erdoğan’a önemli görev düştüğünü vurguladı. (Sabah, 3 Kasım 2025)

Bu arada Erdoğan’ın Başdanışmanı Mehmet Uçum, sürecin nasıl ilerleyeceği konusunda “Önce örgüte silah bıraktırma için geçiş süreci yasaları çıkarılacak demokratikleşme ile ilgili düzenlemeler ondan sonra gelecek” dedi.

DEM Parti Grup Başkanvekili Sezai Temelli, beklenen yasaların yıl sonuna kalmadan Meclis gündemine gelmesini ve yasalaşmasını umduklarını söyledi. (3 Kasım 2025)

***

Tarafların iyimser açıklamalarına karşılık süreç Kürt meselesini gündemden çıkartacak bir sonuca varır mı?

Geçmişteki benzer süreçlerin kanlı provokasyonlarla kesintiye uğraması, daha önemlisi sürecin en yetkili aktörü Erdoğan’ın Kürt meselesine ilişkin tutumu, bu soruya olumlu yanıt verilmesini güçleştiriyor ne yazık ki.

Başta da belirttiğim üzere sürecin adında bile ortaklaşılmış değil. Esasen “Terörsüz Türkiye” ana başlığı, Cumhur İttifakı’nın gündeminde Kürt sorunu ve demokratikleşmenin bulunmadığının itirafıdır. Zaten sürecin en önemli en yetkili karar vericisi Erdoğan’ın sorunu Kürt sorunu olarak değil terör sorunu olarak gördüğü, süreci PKK’ye silah bıraktırmaktan ibaret saydığı biliniyor. Hemen her konuda çelişkili ve tutarsız siyaset izlese de Erdoğan, Kürt sorunu konusunda hiç zikzak yapmadı. 

Erdoğan, demokrasi tramvayındayken bile Kürtlere “Tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek vatan. Buna karşı çıkanın Türkiye’de yeri yok. Buyursun istediği yere gitsin” diyerek kapıyı gösterdi. (Hürriyet, 2 Kasım 2008)

Erdoğan’ın sözlerine o tarihte Demokratik Toplum Partisi DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, “Kimi kimin vatanından kovuyorsun? ABD’nin icat ettiği Başbakan’ın bu halkı kendi anavatanından kovma çağrısı, trajikomik bir durumdur.” diye karşılık vermişti.

AKP Genel Başkanı Erdoğan ile Kürt siyaseti arasındaki polemik sonraki yıllarda da çok kez yinelendi. Erdoğan, “Bizim Kürt meselesi diye bir sorunumuz yok. Kürt meselesi diye ülkemize giydirilmeye çalışılan deli gömleğinden kurtulduk.” diyebildi. (AKP Grup Toplantısı, 5 Ekim 2022)

Ahmet Türk ise, “Erdoğan, Kürtlere en fazla acı çektiren liderdir. Ama devlet içinde gücü var, isterse çözebilir.” dedi. (20 Şubat 2024)

Bu polemiklerden sonra nezaket iltifat. Ne kadar sahicidir? 

Erdoğan rol yapmıyor da, özellikle Devlet Bahçeli’nin sürece ilişkin söylemi ve eylemi ne kadar sahicidir?

Ahmet Türk ve diğer Kürt siyasetçiler, Erdoğan'ın ve Bahçeli'nin sorunu çözeceğine gerçekten inanıyorlar mı?

Takdir okuyucunun.

***

Bitirirken aklıma geldi. Ahmet Türk, son 15 yılda, halk oyu ile üç kez seçildiği belediye başkanlığından Erdoğan’ın kararıyla uzaklaştırıldı. Yani Erdoğan’ın antidemokratik iktidarından kişisel olarak da zarar gördü. Buna karşın, Kürt siyaseti adına Erdoğan’dan davacı olmuyor, iltifat ediyor. Elbette, barış görüşmeleri yaka paça kavgacı üslupla yapılmaz da, iltifatın ve nezaketin de bir sınırı olmalıdır. Kürt siyasetçileri bu sınırı aşmış görünüyorlar. Buna karşılık Erdoğan’da yumuşamanın nezaketin zerresi yok. Anayasa ve yasa değişikliği gerektirmeyen adımları bile atmıyor.

Ahmet Türk, yerine kayyım atanmasına bahane olan davadan beraat etti. Buna karşılık, Erdoğan iktidarı, Ahmet Türk’ü göreve iade etmedi, kayyımın süresini uzattı. Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın tahliyesi konusunda ise topu mahkemeye attı. Hoş, Anayasa Mahkemesi’nin ve AİHM’nin kararlarını bile tanımıyor. Gerek Tayyip Erdoğan’ın gerekse Abdullah Öcalan’ın Demirtaş’ı Kürt siyaseti adına etkin ve aktif bir aktör olarak görmek istemedikleri biliniyor. Umulur ki, Osman Kavala ve Can Atalay’da olduğu gibi, Demirtaş ve Yüksekdağ’ın tahliyeleri yerel mahkemeye takılmaz.