24 Aralık 2024 Salı

RÜŞVET VE YOLSUZLUKLA MÜCADELE HAFTASI

17/25 Aralık Rüşvet ve Yolsuzlukla Mücadele Haftası bitmek üzere. Ama ne muhalif medyada hırsızlık rüşvet ve yolsuzlukla mücadele haftasına değgin bir haber yorum var ne de iktidar yandaşı medyada. İktidar yandaşı medyadan buna ilişkin bir haber ve yorum zaten beklenmez de, hırsızlık yolsuzluk ve rüşvetle mücadele haftası toplumsal siyasal bellekte unutulmaya terk edilmiş gibi. Dostlarım benim fil hafızasına sahip olduğumu söyleyip onore ediyorlar ama ben bile hayal meyal anımsıyorum. En iyisi, evrensel bellek Google’a sormak. 

Google’ın söylediğine göre, 17/25 Aralık tarih aralığını Rüşvet ve Yolsuzlukla Mücadele Haftası ilan etmek, iflah olmaz solcuların değil, iflah kabul etmez faşist Devlet’in fikriydi.

Hani 17 Aralık 2013 günü sabahı ekranlar son dakika haberini duyurma çabasındaydılar. Polis, adlı sanlı azametli bakanların evlerini basmış. İçişleri Bakanı Muammer Güler, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış.

Bakanların ve çocuklarının evlerinde arama yapılıyor. Yatak odalarında para sayma makineleri, para kasaları bulunmuş. Bir bakan, yüz binlerce dolarlık saat rüşveti almış. Başka bir bakana çikolata kutusu içinde yüzbinlerce dolar rüşvet gönderilmiş. Bir kamu bankası genel müdürünün evinde ise ayakkabı kutularına istiflenmiş milyonlarca dolar bulunmuş. 

Bu kadar da değil, savcılar ve polis, Başbakan’ın İstanbul’daki evinin kapısına dayanmışlar. Başbakan ile mahdumu Bilal evdeki paraların nasıl sıfırlanacağını konuşmuşlar. Daha neler neler...

***

Dedim ya, ben bile hayal meyal anımsıyorum. Belleği zorlamaya gerek yok, en iyisi evrensel bellek Google’a sormak. Ben de öyle yaptım. Meğer siyaset zombisi Devlet neler söylemiş neler! İşte o günlerde Devlet’in sıcağı sıcağına söyledikleri:

“Bir bakan ve ailesi malum karanlık İranlı kişinin özel uçağıyla umreye gidebilmiştir.

Bakan çocuklarının yatak odalarından para sayma makineleri ve para kasaları bulunmuştur.

Bakanlar çantalarla, elbise kılıflarıyla gönderilen paraları cebe indirmiş, yüz binlerce dolarlık rüşvet saatlere tenezzül edecek kadar alçalmış, parayla vatandaşlık dağıtmışlardır.

Bir banka genel müdürünün ayakkabı kutusundan 4,5 milyon dolar para çıkmıştır.

Erdoğan’a göre, İran asıllı rüşvetçi hayırseverdir, banka müdürünün topladığı paralar da imam hatip okulu ve üniversite yapımı içindir. 

Bu sözlere bırakın aklından zorunda olanların tebessümünü, kargalar bile güler.

Ülkemiz her tarafı yolsuzluk kokan bir iktidarın elinde kıvranmaktadır. 17 Aralık 20213 günü başlatılan rüşvet ve yolsuzluk operasyonu aslında malumun ilanıdır. Bugüne kadar milletimiz defalarca yolsuzluk haberleri dinlemiştir. Ancak hiçbirisi 17 Aralık operasyonu kadar etkili, somut bilgi belge, görüntü ve kayıtlara dayandırılmamıştır. Erdoğan ve hükümeti için kaçacak yer ve mazeret kalmamıştır. Her şey ayan beyan ortadadır. Hükümet yolsuzluk tünelinde yolunu şaşırmıştır.

Erdoğan görevini kötüye kullanmıştır. Rüşvetçilere hortumculara müsamahakâr ve anlayışlı Erdoğan polise ve yargıya acımasızdır. Anlaşılmaktadır ki, yolsuzluk ve rüşvet iddiaları kendisine ve ailesine dayanmaktadır; endişesi bundandır. Erdoğan vehimlere kapılmış, yalanlara çakılmış ve akıl sağlığını kaybetmiştir.” (Devlet’in 7 Ocak 2014 tarihli MHP grup toplantısında söyledikleri. https://www.mhp.org.tr/htmldocs/genel_baskan/konusma/3173/index.html)

 “Zannederseniz istilacı Vikingler tekrar tarih sahnesine çıkmış ve Türkiye’yi yağmaya ve yolmaya girişmiştir. Her yer rüşvet her yer yolsuzluk olmuştur. Hırsızlık ülkemizde gövde gösterisi yapmaktadır.” (MHP Siyaset ve Liderlik Okulu Sertifika Törenindeki konuşması, 11 Ocak 2014. https://www.mhp.org.tr/htmldocs/genel_baskan/konusma/3183/index.html)

 “Hukuka saldırandan, adaletten kaçandan, rüşvetçilere ve hırsızlara kol kanat gerenden Cumhurbaşkanı olmaz. Villalara balya balya dolar yığandan, kamu arazilerini zimmetine geçirenden, evdeki parayı sıfırlarken haysiyet ve inandırıcılığını da sıfıra düşürenden Cumhurbaşkanı olmaz.” (https://www.mhp.org.tr/htmldocs/genel_baskan/konusma/3310/index.html)

***

Ezcümle anlaşıldı ki, 17/25 Aralık operasyonları Fetullah Gülen çetesinin yolsuzluk rüşvet ve hırsızlıkla mücadele maskeli darbe girişimiydi. Peki o günlerde söylediklerini hâlâ partisinin internet sitesinde tutan, saati 17.25’te sabitleyen Devlet’in o günlerde söyledikleri yalan mıydı?

17/25 Aralık 2013’ün ilk saatlerinde suçlanan bakanlardan biri de Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar idi. İmar planlarında usulsüzlükle suçlanıyordu. Erdoğan Bayraktar, o ilk saatlerde, “Soruşturma dosyasında var olan ve onaylanan imar planlarının büyük bir bölümü Sayın Başbakan’ın talimatıyla yapıldı. Başbakan’ın istifa etmesi gerekir” demişti. 

Aradan onca yıl geçtikten sonra Erdoğan Bayraktar hâlâ aynı şeyi söylüyor, hırsızlarla aynı torbaya atılmaktan yakınıyor: “Benim dosyamda ne varsa, hepsi doğrudur. Benim dosyamda ne varsa, hem tapeler doğrudur, hem teknik takip doğrudur hem de benim telefon konuşmalarım A’dan Z’ye kadar doğrudur. Onlarınkiler yanlış olabilir, benimkiler doğru.” (29 Ağustos 2021, https://www.diken.com.tr/erdogan-bayraktar-acti-agzini-yumdu-gozunu/)

***

Yazıyı daha fazla uzatmadan nasıl bitireyim, bilemedim. Naçizane sormuş olayım:

Aradan onca yıl geçmiş. Devlet nerede, “yolsuzluk ve rüşvet iddiaları kendisine ve ailesine dayanmaktadır” dediği Başbakan nerede? 

Devlet’in de, yolsuzluk ve rüşvet ile suçladığı Başbakan’ın da nerede olduğu belli de; siyasetin böylesine ne demeli?

Yoksul dindar milliyetçi on milyonlarca seçmen nasıl oluyor da siyasetin böylesine sahip çıkıyorlar?


10 Aralık 2024 Salı

AFGANİSTAN VE İSRAİL İLE KOMŞU OLMAK

Önceki adıyla Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOKAP), yürürlükteki adıyla Büyük Ortadoğu Projesi BOP’un son kurbanı Suriye oldu. Artık Afganistan ve İsrail ile komşuyuz.

BOP, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ABD emperyalizminin gündemine aldığı ve 2000’li yıllarda ete kemiğe büründürdüğü bir proje. Özetle, 22 Arap ülkesi ile Afganistan ve Pakistan’ı içine alacak şekilde Moritanya’dan Afganistan’a hatta Endonezya’ya kadar uzanan İslam coğrafyasını kapsıyor; sözüm ona İslam’ın demokrasiyle ve insan haklarıyla uzlaştırılmasını, ılımlı İslami rejimler kurularak İslam dünyasının ıslah edilmesini, böylece bölgede siyasi istikrar sağlanmasını öngörüyor. Asıl amaç ise İslam coğrafyasının etnik-dinsel ayrılıklar kışkırtılarak zayıflatılması ve AB-D emperyalizmine daha derin bağlarla eklemlenmesi.

BOP'ta Türkiye’ye biçilen rol, İslam dünyasına model ülke olmak. İkinci Cumhuriyetçi entelektüeller, BOP’u “demokratik emperyalizm” diye güzelleyip propaganda ettiler. AKP’li cumhurbaşkanları Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan BOP’un eşbaşkanı olarak övünürken ne kadar da gururluydular! Erdoğan, Diyarbakır’ı BOP’un merkezi ilan etmişti. Aile içi sayılabilecek anlaşmazlıklara karşın Erdoğan hâlâ eşbaşkan!

***

BOP’un ilk kurbanı 2001 yılında Afganistan oldu. Dönemin Türkiye Başbakanı Bülent Ecevit, istemeyerek de olsa, "Afganistan çağdışı yönetimle baş başa bırakılamaz" diyerek ABD ile birlikte Afganistan’a asker göndermeye razı oldu. Afganistan “Sonsuz Adalet” adlı harekâtla işgal edildi. Aradan onca yıl geçti, Afganistan’ın hali ortada. 

BOP’un ikinci kurbanı 2003 yılında Irak oldu. Dönemin Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, çok istemesine karşın ABD ordusunun Türkiye üzerinden Irak’a girmesini öngören tezkereyi TBMM’den geçiremedi. Buna karşın İncirlik Üssü’nü ve diğer üsleri ABD hava kuvvetlerine açtı; Amerikan medyasına, Irak’ı işgal eden Amerikan askerlerinin sağ salim dönmeleri için dua ettiğini yazdı. (The Wall Street Journal, 31 Mart 2003.) Irak, “Sonsuz Özgürlük” adlı harekâtla işgal edildi. Saddam Hüseyin darağacında sallandırıldı. Aradan onca yıl geçti, Irak’ın hali ortada.

Irak’tan sonra Arap Baharı adı altında çok sayıda ülkeye “demokrasi ihracı” denendiyse de başarılı olamadı. Olan, BOP’un üçüncü kurbanı Libya’ya oldu. Libya’ya demokrasi (!) ihraç edilirken baş destekçiler arasında Türkiye’nin İslamcı hükümeti vardı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, NATO toplantılarında Libya’ya müdahaleyi teşvik ediyor, Kaddafi karşıtı isyancılara uçakla cash para taşıyordu. Türkiye dostu Kaddafi linç edildi. Aradan onca yıl geçti, Libya’nın hali ortada

***

Nihayet sıra Suriye’ye gelmişti. ABD ve Türkiye, 2011 yılında Suriyeli İhvancıları ve başka ülkelerden devşirilen cihatçıları eğitip donatarak “Suriye’yi özgürleştirme” harekâtını başlattılar. Eğitilip donatılan cihatçı çetenin adı Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) idi; sonra sonra Suriye Milli Ordusu (SMO) oldu. 

Bu arada, Afganistan kökenli Elkaide’nin süreği Irak Şam İslam Devleti IŞİD’in Ürdün büyüklüğünde bir alanı denetim altına almasına göz yumuldu. IŞİD’in karşısına seküler Kürt hareketi PKK’nin Suriye kolu PYD/YPG çıkartıldı. Pentagon’un Türkiye’nin rızası hilafına eğitip donattığı PYD/YPG, IŞİD’i yenilgiye uğrattı ve Fırat’ın doğusunda kantonlaştı. ABD himayesinde kantonlaşmak ne kadar hayırlıdır? Yanıtı tarihte aranmalı.

ABD, Kürt hareketi eliyle Suriye’nin petrol bölgesini ele geçirirken Rusya da 2015’ten itibaren Suriye’de varlık göstermeye başladı. Bu süreçte Türkiye, her iki emperyalist aktörü dengelemeye çalıştı. Dengeleme politikasında ne ölçüde başarılı olduğu tartışılır. Milyonlarca göçmenin Türkiye’ye dolması, Rus uçaklarının 34 Türk askerini katletmesine bile tepki verememek...

***

Sonuçta, BOP’un Suriye’de silahlı isyan, eğit donat yoluyla işgal, vekâlet savaşları vs  pratiklerle 13 yıl süren ilk aşaması, AKP iktidarının bile “terör örgütü” olarak kodladığı cihatçı çetelerin Şam’ı ele geçirmeleriyle sona erdi. Elkaide ve IŞİD süreği Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki cihatçı çeteler İdlip’ten yola çıkıp hiçbir direnişle karşılaşmadan Şam’a ulaştılar, hükümeti devleti teslim aldılar. Şam’ın düşmesi uluslararası kamuoyunda sürpriz oldu. Çünkü İdlip, Astana Süreci başlığı altında, Rusya, Türkiye ve İran’ın garantörlüğünde ateşkes bölgesiydi. Anlaşılıyor ki, IŞİD artığı çeteler Türkiye’nin himayesinde İdlip’te eğitilip donatıldılar; nihayet serbest bırakıldılar. Türkiye’nin İslamcı iktidarının HTŞ’ye mesafeli görüntü vermesi diplomasi icabı.

Her şeye karşın, ne denli eğitilip donatılırsa donatılsınlar, düzenli ordu deneyimi olmayan çetelerin Suriye’nin düzenli ordusu karşısında böyle kolay zafer kazanmaları beklenmiyordu. Ne var ki, Suriye ordusu, İdlip’ten Halep’e, oradan Hama, Humus ve Şam’a uzanan yolda çetelerin karşısına çıkmadı. Rus uçakları, yollardaki çete konvoylarına bomba yağdırmadı. Lübnan’daki Hizbullah, İsrail karşısında uğradığı ağır yenilgi nedeniyle Esad rejimine milis desteği gönderemedi. Kendi derdine düşen İran da Esad’ın yardımına koşamadı. Sonuçta cihatçı çeteler çok kolay bir zafer kazandılar. Bu arada, PYD/YPG, Fırat’ın batısında Tel Rifat ve Münbiç’i Suriye Milli Ordusu’na teslim etti. Beşar Esat da direnmeden ülkeyi terk etti. Beşar Esad’ın Moskova’da Vladimir Putin ile görüştükten sonra bu kararı almaya mecbur kaldığı tahmin edilebilir. Halkına değil, yabancı bir devlete ve mafyalaşan iktidar aygıtına yaslanan diktatörlerin kaçınılmaz akıbeti! ABD’ye direnmesi, bağışlanmasına yetmez.

***

Anlaşılıyor ki, Beşar Esad’ın ülkeyi terk etmesi ve Suriye Ordusunun HTŞ ile savaşmaması uluslararası bir anlaşma üzerinedir. Keza PYD/YPG’nin Fırat’ın doğusuna çekilmesi de.

ABD, Rusya, Avrupa Birliği başkentleri ve Şam arasında ne gibi pazarlıklar yapıldı, nasıl bir anlaşmaya varıldı; çok geçmez ortaya çıkar. HTŞ’nin inanç ortağı Ankara hükümetine bu pazarlıklarda ve anlaşmalarda nasıl bir pay verildiği veya verilmediği de.

Bu aşamada, bilince çıkartılması gereken, Türkiye’deki İslamcı iktidarın BOP’ta etnik dini ayrılıklar kışkırtılarak bölge halklarının birbirlerine kırdırılması politikasının kullanışlı aparatı olduğudur. İktidar medyasının Suriye kentlerine plaka numarası dağıtan yayınlarına yorumlarına inanan inanır. Nelere inanmıyorlar ki? Bir de “devrim” diye alkışlıyorlar ki...

Bilinmeli ki, BOP kapsamında AB-D emperyalizminin işgaline uğrayan Afganistan, Irak ve Libya’da neler olduysa Suriye’de de aynısı oluyor.

Bu projede Türkiye’nin payına düşen,

Milyonlarca göçmen;

Komşu olarak Suriye’nin yerine Afganistan;

Afganistan’ın yanı sıra İsrail...

“Devrim” diye alkışladıkları hal bu haldir!

Hepsinden fenası, Türkiye’deki iktidarın HTŞ ve Taliban ile inanç ortaklığıdır!

***

Bu yazının son sözü olarak:

Bitişik komşunuzdaki yangın mutlaka size de zarar verir.


2 Aralık 2024 Pazartesi

AMİN ECMAİN!!!

ALLAH KİMSEYİ BÖYLE BEDDUALARA DUALARA MUHATAP ETMESİN!

AMİN ECMAİN!!!

İnsanlar sevmediklerine, kendisine kötülük yapanlara karşı nasıl da öfkeliler!

Özellikle hasbelkader kamu gücüne sahip olmuş kişilere karşı öyle bir kin ve nefret...

Sosyal medyada kısacık bir gezintide ya da dost sohbetlerinde anlık kulak misafirliğinde bile yoğun bir öfke ve nefret anlatılarına maruz kalmadan edemiyorum.

Benden aktarması.

Aslında çok daha beter dualar ve beddualar var da, ben bu kadarını aktarmış olayım.

Malum, elçiye anlatıcıya zeval olmaz!

Buyurun beddualara dualara!

***


Öyle bir derde düşsün ki, gebermek istesin geberemesin!

Başkalarına çektirdiklerini çekmeden gebermesin!

İşlediği günahları itiraf etmeden gebermesin!

Hesap vermeden gebermesin!

Fetullah’a hasreti biter inşallah!

Yarattığı Silivri soğuğunu yaşamadan gitmez inşallah!

Sahte diplomasını bulmadan gebermesin!!!

Allah’tan dileğim, devran değişir, 12 bin 500 lira emekli maaşına kalır inşallah!

Allah ömrünü çilesini uzatsın; evlatları, “geberse de kurtulsak” demeden gebermesin!

Etleri lime lime dökülmeden; her dökülen parçasında yaptığı kötülükler aklına gelmeden gebermesin! 

Kan işemeden, irin kusmadan, etleri lime lime dökülmeden, anıra anıra bağırmadan gebermesin inşallah!

Vücudunda vıcık vıcık yaralar açılmadan, yaraları her yandığında yaktığı canları düşünmeden gebermesin.

Azrail canını almadan evvel öyle bir çürüsün ki, evlatları kokudan yanına yaklaşamasın!

Entübe olur İNŞALLAH!

Erim erim erisin, çürüm çürüm çürüsün, sürüm sürüm sürünsün inşallah!

“Hakkınızı helal edin!” dediğinde, helal edilmediğini duyup öyle geberir inşallah!

Gebersin de nasıl geberirse gebersin birader, yetti gayri!

Allah tez elden sevdiklerine kavuşturur, peygambere komşu yapar inşallah!

Çok beddua ettim fayda yok; artık dua ediyorum, belki ters teper, yoksa kurtuluş yok galiba...

Bedduamın duamın ardından öylesine içten Amin diyorum ama fayda yok …

Amin ecmain...

Böyle yanlış dualarla beddualarla biz perişan olduk!

“Vurun ulannn…vurun! İstediğiniz kadar beddua edin! Ben kolay ölmem! Çünkü; #Şeytan’ın ta kendisiyim!” diyor galiba?

Azrail işini yapmıyor, bütün suç Azrail'in...

Peygamber değil mi o? Azrail ne yapsın?

Helvayı yiyemeden galiba önce biz öleceğiz.

Duamız kabul olur da geberirse, gömülecek toprak bulamasın!

Dua edelim de 10 Kasım’da gebermesin! Yoksa...

Dua edelim de, 29 Şubat’ta gebersin! Hiç değilse dört yılda bir anılır!

***

Naçizane temennim dileğim:

Fani dünya,

Kimse böyle dualara beddualara muhatap olmasın!


26 Kasım 2024 Salı

HUKUK İKTİDARIN NESİDİR?

Türkiye geçmişte de iyi yönetilmiyordu. Siyaset geçmişte de kirliydi rezildi ahlaksızdı ama kabul etmeli ki, bugünkü kadar akıl ahlak vicdan yoksulu değildi. 12 Eylül faşizminin mirasçısı Turgut Özal bile rüşvet skandalına adı karışan bakanını Yüce Divan’a göndermişti. Yani o dönemde bile utanma belası denen bir toplumsal ahlak güdüsü vardı. Bu dönemde ara ki bulasın. Kalmadı!

Akıl ahlak vicdan olmayınca hukuk da olmaz tabii. Türkiye eskiden de hukuk devleti değildi, demokrasiyle yönetilmiyordu ama hukuktan, demokrasiden bugünkü kadar uzaklaşmamıştı. Belki askeri darbe dönemlerinde bugünkü ölçüde hukuktan uzaklaştığı düşünülebilir ama 12 Eylül faşizmini Diyarbakır zindanında geçiren Ahmet Türk’e sorulursa: “Hukuk açısından, sıkıyönetim olmasına rağmen inanın, bugünkü hukuksuzluk o dönemde yoktu.” (Özgür Gündem, 31 Ocak 2012.)

Ahmet Türk 12 yıl önce böyle söylemiş. Böyle söyleyen böyle düşünen sadece Ahmet Türk değil. Söylemeye dilim varmaz ama şahsen ben de aynı kanaatteyim. Toplam beş ay Bursa, İstanbul, Ankara emniyet hücrelerinde işkenceyle sorgulandım; ömrümün iki buçuk yılı Metris cezaevinde geçti. Buna karşın, fiziki işkence dışında, bugünkü hukuksuzluk keyfilik o dönemde yoktu. Ümmetçi ırkçı faşizmin hukuksuzluğu 12 Eylül faşizmini bile geride bıraktı.

***

Askeri darbe dönemini bile geride bırakan bugünkü hukuksuzluğun kurbanları olarak Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, Osman Kavala, Can Atalay, Selçuk Kozağaçlı ve benzeri on binlerce kişi güdümlü yargının kararlarıyla cezaevlerinde ömür tüketiyorlar. “Silivri soğuktur!” ifadesi, ümmetçi ırkçı faşizmin korku sloganı olarak belleklere yerleşti. Gün geçmiyor ki, hatta gün içinde saat başı bir keyfilik ve hukuksuzluk haberiyle sinirlerimiz tepemize çıkmasın.

Hukuksuzluğun keyfiliğin en taze örneği Nasuh Mahruki. “Kar leoparı” Nasuh Mahruki, elektronik oylama için hazırlık yapan Yüksek Seçim Kurulu YSK’ye güvenmediğini belirtmesinin ardından tutuklandı. Gerekçe, Türk Ceza Yasası’na iki yıl önce eklenen dezenformasyonla mücadele maddesine muhalefet. Yani “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yaymak.”

Hakkaniyetle söyleyeyim, seçimleri yönetmekle görevli YSK’ye güvensizlik belirtmeyi suç saymak, 12 Eylül faşistlerinin bile aklına gelmezdi. Aynı zarftan çıkan dört oydan üçünü geçerli sayıp dördüncüsünü iptal etmeyi 12 Eylül darbecilerinin YSK’si bile akıl edemezdi. Yani bütün 200 TL değerinde banknotun 150 TL kısmını kabul edip 50 TL kısmını kabul etmemek gibi bir ayıp. AK faşizmin YSK’si böyle bir ayıba imza attı. Rejim değişikliğine yol açan referandumda kanuna aykırı olarak mühürsüz oyları geçerli saymak, Anayasa’ya aykırı şekilde Tayyip Erdoğan’ın üçüncü kez cumhurbaşkanı adaylığını kabul etmek vs... Bunlar da YSK’nin ayıpları. Bu ayıpları işleyen YSK ama tutuklanan, bu YSK’ye güvenmediğini belirten Nasuh Mahruki.

Bu arada Nasuh Mahruki YSK’ye güvenmediğini söylemekle suç işlemiş olsa bile, yürürlükteki infaz rejimine göre, bu suçtan, yani “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yaymak” suçundan mahkumiyetin yatarı yok; tutuklanması gerekmiyor. Ama AK yargı, 12 Eylül yargısına rahmet okuturcasına tutukluyor.

***

Benzer nice hukuksuzluk örnekleri var. Gazeteci Furkan Karabay geçen yıl bir mafya davasının tutanaklarını haberleştirdiği için tutuklanmıştı. Oysa sözkonusu dava dosyası için gizlilik kararı yoktu ama Furkan Karabay tutuklandı, bir ay kadar cezaevinde kaldı. 

Furkan Karabay geçenlerde Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in tutuklanması ve belediyeye kayyum atanması ile ilgili haberleri nedeniyle bir kez daha tutuklandı, on gün kadar cezaevinde kaldı. Gerekçe, Nasuh Mahruki’nin tutuklanmasındaki gerekçeyle aynı. Yani “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yaymak.

(Ara not: Ahmet Özer’in tutuklanma nedenlerinden biri de 13 yıl önce hısım akraba ve siyaset ilişkileri bağlamında söyledikleriymiş. O yıllarda Fetullah Gülen için övgü yarışına girenler Allah’ın affına(!) havale edildi; Ahmet Özer’in sözleri ayaklarına pranga oldu. İslami adalet böyle bi şey mi?)

(Bir ara not daha: Madem, halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yaymak suç. Recep Tayyip Erdoğan, 2023 seçim kampanyasında, Kemal Kılıçdaroğlu’nu PKK Kandil ile ittifak halinde gösteren videoyu yaymakla ne yapmış oldu? Kendisi de kabul etmişti videonun sahte montaj olduğunu.)

***

Gazeteciler İsmail Saymaz ve Fatih Altaylı hakkında da bu maddeye muhalefet suçlamasıyla soruşturma açılmış. Gerekçe, MHP’den istifa ettirilen üç milletvekilinin adlarının altın kaçakçılığına karıştığı iddiasını dillendirmiş olmaları. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı (CİB) bünyesindeki Dezenformasyonla Mücadele Merkezi (DMM) İsmail Saymaz ve Fatih Altaylı’nın dillendirdikleri iddianın, yani Recep Tayyip Erdoğan ile Devlet Bahçeli’nin buluşmasında konunun görüşüldüğü iddiasının doğru olmadığını açıkladı ama gazeteciler hakkında soruşturma açıldı. Umarım başlarına tutuklanma filan gibi bir hal gelmez.

Sahi sözkonusu milletvekilleri neden istifa ettiler? Sorunun yanıtını bulmaya çalışan gazetecilere soruşturma açan savcılar, milletvekillerinin adlarının karıştığı söylenen olayı neden soruşturmuyorlar? Nasıl oluyor da MHP bu gibi kaçakçılık, mafya, suç örgütü haberlerinin öznesi nesnesi oluyor? Suç örgütü şefleri cezaevinden bırakılır bırakılmaz neden MHP’ye koşup Devlet Bahçeli’nin elini öpüyorlar? İktidar beslemesi medyada bu konuda neden tek satır haber yok?

Kötülük iktidarından bu sorulara ahlaki, vicdanı bir yanıt gelmez. Çünkü, öyle bir dönemdeyiz ki, ümmetçi ırkçı iktidarın hukuksuzluğu 12 Eylül faşizmini bile geride bıraktı.

Anlaşılıyor ki, Cumhur İttifakı denen ümmetçi ırkçı kötülük iktidarının muhalefeti baskılama sindirme pratiğinin gözde kanun maddesi önümüzdeki dönemde TCK 217 olacak. Yani “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yaymak.” “Halkın bir kesimini aşağılama veya kin ve düşmanlığa tahrik” maddesi her zaman emre amade (TCK 216).

Söylenecek yazılacak çok şey var. Şimdilik bu kadarlar kalsın. 

Yazıyı noktalarken, iktidar/hukuk ilişkisine dair “hukuk iktidarın...” özdeyişiyle tarihe geçen Mihail Aleksandroviç Bakunin'i saygıyla anıyorum.

Hukuk siyasetin köpeğidir” diyen Doğu Perinçek’i ise AK yargıya havale ediyorum! Hani “Yargı altın çağını yaşıyor” demişti ya!

29 Ekim 2024 Salı

ABDULLAH ÖCALAN’IN TBMM’YE DAVET EDİLMESİ

Bir kez daha gündemin ilk sırasına çıkan Kürt meselesine ilişkin ne gibi hukuki siyasi tartışmalar yapılırsa yapılsın, kabul edilmeli ki, ülkenin iç dış siyasetinin, ekonomisinin, yargısının, toplumsal ilişkilerinin merkezinde emek/sermaye uzlaşmazlığı kadar Kürt sorunu da bulunmaktadır.

Ne acıdır ki bu tartışmada sorunun özüne değinilmiyor; “Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır” deniliyor. En az bunun kadar acı olanı da Kürt meselesinde (resmi dildeki ifadeyle terör meselesinde) günümüz siyasetindeki kirliliğin geçmişe rahmet okutacak boyutlarda olması. 

Cumhur İttifakı olarak adlandırılmış faşist koalisyonun ortakları, muhalefeti PKK/Kandil, HDP/DEM Parti ve Kürt seçmen üzerinden karalamak için bütün ahlaki duvarları yıktılar.

Her defasında kanlı provokasyonlarla kesilen kısa ömürlü açılım/çözüm/barış süreçleri dışında Cumhur İttifakı’nın eyleminde söyleminde PKK/Kandil, HDP/DEM Parti hep şeytanlaştırıldı. HDP/DEM kapatılmalıydı; Anayasa Mahkemesi kapatmıyorsa o da kapatılmalıydı. Abdullah Öcalan “bebek katili”, “terörist başı” idi, idam edilmesi için seçim meydanlarında ip atılıyordu...

Tüm bu şeytanlaştırmaya karşın (kaçıncı tekrardır) Abdullah Öcalan bir kez daha müracaat makamı ilan edildi; hem de düne kadar kendisinden “İmralı canisi” diye söz eden MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli tarafından. TBMM’nin açılışında DEM Parti milletvekilleriyle tokalaşan Bahçeli 22 Ekim’de partisinin TBMM Grup Toplantısı'nda yaptığı konuşmada Abdullah Öcalan’ı Meclis’e çağırdı: “Gelsin TBMM’de DEM Parti grup toplantısında konuşsun, terörün tamamen bittiğini, örgütün lağvedildiğini haykırsın. Bu dirayet ve kararlılığı gösterirse umut hakkının kullanımıyla ilgili yasal düzenlemenin yapılması ve bundan yararlanmasının önü de ardına kadar açılsın. Ne Kandil ne Edirne, adres İmralı’dan DEM‘e uzansın, bu ağır ve tarihi terör sorunu ülke gündeminden tamamen çıkarılsın.” (Bahçeli’nin önerisini muhalefetten biri dillendirse anında tutuklanırdı! Merdan Yanardağ neden hapse atılmıştı?)

AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan partisinin il başkanları toplantısında Bahçeli’nin çağrısını “Cumhur İttifakı tarafından açılan tarihi fırsat penceresinin kişisel hesaplara kurban edilmemesini ümit ediyoruz” diyerek destekledi.

DEM Parti, Bahçeli’nin açıklamasının sonuca ulaşması için üzerine düşeni yapacakları teyidinde bulundu. Dört yıla yakın süredir kimseyle görüştürülmeyen Abdullah Öcalan da hemen yeğeni ile görüştürüldü, “Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” diye mesaj gönderdi.

Anlaşılıyor ki, (bu defaki adı ne olacaksa) yeni bir açılım/çözüm/barış süreci oyunu sahneye konmaktadır. Her defasında olduğu gibi böyle bir oyunun senaryosunda anayasa değişikliği, devletin ve milletin bekasına yönelik bir dış tehdit mutlaka yer alır. Cumhur İttifakı’nın iktidarını sürdürebilmesi için anayasa değişikliği, bunun için de DEM’in desteği şart. Güncel dış tehdit de İsrail’in Türkiye Cumhuriyeti topraklarına gözünü diktiğidir. Erdoğan/Bahçeli ikilisinin ABD-İsrail’e karşı büyük oyun kurduğu propaganda ediliyor. “Kim inanırsa artık!” denilebilir ama inanan öyle çok ki. Ay’a dört şeritli otoyol projesine bile inanacak devasa bir kitle...

***

“Kürt sorunu değil terör sorunu” diyorlar, Selahattin Demirtaş’ı dışlıyorlar, sadece (örgütü üzerinde ne derece etkili olduğu artık tartışmalı) Abdullah Öcalan’a el uzatıyorlar ama her şeye karşın, öneren Bahçeli faşisti olsa da başlatılan sürece kayıtsız kalınamaz. Yoksul halk çocuklarının şehit olmayacakları, etkisiz hale getirilmeyecekleri bir ortamın sağlanması her yurttaşın içten dileğidir. Bu dileğin gerçekleşmesinin önündeki en büyük engel tarafların samimiyetsizliği ve soruna yaklaşımdaki çarpıklıktır, sorunu terörden ibaret görmektir. Samimiyetsizlik ve soruna yaklaşımdaki çarpıklık nedeniyle geçmişte Dağdan İndirme, Eve Dönüş, Topluma Kazandırma, Açılım, Ateşkes, Oslo Süreci, Dolmabahçe Mutabakatı, Barış ve Çözüm Süreci vs adlarla başlatılan açılım/çözüm/barış süreçleri her defasında kanlı provokasyonlarla kesintiye uğradı. Sadece birini bile anımsamak, bu defaki süreç için de kuşkulanmaya yeter. 

Abdullah Öcalan Mart 1993’te ateşkes ilan etti. Ardından 24 Mayıs’ta Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in başkanlığından toplanan Bakanlar Kurulu, PKK’nin dağdan inmesine yönelik kanun hükmünde af kararnamesini kabul etti. Buna göre, kanlı eylemlere katılmayan örgüt üyeleri teslim olurlarsa haklarında cezai işlem yapılmayacak, öldürme eylemlerine katılanlar ise 6 yıl hapisle cezalandırılacaklardı. Kanun hükmünde af kararnamesinin yürürlüğe girmek üzere Resmi Gazete’ye gönderildiği dakikalarda Elazığ-Bingöl karayolunda teskere almış 33 silahsız erin PKK tarafından katledildiği haberi geldi. Bunun üzerine af kararnamesi geri çekildi. Sonrası malum...

***

 Kürt meselesinin barışçı çözümü sadece ülkemiz değil, bölgemiz barışı açısından da yaşamsal önemdedir. Buna karşılık hukuki siyasi tartışmalarda her şey söyleniyor ama meselenin özüne değinenler sosyalistlerden ibaret. Vurgulanmalı ki, sorun terör sorunu değil Kürt sorunudur. Çözümün temel koşulu da Kürt halkının kendi kaderini serbestçe tayin hakkını tanımaktır. ‘Kürt sorunu değil terör sorunu’ yaklaşımında ısrar edilirse, akan kanı durdurmak yerine ırkçı ümmetçi iktidarı sürdürmek hesabıyla hareket edilirse; Bulgaristan’da ve Kuzey Irak’ta Türkler için talep edilen haklar Kürtlere çok görülürse, Kıbrıs’ta Türkler için münasip görülen statü Kürtlerden esirgenirse, bu defaki sürecin de geçmiştekiler gibi kesintiye uğrayacağını öngörmek için kâhin olmak gerekmiyor. Ondan sonrası ne yazık ki yine kanlı bir tekrar... Sahi Dolmabahçe Mutabakatı bozulduktan sonra başlayan, IŞİD’in de dahil olduğu kanlı süreç için dönemin Başbakanı ne demişti: “Ankara’da terör saldırısı sonrasında oylarımızda yükseliş trendi var.


9 Ekim 2024 Çarşamba

İSRAİL’LE TİCARET FİLİSTİN’E İHANET!


Filistin’in Gazze şeridine egemen Hamas’ın İsrail’e yönelik AKSA TUFANI saldırısının üzerinden 1 (bir) yıl geçti. Yüzlerce sivilin de katledildiği bu saldırıyı bahane eden İsrail’in Gazze’deki soykırımında çoğunluğu kadın ve çocuk 42 bin kişi katledildi, 2 milyon kişi yerinden yurdundan oldu. HAMAS lideri İsmail Heniye de Tahran’ın göbeğinde öldürüldü.

İsrail vahşeti Gazze ile sınırlı kalmadı, Lübnan’a sıçradı. Lübnan’da iktidarı elde tutan Hizbullah’ın Lideri Nasrallah, yeraltındaki çok katlı korunağında sığınak delici bomba saldırısıyla öldürüldü. İsrail Gazze’de olduğu gibi Lübnan’da da askeri hedeflerin yanı sıra sivil yerleşim yerlerini, okulları, hastaneleri bombalamaktan geri durmuyor. Lübnan’da da 1 milyon 300 bin kişi yerini yurdunu terk etmek zorunda kaldı.

İsrail bir yandan da Suriye, İran ve Yemen’e saldırıyor; ABD-İngiliz emperyalizminin taşeronu olarak savaşı Ortadoğu’nun her yerine yaygınlaştırmaya çalışıyor. Bunu başarabilirse, ABD-İngiliz emperyalizmi, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) bağlamında bölgeye “barış ve demokrasi” getirmek için doğrudan müdahale, yani askeri işgal fırsatı bulmuş olur ki, bu durumda sadece Ortadoğu değil tüm dünya ateşe sürüklenir... (Bu arada, başta Mehmet Altan olmak üzere “demokratik emperyalizm” teorisyenlerinin ve BOP eşbaşkanlarının Allah belalarını versin!)

***

Bu gibi durumlarda öncelik elbette silahların susturulmasına verilir. Yangına körükle gidilmez, insani ve diplomatik çabalarda yangının kontrol altına alınması, akan kanın durması amaçlanır. 

Vicdan ve ahlak bunu emretse de sermaye devletlerinin sağcı ırkçı ümmetçi liderleri, akan kanı siyasi ranta çevirmenin gayreti içindeler. Hemen her ülkede sağcı liderler, İsrail’in Filistin’e Lübnan’a ve gözüne kestirdiği bölge ülkelerine yönelik vahşetini kendi iç siyasetleri için araçsallaştırmakta birbirleriyle yarışıyorlar. AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın deyişiyle, “Sahne önünde ateşkesten bahsedenler, sahne arkasında İsrail’e destek vermeye devam ediyor. Bu ABD’de böyle, Almanya’da böyle. Tüm Batı ülkelerinde aynı. Al birini vur ötekine. Hiçbirinin farkı yok.” (9 Ekim 2024, AKP Meclis Grubu toplantısında yaptığı konuşma.)

Gerçekten de al birini vur ötekine! Erdoğan böyle diyor ama kendisi de bu eleştiriden muaf değil. Hatta eleştirinin daha ağırını hak ediyor. Çünkü, Filistin’deki vahşeti iç siyaset malzemesi yapmanın en utanılası deneyimi belki de Türkiye’de yaşanıyor. Malum, 2000’li yıllara değin Türkiye, İslam ülkeleri ve Arap devletleri arasındaki anlaşmazlıklarda, Ortadoğu’da baş gösteren çatışmalarda dengeli uzlaşmacı bir dış politika izliyordu. Batı emperyalizminin yörüngesinde dolandığı için etkili olamıyordu ama hiç değilse sıcak/soğuk çatışmalarda taraf olmuyordu. Bu dış politika AKP iktidarıyla birlikte geride kaldı. AKP liderliği, İslam, Arap ve Ortadoğu coğrafyalarında çıkan anlaşmazlıklarda uzlaştırıcı olmak yerine mezhepçi tarafgir bir çizgi izliyor. Gazze’de Sünni Hamas’ı öz kardeş gibi sahipleniyor; buna karşılık Lübnan’da Şii Hizbullah’ı üvey kardeş yerine bile koymuyor; resmi açıklamalarda Şii Hizbullah’ın adını anmıyor. 

Mezhep farklılığı nedeniyle Şii Hizbullah’ı anmasa da Sünni Hamas’ı da öz kardeş gibi görmüyor aslında. Hamas’ı gerçekten öz kardeş gibi görse, Aksa Tufanı sonrasında İsrail’le ticareti sürdürmezdi. Gazze’de soykırım başladıktan sonraki 6 ayda, toplumun tüm kesimlerinin tepkisine karşın AKP iktidarı İsrail ile ticareti kesmeye yanaşmadı. Ne zaman ki, 31 Mart 2024 belediye seçimlerinde AKP ağır bir yenilgiye uğradı, nihayet 9 Nisan 2024’te İsrail ila ticaretin askıya alındığı açıklandı. Ancak bu da kâğıt üzerinde resmi açıklamadan ibaret. İsrail ile ticaret üçüncü ülkeler üzerinden ve Filistin’de kurulan şirketler aracılığıyla sürüyor. “İsrail Resmi İstatistik Kurumu verilerine göre ‘Ticaret yasağı’nın ardından çelik başta olmak üzere Filistin’e ihracat 14 kat arttı. Filistin’e en çok çelik, çimento, demir, elektrik ve elektronik, kimyevi madde, mücevher satıldı. Türkiye’nin işgal altındaki Filistin’le olan ticareti geçen yılın ilk dokuz ayında 91 milyon 276 bin dolarken bu yıl aynı sürede 571 milyon 186 bin dolara yükseldi.” (Karar, 8 Ekim 2024) 

Türkiye’nin Filistin’le ticareti İsrail gümrüğünden geçiyor ve Karar gazetesinin haberinde haklı olarak, ‘Fabrikası, sanayisi olmayan, işgal altındaki ülke bu kadar çeliği ne yapıyor?’ diye soruluyor.

Bu arada İsrail’le ticaretin el altından sürdürülmesini protesto eden topluluklar polis zoruyla dağıtılıyor, İsrail’le ticaret Filistin’e ihanet diye slogan atan protestocular gözaltına alınıyor. 

***

Dediğim gibi, Filistin’deki vahşeti iç siyaset malzemesi yapmanın en utanılası deneyimi belki de Türkiye’de yaşanıyor. AKP iktidarının genel olarak dış politika, İslam dünyası ve Filistin konularındaki ikiyüzlülüğü ciltler dolusu kitap yazılsa anlatmakla bitmez. Güncel ikiyüzlülük olarak kesildiğini iddia etse de İsrail’le ticareti “hülle” yolu ile sürdürüyor; ikiyüzlülüğün taze bir örneği olarak da şimdi İsrail’in Lübnan’dan sonra Türkiye’ye saldıracağını propaganda ediyor. AKP Genel Başkanı Erdoğan TBMM’yi açış konuşmasında dedi ki: “‘Vaat edilmiş topraklar’ hezeyanıyla hareket eden İsrail yönetiminin, tamamen dinî bir fanatizm ile Filistin ve Lübnan’dan sonra gözünü̈ dikeceği yer, açık söylüyorum, bizim vatan topraklarımız olacaktır.” (1 Ekim 2024)

Oysa aynı Erdoğan geçen yıl Nahcıvan’dan dönerken uçakta Netanyahu’nun Türkiye’ye yapacağı ziyarete değinirken, Türkiye ve İsrail olarak birçok alanda işbirliği yapıyoruz demişti. (AA, 26 Eylül 2023) 

Aynı Erdoğan çok değil birkaç ay önce, Rize’de hemşehrilerine konuşurken İsrail’e girmekten söz ediyordu: “Biz nasıl Karabağ'a girdiysek, nasıl Libya'ya girdiysek bunun benzerini aynen onlara da yaparız.” (AA, 28 Temmuz 2024)

Erdoğan’a yanıt İsrail Dışişleri Bakanı Yisrael Katz’dan gelmişti. “Erdoğan, Saddam Hüseyin’in izinden giderek İsrail’e saldırma tehdidi savuruyor. Ne olduğunu ve nasıl bittiğini hatırlamalı.” Siyonist bakan R. T. Erdoğan ve Saddam Hüseyin’in fotoğraflarını yan yana koyarak, “Senin de sonun Saddam gibi olacak” demek istemişti.

Herkes hak ettiği akıbete uğrasın ama kimsenin sonu Saddam gibi olmasın. Böyle derken dini araçsallaştırma ve dinci fanatizm yarışında İsrail yönetimi Türkiye yönetiminin eline su dökebilir mi, bilemiyorum. En basitinden İsrail yönetimi “Nas var nas! Bir Musevi olarak Nas ne gerektiriyorsa onu yapmaya devam edeceğim” diyerek mi ekonomiyi yönetiyor? 

Sorunun yanıtını bilmiyorum. Bildiğim odur ki, İsrail yönetimi ile Türkiye yönetimi arasındaki dinci fanatizm polemiği, dibi kara tencereler arası polemikten ibarettir!

***

“İsrail’in hedefi Türkiye mi?” sorusu başka bir yazıya kalmak üzere bu yazıyı daha fazla uzatmadan vurgulamak gerekirse. 

Bölgenin burjuva anlamda da olsa barışa ve demokrasiye kavuşabilmesi için İsrail’in Siyonist dinci fanatizmden, Filistin’in, Lübnan’ın, İran’ın, Türkiye’nin ve genelde İslam ülkelerinin otokrasiden monarşiden kurtulmaları, laik demokrasiye kavuşmaları şarttır. Din iman denildiğinde aklını iptal eden ahaliyle ne kadar mümkünse artık. Mümkün olsun olmasın, sonuçta her halk müstahak olduğu gibi yönetilir!

2 Ekim 2024 Çarşamba

EMNİYETLİ İNTİHAR İÇİN EMNİYETİ SEÇİN

Karar gazetesi yazarı Elif Çakır, Bursa’da kaldığı otelde gece yarısı gözaltına alınmış. Gerekçe, hakkında 19 suç kaydı ve 2 tutuklama kararı. 

Elif Çakır, gazeteci olduğunu, adli sicilinde bu gibi suçların ve tutuklama kararlarının bulunmadığını, isim benzerliği olabileceğini söylemiş ama polis oralı olmamış. Polis, TC kimlik numarasına bakma gereği bile duymamış, hastaneden sağlık raporu aldıktan sonra karakola çekmiş. Karakolda vatandaşa nasıl davranılıyorsa Elif Çakır’a da öyle muamele edilmiş. Kaba diyaloglar yani. Nihayet TC kimlik numarası sorgulanmış ve aranan kişinin başka bir Elif Çakır olduğu anlaşılmış.

***

Elif Çakır feveran etmekte öfkelenmekte sonuna kadar haklı. Öyle ya, kargocu bile kargoyu teslim etmeden önce kimlik istiyor, kimlik bilgilerini kaydetmeden kargoyu teslim etmiyor. Bursa polisi böyle sıradan bir doğrulamaya bile gerek görmemiş. Elif Çakır ısrarla gazeteci olduğunu, böyle suçlarla ilgisinin olmadığını söylemiş ama polis kargocu kadar duyarlı davranmamış. 

Kim bilir, belki de kasıtlı olarak Elif Çakır’a böyle bir muamele reva görüldü. Geçmiş olsun.

***

Beterin beteri vardır. Elif Çakır gözaltına alınmakla kalmayabilirdi. Tutuklanabilirdi, aylarca mapus yattıktan sonra nihayet mahkemeye çıkartılıp “yanlışlık olmuş” denilerek tahliye edilebilirdi. Olmayacak şey değil bu gibi rezaletler. Burası Türkiye, neler olmuyor neler!

Örneğin, Elif Çakır, 12 Eylül faşizmi döneminde Bursa Emniyet’e düşmediği için kendisini şanslı saymalı. O yıllarda karakollar ve terörle mücadele şubelerinde “gözaltında intihar” açıklamaları vakai adiyedendi. En çok da Bursa Emniyet Müdürlüğü’nden “şahıs hücresinde kravatıyla kendini asmış” ya da “pencereden atlayarak intihar etti” açıklamaları yapılırdı. Öyle ki, dönemin mizah dergisi GIRGIR, “emniyetli intihar için emniyeti seçin” diye kayda geçirmişti gözaltında cinayetleri.

Abartmıyorum. O yıllarda, “yasa dışı görüş edinmek ve örgüt kurmak” suçlamasıyla İstanbul ve Ankara emniyetlerinin yanı sıra Bursa Emniyet’in de “misafiri” idim. Suriye sınırında bölük komutanı iken gözaltına almışlardı. Tam 50 günüm Bursa emniyette geçti. Sorgucular (işkenceciler yani) “Burada Allah yok, peygamber de izinde. Burada subay olduğunu unutacaksın, sadece vatandaşsın!” diyorlardı. Bir sorgucu “Ulan i... sınırda suyun başındasın. Vatanı kurtarmak sana mı düştü? Küpünü doldursaydın ya!” diye sitem(!) etmişti.

***

Dediğim gibi, beterin beteri vardır. Elif Çakır, 12 Eylül faşizmi yıllarında Bursa emniyete düşmediği, bu dönemde “yanlışlıkla” gözaltına alınmakla kaldığı için kendisini şanslı saymalıdır.

Daha beteri olabilirdi. Daha beter neler olmadı ki bu coğrafyada?

Yargısız infaza kurban gidebilirdi. Yani, “yasa dışı örgüt evine yapılan baskında çıkan çatışmada ölü ele geçirildi” haberine konu olabilirdi. Öyle çok yargısız infaz ettiler ki. Ölüm mangalarının baskınlarında “sağ ele geçirilen” yok gibi...

Elif Çakır kendi evinde bile etkisiz hale getirilebilirdi. Olmadık bir vaka değil. Adana’da 5 Ekim 1999 günü “DHKP/C örgüt evi” denilerek baskın yapıldı. Evin sahibi temizlik işçisi Murat Bektaş 18 kurşunla vurularak öldürüldü. Çok geçmeden anlaşıldı ki, yanlış adrese baskın yapılmış. Bu çatkapı infaz nedeniyle yargılanan polisler 6’şar ay 20’şer gün hapis ve 3’er ay memuriyetten men cezasına çarptırıldılar; cezaları ertelendi. Murat’ın eşi Kezban, polisin ev vaadiyle davadan vazgeçirmeye çalıştığını anlatarak, “Bizi satın alamadılar ama devleti satın aldılar” diye bağırıp karara isyan etti. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bu skandal nedeniyle Türkiye’yi 103 bin Euro tazminata mahkûm etti.

Elif Çakır, “30 saniye sürmeyecek bir işlemi yerine getirselerdi, (kimlik numarasını kontrol etselerdi yani) 2000 yılı öncesi Türkiye’sine geri dönmeyecektik” diye yakınıyor. Hemşehrim Elif Çakır kabul etmeli ki, dünden bugüne pek bir şey değişmedi. Yargı ve Meclis, 12 Eylül faşizminin de gerisinde. Çatkapı infazlar da geçmişin kötü bir anısı değil. Keşke geçmişte kalsaydı. 23 Ocak 2017 tarihli gazetelerin haberine göre, “ANTALYA’da kalp hastası 65 yaşındaki Hamide Yücel, oğlu Ali Yücel’i cinayet şüphesiyle gözaltına almak üzere eve gelen polisleri görünce kalp krizi geçirip öldü. Ancak Ali Yücel’in cinayetten aranmadığı, polisin yanlış eve operasyon düzenlediği ortaya çıktı.”

2000’li yıllarda da benzer ne acılar ne acılar yaşandı bu coğrafyada. Ceylan Önkol, Ali İsmail Korkmaz, Berkin Elvan, Dilek Doğan ve niceleri...

Elif Çakır’a tekrar geçmiş olsun.

Dilek Doğan’ın katline ilişkin DİLEEEEEEK, DİLEK... OY DİLEK! başlıklı yazının da okunması dileğiyle.

28 Eylül 2024 Cumartesi

CHP GENEL BAŞKANI MI AKP SÖZCÜSÜ MÜ?

ABD’de New York Belediye Başkanı Eric Adams hakkında uzun süredir yürütülen soruşturma iddianameye dönüşmüş. Adams, nüfuzunu kullanarak haksız çıkar sağlamakla suçlanıyor. Suçlamanın tam göbeğinde ise Türkiye ve Türkevi var.

Türkevi, New York’un ticaret, kültür ve finans merkezi Manhattan’da Birleşmiş Milletler genel merkezinin tam karşısında, mülkiyeti Türkiye Cumhuriyeti’ne ait bir bina. Türkevi’nde Türkiye’nin New York Konsolosluğu, BM Daimi Temsilciliği, TCMB New York temsilciliği gibi ofisler bulunuyor. Bina 1977’de Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in girişimiyle satın alındığında 12 katlıymış. AKP iktidarı döneminde büyütülmesi planlanmış; 2017’de yıkılan bina yaklaşık 300 milyon dolar harcanarak 35 katlı 171 metre yüksekliğinde yeniden inşa edilmiş; 2021 yılında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından açılmış.

Meblağ ne olursa olsun, resmi bir inşaatta yolsuzluk usulsüzlük olmayacak. Ne mümkün! Nitekim Amerikan savcısının iddianamesine göre, New York Belediye Başkanı Adams, Türkevi yeniden inşa edilirken resmi izinler karşılığında, bağış adı altında rüşvet almış, THY ile yıllarca bedava uçmuş; seyahatlerinde lüks otellerde ve lokantalarda ağırlanmış. THY Adams’a 123 bin dolarlık bilet hediye etmiş. İnşaatı yürüten yetkililer Adams’ı hediye yağmuruna tutmuşlar.

Eric Adams hakkındaki iddianame dünya çapında haber. Nitekim Amerikan gazetelerinde manşetten yankılanmış. New York Times, haberi manşetten “Grand Theft Ottoman” (Büyük Osmanlı hırsızlığı) başlığıyla duyurmuş. Türkiye’de iktidar yandaşı medyada ara ki bulasın.

Haber tam da Recep Tayyip Erdoğan’ın New York’ta olduğu gün patlamış. Erdoğan, gezi programını bitirmeden Türkiye’ye dönmüş. Oysa programın kalan bölümünde ABD Başkanı Biden’in vereceği yemeğe katılmak da vardı. Programın kalan bölümünde Amerikan gazetecilerinin buna ilişkin sorularına muhatap olmamak için mi erken döndü, bilinmez.

Erdoğan'a sorulamayan soru aynı günlerde Sosyalist Enternasyonal toplantısı için New York’ta bulunan CHP Genel Başkanı Özgür Özel’e soruldu. Özgür Özel nasıl yanıtladı dersiniz: “Türkiye rüşvet vermeye ihtiyaç duyacak bir ülke değil. Öyle bir acziyet içinde değil. Binanın kazandırılması sürecinde jest gördüysek fazlasını ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’ne tahsis edilen o muhteşem alan için yapmışızdır.

İnanılır gibi değil. Siyaseti asgari ilgiyle izleyen ama son günlerde gazete okumaya televizyon izlemeye fırsat bulamamış birine bu sözleri ve Türkevi olayını anlatsanız; sözlerin sahibini belirtmeden. “Bu yanıtı kim söylemiş olabilir?” diye sorsanız. Hiç kuşkusuz, “AKP Sözcüsü Ömer Çelik; o değilse CB İletişim Başkanı Fahrettin Altun” diye karşılık verir.

Gerçekten Özgür Özel CHP Genel Başkanı mı, AKP sözcüsü mü? On yıllardır siyasetin göbeğinde, bir yıldır da ana muhalefet partisinin başında. Değil bu deneyime sahip siyasetçi, en cahil kahvehane polemikçisi bile böyle bakmaz olaya. Hatta AKP Sözcüsü ve CB İletişim Başkanı bile. Nitekim Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü “New York’taki hukuki süreci yakından takip ediyoruz. Yurtdışındaki temsilciliklerimiz görevlerini Viyana Sözleşmelerine ve uluslararası diplomatik teamüllere uygun olarak ifa etmektedirler.” demekle yetindi. 

Özgür Özel “Yargılamayı izleyeceğiz, umarız iddianamede yazılanlar doğru değildir” demek yerine Türkiye adına neden şecaat arz eyledi ve şecaat arz eylerken de neden sirkatin söyledi? Türkevi’ne sağlanan kolaylıklara karşılık ABD’nin Ankara Büyükelçiliğine kolaylıklar sağlandığını nereden biliyor? Bu kolaylıkları (daha doğrusu gayrimeşru alışverişleri) meşrulaştırmak Özgür Özel’in üstüne vazife mi? Böyle davranarak, Ekrem İmamoğlu’na yönelik kıskacı gevşetebileceğini mi düşünüyor? Yoksa sosyal medyadaki dedikodular mı Özgür Özel’i rehin aldı?

***

RÜŞVETÇİLİĞİMİZİ TESCİL ANLAŞMASI

Özgür Özel hangi güdüyle ya da tutsaklıkla böyle konuşmuş olursa olsun, Türkiye ve rüşvet sözcükleri yan yana gelmeyecek sözcükler mi? Keşke öyle olsa. Keşke başkalarının imrenecekleri gönül rahatlığıyla “Türkiye rüşvet vermeye almaya ihtiyaç duyacak bir ülke değil” diyebilsek. Öyle diyebilecek tıynette olmadığımızı biliyoruz. Biz bildiğimiz gibi yabancılar da biliyor.

Rüşvet malum, kamu görevlisinin zaten yapmakla yükümlü olduğu iş için menfaat sağlaması, ya da yasak olan bir şeyi yapmak için taliplisinden menfaat elde etmesi. 

Rüşvet her ülkede var, ama hakkındaki “rüşvetçi” imajını uluslararası bir anlaşmaya yazdıran bizden başkası yoktur sanırım.

Ele güne karşı öyle bir imaj vermişiz ki, Türkiye ile iş yapacak yabancının ilk aklına gelen rüşvet oluyor ve sonunda adam, imzalayacağı iş anlaşmasına “Rüşvet istenmeyecek” şartını koyuyor; bizimkiler, “Olur mu öyle şey, anlaşma manlaşma yok, toplantı bitmiştir!” demiyorlar.

Daha önceki iktidarlar döneminde böyle bir rezalet yaşandı mı, doğrusu bilmiyorum. Devri AKP’de bu rezaleti de yaşadık.

Olay şu:

Türkiye’ye büyük ilgi duyan Japon Prensi Tomohito Mikasao, Anadolu’yu dolaşırken yolu Kırşehir’in Kaman İlçesi’ne düşüyor. Anadolu uygarlığını dünyaya tanıtma hevesine kapılan Japon Prensi, Kırşehir’de Kaman Kalehöyük Arkeoloji Müzesi’nin yapımı için hibe olarak 288 milyon yen, yani yaklaşık 2 milyon Avro katkıda bulunmaya söz veriyor. Bu konudaki anlaşma 30 Eylül 2005’te Japonya’nın Ankara Büyükelçisi Tomoyuki Abe ile Dışişleri Bakanlığı Yurtdışı Tanıtım ve Kültür İşleri Genel Müdürü Büyükelçi Şule Soysal tarafından imzalanıyor. 

Buraya kadar her şey normal, anlaşılmayacak bir şey yok. Rezalet bundan sonrasında. 

Müze inşa edilirken ihale açılacak, yapımcı müteahhit seçilecek, denetim elemanları görevlendirilecek, belediyeden inşaat izni alınacak filan. İşte bütün bu işler için Japon tarafının bir şartı var: Japon Prensi’nin vereceği para kuruşu kuruşuna müzenin yapımına harcanacak, kimseye rüşvet verilmeyecek. 

Bizimkiler itiraz etmemiş, “kimseye rüşvet verilmeyecek” şartı anlaşmaya şöyle yazılmış:

Sözleşmelerin yapılması karşılığında, rüşvet olarak yorumlanacak herhangi bir teklif, hediye veya ödeme ve menfaat veya karşılığını önlemek için T.C.’nin gerekli önlemleri alacağını Japon Hükümeti varsaydığını beyan eder.” 

Anlaşma bu şartla imzalanmış, onay için Bakanlar Kurulu’na sevk edilmiş. Ne Dışişleri Bakanı ne Başbakan ne bakanlar ne de Dışişleri Bakanlığı’nın ve Başbakanlığın onca bürokratı yadırgamamışlar. Kaman Müzesi’ne “rüşvetsiz” şartlı anlaşma tasarısı TBMM’ye sevk edilmiş.  TBMM Başkanlığı da “rüşvet olmayacak” şartına sesini çıkarmamış. Tasarı TBMM Dışişleri Komisyonu’nda görüşülürken CHP İstanbul Milletvekili Şükrü Elekdağ, “Bu ne rezalet!” diye itiraz edince, tasarı hükümete iade edilmiş.

Neresinden baksan rezalet! “Kimseye rüşvet verilmeyecek” şartının anlaşmaya yazılması ilk rezalet. Türkiye’de rüşvetsiz iş yapılamayacağının peşin peşin kabulü anlamına geliyor ki, söz aramızda, aslında yanlış değil, gerçeğin ta kendisi. Anlaşma tasarısının kimse tarafından yadırganmadan Meclis’e gidebilmesi de ayrı bir rezalet. Öyle ya da böyle, sonuçta ‘rüşvetçi’ imajımızı kendi elimizle uluslararası bir anlaşmaya yazdırmıştık.

Neyse ki, Hükümetin geri çektiği tasarı, sözleşmenin düzeltilmesinin ardından kabul edilmişti. (Milliyet, 11 Aralık 2007.)

Hülasa, Türkevi inşaatında rüşvet iddiaları yabancısı olduğumuz bir şey değil. New York Belediye Başkanı zıkkımlanırken aracılık edenler de zıkkımlandı mı, bilemiyorum. 

Bildiğim odur ki, “Devletin malı deniz, yemeyen domuzdur.” Alnı secdeye değen Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın demesiyle “Memurumuz işini bilir.

Fakir çalmasını bilmediği için fakirdir” diyen alnı secdeli kimdi, anımsayamadım!


20 Eylül 2024 Cuma

EĞİTİMDE BİLGİ Mİ ALLAH KORKUSU MU?

Hulusi Akar ile benim aramda hukuk denebilecek ortak bir geçmiş olmasa da ciddi bir hukuksuzluk var.

Ortak geçmişimiz, ikimizin de 1976/1977 yıllarında Kara Harp Okulu’nda bulunmamızdan ibaret. O, subay taburunda takım komutanı üsteğmen; bense subay adayı öğrenci. Aynı yıllarda aynı yerde bulunmuşuz ama ne o beni hatırlar ne de ben onu hatırlıyorum. Aramızda bir hukuk oluşmamış yani. Sonra Üsteğmen Hulusi Akar, o rütbedeki her subaya nasip olmayacak bir fırsat yakalamış, Kayseri Lisesi’nden arkadaşı Abdullah Gül ile birlikte İngiltere’ye gitmiş...

Üsteğmen Hulusi Akar ile hukukumuz yok ama Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar ile ciddi bir hukuksuzluğumuz var. Şöyle ki: “Genelkurmay Başkanı için çok üzülüyorum!” başlıklı bir yazı yazmıştım. O yazıda Genelkurmay Başkanı iken Hulusi Bey’in başına gelenleri anlatmıştım. O yazıdan dolayı hakkımda dava açıldı. Hulusi Bey benden davacı oldu. Kendisine hakaret ettiğim iddiasıyla 2 yıl 4 aya kadar hapisle cezalandırılmamı istedi. Çok ama çok ayrıntılı bir savunma ile karşılık verdim. SU UYUR HULUSİ AKAR adıyla kitaplaşan 350 sayfalık bir savunma. 

O savunmada Hulusi Bey’e mahkeme aracılığıyla çok soru sormuştum. En önemli bazı soruları bu vesileyle anımsatayım:

- Fetullahçı çetenin askeri okullara soruları önceden vererek tam puanla sızmasını hiç mi fark etmediniz?

- 15 Temmuz ardından bütün ordu, okulları ve hastaneleri dahil, emrinden alınırken görüşün alındı mı, itiraz ettin mi?

- TBMM 15 Temmuz Darbe Araştırma Komisyonu’na ifade vermeye niçin gitmedin?

- Türk askerinin başına çuval geçiren Amerikan generalinden madalya alırken mutlu muydun?

Savunmada başka çokça soru yönelttim. Hulusi Akar yanıt vermedi. Esir düşen komutan ordusunu yönetebilir mi tartışmasını anımsatmayayım. Neyse ki, davaya bakan başörtülü yargıç 2019 yılında beraat kararı verdi. Beraat kararı istinafta onandı ama Hulusi Bey temyiz edip Yargıtay’a götürdü. Dosya hâlen Yargıtay’da bekliyor.

***

Hulusi Bey ile hukukumuzu hukuksuzluğumuzu bir kenara bırakıp sadede gelecek olursak.

Hulusi Bey, Genelkurmay Başkanı iken 2018 yılında Milli Savunma Bakanı yapıldı. Nihayet 2023 seçimlerinde Kayseri Milletvekili seçildi; hâlen TBMM Milli Savunma Komisyonu Başkanı.

Bunca askeri ve siyasi deneyime sahip bir insanın feleğinden çemberinden geçtiği, kimseye nasip olmayacak bir olgunluğa eriştiği, bilge insan olduğu varsayılır değil mi. Bilge olamamışsa bile hiç değilse devlet adamı vakarına ağırlığına sahip olduğu düşünülür. Akıllı, adil, cesur, cömert, sabırlı, şefkatli, merhametli ve affedici, vefalı, sözünün eri, namuslu, vakur bir insan yani. İlgili bütün kitaplarda, makalelerde devlet adamı böyle tanımlanıyor...

Şahsen ben de Hulusi Bey’in en azından devlet adamı vakarı edinmiş olması gerektiğini düşünüyordum. Aksi olamaz, olmamalı. Öyle ya, 49 yıl askeriyenin üniformasını giymiş, onca badire atlatmış; beş yıl da bakan olarak orduyu yönetmiş, siyasete atılmış, milletvekili seçilmiş. Bunca deneyime sahip kaç T.C. yurttaşı çıkar?

Dediğim gibi Hulusi Bey devletin adamı olmasına olmuş ama nedense, devlet adamı kimliğini vasfını belli etmekten geri duruyor. Hiç devlet adamı gibi davranmıyor. Tevazudan olabilir mi diye soruyorum kendi kendime. Hani, devlet adamı dediğin biraz da mütevazıdır, sıradan siyasetçiler gibi her şeye maydanoz olmaz. Kendisini ilgilendirmeyen, bilip bilmediği her konuda ahkâm kesmez yani. Ağzından çıkanı kulağı duyar, bir söyledi mi pir söyler, söylediklerinde keramet aranır...

***


Devlet adamı her şeye maydanoz olmaz, bir söyledi mi pir söyler ama Hulusi Bey onca yılın hayat deneyimiyle edinmiş olması gereken devlet adamı vasfını nedense hiç belli etmiyor. Daha vahimi epeydir kendisini ilgilendirmeyen konulara da maydanoz oluyor. Bir etkinlikte aynen şöyle konuşmuş: “Eğitimin amacı bilgi edinmek değildir. Eğitimin amacı, bir Allah korkusu, iki kuldan utanmak. (...) Eğer bu verilmezse şu gördüğümüz tablo olur. Bu sefer ateistle mi deistle mi uğraşacaksınız? LGBT ile mi uğraşacaksınız? Uyuşturucuyla mı uğraşacaksınız?

***

Hulusi Bey’in kestiği ahkâmı nereye koymalı?

Nefret suçu işlemesi bir yana.

Hulusi Bey eğitimci değil, pedagog hiç değil.

Dini konularda eğitimli donanımlı olduğuna ilişkin bir bilgi yok resmi özgeçmişinde.

Ama, ömrünün 49 yılını verdiği askerlik yerine din, eğitim, ahlâk üzerine ahkâm kesiyor.

Kestiği de ahkâm olsa bari.

Anlaşılan Hulusi Bey siyasetteki rotasını siyasal İslamcılık olarak çizmiş. Olabilir. Ama en sıradan en cahil İslamcı bile bilgi ile Allah korkusunu, bilgi ile kul hakkını birbirlerinin karşısına koymaz.

Hulusi Bey sıradan İslamcının sıradan uyanıklığını bile göstermemiş, bilgi ile Allah korkusunu ve kul hakkını karşı karşıya koymuş. 

Taç giyen baş akıllanır denir ama anlaşılıyor ki, onca yılın eğitim sürecinde bilgiye direnmiş; o dirençle olsa gerek, taç giyen baş akıllanmamış, devlet adamı aklı ve ahlakı edinememiş. Rütbe ve makam, bilge devlet adamı olmaya yetmiyormuş...

Bitirirken Hulusi Bey’den ricamdır. Mahkemeye vermeye kalkma! Bir kitap daha yazmak ikimiz için de vakit ve enerji israfı olur. Yine de sen bilirsin. 

Velhasıl-ı kelam,

Çok selam paşam!

7 Eylül 2024 Cumartesi

MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİ

Kara Harp Okulu’nda taze mezun teğmenlerin resmi törenden sonra “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” diye slogan atarak subaylık yemini etmeleri, toplumdaki derin çatlağı (tumturaklı bir ifadeyle, sosyo-politik fay hattını) bir kere daha gözler önüne serdi.

Nedir o fay hattı? Güncel ifadeyle, laik-antilaik, dindar-seküler, cumhuriyetçi-ümmetçi, ilerici-gerici, doğucu-batıcı, sağcı-solcu... Taşfırın İslamcıların ifadesiyle mümin-kâfir... (Adlandırmayı bu kadarla bırakalım, emek-sermaye çelişkisini, sermayedar sınıfın da kendi içinde burjuvazi-nurjuvazi diye yarıldığını aklımızda tutalım. Ekonomik sosyal siyasi kriz derinleştiğinde bu fay hattının çok daha belirginleştiğini de.)

***

Teğmenler ne yaptılar da siyasi gündemin ilk sırasına yerleştiler?

Kısaca anımsatmak gerekirse. Kara Harp Okulu’nda (KHO) rutin mezuniyet töreni. Protokol konuşmalarının ardından dönem birincisi mezunlar adına konuşuyor, yaş kütüğüne çivi çakıyor, resmi yemin metnini seslendiriyor, diplomalar veriliyor; sancak devir teslimi ve geçit resmiyle tören sona eriyor. Ben 1978 yılında mezun oldum. O yıllarda da rutin tören programı böyleydi. Sonraları rutin programa “subay yemini” eklenmiş. 

Rutin programa eklenen “subay yemini” şöyle:“And içeriz ki, laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığına, ülkenin bölünmez bütünlüğüne, yüce Türk ulusunun namus ve şerefine, aziz vatanın bir karış toprağına uzanacak eller, karşısında bizi bulacak ve kılıçlarımız daima keskin ve hazır olacaktır. Bizler Türk istikbalinin evlatlarıyız; şerefimizle doğduk, şerefimizle yaşayacak ve şerefimizle öleceğiz. Ne mutlu Türküm diyene!” 

Kimileri, bu yeminin 15 Temmuz 2016 faciasından sonra kaldırıldığını iddia ediyorlar ama 2021 ve 2022 mezuniyet törenlerinde aynı andın okunduğuna ilişkin görüntüler var. 

Deniz Harp Okulu Komutanlığı yapmış Amiral Türker Ertürk’ün söylediğine göre kılıç çatma geleneği ve subay yemini, tüm harp okullarında varmış, yeni değilmiş. Resmi tören bittikten sonra, sınıf birincisi teğmenin emir komutasında geleneksel kutlama ve ant içme merasimi yapılırmış. Aynen sivil üniversitelerde mezuniyet töreninden sonra yapılan kep atma töreni gibi...

Gayriresmi yemin gelenekselleşmiş, geçmiş yıllarda sorun olmamış ama bu yıl teğmenler subay yemini ederken “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” diye slogan atmışlar. Tartışma bu yüzden. 

***

Siyasi askeri tansiyon bu yüzden tavana vurdu. Çünkü, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” sloganı, toplumdaki derin çatlakta Recep Tayyip Erdoğan iktidarına karşı çok ciddi bir muhalefetin simge sloganı. En önemlisi de bu slogan herhangi bir üniversitede değil, KHO'da atılıyor. Sivil bir üniversitede, bir tıp fakültesinde hukuk fakültesinde bu slogan atılsa, haber değeri taşımazdı.

Alternatif yemin gösterisinin kamuya yansımasının ardından tepkiler yorumlar toplumdaki derin çatlak bağlamında gerçekleşti. Sosyalist mahalle ve Kürt hareketi sessiz kalırken, başta CHP olmak üzere burjuva muhalefet teğmenlere destek verdi.

İktidardaki Cumhur İttifakı ortaklarından MHP her zamanki gibi ikircikli tavır takındı. İslamcı mahalledeki travma depreşti; teğmenlere hakaret üstüne hakaret yağdırıldı. AKP Sözcüsü Ömer Çelik, Atatürk’ü “ebedî başkomutan”, Erdoğan’ı “başkomutan” diye konumlandırıp ortayol bulmaya çalıştı; “Milletin gözbebeği TSK’nın geleceği için yetiştirilmiş teğmenlere hakaret edilmesi kabul edilemez” bile dedi. Ama nafile. 

Hanedan bendesi vakanüvisler, yandaş medya esnafı ve aktroller günlerdir “milli irade” palavraları sallayıp “Kime meydan okuyorsunuz?” diye feryat ediyorlar. Teğmenler, özellikle de dönem birincisi Teğmen Ebru Eroğlu hedefte. “Genç subaylar” darbecilikle suçlanıyorlar. Balyoz, Ergenekon, Askeri Casusluk kumpaslarına alkış tutanlar teğmenlere saldırıyor. Kimlerin, hangi odakların telkiniyle böyle bir gösteriye kalkıştıklarını soruyorlar? Sorunun yanıtı olarak CIA ve MOSSAD’ı işaret edenler bile var. Teğmenlerin TSK’den ihraçlarını, tutuklanmalarını, askeri okullardaki eğitimin yeniden düzenlenmesini istiyorlar. (Bu arada, “askeri mektepler tarikat yuvası oldu” algısını kırmak için teğmenlerin böyle danışıklı bir gösteriye teşvik edildiklerini savunanlar da var ki, komplo ve kumpas teorileri arşivine atmaya değer!)

İslamcı mahalledeki feryatların ardından nihayet AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan da teğmenleri doğrudan hedef aldı: “Bu kılıçları kime çekiyorsunuz? Şimdi bunlarla ilgili olarak da gerekli araştırmalar, hepsi yapılıyor. Oradaki birkaç tane kendini bilmez evelallah temizlenecek. Bu 30 kişi olabilir, 50 kişi olabilir. Kim olursa olsun, bunların ordumuzun içinde bulunması mümkün değil. Bunları temizleyeceğiz.” (7 Eylül 2024)

***

ERDOĞAN’IN HAYAL KIRIKLIĞI

Yeni mezun teğmenlerin darbe yapacak güçte ve örgütlülükte olmadıklarını Erdoğan bilmez mi? Elbette bilir ama teğmenleri hedefine koydu. Çünkü siyasetini inanç dolayımıyla cepheleştirme kutuplaştırma düşmanlaştırma üzerine kurmuş; hep bir düşmana ihtiyaç duyuyor, aykırı hiçbir görüşe ve duruşa tahammül edemiyor. Üstelik kendi siyasi dini kültürel sermayesine güveni de yok. O güvensizlik ve hayal kırıklığı içinde şimdi teğmenleri şeytanlaştırıyor.

Erdoğan’ın hayal kırıklığı nedir? Sorunun yanıtı yakın dava arkadaşı Ayhan Oğan’ın ifşasında. Ayhan Oğan, nasıl bir dava peşinde olduklarını 15 Temmuz’un hemen ardından şöyle ifşa etmişti: “Şimdi biz yeni bir devlet kuruyoruz, beğenin beğenmeyin bu yeni devletin kurucu lideri Tayyip Erdoğan'dır. Yapılan YAŞ toplantısı yeni bir Türk Silahlı Kuvvetleri’nin inşasıdır. Biz vesayet düzenini yıktık. 15 Temmuz’da devlet içerisindeki odaklanmış vesayet mekanizmaları darmadağın oldu. Bürokratik oligarşinin hâkim olduğu devlet sistemi bitmiştir. Şimdi halkın doğrudan belirlediği bir sistem geliyor. Bunun kurucu lideri de Recep Tayyip Erdoğan’dır.” (Hürriyet, 4 Ağustos 2017.)

Erdoğan hayal kırıklığına uğramasın da ne yapsın? Tam 22 yıldır iktidarda, “dindar ve kindar nesil” hedefiyle temel eğitim kurumlarını imam hatipe çevirdi, mevcut imam hatip okullarını medreseleştirdi; müfredatı her yıl biraz daha İslamileştirdi. Medyanın yüzde 95’ine egemen. Diyanet devasa bir propaganda örgütü. Ama azımsanmayacak oranda imam hatip mezunları bile deizme yöneliyorlar. Zaten Erdoğan da, sık sık “Siyasi olarak iktidar olmak başka bir şeydir. Sosyal ve kültürel iktidar başka bir şeydir. Hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımızı kuramadık” diye yakınıyor. Nihayet onca araştırma ve eleme ile seçilen Harp Okulu mezunları “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” diye gösteri yapıyorlar...

***

Neden böyle oluyor? Neden KHO mezunu teğmenler mevcut Başkomutan Erdoğan’a değil de “Ebedi Başkomutan” Mustafa Kemal Atatürk’e bağlı olduklarını bildiriyorlar. Yanıtı ciltler dolusu yazıyı gerektirir. HARBİYE’DEN CEPHE’YE başlıklı kitabımda değinmeye çalıştım. Çok kısa aktarayım. Türk Silahlı Kuvvetleri TSK de toplumun parçası. Ordu ne denli izole bir hayat sürmeye zorlanırsa zorlansın, kışla duvarları ne denli yüksek tutulursa tutulsun, toplumdaki siyasi sosyal kültürel ideolojik her şey kışlada karşılığını bulur. Harp okullarının 1976, 1978, 1979, 1980, 1981, 1982 devrelerinin yaşadığı süreç bunun kanıtıdır. Dayatılan resmi ideolojinin tersine, bu devrelerin çoğunluğu Atatürkçülüğü aşarak sol dünya görüşüne meyletmişti. Bugün de “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” sloganı sivil toplumda çok ciddi bir muhalefetin kimlik kartı gibidir. İster istemez kışlada karşılığı vardır. TSK üst komuta heyetinin Tayyip Erdoğan ile kader ortaklığına girişmesine, generallerin AKP toplantılarında boy göstermelerine, kimi kuvvet komutanlarının Hizbullah’ın partisi HÜDA-PAR lideriyle birlikte görüntü vermesine tepki olarak da görülebilir...

Bu sonuç, yani Kemalizm’in siyaseten güçlenmesi aslında AKP’nin eseridir. Prof. Dr. Kemal Karpat’ın deyişiyle “Erdoğan Kemalizm’in ömrünü uzattı!” Rusya’nın Lenin ile Çin’in Mao ile gönül bağı kalmadı ama Türkiye’de kurucu lider Mustafa Kemal Atatürk ile gönül bağı (küçük bir azınlık dışında) sürüyor. Ama samimiyetle ama kerhen. Duvara tosladığında Tayyip Erdoğan partisinin binasına Atatürk posteri astırıyor; Erdoğan ve milletvekilleri Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılık yemini ediyorlar. Dolayısıyla, her 13 Mart’ta yoklama yapılırken öğrencilerin hep birlikte “İçimizde!” diye andıkları Atatürk’ü “Ebedi Başkomutan” edinmiş bir kurumda “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” sloganı yadırganmamalıdır. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” diye slogan atan teğmenlerin aslında “Erdoğan’ın askerleri” olarak yetişmeleri isteniyordu. Ama olmamış. Onca yıl sorular önceden verilerek TSK’ye Fetullahçı kadrolar sızdırıldı. 15 Temmuz’un ertesinde 171 general amiral tutuklandı. Anlaşıldı ki onca sızmaya karşın TSK İmam’ın ordusu olmamış. Türk Silahlı Kuvvetleri’ni AK Silahlı Kuvvetler’e dönüştürme projesinin de bugünden yarına gerçekleşmeyeceği kabul edilmelidir. 

***

TEĞMENLERE KIYMAYIN EFENDİLER!

Tayyip Erdoğan’ın “Bunları temizleyeceğiz” demesinin ardından teğmenlerin asıl sınavı şimdi başladı. TSK komuta kademesinin de sınavı. 

Sözcü’den Aytunç Erkin’in aktardığına göre, Kara Harp Okulu birincisi Teğmen Ebru Eroğlu, yeminin ardından okul komutanı tarafından çağrılmış. Daha önce de bu ritüelin yapıldığını dile getiren Eroğlu, “Herkes bizi tarikatçı-cemaatçi diye konuşuyor. Biz Atatürkçüyüz, hiçbir cemaat ve tarikatla alakamız olmadığını herkes gördü. Pişman değilim” diye yanıt vermiş.

Ebru teğmen geri adım atmamış ama bakalım kendisiyle birlikte yemin eden teğmenlerin ne kadarı inceleme soruşturma sürecinde aynı tavrı gösterecek? İçlerinden ne kadarı Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin yolunu tutup Erdoğan'a biat edecek? TSK komuta heyeti ve Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, ilişik kesme dosyaları önlerine geldiğinde ne yapacaklar, “Mustafa Kemal’in askerleri”ne sahip çıkacaklar mı? “Mevcut Başkomutan” Erdoğan, “Ebedi Başkomutan’ın askerleri”ne, diplomasını bizzat verdiği Teğmen Ebru Eroğlu’na kıyacak mı?

HARBİYE’DEN CEPHE’YE başlıklı kitabımda anlatmıştım. Ben 1978 mezunuyum. Son sınıftayken, dönemin Genelkurmay Başkanı, devremizi toptan atmak kararıyla Harp Okulu’na gelmişti; ama atamamıştı. Mezuniyete yakın, Tabur komutanı, “Teğmen oluyorsunuz ama yüzbaşı olamayacaksınız!” demişti. Nitekim çoğumuz yüzbaşı olamadık.

Bakalım Mustafa Kemal’in askerlerinin ne kadarı yüzbaşı olabilecek?

Son bir soru: Mustafa Kemal’in askerleri, bu sloganla simgelenen siyasetin emek-sermaye çelişkisinde neye karşılık geldiğinin, emekçilere ezilenlere kan kusturan darbelerin Atatürk adına yapıldığının bilincindeler mi?


1 Eylül 2024 Pazar

İNSANIN İNSANA ZULMÜ

İnsanın ömründen değil yıllarını, bir saatini bile çalmanın, hapiste tutmanın nasıl bir zulüm ve işkence olduğunu mapus damında yatanlar bilir.

Aradan 40 yıl geçmiş. Kalbi solda atan askerler olarak THKP/C Üçüncü Yol davasında tutuklu yargılanıyorduk. Zorla giydirdikleri tektip cezaevi elbisesini mahkeme salonunda yırtıp attığımız için ekstradan mapusta tutuyorlardı; duruşmalara bile çıkarmıyorlardı. 

Nihayet tahliye kararlarımız geldi. O yıllarda hemen dışarı bırakmıyorlardı. En erken bir gün sonra. Nitekim ana davadan tutuklu son yedi (7) yoldaş, Metris Cezaevi’nden çıkartıldık. Koğuştan çıkarken geri geri adımlayarak yürüdüm, geride kalan yoldaşlara sırtımı dönüp yürümüş olmamak için.

Metris’ten Gayrettepe’deki İstanbul Emniyet’e götürüldük, oradan bırakılacağız. Resmi işlemler tamamlandıktan sonra bırakıldık, emniyetin kapısında bekleyen ailelerimizle kucaklaştık. Ancak, Mehmet Sami Akdöl yoldaşımız o anda bu sevinci yaşayamadı. Resmi yazışmaların gecikmesi nedeniyle iki gün daha emniyet hücrelerinde kaldı. O gündür bugündür, Mehmet Sami yoldaşımız, tutuklu kaldığı yıllardan çok, fazladan içerde tutulduğu o iki güne hayıflanır hâlâ! 

***

Dediğim gibi insanın ömründen değil yıllarını, bir saatini bile çalmanın, hapiste tutmanın nasıl bir zulüm ve işkence olduğunu mapus damında yatanlar bilir.

Yürürlükteki anayasaya ve kanunlara göre bir saat bile tutuklu olmamaları gereken nice mahpus var ülkemizde. Bir değil, beş değil, onbinlerce. Tutuklanmaları yetmiyormuş gibi mapus damında ekstra zulme maruz bırakılıyorlar.

Hangi birini saymalı? Osman Kavala, Selçuk Kozağaçlı, Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater...

Her birinin dosyası skandallarla dolu. Ceza hukukunun tüm kuralları çiğnenerek içerde tutuluyorlar. Öyle birkaç gün değil, yıllarca.

Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ 4 Kasım 2016’dan beri tutuklu hükümlü.

Osman Kavala 18 Ekim 2017’den beri tutuklu hükümlü.

Selçuk Kozağaçlı 13 Kasım 2017’den beri tutuklu hükümlü.

Can Atalay, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater 25 Nisan 2022’den beri tutuklu hükümlü...

Tekrar edeyim, birkaç gün değil, yıllarca mahpuslar. Kimileri neredeyse on yılı geride bırakacaklar. 

*** 

Dediğim gibi böyle on binlerce insan var mapus damında. Tutuldukları yetmiyormuş gibi ekstra zulme maruz kalıyorlar. 

Selahattin Demirtaş’ı memleketinden iki bin kilometre uzakta mapusta tutmak nasıl bir vicdansızlıktır? Osman Kavala’ya, Selçuk Kozağaçlı’ya, Can Atalay ve diğerlerine aynı vicdansızlık. Can Atalay için Anayasa Mahkemesi kararı var; ama o bile geçerli sayılmıyor. O karara sahip çıkmayan TBMM Başkanı’na, ret oyu veren mebuslara yuh olsun!

Gezi Davası “hükümlüsü” Tayfun Kahraman rahatsızlanmış; kan dolaşımını engelleyecek sıkılıkta ters kelepçe ile hastaneye götürmüşler; yaz sıcağında tam 6 saat öyle dolaştırmışlar. Resmi açıklamaya göre, öyle dolaştırmaları kanuna uygunmuş. (Hatırlatmak gibi olmasın, 40 yıl önce bizi de öyle dolaştırıyorlardı.)

Bir sokak söyleşisinde herkesin içinden geçeni seslendirdiği için tutuklanan Dilruba da, tam duruşma gününe üç gün kala tahliye edilmiş. Ama ne tahliye! Gecenin yarısı sokağa bırakılmış. Adeta kurda kuşa yem edilmiş. Eleştiriler üzerine “Kanuna uygun, kendisi ailesine avukatına haber verilmesini talep etmedi.” (Kanununuz yönetmeliğiniz batsın! İlla talep etmeli miydi? Belli ki, 3 Eylül’de görülecek duruşmaya ilgiyi azaltmak, duruşmanın kitlesel protestoya dönüşmesini engellemek için tahliye etmişler. Tahliye iyi de böyle hesap kitap tam da sıradan faşizme ve lümpen faşistlere özgü!)

Bir de Makbule Özer var. Kadın 82 yaşında. Onca katil, hırsız, rüşvetçi, uyuşturucu taciri, mafya şefi serbestçe dolaşırken yıllarca içerde tutulmuş. Suçu örgüte yardım yardım yataklık imiş. 82 yaşındaki bir kadından korkan devlete de, o kadından yardım yataklık talep etmişse o örgüte de yuh olsun! Neyse ki, Makbule teyze nihayet tahliye edilmiş. 

***


Tekrar edeyim, insanın ömründen değil yıllarını, bir saatini bile çalmanın, hapiste tutmanın nasıl bir zulüm ve işkence olduğunu mapus damında yatanlar bilir.

Kalbi solda atanları, özgürlük ve eşit yurttaşlık için çırpınanları mapusta tutanların bahçeleri bahar görmesin!


22 Ağustos 2024 Perşembe

BİRİNİN ELİNDE SİNAN ATEŞ DİĞERİNİN ELİNDE 17/25

Kuleli Askeri Lisesi’nden mezuniyetimizin 50’nci yılında, 11 Mayıs 2024’te, artık olmayan (15 Temmuz faciası sonrasında kapatılan) okulumuzun yerleşkesinde buluştuk. Çocukluğumuza döndük, çocuksu samimiyetle anılarımızı tazeledik. Sımsıcak sohbetin bir anında, aramızdaki az sayıda ülkücü arkadaşlardan biri “eski komünist” diyerek bana takıldı. Ben de “Ne demek eski komünist, hâlâ komünist. Benim yüreğimde hâlâ devrim ateşi yanıyor. Sizin yüreğinizde Sinan Ateş bile yanmıyor!” diye karşılık verdim. Hep birlikte gülüştük, şakalaştık... (Kırkbeş elli yıl önce böyle şakalaşma tadında bir diyalog olmazdı, olsaydı...)

Espri şaka bir yana, sahi Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş niye öldürüldü? Üstelik genel merkeze, yani MHP genel merkezine sadık bir ülkücüymüş. Genel merkezin talimatıyla gazeteci bile dövdürtmüş. Sinan Ateş’i ülküdaşları mı öldürdü? Ülküdaşları öldürmediyse, MHP genel merkezi cinayet soruşturmasından niye tedirgin oluyor?

***

Malum, cinayete ilişkin soruşturmada açılan ilk davanın duruşmaları Temmuz ayının ilk haftasında görüldü ve duruşma 30 Eylül’e ertelendi. Cinayete ilişkin ikinci dosyanın akıbeti ise belirsiz. İşte bu belirsizlik içinde, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, ilk duruşmalar öncesinde, tam da CHP Genel Başkanı Özgür Özel ile AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın görüştüğü gün sosyal medyada, parmağında “Allah bana yeter” yazılı bir yüzük, elinde dosyayla gizemli bir fotoğrafını paylaştı. Bahçeli’nin gizemli fotoğrafını paylaştığı gün Erdoğan, Sinan Ateş’in acılı eşi Ayşe Ateş ile de görüşmüştü.

Bahçeli’nin o paylaşımı o günlerde hem Özgür Özel ile Erdoğan arasındaki “normalleşme, yumuşama” görüşmelerine hem de Sinan Ateş dosyasına tepki olarak yorumlanmıştı. Kimileri Bahçeli’nin elinde tuttuğu dosyanın 17/25 Aralık dosyası olduğunu, böylece Erdoğan’a “Bizi bırakıp CHP’ye yanaşırsan, Sinan Ateş dosyasını kurcalarsan, 17/25 Aralık dosyasını açarım” mesajı verdiğini savunmuşlardı. Bu yorumların ardından Devlet Bahçeli’nin yüzüklü dosyalı fotoğrafı unutmaya terk edilmişti.

***

Bahçeli’nin yüzüklü dosyalı fotoğrafı unutulmuşken, Fenerbahçe Başkanı Ali Koç ile 19 Ağustos’taki görüşmesine ilişkin fotoğrafta ne görelim? Bahçeli’nin makam odasında 17/25 Aralık rumuzlu saat arz-ı endam eylemiş. Oysa Bahçeli, 17/25 Aralık tarihine sabitlediği fotoğrafını 15 Temmuz faciası sonrasında Erdoğan’a yamandığında makam odasından kaldırmıştı. Mücrimlerin kader ortaklığı uğruna kaldırmıştı ama, Sinan Ateş davasının ilk duruşmalarının görüldüğü günlerde, yeniden makam odasına yerleştirmiş. MHP’yi izleyen muhabirler, Bahçeli /Ali Koç görüşmesinde fark etmişler. Bu da MHP’yi izleyen muhabirlerin ayıbı!

Böyle bir paylaşımın nasıl bir mesaj içerdiği sorusu bile anlamsız aslında. Ama burası Türkiye, kader birliği etmiş mücrimlerin iktidarı ellerinde tuttukları memleket. Müttefik mücrimler, aralarında böyle haberleşiyorlar, daha doğrusu birbirlerine şantaj yapıyorlar. Kamuoyuna ise birlik beraberlik mesajı veriyorlar. Nitekim Devlet Bahçeli hemen tevil yoluyla ikrara saptı, yani dolaylı yoldan meramını açık etti. Güya demek istemiş ki, “17/25 Aralık, 15 Temmuz ihanetinin kuluçka evresidir. Ne 15 Temmuz silahlı kalkışmasını ne de 17/25 Aralık kumpasını gündemimizden çıkarmak mümkün değildir.”

Bununla da yetinmedi Bahçeli, “gazeteci” Hande Fırat yardımına geldi. Yazdığına göre, Hande Fırat “17/25 Aralık saati ne iş?” diye MHP üst yönetimine sormuş. MHP üst yönetimi de “FETÖ’nün Türkiye üzerindeki 15 Temmuz’a giden eylemlerinin başlangıç noktasına atıf” demiş. Hande de inanmış. (Bu arada Hande sadece “gazeteci” değil. Aynı zamanda tarım işletmecisi. İşletmesi için Tarım Bakanlığı’ndan 3,5 milyon lira hibe desteği almış. Hande Fırat, “Kimse benim üzerimden iktidarı vurmaya kalkmasın!” diyor. Ne hikmetse, “gazeteci” Hande MHP üst yönetimine, “17/25 Aralık skandalı nedir? O skandal patladığında Bahçeli’nin tavrı neydi? Cumhur İttifakı kurulunca Bahçeli o tavrından niye vazgeçti? Bugün neden anımsatıyor?” diye sormayı aklına getirmemiş. Hande tipi gazetecilik işte!)

İlginçtir, Cumhur İttifakı beslemesi medya mecralarında Devlet Bahçeli’nin 17/25 Aralık’ı anımsatması konusunda haber ve yoruma rastlanmıyor. Varsa yoksa CHP içindeki hizipleşmeler. Yandaş yalaka gazetecilik de böyle bir şey işte!

Hande’nin ve yandaş medyacıların gazeteci olup olmadıklarını bir kenara koyalım; güya Devlet Bahçeli, 17/25 Aralık kumpasını unutturmamak için o saati paylaşmış. “Cumhur İttifakı’nda çatlak var” diyen fitnecilerle hesaplaşacakmış, Cumhur İttifakı’nın kutlu yürüyüşü sürecekmiş...

Hani derler ya özrü kabahatinden büyük. Bahçeli’ninki de o hesap. Madem 17/25 Aralık operasyonları kumpas. Fetullahçı Çete’nin kumpasını unutturmamak için illa 17/25’i hatırlatmak şart mı? Fetullahçı kumpas çok daha önce aşikâr olmuştu. Mesela, 17/25 Aralık’tan önce, 7 Şubat 2012’de MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı tutuklama girişimiyle. Ama Devlet Bahçeli 17/25’i milat sayıyor!!!

***

Sahi 17/25 Aralık operasyonları neydi? 

Bilen biliyor da bilmeyenler MHP’nin internet sitesine bakıp öğrenebilirler.

Devlet Bahçeli imzalı üç kitap duruyor MHP’nin internet sitesinde.

O kitaplarda Bahçeli diyor ki: 

Önümüzdeki 17 Aralık’tan 25 Aralık tarihine kadar geçen dokuz günlük süreyi Rüşvet ve Yolsuzlukla Mücadele Haftası ilan edip Türkiye’nin dokuz ayrı bölgesinde hırsızlığı, soygunu ve rüşveti cesaretle anlatacağız.”

Rüşvetçilere ve hırsızlara kol kanat gerenden Cumhurbaşkanı olmaz. Villalara balya balya dolar yığandan, kamu arazilerini zimmetine geçirenlerden, evdeki parayı sıfırlarken haysiyet ve inandırıcılığını da sıfıra düşürenden Cumhurbaşkanı olmaz.” 

Sözün özü, 17/25 Fetullahçı emniyet personelinin darbe girişimiydi ama hırsızlık yolsuzluk rüşvet de suçüstüydü. O günlerde Devlet Bahçeli bu düşünceyle saatini 17/25’te sabitlemişti.

Sermaye siyasetinde neler oldu da 17/25’i hırsızlık ve yolsuzlukla mücadele haftası ilan eden Devlet Bahçeli “rüşvetçi hırsız yolsuz” dedikleriyle sarmaş dolaş oldu? Ciddi bir iktidar değişiminde dosyanın kapağı aralanırsa yanıtı alınır belki. Devlet Bahçeli de “rüşvetçi hırsız yolsuz” dedikleriyle neden kader ittifakına girdiğini açıklar belki.

Sermaye sofrasının kemik yalayıcılığı, ümmetçi milliyetçi sağcı siyaset böyle bir şey. Mücrimlerin kader ittifakı yani. Birinin elinde Sinan Ateş davası, diğerinin elinde 17/25 Aralık dosyası. Birbirlerine dirsek atıyorlar. Arada olan Osman Kavala, Selçuk Kozağaçlı, Selahattin Demirtaş, Can Atalay ve bilumum demokratlara, sosyalistlere oluyor. 


31 Temmuz 2024 Çarşamba

“11 TERÖRİST ETKİSİZ HALE GETİRİLDİ”

Başlıktaki ifadeyi Türkiye, Suriye ve Irak’ta PKK’ye karşı yapılan operasyonlara ilişkin resmi açıklamalarda çok sık duyarız.

Resmi açıklamalara temkinli yaklaşmak gazetecilikte mesleki reflekstir. Gazeteci resmen açıklanana değil, resmen açıklanmayana dikkatini yöneltir; hakikati resmen açıklanmayanda arar.

Aktif muhabirliği bırakalı epey oldu; mesleki refleksim yerinde dursa da, resmi açıklamalara ilgim hayli azaldı. Tarihçi yazar Ayşe Hür yazmasa, başlıktaki ifadeyi içeren resmi açıklamalardaki ilginçliği ben de fark etmeyecektim.

Ayşe Hür, Paris olimpiyatlarının açılışını TRT ekranında izlerken, alt yazı geçmiş: “11 terörist etkisiz hale getirildi.”

Bunun üzerine Ayşe Hür, internete “TSK ve 11 terörist” diye yazıp aramış. Ortaya şöyle bir liste çıkmış:

24 Aralık 2016'da 11 

5 Mart 2017'de 11

19 Nisan 2017'de 11 

17 Mayıs 2017'de 11 

25 Ekim 2017'de 11 

28 Aralık 2017'de 11 

7 Haziran 2018'de 11 

4 Temmuz 2018'de 11 

23 Temmuz 2018'de 11

31 Ekim 2018'de 11

11 Eylül 2019'da 11 

20 Nisan 2020'de 11

27 Haziran 2022'de 11

8 Kasım 2022'de 11 

26 Haziran 2023'te 11 

5 Şubat 2024'te 11 

10 Mart 2024'te 11

13 Mayıs 2024'te 11 

25 Haziran 2024'te 11 

13 Temmuz 2024'te 11

26 Temmuz 2024'te 11 "terörist etkisiz hale getirilmiş."

Ayşe Hür, “11 adeta mistik bir sayı. İnanılmaz değil mi?” diye eklemiş.

***

Ayşe Hür’ün yazısını okuduktan sonra ben de internete “11 terörist etkisiz hale getirildi” diye yazıp aradım. Ayşe Hür’ün listesine aşağıdaki tarihlerde “etkisiz hale getirilenler” de eklendi:

27 Haziran 2017’de 11

14 Mart 2020’de 11

17 Eylül 2020’de 11

23 Eylül 2021’de 11

23 Nisan 2022’de 11

9 Mayıs 2022’de 11

13 Mayıs 2022’de 11

20 Ağustos 2022’de 11

20 Ocak 2023’te 11

3 Temmuz 2024’te 11

19 Temmuz 2024’te 11

***

Gerçekten de Ayşe Hür”ün dediği gibi “11” mistik bir sayı gibi.

Mistik sayı keşfinin ardından gazetecilik damarım kabardı, albaylıktan emekli bir devre arkadaşımı aradım; onlarca kez 11’er 11’er etkisiz hale getirmelerin sırrını sordum. Kuleli’den ve Harbiye’den devre arkadaşım, kuşkularımı doğrulayan çok şey anlattı. Anlattıklarını burada yazıp ne kendi başımı derde sokayım ne de devre arkadaşımın başını.

Esasen, DÖRDÜNCÜ ORDU MEDYA adlı kitabımda bu konuyu naçizane irdelemiştim. Sadece, çeşitli düşünürlere atfen, “Savaşta önce gerçekler vurulur” özdeyişini aktarmış olayım.

***

Burası Türkiye, yani bir zamanların ünlü deyişiyle Küçük Amerika.

Sadece Küçük Amerika’da değil, Büyük Türkiye’de de, yani ABD’de de savaşta önce gerçekler vurulur. Adı geçen kitabımda anlattığım üzere ABD’nin bütün savaşlarında psikolojik harp cephesinde enformasyon akışı yalan üzerine kuruludur.

Savaşın, siyasetin ve devletin yönetiminde iletişimin neden yalan üzerine kurulu olduğunu sorgulayan düşünürlerden biri de Hannah Arendt’tir.

Hannah Arendt, Siyasette Yalan başlıklı makalesinde, ABD’nin Vietnam Savaşı’na ilişkin gizli bilgileri içeren 47 ciltlik Pentagon belgelerini incelemiş; sonuçta, yalanı savaş iletişiminin ve karar sürecinin merkezine yerleştirmiş ve savaş iletişimini “yalan ifadelerden oluşan bataklık” olarak betimlemiş. Arendt’e göre yalanın hedefi düşman değil, savaşı yöneten karar süreci ve iç kamuoyudur. “Hakikatsizlik” (yani yalan-RY) hükümet düzeyinde kararlılıkla benimsenmiştir ve asker/sivil her kademede göz yumulmaktadır: “Yalanlar –‘arama ve imha’ harekâtlarının düzmece ceset sayıları, hava kuvvetlerinin gerçekleri çarpıtan hasar tespit raporları, kendi yazdıkları raporlar üzerinden performanslarının değerlendirileceğini bilen astların savaş alanından Washington’a ilettiği ‘ilerleme raporları’- insanı kolaylıkla olayın tarihsel arka planını unutmaya yöneltebilir.” (Ne kadar tanıdık değil mi?)

Arendt’e göre savaştaki kandırma süreci, modern yalanın totaliter olmayan bir versiyonudur; ABD’nin iç ve dış siyasetinin altyapısını oluşturur. Çünkü doğruculuk hiçbir zaman siyasi erdem sayılmamış, yalan ise siyasette her zaman kullanılabilir araç olarak görülmüştür. Gizlilik ve kandırma, yani kasıtlı sahtekârlık ve açık yalan, insan günahkârlığının tesadüfi sonucu olarak siyasete sızmış değildir; yazılı tarihin en başından itibaren yaşamımızda olmuştur.

Yine Arendt’e göre, ahlaki öfke ve tepki yalanı yok edemez. Çünkü, “Yalanlar çoğu zaman gerçeklikten çok daha makul, akla çok daha yatkındır. Yalancı, izleyenin ne duymak istediğini ya da nasıl bir beklenti içinde olduğunu bilmenin sağladığı büyük avantaja sahiptir. Yalancı, toplumun tüketimine sunacağı hikâyesini hazırlarken, hikâyesinin inandırıcı olmasına dikkat etmez. Oysa gerçekliğin bizi hiç ummadığımız şeylerle karşılaştırmak gibi rahatsız edici bir alışkanlığı vardır ve biz her seferinde buna hazırlıksız yakalanırız.

Yani Arendt demeye getiriyor ki, dost acı söyler, gerçekler acıdır, insanlar özel hayatta ve siyasette yalan şeyler duymaktan hoşlanırlar ve yeri geldikçe yalan söylerler.

Ay’a kadar dört şeritli yol yapacağım desek, seçmenimiz inanır” itirafını duysaydı Arendt, kim bilir makalesinde başka ne gibi değerlendirmelere yer verirdi? 

Arendt’in söylediği gibi hakikat rahatsız edici ve yalan çekici olsa da, siyasetçi izler kitlenin duymak istediğini söylese de insan yine de kabullenemiyor utanmadan arlanmadan pervasızca yalan söylenmesini.