7 Eylül 2024 Cumartesi

MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİ

Kara Harp Okulu’nda taze mezun teğmenlerin resmi törenden sonra “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” diye slogan atarak subaylık yemini etmeleri, toplumdaki derin çatlağı (tumturaklı bir ifadeyle, sosyo-politik fay hattını) bir kere daha gözler önüne serdi.

Nedir o fay hattı? Güncel ifadeyle, laik-antilaik, dindar-seküler, cumhuriyetçi-ümmetçi, ilerici-gerici, doğucu-batıcı, sağcı-solcu... Taşfırın İslamcıların ifadesiyle mümin-kâfir... (Adlandırmayı bu kadarla bırakalım, emek-sermaye çelişkisini, sermayedar sınıfın da kendi içinde burjuvazi-nurjuvazi diye yarıldığını aklımızda tutalım. Ekonomik sosyal siyasi kriz derinleştiğinde bu fay hattının çok daha belirginleştiğini de.)

***

Teğmenler ne yaptılar da siyasi gündemin ilk sırasına yerleştiler?

Kısaca anımsatmak gerekirse. Kara Harp Okulu’nda (KHO) rutin mezuniyet töreni. Protokol konuşmalarının ardından dönem birincisi mezunlar adına konuşuyor, yaş kütüğüne çivi çakıyor, resmi yemin metnini seslendiriyor, diplomalar veriliyor; sancak devir teslimi ve geçit resmiyle tören sona eriyor. Ben 1978 yılında mezun oldum. O yıllarda da rutin tören programı böyleydi. Sonraları rutin programa “subay yemini” eklenmiş. 

Rutin programa eklenen “subay yemini” şöyle:“And içeriz ki, laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığına, ülkenin bölünmez bütünlüğüne, yüce Türk ulusunun namus ve şerefine, aziz vatanın bir karış toprağına uzanacak eller, karşısında bizi bulacak ve kılıçlarımız daima keskin ve hazır olacaktır. Bizler Türk istikbalinin evlatlarıyız; şerefimizle doğduk, şerefimizle yaşayacak ve şerefimizle öleceğiz. Ne mutlu Türküm diyene!” 

Kimileri, bu yeminin 15 Temmuz 2016 faciasından sonra kaldırıldığını iddia ediyorlar ama 2021 ve 2022 mezuniyet törenlerinde aynı andın okunduğuna ilişkin görüntüler var. 

Deniz Harp Okulu Komutanlığı yapmış Amiral Türker Ertürk’ün söylediğine göre kılıç çatma geleneği ve subay yemini, tüm harp okullarında varmış, yeni değilmiş. Resmi tören bittikten sonra, sınıf birincisi teğmenin emir komutasında geleneksel kutlama ve ant içme merasimi yapılırmış. Aynen sivil üniversitelerde mezuniyet töreninden sonra yapılan kep atma töreni gibi...

Gayriresmi yemin gelenekselleşmiş, geçmiş yıllarda sorun olmamış ama bu yıl teğmenler subay yemini ederken “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” diye slogan atmışlar. Tartışma bu yüzden. 

***

Siyasi askeri tansiyon bu yüzden tavana vurdu. Çünkü, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” sloganı, toplumdaki derin çatlakta Recep Tayyip Erdoğan iktidarına karşı çok ciddi bir muhalefetin simge sloganı. En önemlisi de bu slogan herhangi bir üniversitede değil, KHO'da atılıyor. Sivil bir üniversitede, bir tıp fakültesinde hukuk fakültesinde bu slogan atılsa, haber değeri taşımazdı.

Alternatif yemin gösterisinin kamuya yansımasının ardından tepkiler yorumlar toplumdaki derin çatlak bağlamında gerçekleşti. Sosyalist mahalle ve Kürt hareketi sessiz kalırken, başta CHP olmak üzere burjuva muhalefet teğmenlere destek verdi.

İktidardaki Cumhur İttifakı ortaklarından MHP her zamanki gibi ikircikli tavır takındı. İslamcı mahalledeki travma depreşti; teğmenlere hakaret üstüne hakaret yağdırıldı. AKP Sözcüsü Ömer Çelik, Atatürk’ü “ebedî başkomutan”, Erdoğan’ı “başkomutan” diye konumlandırıp ortayol bulmaya çalıştı; “Milletin gözbebeği TSK’nın geleceği için yetiştirilmiş teğmenlere hakaret edilmesi kabul edilemez” bile dedi. Ama nafile. 

Hanedan bendesi vakanüvisler, yandaş medya esnafı ve aktroller günlerdir “milli irade” palavraları sallayıp “Kime meydan okuyorsunuz?” diye feryat ediyorlar. Teğmenler, özellikle de dönem birincisi Teğmen Ebru Eroğlu hedefte. “Genç subaylar” darbecilikle suçlanıyorlar. Balyoz, Ergenekon, Askeri Casusluk kumpaslarına alkış tutanlar teğmenlere saldırıyor. Kimlerin, hangi odakların telkiniyle böyle bir gösteriye kalkıştıklarını soruyorlar? Sorunun yanıtı olarak CIA ve MOSSAD’ı işaret edenler bile var. Teğmenlerin TSK’den ihraçlarını, tutuklanmalarını, askeri okullardaki eğitimin yeniden düzenlenmesini istiyorlar. (Bu arada, “askeri mektepler tarikat yuvası oldu” algısını kırmak için teğmenlerin böyle danışıklı bir gösteriye teşvik edildiklerini savunanlar da var ki, komplo ve kumpas teorileri arşivine atmaya değer!)

İslamcı mahalledeki feryatların ardından nihayet AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan da teğmenleri doğrudan hedef aldı: “Bu kılıçları kime çekiyorsunuz? Şimdi bunlarla ilgili olarak da gerekli araştırmalar, hepsi yapılıyor. Oradaki birkaç tane kendini bilmez evelallah temizlenecek. Bu 30 kişi olabilir, 50 kişi olabilir. Kim olursa olsun, bunların ordumuzun içinde bulunması mümkün değil. Bunları temizleyeceğiz.” (7 Eylül 2024)

***

ERDOĞAN’IN HAYAL KIRIKLIĞI

Yeni mezun teğmenlerin darbe yapacak güçte ve örgütlülükte olmadıklarını Erdoğan bilmez mi? Elbette bilir ama teğmenleri hedefine koydu. Çünkü siyasetini inanç dolayımıyla cepheleştirme kutuplaştırma düşmanlaştırma üzerine kurmuş; hep bir düşmana ihtiyaç duyuyor, aykırı hiçbir görüşe ve duruşa tahammül edemiyor. Üstelik kendi siyasi dini kültürel sermayesine güveni de yok. O güvensizlik ve hayal kırıklığı içinde şimdi teğmenleri şeytanlaştırıyor.

Erdoğan’ın hayal kırıklığı nedir? Sorunun yanıtı yakın dava arkadaşı Ayhan Oğan’ın ifşasında. Ayhan Oğan, nasıl bir dava peşinde olduklarını 15 Temmuz’un hemen ardından şöyle ifşa etmişti: “Şimdi biz yeni bir devlet kuruyoruz, beğenin beğenmeyin bu yeni devletin kurucu lideri Tayyip Erdoğan'dır. Yapılan YAŞ toplantısı yeni bir Türk Silahlı Kuvvetleri’nin inşasıdır. Biz vesayet düzenini yıktık. 15 Temmuz’da devlet içerisindeki odaklanmış vesayet mekanizmaları darmadağın oldu. Bürokratik oligarşinin hâkim olduğu devlet sistemi bitmiştir. Şimdi halkın doğrudan belirlediği bir sistem geliyor. Bunun kurucu lideri de Recep Tayyip Erdoğan’dır.” (Hürriyet, 4 Ağustos 2017.)

Erdoğan hayal kırıklığına uğramasın da ne yapsın? Tam 22 yıldır iktidarda, “dindar ve kindar nesil” hedefiyle temel eğitim kurumlarını imam hatipe çevirdi, mevcut imam hatip okullarını medreseleştirdi; müfredatı her yıl biraz daha İslamileştirdi. Medyanın yüzde 95’ine egemen. Diyanet devasa bir propaganda örgütü. Ama azımsanmayacak oranda imam hatip mezunları bile deizme yöneliyorlar. Zaten Erdoğan da, sık sık “Siyasi olarak iktidar olmak başka bir şeydir. Sosyal ve kültürel iktidar başka bir şeydir. Hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımızı kuramadık” diye yakınıyor. Nihayet onca araştırma ve eleme ile seçilen Harp Okulu mezunları “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” diye gösteri yapıyorlar...

***

Neden böyle oluyor? Neden KHO mezunu teğmenler mevcut Başkomutan Erdoğan’a değil de “Ebedi Başkomutan” Mustafa Kemal Atatürk’e bağlı olduklarını bildiriyorlar. Yanıtı ciltler dolusu yazıyı gerektirir. HARBİYE’DEN CEPHE’YE başlıklı kitabımda değinmeye çalıştım. Çok kısa aktarayım. Türk Silahlı Kuvvetleri TSK de toplumun parçası. Ordu ne denli izole bir hayat sürmeye zorlanırsa zorlansın, kışla duvarları ne denli yüksek tutulursa tutulsun, toplumdaki siyasi sosyal kültürel ideolojik her şey kışlada karşılığını bulur. Harp okullarının 1976, 1978, 1979, 1980, 1981, 1982 devrelerinin yaşadığı süreç bunun kanıtıdır. Dayatılan resmi ideolojinin tersine, bu devrelerin çoğunluğu Atatürkçülüğü aşarak sol dünya görüşüne meyletmişti. Bugün de “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” sloganı sivil toplumda çok ciddi bir muhalefetin kimlik kartı gibidir. İster istemez kışlada karşılığı vardır. TSK üst komuta heyetinin Tayyip Erdoğan ile kader ortaklığına girişmesine, generallerin AKP toplantılarında boy göstermelerine, kimi kuvvet komutanlarının Hizbullah’ın partisi HÜDA-PAR lideriyle birlikte görüntü vermesine tepki olarak da görülebilir...

Bu sonuç, yani Kemalizm’in siyaseten güçlenmesi aslında AKP’nin eseridir. Prof. Dr. Kemal Karpat’ın deyişiyle “Erdoğan Kemalizm’in ömrünü uzattı!” Rusya’nın Lenin ile Çin’in Mao ile gönül bağı kalmadı ama Türkiye’de kurucu lider Mustafa Kemal Atatürk ile gönül bağı (küçük bir azınlık dışında) sürüyor. Ama samimiyetle ama kerhen. Duvara tosladığında Tayyip Erdoğan partisinin binasına Atatürk posteri astırıyor; Erdoğan ve milletvekilleri Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılık yemini ediyorlar. Dolayısıyla, her 13 Mart’ta yoklama yapılırken öğrencilerin hep birlikte “İçimizde!” diye andıkları Atatürk’ü “Ebedi Başkomutan” edinmiş bir kurumda “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” sloganı yadırganmamalıdır. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” diye slogan atan teğmenlerin aslında “Erdoğan’ın askerleri” olarak yetişmeleri isteniyordu. Ama olmamış. Onca yıl sorular önceden verilerek TSK’ye Fetullahçı kadrolar sızdırıldı. 15 Temmuz’un ertesinde 171 general amiral tutuklandı. Anlaşıldı ki onca sızmaya karşın TSK İmam’ın ordusu olmamış. Türk Silahlı Kuvvetleri’ni AK Silahlı Kuvvetler’e dönüştürme projesinin de bugünden yarına gerçekleşmeyeceği kabul edilmelidir. 

***

TEĞMENLERE KIYMAYIN EFENDİLER!

Tayyip Erdoğan’ın “Bunları temizleyeceğiz” demesinin ardından teğmenlerin asıl sınavı şimdi başladı. TSK komuta kademesinin de sınavı. 

Sözcü’den Aytunç Erkin’in aktardığına göre, Kara Harp Okulu birincisi Teğmen Ebru Eroğlu, yeminin ardından okul komutanı tarafından çağrılmış. Daha önce de bu ritüelin yapıldığını dile getiren Eroğlu, “Herkes bizi tarikatçı-cemaatçi diye konuşuyor. Biz Atatürkçüyüz, hiçbir cemaat ve tarikatla alakamız olmadığını herkes gördü. Pişman değilim” diye yanıt vermiş.

Ebru teğmen geri adım atmamış ama bakalım kendisiyle birlikte yemin eden teğmenlerin ne kadarı inceleme soruşturma sürecinde aynı tavrı gösterecek? İçlerinden ne kadarı Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin yolunu tutup Erdoğan'a biat edecek? TSK komuta heyeti ve Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, ilişik kesme dosyaları önlerine geldiğinde ne yapacaklar, “Mustafa Kemal’in askerleri”ne sahip çıkacaklar mı? “Mevcut Başkomutan” Erdoğan, “Ebedi Başkomutan’ın askerleri”ne, diplomasını bizzat verdiği Teğmen Ebru Eroğlu’na kıyacak mı?

HARBİYE’DEN CEPHE’YE başlıklı kitabımda anlatmıştım. Ben 1978 mezunuyum. Son sınıftayken, dönemin Genelkurmay Başkanı, devremizi toptan atmak kararıyla Harp Okulu’na gelmişti; ama atamamıştı. Mezuniyete yakın, Tabur komutanı, “Teğmen oluyorsunuz ama yüzbaşı olamayacaksınız!” demişti. Nitekim çoğumuz yüzbaşı olamadık.

Bakalım Mustafa Kemal’in askerlerinin ne kadarı yüzbaşı olabilecek?

Son bir soru: Mustafa Kemal’in askerleri, bu sloganla simgelenen siyasetin emek-sermaye çelişkisinde neye karşılık geldiğinin, emekçilere ezilenlere kan kusturan darbelerin Atatürk adına yapıldığının bilincindeler mi?


1 Eylül 2024 Pazar

İNSANIN İNSANA ZULMÜ

İnsanın ömründen değil yıllarını, bir saatini bile çalmanın, hapiste tutmanın nasıl bir zulüm ve işkence olduğunu mapus damında yatanlar bilir.

Aradan 40 yıl geçmiş. Kalbi solda atan askerler olarak THKP/C Üçüncü Yol davasında tutuklu yargılanıyorduk. Zorla giydirdikleri tektip cezaevi elbisesini mahkeme salonunda yırtıp attığımız için ekstradan mapusta tutuyorlardı; duruşmalara bile çıkarmıyorlardı. 

Nihayet tahliye kararlarımız geldi. O yıllarda hemen dışarı bırakmıyorlardı. En erken bir gün sonra. Nitekim ana davadan tutuklu son yedi (7) yoldaş, Metris Cezaevi’nden çıkartıldık. Koğuştan çıkarken geri geri adımlayarak yürüdüm, geride kalan yoldaşlara sırtımı dönüp yürümüş olmamak için.

Metris’ten Gayrettepe’deki İstanbul Emniyet’e götürüldük, oradan bırakılacağız. Resmi işlemler tamamlandıktan sonra bırakıldık, emniyetin kapısında bekleyen ailelerimizle kucaklaştık. Ancak, Mehmet Sami Akdöl yoldaşımız o anda bu sevinci yaşayamadı. Resmi yazışmaların gecikmesi nedeniyle iki gün daha emniyet hücrelerinde kaldı. O gündür bugündür, Mehmet Sami yoldaşımız, tutuklu kaldığı yıllardan çok, fazladan içerde tutulduğu o iki güne hayıflanır hâlâ! 

***

Dediğim gibi insanın ömründen değil yıllarını, bir saatini bile çalmanın, hapiste tutmanın nasıl bir zulüm ve işkence olduğunu mapus damında yatanlar bilir.

Yürürlükteki anayasaya ve kanunlara göre bir saat bile tutuklu olmamaları gereken nice mahpus var ülkemizde. Bir değil, beş değil, onbinlerce. Tutuklanmaları yetmiyormuş gibi mapus damında ekstra zulme maruz bırakılıyorlar.

Hangi birini saymalı? Osman Kavala, Selçuk Kozağaçlı, Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater...

Her birinin dosyası skandallarla dolu. Ceza hukukunun tüm kuralları çiğnenerek içerde tutuluyorlar. Öyle birkaç gün değil, yıllarca.

Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ 4 Kasım 2016’dan beri tutuklu hükümlü.

Osman Kavala 18 Ekim 2017’den beri tutuklu hükümlü.

Selçuk Kozağaçlı 13 Kasım 2017’den beri tutuklu hükümlü.

Can Atalay, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater 25 Nisan 2022’den beri tutuklu hükümlü...

Tekrar edeyim, birkaç gün değil, yıllarca mahpuslar. Kimileri neredeyse on yılı geride bırakacaklar. 

*** 

Dediğim gibi böyle on binlerce insan var mapus damında. Tutuldukları yetmiyormuş gibi ekstra zulme maruz kalıyorlar. 

Selahattin Demirtaş’ı memleketinden iki bin kilometre uzakta mapusta tutmak nasıl bir vicdansızlıktır? Osman Kavala’ya, Selçuk Kozağaçlı’ya, Can Atalay ve diğerlerine aynı vicdansızlık. Can Atalay için Anayasa Mahkemesi kararı var; ama o bile geçerli sayılmıyor. O karara sahip çıkmayan TBMM Başkanı’na, ret oyu veren mebuslara yuh olsun!

Gezi Davası “hükümlüsü” Tayfun Kahraman rahatsızlanmış; kan dolaşımını engelleyecek sıkılıkta ters kelepçe ile hastaneye götürmüşler; yaz sıcağında tam 6 saat öyle dolaştırmışlar. Resmi açıklamaya göre, öyle dolaştırmaları kanuna uygunmuş. (Hatırlatmak gibi olmasın, 40 yıl önce bizi de öyle dolaştırıyorlardı.)

Bir sokak söyleşisinde herkesin içinden geçeni seslendirdiği için tutuklanan Dilruba da, tam duruşma gününe üç gün kala tahliye edilmiş. Ama ne tahliye! Gecenin yarısı sokağa bırakılmış. Adeta kurda kuşa yem edilmiş. Eleştiriler üzerine “Kanuna uygun, kendisi ailesine avukatına haber verilmesini talep etmedi.” (Kanununuz yönetmeliğiniz batsın! İlla talep etmeli miydi? Belli ki, 3 Eylül’de görülecek duruşmaya ilgiyi azaltmak, duruşmanın kitlesel protestoya dönüşmesini engellemek için tahliye etmişler. Tahliye iyi de böyle hesap kitap tam da sıradan faşizme ve lümpen faşistlere özgü!)

Bir de Makbule Özer var. Kadın 82 yaşında. Onca katil, hırsız, rüşvetçi, uyuşturucu taciri, mafya şefi serbestçe dolaşırken yıllarca içerde tutulmuş. Suçu örgüte yardım yardım yataklık imiş. 82 yaşındaki bir kadından korkan devlete de, o kadından yardım yataklık talep etmişse o örgüte de yuh olsun! Neyse ki, Makbule teyze nihayet tahliye edilmiş. 

***


Tekrar edeyim, insanın ömründen değil yıllarını, bir saatini bile çalmanın, hapiste tutmanın nasıl bir zulüm ve işkence olduğunu mapus damında yatanlar bilir.

Kalbi solda atanları, özgürlük ve eşit yurttaşlık için çırpınanları mapusta tutanların bahçeleri bahar görmesin!


22 Ağustos 2024 Perşembe

BİRİNİN ELİNDE SİNAN ATEŞ DİĞERİNİN ELİNDE 17/25

Kuleli Askeri Lisesi’nden mezuniyetimizin 50’nci yılında, 11 Mayıs 2024’te, artık olmayan (15 Temmuz faciası sonrasında kapatılan) okulumuzun yerleşkesinde buluştuk. Çocukluğumuza döndük, çocuksu samimiyetle anılarımızı tazeledik. Sımsıcak sohbetin bir anında, aramızdaki az sayıda ülkücü arkadaşlardan biri “eski komünist” diyerek bana takıldı. Ben de “Ne demek eski komünist, hâlâ komünist. Benim yüreğimde hâlâ devrim ateşi yanıyor. Sizin yüreğinizde Sinan Ateş bile yanmıyor!” diye karşılık verdim. Hep birlikte gülüştük, şakalaştık... (Kırkbeş elli yıl önce böyle şakalaşma tadında bir diyalog olmazdı, olsaydı...)

Espri şaka bir yana, sahi Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş niye öldürüldü? Üstelik genel merkeze, yani MHP genel merkezine sadık bir ülkücüymüş. Genel merkezin talimatıyla gazeteci bile dövdürtmüş. Sinan Ateş’i ülküdaşları mı öldürdü? Ülküdaşları öldürmediyse, MHP genel merkezi cinayet soruşturmasından niye tedirgin oluyor?

***

Malum, cinayete ilişkin soruşturmada açılan ilk davanın duruşmaları Temmuz ayının ilk haftasında görüldü ve duruşma 30 Eylül’e ertelendi. Cinayete ilişkin ikinci dosyanın akıbeti ise belirsiz. İşte bu belirsizlik içinde, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, ilk duruşmalar öncesinde, tam da CHP Genel Başkanı Özgür Özel ile AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın görüştüğü gün sosyal medyada, parmağında “Allah bana yeter” yazılı bir yüzük, elinde dosyayla gizemli bir fotoğrafını paylaştı. Bahçeli’nin gizemli fotoğrafını paylaştığı gün Erdoğan, Sinan Ateş’in acılı eşi Ayşe Ateş ile de görüşmüştü.

Bahçeli’nin o paylaşımı o günlerde hem Özgür Özel ile Erdoğan arasındaki “normalleşme, yumuşama” görüşmelerine hem de Sinan Ateş dosyasına tepki olarak yorumlanmıştı. Kimileri Bahçeli’nin elinde tuttuğu dosyanın 17/25 Aralık dosyası olduğunu, böylece Erdoğan’a “Bizi bırakıp CHP’ye yanaşırsan, Sinan Ateş dosyasını kurcalarsan, 17/25 Aralık dosyasını açarım” mesajı verdiğini savunmuşlardı. Bu yorumların ardından Devlet Bahçeli’nin yüzüklü dosyalı fotoğrafı unutmaya terk edilmişti.

***

Bahçeli’nin yüzüklü dosyalı fotoğrafı unutulmuşken, Fenerbahçe Başkanı Ali Koç ile 19 Ağustos’taki görüşmesine ilişkin fotoğrafta ne görelim? Bahçeli’nin makam odasında 17/25 Aralık rumuzlu saat arz-ı endam eylemiş. Oysa Bahçeli, 17/25 Aralık tarihine sabitlediği fotoğrafını 15 Temmuz faciası sonrasında Erdoğan’a yamandığında makam odasından kaldırmıştı. Mücrimlerin kader ortaklığı uğruna kaldırmıştı ama, Sinan Ateş davasının ilk duruşmalarının görüldüğü günlerde, yeniden makam odasına yerleştirmiş. MHP’yi izleyen muhabirler, Bahçeli /Ali Koç görüşmesinde fark etmişler. Bu da MHP’yi izleyen muhabirlerin ayıbı!

Böyle bir paylaşımın nasıl bir mesaj içerdiği sorusu bile anlamsız aslında. Ama burası Türkiye, kader birliği etmiş mücrimlerin iktidarı ellerinde tuttukları memleket. Müttefik mücrimler, aralarında böyle haberleşiyorlar, daha doğrusu birbirlerine şantaj yapıyorlar. Kamuoyuna ise birlik beraberlik mesajı veriyorlar. Nitekim Devlet Bahçeli hemen tevil yoluyla ikrara saptı, yani dolaylı yoldan meramını açık etti. Güya demek istemiş ki, “17/25 Aralık, 15 Temmuz ihanetinin kuluçka evresidir. Ne 15 Temmuz silahlı kalkışmasını ne de 17/25 Aralık kumpasını gündemimizden çıkarmak mümkün değildir.”

Bununla da yetinmedi Bahçeli, “gazeteci” Hande Fırat yardımına geldi. Yazdığına göre, Hande Fırat “17/25 Aralık saati ne iş?” diye MHP üst yönetimine sormuş. MHP üst yönetimi de “FETÖ’nün Türkiye üzerindeki 15 Temmuz’a giden eylemlerinin başlangıç noktasına atıf” demiş. Hande de inanmış. (Bu arada Hande sadece “gazeteci” değil. Aynı zamanda tarım işletmecisi. İşletmesi için Tarım Bakanlığı’ndan 3,5 milyon lira hibe desteği almış. Hande Fırat, “Kimse benim üzerimden iktidarı vurmaya kalkmasın!” diyor. Ne hikmetse, “gazeteci” Hande MHP üst yönetimine, “17/25 Aralık skandalı nedir? O skandal patladığında Bahçeli’nin tavrı neydi? Cumhur İttifakı kurulunca Bahçeli o tavrından niye vazgeçti? Bugün neden anımsatıyor?” diye sormayı aklına getirmemiş. Hande tipi gazetecilik işte!)

İlginçtir, Cumhur İttifakı beslemesi medya mecralarında Devlet Bahçeli’nin 17/25 Aralık’ı anımsatması konusunda haber ve yoruma rastlanmıyor. Varsa yoksa CHP içindeki hizipleşmeler. Yandaş yalaka gazetecilik de böyle bir şey işte!

Hande’nin ve yandaş medyacıların gazeteci olup olmadıklarını bir kenara koyalım; güya Devlet Bahçeli, 17/25 Aralık kumpasını unutturmamak için o saati paylaşmış. “Cumhur İttifakı’nda çatlak var” diyen fitnecilerle hesaplaşacakmış, Cumhur İttifakı’nın kutlu yürüyüşü sürecekmiş...

Hani derler ya özrü kabahatinden büyük. Bahçeli’ninki de o hesap. Madem 17/25 Aralık operasyonları kumpas. Fetullahçı Çete’nin kumpasını unutturmamak için illa 17/25’i hatırlatmak şart mı? Fetullahçı kumpas çok daha önce aşikâr olmuştu. Mesela, 17/25 Aralık’tan önce, 7 Şubat 2012’de MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı tutuklama girişimiyle. Ama Devlet Bahçeli 17/25’i milat sayıyor!!!

***

Sahi 17/25 Aralık operasyonları neydi? 

Bilen biliyor da bilmeyenler MHP’nin internet sitesine bakıp öğrenebilirler.

Devlet Bahçeli imzalı üç kitap duruyor MHP’nin internet sitesinde.

O kitaplarda Bahçeli diyor ki: 

Önümüzdeki 17 Aralık’tan 25 Aralık tarihine kadar geçen dokuz günlük süreyi Rüşvet ve Yolsuzlukla Mücadele Haftası ilan edip Türkiye’nin dokuz ayrı bölgesinde hırsızlığı, soygunu ve rüşveti cesaretle anlatacağız.”

Rüşvetçilere ve hırsızlara kol kanat gerenden Cumhurbaşkanı olmaz. Villalara balya balya dolar yığandan, kamu arazilerini zimmetine geçirenlerden, evdeki parayı sıfırlarken haysiyet ve inandırıcılığını da sıfıra düşürenden Cumhurbaşkanı olmaz.” 

Sözün özü, 17/25 Fetullahçı emniyet personelinin darbe girişimiydi ama hırsızlık yolsuzluk rüşvet de suçüstüydü. O günlerde Devlet Bahçeli bu düşünceyle saatini 17/25’te sabitlemişti.

Sermaye siyasetinde neler oldu da 17/25’i hırsızlık ve yolsuzlukla mücadele haftası ilan eden Devlet Bahçeli “rüşvetçi hırsız yolsuz” dedikleriyle sarmaş dolaş oldu? Ciddi bir iktidar değişiminde dosyanın kapağı aralanırsa yanıtı alınır belki. Devlet Bahçeli de “rüşvetçi hırsız yolsuz” dedikleriyle neden kader ittifakına girdiğini açıklar belki.

Sermaye sofrasının kemik yalayıcılığı, ümmetçi milliyetçi sağcı siyaset böyle bir şey. Mücrimlerin kader ittifakı yani. Birinin elinde Sinan Ateş davası, diğerinin elinde 17/25 Aralık dosyası. Birbirlerine dirsek atıyorlar. Arada olan Osman Kavala, Selçuk Kozağaçlı, Selahattin Demirtaş, Can Atalay ve bilumum demokratlara, sosyalistlere oluyor. 


31 Temmuz 2024 Çarşamba

“11 TERÖRİST ETKİSİZ HALE GETİRİLDİ”

Başlıktaki ifadeyi Türkiye, Suriye ve Irak’ta PKK’ye karşı yapılan operasyonlara ilişkin resmi açıklamalarda çok sık duyarız.

Resmi açıklamalara temkinli yaklaşmak gazetecilikte mesleki reflekstir. Gazeteci resmen açıklanana değil, resmen açıklanmayana dikkatini yöneltir; hakikati resmen açıklanmayanda arar.

Aktif muhabirliği bırakalı epey oldu; mesleki refleksim yerinde dursa da, resmi açıklamalara ilgim hayli azaldı. Tarihçi yazar Ayşe Hür yazmasa, başlıktaki ifadeyi içeren resmi açıklamalardaki ilginçliği ben de fark etmeyecektim.

Ayşe Hür, Paris olimpiyatlarının açılışını TRT ekranında izlerken, alt yazı geçmiş: “11 terörist etkisiz hale getirildi.”

Bunun üzerine Ayşe Hür, internete “TSK ve 11 terörist” diye yazıp aramış. Ortaya şöyle bir liste çıkmış:

24 Aralık 2016'da 11 

5 Mart 2017'de 11

19 Nisan 2017'de 11 

17 Mayıs 2017'de 11 

25 Ekim 2017'de 11 

28 Aralık 2017'de 11 

7 Haziran 2018'de 11 

4 Temmuz 2018'de 11 

23 Temmuz 2018'de 11

31 Ekim 2018'de 11

11 Eylül 2019'da 11 

20 Nisan 2020'de 11

27 Haziran 2022'de 11

8 Kasım 2022'de 11 

26 Haziran 2023'te 11 

5 Şubat 2024'te 11 

10 Mart 2024'te 11

13 Mayıs 2024'te 11 

25 Haziran 2024'te 11 

13 Temmuz 2024'te 11

26 Temmuz 2024'te 11 "terörist etkisiz hale getirilmiş."

Ayşe Hür, “11 adeta mistik bir sayı. İnanılmaz değil mi?” diye eklemiş.

***

Ayşe Hür’ün yazısını okuduktan sonra ben de internete “11 terörist etkisiz hale getirildi” diye yazıp aradım. Ayşe Hür’ün listesine aşağıdaki tarihlerde “etkisiz hale getirilenler” de eklendi:

27 Haziran 2017’de 11

14 Mart 2020’de 11

17 Eylül 2020’de 11

23 Eylül 2021’de 11

23 Nisan 2022’de 11

9 Mayıs 2022’de 11

13 Mayıs 2022’de 11

20 Ağustos 2022’de 11

20 Ocak 2023’te 11

3 Temmuz 2024’te 11

19 Temmuz 2024’te 11

***

Gerçekten de Ayşe Hür”ün dediği gibi “11” mistik bir sayı gibi.

Mistik sayı keşfinin ardından gazetecilik damarım kabardı, albaylıktan emekli bir devre arkadaşımı aradım; onlarca kez 11’er 11’er etkisiz hale getirmelerin sırrını sordum. Kuleli’den ve Harbiye’den devre arkadaşım, kuşkularımı doğrulayan çok şey anlattı. Anlattıklarını burada yazıp ne kendi başımı derde sokayım ne de devre arkadaşımın başını.

Esasen, DÖRDÜNCÜ ORDU MEDYA adlı kitabımda bu konuyu naçizane irdelemiştim. Sadece, çeşitli düşünürlere atfen, “Savaşta önce gerçekler vurulur” özdeyişini aktarmış olayım.

***

Burası Türkiye, yani bir zamanların ünlü deyişiyle Küçük Amerika.

Sadece Küçük Amerika’da değil, Büyük Türkiye’de de, yani ABD’de de savaşta önce gerçekler vurulur. Adı geçen kitabımda anlattığım üzere ABD’nin bütün savaşlarında psikolojik harp cephesinde enformasyon akışı yalan üzerine kuruludur.

Savaşın, siyasetin ve devletin yönetiminde iletişimin neden yalan üzerine kurulu olduğunu sorgulayan düşünürlerden biri de Hannah Arendt’tir.

Hannah Arendt, Siyasette Yalan başlıklı makalesinde, ABD’nin Vietnam Savaşı’na ilişkin gizli bilgileri içeren 47 ciltlik Pentagon belgelerini incelemiş; sonuçta, yalanı savaş iletişiminin ve karar sürecinin merkezine yerleştirmiş ve savaş iletişimini “yalan ifadelerden oluşan bataklık” olarak betimlemiş. Arendt’e göre yalanın hedefi düşman değil, savaşı yöneten karar süreci ve iç kamuoyudur. “Hakikatsizlik” (yani yalan-RY) hükümet düzeyinde kararlılıkla benimsenmiştir ve asker/sivil her kademede göz yumulmaktadır: “Yalanlar –‘arama ve imha’ harekâtlarının düzmece ceset sayıları, hava kuvvetlerinin gerçekleri çarpıtan hasar tespit raporları, kendi yazdıkları raporlar üzerinden performanslarının değerlendirileceğini bilen astların savaş alanından Washington’a ilettiği ‘ilerleme raporları’- insanı kolaylıkla olayın tarihsel arka planını unutmaya yöneltebilir.” (Ne kadar tanıdık değil mi?)

Arendt’e göre savaştaki kandırma süreci, modern yalanın totaliter olmayan bir versiyonudur; ABD’nin iç ve dış siyasetinin altyapısını oluşturur. Çünkü doğruculuk hiçbir zaman siyasi erdem sayılmamış, yalan ise siyasette her zaman kullanılabilir araç olarak görülmüştür. Gizlilik ve kandırma, yani kasıtlı sahtekârlık ve açık yalan, insan günahkârlığının tesadüfi sonucu olarak siyasete sızmış değildir; yazılı tarihin en başından itibaren yaşamımızda olmuştur.

Yine Arendt’e göre, ahlaki öfke ve tepki yalanı yok edemez. Çünkü, “Yalanlar çoğu zaman gerçeklikten çok daha makul, akla çok daha yatkındır. Yalancı, izleyenin ne duymak istediğini ya da nasıl bir beklenti içinde olduğunu bilmenin sağladığı büyük avantaja sahiptir. Yalancı, toplumun tüketimine sunacağı hikâyesini hazırlarken, hikâyesinin inandırıcı olmasına dikkat etmez. Oysa gerçekliğin bizi hiç ummadığımız şeylerle karşılaştırmak gibi rahatsız edici bir alışkanlığı vardır ve biz her seferinde buna hazırlıksız yakalanırız.

Yani Arendt demeye getiriyor ki, dost acı söyler, gerçekler acıdır, insanlar özel hayatta ve siyasette yalan şeyler duymaktan hoşlanırlar ve yeri geldikçe yalan söylerler.

Ay’a kadar dört şeritli yol yapacağım desek, seçmenimiz inanır” itirafını duysaydı Arendt, kim bilir makalesinde başka ne gibi değerlendirmelere yer verirdi? 

Arendt’in söylediği gibi hakikat rahatsız edici ve yalan çekici olsa da, siyasetçi izler kitlenin duymak istediğini söylese de insan yine de kabullenemiyor utanmadan arlanmadan pervasızca yalan söylenmesini.