29 Ekim 2024 Salı

ABDULLAH ÖCALAN’IN TBMM’YE DAVET EDİLMESİ

Bir kez daha gündemin ilk sırasına çıkan Kürt meselesine ilişkin ne gibi hukuki siyasi tartışmalar yapılırsa yapılsın, kabul edilmeli ki, ülkenin iç dış siyasetinin, ekonomisinin, yargısının, toplumsal ilişkilerinin merkezinde emek/sermaye uzlaşmazlığı kadar Kürt sorunu da bulunmaktadır.

Ne acıdır ki bu tartışmada sorunun özüne değinilmiyor; “Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır” deniliyor. En az bunun kadar acı olanı da Kürt meselesinde (resmi dildeki ifadeyle terör meselesinde) günümüz siyasetindeki kirliliğin geçmişe rahmet okutacak boyutlarda olması. 

Cumhur İttifakı olarak adlandırılmış faşist koalisyonun ortakları, muhalefeti PKK/Kandil, HDP/DEM Parti ve Kürt seçmen üzerinden karalamak için bütün ahlaki duvarları yıktılar.

Her defasında kanlı provokasyonlarla kesilen kısa ömürlü açılım/çözüm/barış süreçleri dışında Cumhur İttifakı’nın eyleminde söyleminde PKK/Kandil, HDP/DEM Parti hep şeytanlaştırıldı. HDP/DEM kapatılmalıydı; Anayasa Mahkemesi kapatmıyorsa o da kapatılmalıydı. Abdullah Öcalan “bebek katili”, “terörist başı” idi, idam edilmesi için seçim meydanlarında ip atılıyordu...

Tüm bu şeytanlaştırmaya karşın (kaçıncı tekrardır) Abdullah Öcalan bir kez daha müracaat makamı ilan edildi; hem de düne kadar kendisinden “İmralı canisi” diye söz eden MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli tarafından. TBMM’nin açılışında DEM Parti milletvekilleriyle tokalaşan Bahçeli 22 Ekim’de partisinin TBMM Grup Toplantısı'nda yaptığı konuşmada Abdullah Öcalan’ı Meclis’e çağırdı: “Gelsin TBMM’de DEM Parti grup toplantısında konuşsun, terörün tamamen bittiğini, örgütün lağvedildiğini haykırsın. Bu dirayet ve kararlılığı gösterirse umut hakkının kullanımıyla ilgili yasal düzenlemenin yapılması ve bundan yararlanmasının önü de ardına kadar açılsın. Ne Kandil ne Edirne, adres İmralı’dan DEM‘e uzansın, bu ağır ve tarihi terör sorunu ülke gündeminden tamamen çıkarılsın.” (Bahçeli’nin önerisini muhalefetten biri dillendirse anında tutuklanırdı! Merdan Yanardağ neden hapse atılmıştı?)

AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan partisinin il başkanları toplantısında Bahçeli’nin çağrısını “Cumhur İttifakı tarafından açılan tarihi fırsat penceresinin kişisel hesaplara kurban edilmemesini ümit ediyoruz” diyerek destekledi.

DEM Parti, Bahçeli’nin açıklamasının sonuca ulaşması için üzerine düşeni yapacakları teyidinde bulundu. Dört yıla yakın süredir kimseyle görüştürülmeyen Abdullah Öcalan da hemen yeğeni ile görüştürüldü, “Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” diye mesaj gönderdi.

Anlaşılıyor ki, (bu defaki adı ne olacaksa) yeni bir açılım/çözüm/barış süreci oyunu sahneye konmaktadır. Her defasında olduğu gibi böyle bir oyunun senaryosunda anayasa değişikliği, devletin ve milletin bekasına yönelik bir dış tehdit mutlaka yer alır. Cumhur İttifakı’nın iktidarını sürdürebilmesi için anayasa değişikliği, bunun için de DEM’in desteği şart. Güncel dış tehdit de İsrail’in Türkiye Cumhuriyeti topraklarına gözünü diktiğidir. Erdoğan/Bahçeli ikilisinin ABD-İsrail’e karşı büyük oyun kurduğu propaganda ediliyor. “Kim inanırsa artık!” denilebilir ama inanan öyle çok ki. Ay’a dört şeritli otoyol projesine bile inanacak devasa bir kitle...

***

“Kürt sorunu değil terör sorunu” diyorlar, Selahattin Demirtaş’ı dışlıyorlar, sadece (örgütü üzerinde ne derece etkili olduğu artık tartışmalı) Abdullah Öcalan’a el uzatıyorlar ama her şeye karşın, öneren Bahçeli faşisti olsa da başlatılan sürece kayıtsız kalınamaz. Yoksul halk çocuklarının şehit olmayacakları, etkisiz hale getirilmeyecekleri bir ortamın sağlanması her yurttaşın içten dileğidir. Bu dileğin gerçekleşmesinin önündeki en büyük engel tarafların samimiyetsizliği ve soruna yaklaşımdaki çarpıklıktır, sorunu terörden ibaret görmektir. Samimiyetsizlik ve soruna yaklaşımdaki çarpıklık nedeniyle geçmişte Dağdan İndirme, Eve Dönüş, Topluma Kazandırma, Açılım, Ateşkes, Oslo Süreci, Dolmabahçe Mutabakatı, Barış ve Çözüm Süreci vs adlarla başlatılan açılım/çözüm/barış süreçleri her defasında kanlı provokasyonlarla kesintiye uğradı. Sadece birini bile anımsamak, bu defaki süreç için de kuşkulanmaya yeter. 

Abdullah Öcalan Mart 1993’te ateşkes ilan etti. Ardından 24 Mayıs’ta Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in başkanlığından toplanan Bakanlar Kurulu, PKK’nin dağdan inmesine yönelik kanun hükmünde af kararnamesini kabul etti. Buna göre, kanlı eylemlere katılmayan örgüt üyeleri teslim olurlarsa haklarında cezai işlem yapılmayacak, öldürme eylemlerine katılanlar ise 6 yıl hapisle cezalandırılacaklardı. Kanun hükmünde af kararnamesinin yürürlüğe girmek üzere Resmi Gazete’ye gönderildiği dakikalarda Elazığ-Bingöl karayolunda teskere almış 33 silahsız erin PKK tarafından katledildiği haberi geldi. Bunun üzerine af kararnamesi geri çekildi. Sonrası malum...

***

 Kürt meselesinin barışçı çözümü sadece ülkemiz değil, bölgemiz barışı açısından da yaşamsal önemdedir. Buna karşılık hukuki siyasi tartışmalarda her şey söyleniyor ama meselenin özüne değinenler sosyalistlerden ibaret. Vurgulanmalı ki, sorun terör sorunu değil Kürt sorunudur. Çözümün temel koşulu da Kürt halkının kendi kaderini serbestçe tayin hakkını tanımaktır. ‘Kürt sorunu değil terör sorunu’ yaklaşımında ısrar edilirse, akan kanı durdurmak yerine ırkçı ümmetçi iktidarı sürdürmek hesabıyla hareket edilirse; Bulgaristan’da ve Kuzey Irak’ta Türkler için talep edilen haklar Kürtlere çok görülürse, Kıbrıs’ta Türkler için münasip görülen statü Kürtlerden esirgenirse, bu defaki sürecin de geçmiştekiler gibi kesintiye uğrayacağını öngörmek için kâhin olmak gerekmiyor. Ondan sonrası ne yazık ki yine kanlı bir tekrar... Sahi Dolmabahçe Mutabakatı bozulduktan sonra başlayan, IŞİD’in de dahil olduğu kanlı süreç için dönemin Başbakanı ne demişti: “Ankara’da terör saldırısı sonrasında oylarımızda yükseliş trendi var.


9 Ekim 2024 Çarşamba

İSRAİL’LE TİCARET FİLİSTİN’E İHANET!


Filistin’in Gazze şeridine egemen Hamas’ın İsrail’e yönelik AKSA TUFANI saldırısının üzerinden 1 (bir) yıl geçti. Yüzlerce sivilin de katledildiği bu saldırıyı bahane eden İsrail’in Gazze’deki soykırımında çoğunluğu kadın ve çocuk 42 bin kişi katledildi, 2 milyon kişi yerinden yurdundan oldu. HAMAS lideri İsmail Heniye de Tahran’ın göbeğinde öldürüldü.

İsrail vahşeti Gazze ile sınırlı kalmadı, Lübnan’a sıçradı. Lübnan’da iktidarı elde tutan Hizbullah’ın Lideri Nasrallah, yeraltındaki çok katlı korunağında sığınak delici bomba saldırısıyla öldürüldü. İsrail Gazze’de olduğu gibi Lübnan’da da askeri hedeflerin yanı sıra sivil yerleşim yerlerini, okulları, hastaneleri bombalamaktan geri durmuyor. Lübnan’da da 1 milyon 300 bin kişi yerini yurdunu terk etmek zorunda kaldı.

İsrail bir yandan da Suriye, İran ve Yemen’e saldırıyor; ABD-İngiliz emperyalizminin taşeronu olarak savaşı Ortadoğu’nun her yerine yaygınlaştırmaya çalışıyor. Bunu başarabilirse, ABD-İngiliz emperyalizmi, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) bağlamında bölgeye “barış ve demokrasi” getirmek için doğrudan müdahale, yani askeri işgal fırsatı bulmuş olur ki, bu durumda sadece Ortadoğu değil tüm dünya ateşe sürüklenir... (Bu arada, başta Mehmet Altan olmak üzere “demokratik emperyalizm” teorisyenlerinin ve BOP eşbaşkanlarının Allah belalarını versin!)

***

Bu gibi durumlarda öncelik elbette silahların susturulmasına verilir. Yangına körükle gidilmez, insani ve diplomatik çabalarda yangının kontrol altına alınması, akan kanın durması amaçlanır. 

Vicdan ve ahlak bunu emretse de sermaye devletlerinin sağcı ırkçı ümmetçi liderleri, akan kanı siyasi ranta çevirmenin gayreti içindeler. Hemen her ülkede sağcı liderler, İsrail’in Filistin’e Lübnan’a ve gözüne kestirdiği bölge ülkelerine yönelik vahşetini kendi iç siyasetleri için araçsallaştırmakta birbirleriyle yarışıyorlar. AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın deyişiyle, “Sahne önünde ateşkesten bahsedenler, sahne arkasında İsrail’e destek vermeye devam ediyor. Bu ABD’de böyle, Almanya’da böyle. Tüm Batı ülkelerinde aynı. Al birini vur ötekine. Hiçbirinin farkı yok.” (9 Ekim 2024, AKP Meclis Grubu toplantısında yaptığı konuşma.)

Gerçekten de al birini vur ötekine! Erdoğan böyle diyor ama kendisi de bu eleştiriden muaf değil. Hatta eleştirinin daha ağırını hak ediyor. Çünkü, Filistin’deki vahşeti iç siyaset malzemesi yapmanın en utanılası deneyimi belki de Türkiye’de yaşanıyor. Malum, 2000’li yıllara değin Türkiye, İslam ülkeleri ve Arap devletleri arasındaki anlaşmazlıklarda, Ortadoğu’da baş gösteren çatışmalarda dengeli uzlaşmacı bir dış politika izliyordu. Batı emperyalizminin yörüngesinde dolandığı için etkili olamıyordu ama hiç değilse sıcak/soğuk çatışmalarda taraf olmuyordu. Bu dış politika AKP iktidarıyla birlikte geride kaldı. AKP liderliği, İslam, Arap ve Ortadoğu coğrafyalarında çıkan anlaşmazlıklarda uzlaştırıcı olmak yerine mezhepçi tarafgir bir çizgi izliyor. Gazze’de Sünni Hamas’ı öz kardeş gibi sahipleniyor; buna karşılık Lübnan’da Şii Hizbullah’ı üvey kardeş yerine bile koymuyor; resmi açıklamalarda Şii Hizbullah’ın adını anmıyor. 

Mezhep farklılığı nedeniyle Şii Hizbullah’ı anmasa da Sünni Hamas’ı da öz kardeş gibi görmüyor aslında. Hamas’ı gerçekten öz kardeş gibi görse, Aksa Tufanı sonrasında İsrail’le ticareti sürdürmezdi. Gazze’de soykırım başladıktan sonraki 6 ayda, toplumun tüm kesimlerinin tepkisine karşın AKP iktidarı İsrail ile ticareti kesmeye yanaşmadı. Ne zaman ki, 31 Mart 2024 belediye seçimlerinde AKP ağır bir yenilgiye uğradı, nihayet 9 Nisan 2024’te İsrail ila ticaretin askıya alındığı açıklandı. Ancak bu da kâğıt üzerinde resmi açıklamadan ibaret. İsrail ile ticaret üçüncü ülkeler üzerinden ve Filistin’de kurulan şirketler aracılığıyla sürüyor. “İsrail Resmi İstatistik Kurumu verilerine göre ‘Ticaret yasağı’nın ardından çelik başta olmak üzere Filistin’e ihracat 14 kat arttı. Filistin’e en çok çelik, çimento, demir, elektrik ve elektronik, kimyevi madde, mücevher satıldı. Türkiye’nin işgal altındaki Filistin’le olan ticareti geçen yılın ilk dokuz ayında 91 milyon 276 bin dolarken bu yıl aynı sürede 571 milyon 186 bin dolara yükseldi.” (Karar, 8 Ekim 2024) 

Türkiye’nin Filistin’le ticareti İsrail gümrüğünden geçiyor ve Karar gazetesinin haberinde haklı olarak, ‘Fabrikası, sanayisi olmayan, işgal altındaki ülke bu kadar çeliği ne yapıyor?’ diye soruluyor.

Bu arada İsrail’le ticaretin el altından sürdürülmesini protesto eden topluluklar polis zoruyla dağıtılıyor, İsrail’le ticaret Filistin’e ihanet diye slogan atan protestocular gözaltına alınıyor. 

***

Dediğim gibi, Filistin’deki vahşeti iç siyaset malzemesi yapmanın en utanılası deneyimi belki de Türkiye’de yaşanıyor. AKP iktidarının genel olarak dış politika, İslam dünyası ve Filistin konularındaki ikiyüzlülüğü ciltler dolusu kitap yazılsa anlatmakla bitmez. Güncel ikiyüzlülük olarak kesildiğini iddia etse de İsrail’le ticareti “hülle” yolu ile sürdürüyor; ikiyüzlülüğün taze bir örneği olarak da şimdi İsrail’in Lübnan’dan sonra Türkiye’ye saldıracağını propaganda ediyor. AKP Genel Başkanı Erdoğan TBMM’yi açış konuşmasında dedi ki: “‘Vaat edilmiş topraklar’ hezeyanıyla hareket eden İsrail yönetiminin, tamamen dinî bir fanatizm ile Filistin ve Lübnan’dan sonra gözünü̈ dikeceği yer, açık söylüyorum, bizim vatan topraklarımız olacaktır.” (1 Ekim 2024)

Oysa aynı Erdoğan geçen yıl Nahcıvan’dan dönerken uçakta Netanyahu’nun Türkiye’ye yapacağı ziyarete değinirken, Türkiye ve İsrail olarak birçok alanda işbirliği yapıyoruz demişti. (AA, 26 Eylül 2023) 

Aynı Erdoğan çok değil birkaç ay önce, Rize’de hemşehrilerine konuşurken İsrail’e girmekten söz ediyordu: “Biz nasıl Karabağ'a girdiysek, nasıl Libya'ya girdiysek bunun benzerini aynen onlara da yaparız.” (AA, 28 Temmuz 2024)

Erdoğan’a yanıt İsrail Dışişleri Bakanı Yisrael Katz’dan gelmişti. “Erdoğan, Saddam Hüseyin’in izinden giderek İsrail’e saldırma tehdidi savuruyor. Ne olduğunu ve nasıl bittiğini hatırlamalı.” Siyonist bakan R. T. Erdoğan ve Saddam Hüseyin’in fotoğraflarını yan yana koyarak, “Senin de sonun Saddam gibi olacak” demek istemişti.

Herkes hak ettiği akıbete uğrasın ama kimsenin sonu Saddam gibi olmasın. Böyle derken dini araçsallaştırma ve dinci fanatizm yarışında İsrail yönetimi Türkiye yönetiminin eline su dökebilir mi, bilemiyorum. En basitinden İsrail yönetimi “Nas var nas! Bir Musevi olarak Nas ne gerektiriyorsa onu yapmaya devam edeceğim” diyerek mi ekonomiyi yönetiyor? 

Sorunun yanıtını bilmiyorum. Bildiğim odur ki, İsrail yönetimi ile Türkiye yönetimi arasındaki dinci fanatizm polemiği, dibi kara tencereler arası polemikten ibarettir!

***

“İsrail’in hedefi Türkiye mi?” sorusu başka bir yazıya kalmak üzere bu yazıyı daha fazla uzatmadan vurgulamak gerekirse. 

Bölgenin burjuva anlamda da olsa barışa ve demokrasiye kavuşabilmesi için İsrail’in Siyonist dinci fanatizmden, Filistin’in, Lübnan’ın, İran’ın, Türkiye’nin ve genelde İslam ülkelerinin otokrasiden monarşiden kurtulmaları, laik demokrasiye kavuşmaları şarttır. Din iman denildiğinde aklını iptal eden ahaliyle ne kadar mümkünse artık. Mümkün olsun olmasın, sonuçta her halk müstahak olduğu gibi yönetilir!

2 Ekim 2024 Çarşamba

EMNİYETLİ İNTİHAR İÇİN EMNİYETİ SEÇİN

Karar gazetesi yazarı Elif Çakır, Bursa’da kaldığı otelde gece yarısı gözaltına alınmış. Gerekçe, hakkında 19 suç kaydı ve 2 tutuklama kararı. 

Elif Çakır, gazeteci olduğunu, adli sicilinde bu gibi suçların ve tutuklama kararlarının bulunmadığını, isim benzerliği olabileceğini söylemiş ama polis oralı olmamış. Polis, TC kimlik numarasına bakma gereği bile duymamış, hastaneden sağlık raporu aldıktan sonra karakola çekmiş. Karakolda vatandaşa nasıl davranılıyorsa Elif Çakır’a da öyle muamele edilmiş. Kaba diyaloglar yani. Nihayet TC kimlik numarası sorgulanmış ve aranan kişinin başka bir Elif Çakır olduğu anlaşılmış.

***

Elif Çakır feveran etmekte öfkelenmekte sonuna kadar haklı. Öyle ya, kargocu bile kargoyu teslim etmeden önce kimlik istiyor, kimlik bilgilerini kaydetmeden kargoyu teslim etmiyor. Bursa polisi böyle sıradan bir doğrulamaya bile gerek görmemiş. Elif Çakır ısrarla gazeteci olduğunu, böyle suçlarla ilgisinin olmadığını söylemiş ama polis kargocu kadar duyarlı davranmamış. 

Kim bilir, belki de kasıtlı olarak Elif Çakır’a böyle bir muamele reva görüldü. Geçmiş olsun.

***

Beterin beteri vardır. Elif Çakır gözaltına alınmakla kalmayabilirdi. Tutuklanabilirdi, aylarca mapus yattıktan sonra nihayet mahkemeye çıkartılıp “yanlışlık olmuş” denilerek tahliye edilebilirdi. Olmayacak şey değil bu gibi rezaletler. Burası Türkiye, neler olmuyor neler!

Örneğin, Elif Çakır, 12 Eylül faşizmi döneminde Bursa Emniyet’e düşmediği için kendisini şanslı saymalı. O yıllarda karakollar ve terörle mücadele şubelerinde “gözaltında intihar” açıklamaları vakai adiyedendi. En çok da Bursa Emniyet Müdürlüğü’nden “şahıs hücresinde kravatıyla kendini asmış” ya da “pencereden atlayarak intihar etti” açıklamaları yapılırdı. Öyle ki, dönemin mizah dergisi GIRGIR, “emniyetli intihar için emniyeti seçin” diye kayda geçirmişti gözaltında cinayetleri.

Abartmıyorum. O yıllarda, “yasa dışı görüş edinmek ve örgüt kurmak” suçlamasıyla İstanbul ve Ankara emniyetlerinin yanı sıra Bursa Emniyet’in de “misafiri” idim. Suriye sınırında bölük komutanı iken gözaltına almışlardı. Tam 50 günüm Bursa emniyette geçti. Sorgucular (işkenceciler yani) “Burada Allah yok, peygamber de izinde. Burada subay olduğunu unutacaksın, sadece vatandaşsın!” diyorlardı. Bir sorgucu “Ulan i... sınırda suyun başındasın. Vatanı kurtarmak sana mı düştü? Küpünü doldursaydın ya!” diye sitem(!) etmişti.

***

Dediğim gibi, beterin beteri vardır. Elif Çakır, 12 Eylül faşizmi yıllarında Bursa emniyete düşmediği, bu dönemde “yanlışlıkla” gözaltına alınmakla kaldığı için kendisini şanslı saymalıdır.

Daha beteri olabilirdi. Daha beter neler olmadı ki bu coğrafyada?

Yargısız infaza kurban gidebilirdi. Yani, “yasa dışı örgüt evine yapılan baskında çıkan çatışmada ölü ele geçirildi” haberine konu olabilirdi. Öyle çok yargısız infaz ettiler ki. Ölüm mangalarının baskınlarında “sağ ele geçirilen” yok gibi...

Elif Çakır kendi evinde bile etkisiz hale getirilebilirdi. Olmadık bir vaka değil. Adana’da 5 Ekim 1999 günü “DHKP/C örgüt evi” denilerek baskın yapıldı. Evin sahibi temizlik işçisi Murat Bektaş 18 kurşunla vurularak öldürüldü. Çok geçmeden anlaşıldı ki, yanlış adrese baskın yapılmış. Bu çatkapı infaz nedeniyle yargılanan polisler 6’şar ay 20’şer gün hapis ve 3’er ay memuriyetten men cezasına çarptırıldılar; cezaları ertelendi. Murat’ın eşi Kezban, polisin ev vaadiyle davadan vazgeçirmeye çalıştığını anlatarak, “Bizi satın alamadılar ama devleti satın aldılar” diye bağırıp karara isyan etti. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bu skandal nedeniyle Türkiye’yi 103 bin Euro tazminata mahkûm etti.

Elif Çakır, “30 saniye sürmeyecek bir işlemi yerine getirselerdi, (kimlik numarasını kontrol etselerdi yani) 2000 yılı öncesi Türkiye’sine geri dönmeyecektik” diye yakınıyor. Hemşehrim Elif Çakır kabul etmeli ki, dünden bugüne pek bir şey değişmedi. Yargı ve Meclis, 12 Eylül faşizminin de gerisinde. Çatkapı infazlar da geçmişin kötü bir anısı değil. Keşke geçmişte kalsaydı. 23 Ocak 2017 tarihli gazetelerin haberine göre, “ANTALYA’da kalp hastası 65 yaşındaki Hamide Yücel, oğlu Ali Yücel’i cinayet şüphesiyle gözaltına almak üzere eve gelen polisleri görünce kalp krizi geçirip öldü. Ancak Ali Yücel’in cinayetten aranmadığı, polisin yanlış eve operasyon düzenlediği ortaya çıktı.”

2000’li yıllarda da benzer ne acılar ne acılar yaşandı bu coğrafyada. Ceylan Önkol, Ali İsmail Korkmaz, Berkin Elvan, Dilek Doğan ve niceleri...

Elif Çakır’a tekrar geçmiş olsun.

Dilek Doğan’ın katline ilişkin DİLEEEEEEK, DİLEK... OY DİLEK! başlıklı yazının da okunması dileğiyle.

28 Eylül 2024 Cumartesi

CHP GENEL BAŞKANI MI AKP SÖZCÜSÜ MÜ?

ABD’de New York Belediye Başkanı Eric Adams hakkında uzun süredir yürütülen soruşturma iddianameye dönüşmüş. Adams, nüfuzunu kullanarak haksız çıkar sağlamakla suçlanıyor. Suçlamanın tam göbeğinde ise Türkiye ve Türkevi var.

Türkevi, New York’un ticaret, kültür ve finans merkezi Manhattan’da Birleşmiş Milletler genel merkezinin tam karşısında, mülkiyeti Türkiye Cumhuriyeti’ne ait bir bina. Türkevi’nde Türkiye’nin New York Konsolosluğu, BM Daimi Temsilciliği, TCMB New York temsilciliği gibi ofisler bulunuyor. Bina 1977’de Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in girişimiyle satın alındığında 12 katlıymış. AKP iktidarı döneminde büyütülmesi planlanmış; 2017’de yıkılan bina yaklaşık 300 milyon dolar harcanarak 35 katlı 171 metre yüksekliğinde yeniden inşa edilmiş; 2021 yılında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından açılmış.

Meblağ ne olursa olsun, resmi bir inşaatta yolsuzluk usulsüzlük olmayacak. Ne mümkün! Nitekim Amerikan savcısının iddianamesine göre, New York Belediye Başkanı Adams, Türkevi yeniden inşa edilirken resmi izinler karşılığında, bağış adı altında rüşvet almış, THY ile yıllarca bedava uçmuş; seyahatlerinde lüks otellerde ve lokantalarda ağırlanmış. THY Adams’a 123 bin dolarlık bilet hediye etmiş. İnşaatı yürüten yetkililer Adams’ı hediye yağmuruna tutmuşlar.

Eric Adams hakkındaki iddianame dünya çapında haber. Nitekim Amerikan gazetelerinde manşetten yankılanmış. New York Times, haberi manşetten “Grand Theft Ottoman” (Büyük Osmanlı hırsızlığı) başlığıyla duyurmuş. Türkiye’de iktidar yandaşı medyada ara ki bulasın.

Haber tam da Recep Tayyip Erdoğan’ın New York’ta olduğu gün patlamış. Erdoğan, gezi programını bitirmeden Türkiye’ye dönmüş. Oysa programın kalan bölümünde ABD Başkanı Biden’in vereceği yemeğe katılmak da vardı. Programın kalan bölümünde Amerikan gazetecilerinin buna ilişkin sorularına muhatap olmamak için mi erken döndü, bilinmez.

Erdoğan'a sorulamayan soru aynı günlerde Sosyalist Enternasyonal toplantısı için New York’ta bulunan CHP Genel Başkanı Özgür Özel’e soruldu. Özgür Özel nasıl yanıtladı dersiniz: “Türkiye rüşvet vermeye ihtiyaç duyacak bir ülke değil. Öyle bir acziyet içinde değil. Binanın kazandırılması sürecinde jest gördüysek fazlasını ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’ne tahsis edilen o muhteşem alan için yapmışızdır.

İnanılır gibi değil. Siyaseti asgari ilgiyle izleyen ama son günlerde gazete okumaya televizyon izlemeye fırsat bulamamış birine bu sözleri ve Türkevi olayını anlatsanız; sözlerin sahibini belirtmeden. “Bu yanıtı kim söylemiş olabilir?” diye sorsanız. Hiç kuşkusuz, “AKP Sözcüsü Ömer Çelik; o değilse CB İletişim Başkanı Fahrettin Altun” diye karşılık verir.

Gerçekten Özgür Özel CHP Genel Başkanı mı, AKP sözcüsü mü? On yıllardır siyasetin göbeğinde, bir yıldır da ana muhalefet partisinin başında. Değil bu deneyime sahip siyasetçi, en cahil kahvehane polemikçisi bile böyle bakmaz olaya. Hatta AKP Sözcüsü ve CB İletişim Başkanı bile. Nitekim Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü “New York’taki hukuki süreci yakından takip ediyoruz. Yurtdışındaki temsilciliklerimiz görevlerini Viyana Sözleşmelerine ve uluslararası diplomatik teamüllere uygun olarak ifa etmektedirler.” demekle yetindi. 

Özgür Özel “Yargılamayı izleyeceğiz, umarız iddianamede yazılanlar doğru değildir” demek yerine Türkiye adına neden şecaat arz eyledi ve şecaat arz eylerken de neden sirkatin söyledi? Türkevi’ne sağlanan kolaylıklara karşılık ABD’nin Ankara Büyükelçiliğine kolaylıklar sağlandığını nereden biliyor? Bu kolaylıkları (daha doğrusu gayrimeşru alışverişleri) meşrulaştırmak Özgür Özel’in üstüne vazife mi? Böyle davranarak, Ekrem İmamoğlu’na yönelik kıskacı gevşetebileceğini mi düşünüyor? Yoksa sosyal medyadaki dedikodular mı Özgür Özel’i rehin aldı?

***

RÜŞVETÇİLİĞİMİZİ TESCİL ANLAŞMASI

Özgür Özel hangi güdüyle ya da tutsaklıkla böyle konuşmuş olursa olsun, Türkiye ve rüşvet sözcükleri yan yana gelmeyecek sözcükler mi? Keşke öyle olsa. Keşke başkalarının imrenecekleri gönül rahatlığıyla “Türkiye rüşvet vermeye almaya ihtiyaç duyacak bir ülke değil” diyebilsek. Öyle diyebilecek tıynette olmadığımızı biliyoruz. Biz bildiğimiz gibi yabancılar da biliyor.

Rüşvet malum, kamu görevlisinin zaten yapmakla yükümlü olduğu iş için menfaat sağlaması, ya da yasak olan bir şeyi yapmak için taliplisinden menfaat elde etmesi. 

Rüşvet her ülkede var, ama hakkındaki “rüşvetçi” imajını uluslararası bir anlaşmaya yazdıran bizden başkası yoktur sanırım.

Ele güne karşı öyle bir imaj vermişiz ki, Türkiye ile iş yapacak yabancının ilk aklına gelen rüşvet oluyor ve sonunda adam, imzalayacağı iş anlaşmasına “Rüşvet istenmeyecek” şartını koyuyor; bizimkiler, “Olur mu öyle şey, anlaşma manlaşma yok, toplantı bitmiştir!” demiyorlar.

Daha önceki iktidarlar döneminde böyle bir rezalet yaşandı mı, doğrusu bilmiyorum. Devri AKP’de bu rezaleti de yaşadık.

Olay şu:

Türkiye’ye büyük ilgi duyan Japon Prensi Tomohito Mikasao, Anadolu’yu dolaşırken yolu Kırşehir’in Kaman İlçesi’ne düşüyor. Anadolu uygarlığını dünyaya tanıtma hevesine kapılan Japon Prensi, Kırşehir’de Kaman Kalehöyük Arkeoloji Müzesi’nin yapımı için hibe olarak 288 milyon yen, yani yaklaşık 2 milyon Avro katkıda bulunmaya söz veriyor. Bu konudaki anlaşma 30 Eylül 2005’te Japonya’nın Ankara Büyükelçisi Tomoyuki Abe ile Dışişleri Bakanlığı Yurtdışı Tanıtım ve Kültür İşleri Genel Müdürü Büyükelçi Şule Soysal tarafından imzalanıyor. 

Buraya kadar her şey normal, anlaşılmayacak bir şey yok. Rezalet bundan sonrasında. 

Müze inşa edilirken ihale açılacak, yapımcı müteahhit seçilecek, denetim elemanları görevlendirilecek, belediyeden inşaat izni alınacak filan. İşte bütün bu işler için Japon tarafının bir şartı var: Japon Prensi’nin vereceği para kuruşu kuruşuna müzenin yapımına harcanacak, kimseye rüşvet verilmeyecek. 

Bizimkiler itiraz etmemiş, “kimseye rüşvet verilmeyecek” şartı anlaşmaya şöyle yazılmış:

Sözleşmelerin yapılması karşılığında, rüşvet olarak yorumlanacak herhangi bir teklif, hediye veya ödeme ve menfaat veya karşılığını önlemek için T.C.’nin gerekli önlemleri alacağını Japon Hükümeti varsaydığını beyan eder.” 

Anlaşma bu şartla imzalanmış, onay için Bakanlar Kurulu’na sevk edilmiş. Ne Dışişleri Bakanı ne Başbakan ne bakanlar ne de Dışişleri Bakanlığı’nın ve Başbakanlığın onca bürokratı yadırgamamışlar. Kaman Müzesi’ne “rüşvetsiz” şartlı anlaşma tasarısı TBMM’ye sevk edilmiş.  TBMM Başkanlığı da “rüşvet olmayacak” şartına sesini çıkarmamış. Tasarı TBMM Dışişleri Komisyonu’nda görüşülürken CHP İstanbul Milletvekili Şükrü Elekdağ, “Bu ne rezalet!” diye itiraz edince, tasarı hükümete iade edilmiş.

Neresinden baksan rezalet! “Kimseye rüşvet verilmeyecek” şartının anlaşmaya yazılması ilk rezalet. Türkiye’de rüşvetsiz iş yapılamayacağının peşin peşin kabulü anlamına geliyor ki, söz aramızda, aslında yanlış değil, gerçeğin ta kendisi. Anlaşma tasarısının kimse tarafından yadırganmadan Meclis’e gidebilmesi de ayrı bir rezalet. Öyle ya da böyle, sonuçta ‘rüşvetçi’ imajımızı kendi elimizle uluslararası bir anlaşmaya yazdırmıştık.

Neyse ki, Hükümetin geri çektiği tasarı, sözleşmenin düzeltilmesinin ardından kabul edilmişti. (Milliyet, 11 Aralık 2007.)

Hülasa, Türkevi inşaatında rüşvet iddiaları yabancısı olduğumuz bir şey değil. New York Belediye Başkanı zıkkımlanırken aracılık edenler de zıkkımlandı mı, bilemiyorum. 

Bildiğim odur ki, “Devletin malı deniz, yemeyen domuzdur.” Alnı secdeye değen Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın demesiyle “Memurumuz işini bilir.

Fakir çalmasını bilmediği için fakirdir” diyen alnı secdeli kimdi, anımsayamadım!


20 Eylül 2024 Cuma

EĞİTİMDE BİLGİ Mİ ALLAH KORKUSU MU?

Hulusi Akar ile benim aramda hukuk denebilecek ortak bir geçmiş olmasa da ciddi bir hukuksuzluk var.

Ortak geçmişimiz, ikimizin de 1976/1977 yıllarında Kara Harp Okulu’nda bulunmamızdan ibaret. O, subay taburunda takım komutanı üsteğmen; bense subay adayı öğrenci. Aynı yıllarda aynı yerde bulunmuşuz ama ne o beni hatırlar ne de ben onu hatırlıyorum. Aramızda bir hukuk oluşmamış yani. Sonra Üsteğmen Hulusi Akar, o rütbedeki her subaya nasip olmayacak bir fırsat yakalamış, Kayseri Lisesi’nden arkadaşı Abdullah Gül ile birlikte İngiltere’ye gitmiş...

Üsteğmen Hulusi Akar ile hukukumuz yok ama Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar ile ciddi bir hukuksuzluğumuz var. Şöyle ki: “Genelkurmay Başkanı için çok üzülüyorum!” başlıklı bir yazı yazmıştım. O yazıda Genelkurmay Başkanı iken Hulusi Bey’in başına gelenleri anlatmıştım. O yazıdan dolayı hakkımda dava açıldı. Hulusi Bey benden davacı oldu. Kendisine hakaret ettiğim iddiasıyla 2 yıl 4 aya kadar hapisle cezalandırılmamı istedi. Çok ama çok ayrıntılı bir savunma ile karşılık verdim. SU UYUR HULUSİ AKAR adıyla kitaplaşan 350 sayfalık bir savunma. 

O savunmada Hulusi Bey’e mahkeme aracılığıyla çok soru sormuştum. En önemli bazı soruları bu vesileyle anımsatayım:

- Fetullahçı çetenin askeri okullara soruları önceden vererek tam puanla sızmasını hiç mi fark etmediniz?

- 15 Temmuz ardından bütün ordu, okulları ve hastaneleri dahil, emrinden alınırken görüşün alındı mı, itiraz ettin mi?

- TBMM 15 Temmuz Darbe Araştırma Komisyonu’na ifade vermeye niçin gitmedin?

- Türk askerinin başına çuval geçiren Amerikan generalinden madalya alırken mutlu muydun?

Savunmada başka çokça soru yönelttim. Hulusi Akar yanıt vermedi. Esir düşen komutan ordusunu yönetebilir mi tartışmasını anımsatmayayım. Neyse ki, davaya bakan başörtülü yargıç 2019 yılında beraat kararı verdi. Beraat kararı istinafta onandı ama Hulusi Bey temyiz edip Yargıtay’a götürdü. Dosya hâlen Yargıtay’da bekliyor.

***

Hulusi Bey ile hukukumuzu hukuksuzluğumuzu bir kenara bırakıp sadede gelecek olursak.

Hulusi Bey, Genelkurmay Başkanı iken 2018 yılında Milli Savunma Bakanı yapıldı. Nihayet 2023 seçimlerinde Kayseri Milletvekili seçildi; hâlen TBMM Milli Savunma Komisyonu Başkanı.

Bunca askeri ve siyasi deneyime sahip bir insanın feleğinden çemberinden geçtiği, kimseye nasip olmayacak bir olgunluğa eriştiği, bilge insan olduğu varsayılır değil mi. Bilge olamamışsa bile hiç değilse devlet adamı vakarına ağırlığına sahip olduğu düşünülür. Akıllı, adil, cesur, cömert, sabırlı, şefkatli, merhametli ve affedici, vefalı, sözünün eri, namuslu, vakur bir insan yani. İlgili bütün kitaplarda, makalelerde devlet adamı böyle tanımlanıyor...

Şahsen ben de Hulusi Bey’in en azından devlet adamı vakarı edinmiş olması gerektiğini düşünüyordum. Aksi olamaz, olmamalı. Öyle ya, 49 yıl askeriyenin üniformasını giymiş, onca badire atlatmış; beş yıl da bakan olarak orduyu yönetmiş, siyasete atılmış, milletvekili seçilmiş. Bunca deneyime sahip kaç T.C. yurttaşı çıkar?

Dediğim gibi Hulusi Bey devletin adamı olmasına olmuş ama nedense, devlet adamı kimliğini vasfını belli etmekten geri duruyor. Hiç devlet adamı gibi davranmıyor. Tevazudan olabilir mi diye soruyorum kendi kendime. Hani, devlet adamı dediğin biraz da mütevazıdır, sıradan siyasetçiler gibi her şeye maydanoz olmaz. Kendisini ilgilendirmeyen, bilip bilmediği her konuda ahkâm kesmez yani. Ağzından çıkanı kulağı duyar, bir söyledi mi pir söyler, söylediklerinde keramet aranır...

***


Devlet adamı her şeye maydanoz olmaz, bir söyledi mi pir söyler ama Hulusi Bey onca yılın hayat deneyimiyle edinmiş olması gereken devlet adamı vasfını nedense hiç belli etmiyor. Daha vahimi epeydir kendisini ilgilendirmeyen konulara da maydanoz oluyor. Bir etkinlikte aynen şöyle konuşmuş: “Eğitimin amacı bilgi edinmek değildir. Eğitimin amacı, bir Allah korkusu, iki kuldan utanmak. (...) Eğer bu verilmezse şu gördüğümüz tablo olur. Bu sefer ateistle mi deistle mi uğraşacaksınız? LGBT ile mi uğraşacaksınız? Uyuşturucuyla mı uğraşacaksınız?

***

Hulusi Bey’in kestiği ahkâmı nereye koymalı?

Nefret suçu işlemesi bir yana.

Hulusi Bey eğitimci değil, pedagog hiç değil.

Dini konularda eğitimli donanımlı olduğuna ilişkin bir bilgi yok resmi özgeçmişinde.

Ama, ömrünün 49 yılını verdiği askerlik yerine din, eğitim, ahlâk üzerine ahkâm kesiyor.

Kestiği de ahkâm olsa bari.

Anlaşılan Hulusi Bey siyasetteki rotasını siyasal İslamcılık olarak çizmiş. Olabilir. Ama en sıradan en cahil İslamcı bile bilgi ile Allah korkusunu, bilgi ile kul hakkını birbirlerinin karşısına koymaz.

Hulusi Bey sıradan İslamcının sıradan uyanıklığını bile göstermemiş, bilgi ile Allah korkusunu ve kul hakkını karşı karşıya koymuş. 

Taç giyen baş akıllanır denir ama anlaşılıyor ki, onca yılın eğitim sürecinde bilgiye direnmiş; o dirençle olsa gerek, taç giyen baş akıllanmamış, devlet adamı aklı ve ahlakı edinememiş. Rütbe ve makam, bilge devlet adamı olmaya yetmiyormuş...

Bitirirken Hulusi Bey’den ricamdır. Mahkemeye vermeye kalkma! Bir kitap daha yazmak ikimiz için de vakit ve enerji israfı olur. Yine de sen bilirsin. 

Velhasıl-ı kelam,

Çok selam paşam!

7 Eylül 2024 Cumartesi

MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİ

Kara Harp Okulu’nda taze mezun teğmenlerin resmi törenden sonra “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” diye slogan atarak subaylık yemini etmeleri, toplumdaki derin çatlağı (tumturaklı bir ifadeyle, sosyo-politik fay hattını) bir kere daha gözler önüne serdi.

Nedir o fay hattı? Güncel ifadeyle, laik-antilaik, dindar-seküler, cumhuriyetçi-ümmetçi, ilerici-gerici, doğucu-batıcı, sağcı-solcu... Taşfırın İslamcıların ifadesiyle mümin-kâfir... (Adlandırmayı bu kadarla bırakalım, emek-sermaye çelişkisini, sermayedar sınıfın da kendi içinde burjuvazi-nurjuvazi diye yarıldığını aklımızda tutalım. Ekonomik sosyal siyasi kriz derinleştiğinde bu fay hattının çok daha belirginleştiğini de.)

***

Teğmenler ne yaptılar da siyasi gündemin ilk sırasına yerleştiler?

Kısaca anımsatmak gerekirse. Kara Harp Okulu’nda (KHO) rutin mezuniyet töreni. Protokol konuşmalarının ardından dönem birincisi mezunlar adına konuşuyor, yaş kütüğüne çivi çakıyor, resmi yemin metnini seslendiriyor, diplomalar veriliyor; sancak devir teslimi ve geçit resmiyle tören sona eriyor. Ben 1978 yılında mezun oldum. O yıllarda da rutin tören programı böyleydi. Sonraları rutin programa “subay yemini” eklenmiş. 

Rutin programa eklenen “subay yemini” şöyle:“And içeriz ki, laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığına, ülkenin bölünmez bütünlüğüne, yüce Türk ulusunun namus ve şerefine, aziz vatanın bir karış toprağına uzanacak eller, karşısında bizi bulacak ve kılıçlarımız daima keskin ve hazır olacaktır. Bizler Türk istikbalinin evlatlarıyız; şerefimizle doğduk, şerefimizle yaşayacak ve şerefimizle öleceğiz. Ne mutlu Türküm diyene!” 

Kimileri, bu yeminin 15 Temmuz 2016 faciasından sonra kaldırıldığını iddia ediyorlar ama 2021 ve 2022 mezuniyet törenlerinde aynı andın okunduğuna ilişkin görüntüler var. 

Deniz Harp Okulu Komutanlığı yapmış Amiral Türker Ertürk’ün söylediğine göre kılıç çatma geleneği ve subay yemini, tüm harp okullarında varmış, yeni değilmiş. Resmi tören bittikten sonra, sınıf birincisi teğmenin emir komutasında geleneksel kutlama ve ant içme merasimi yapılırmış. Aynen sivil üniversitelerde mezuniyet töreninden sonra yapılan kep atma töreni gibi...

Gayriresmi yemin gelenekselleşmiş, geçmiş yıllarda sorun olmamış ama bu yıl teğmenler subay yemini ederken “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” diye slogan atmışlar. Tartışma bu yüzden. 

***

Siyasi askeri tansiyon bu yüzden tavana vurdu. Çünkü, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” sloganı, toplumdaki derin çatlakta Recep Tayyip Erdoğan iktidarına karşı çok ciddi bir muhalefetin simge sloganı. En önemlisi de bu slogan herhangi bir üniversitede değil, KHO'da atılıyor. Sivil bir üniversitede, bir tıp fakültesinde hukuk fakültesinde bu slogan atılsa, haber değeri taşımazdı.

Alternatif yemin gösterisinin kamuya yansımasının ardından tepkiler yorumlar toplumdaki derin çatlak bağlamında gerçekleşti. Sosyalist mahalle ve Kürt hareketi sessiz kalırken, başta CHP olmak üzere burjuva muhalefet teğmenlere destek verdi.

İktidardaki Cumhur İttifakı ortaklarından MHP her zamanki gibi ikircikli tavır takındı. İslamcı mahalledeki travma depreşti; teğmenlere hakaret üstüne hakaret yağdırıldı. AKP Sözcüsü Ömer Çelik, Atatürk’ü “ebedî başkomutan”, Erdoğan’ı “başkomutan” diye konumlandırıp ortayol bulmaya çalıştı; “Milletin gözbebeği TSK’nın geleceği için yetiştirilmiş teğmenlere hakaret edilmesi kabul edilemez” bile dedi. Ama nafile. 

Hanedan bendesi vakanüvisler, yandaş medya esnafı ve aktroller günlerdir “milli irade” palavraları sallayıp “Kime meydan okuyorsunuz?” diye feryat ediyorlar. Teğmenler, özellikle de dönem birincisi Teğmen Ebru Eroğlu hedefte. “Genç subaylar” darbecilikle suçlanıyorlar. Balyoz, Ergenekon, Askeri Casusluk kumpaslarına alkış tutanlar teğmenlere saldırıyor. Kimlerin, hangi odakların telkiniyle böyle bir gösteriye kalkıştıklarını soruyorlar? Sorunun yanıtı olarak CIA ve MOSSAD’ı işaret edenler bile var. Teğmenlerin TSK’den ihraçlarını, tutuklanmalarını, askeri okullardaki eğitimin yeniden düzenlenmesini istiyorlar. (Bu arada, “askeri mektepler tarikat yuvası oldu” algısını kırmak için teğmenlerin böyle danışıklı bir gösteriye teşvik edildiklerini savunanlar da var ki, komplo ve kumpas teorileri arşivine atmaya değer!)

İslamcı mahalledeki feryatların ardından nihayet AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan da teğmenleri doğrudan hedef aldı: “Bu kılıçları kime çekiyorsunuz? Şimdi bunlarla ilgili olarak da gerekli araştırmalar, hepsi yapılıyor. Oradaki birkaç tane kendini bilmez evelallah temizlenecek. Bu 30 kişi olabilir, 50 kişi olabilir. Kim olursa olsun, bunların ordumuzun içinde bulunması mümkün değil. Bunları temizleyeceğiz.” (7 Eylül 2024)

***

ERDOĞAN’IN HAYAL KIRIKLIĞI

Yeni mezun teğmenlerin darbe yapacak güçte ve örgütlülükte olmadıklarını Erdoğan bilmez mi? Elbette bilir ama teğmenleri hedefine koydu. Çünkü siyasetini inanç dolayımıyla cepheleştirme kutuplaştırma düşmanlaştırma üzerine kurmuş; hep bir düşmana ihtiyaç duyuyor, aykırı hiçbir görüşe ve duruşa tahammül edemiyor. Üstelik kendi siyasi dini kültürel sermayesine güveni de yok. O güvensizlik ve hayal kırıklığı içinde şimdi teğmenleri şeytanlaştırıyor.

Erdoğan’ın hayal kırıklığı nedir? Sorunun yanıtı yakın dava arkadaşı Ayhan Oğan’ın ifşasında. Ayhan Oğan, nasıl bir dava peşinde olduklarını 15 Temmuz’un hemen ardından şöyle ifşa etmişti: “Şimdi biz yeni bir devlet kuruyoruz, beğenin beğenmeyin bu yeni devletin kurucu lideri Tayyip Erdoğan'dır. Yapılan YAŞ toplantısı yeni bir Türk Silahlı Kuvvetleri’nin inşasıdır. Biz vesayet düzenini yıktık. 15 Temmuz’da devlet içerisindeki odaklanmış vesayet mekanizmaları darmadağın oldu. Bürokratik oligarşinin hâkim olduğu devlet sistemi bitmiştir. Şimdi halkın doğrudan belirlediği bir sistem geliyor. Bunun kurucu lideri de Recep Tayyip Erdoğan’dır.” (Hürriyet, 4 Ağustos 2017.)

Erdoğan hayal kırıklığına uğramasın da ne yapsın? Tam 22 yıldır iktidarda, “dindar ve kindar nesil” hedefiyle temel eğitim kurumlarını imam hatipe çevirdi, mevcut imam hatip okullarını medreseleştirdi; müfredatı her yıl biraz daha İslamileştirdi. Medyanın yüzde 95’ine egemen. Diyanet devasa bir propaganda örgütü. Ama azımsanmayacak oranda imam hatip mezunları bile deizme yöneliyorlar. Zaten Erdoğan da, sık sık “Siyasi olarak iktidar olmak başka bir şeydir. Sosyal ve kültürel iktidar başka bir şeydir. Hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımızı kuramadık” diye yakınıyor. Nihayet onca araştırma ve eleme ile seçilen Harp Okulu mezunları “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” diye gösteri yapıyorlar...

***

Neden böyle oluyor? Neden KHO mezunu teğmenler mevcut Başkomutan Erdoğan’a değil de “Ebedi Başkomutan” Mustafa Kemal Atatürk’e bağlı olduklarını bildiriyorlar. Yanıtı ciltler dolusu yazıyı gerektirir. HARBİYE’DEN CEPHE’YE başlıklı kitabımda değinmeye çalıştım. Çok kısa aktarayım. Türk Silahlı Kuvvetleri TSK de toplumun parçası. Ordu ne denli izole bir hayat sürmeye zorlanırsa zorlansın, kışla duvarları ne denli yüksek tutulursa tutulsun, toplumdaki siyasi sosyal kültürel ideolojik her şey kışlada karşılığını bulur. Harp okullarının 1976, 1978, 1979, 1980, 1981, 1982 devrelerinin yaşadığı süreç bunun kanıtıdır. Dayatılan resmi ideolojinin tersine, bu devrelerin çoğunluğu Atatürkçülüğü aşarak sol dünya görüşüne meyletmişti. Bugün de “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” sloganı sivil toplumda çok ciddi bir muhalefetin kimlik kartı gibidir. İster istemez kışlada karşılığı vardır. TSK üst komuta heyetinin Tayyip Erdoğan ile kader ortaklığına girişmesine, generallerin AKP toplantılarında boy göstermelerine, kimi kuvvet komutanlarının Hizbullah’ın partisi HÜDA-PAR lideriyle birlikte görüntü vermesine tepki olarak da görülebilir...

Bu sonuç, yani Kemalizm’in siyaseten güçlenmesi aslında AKP’nin eseridir. Prof. Dr. Kemal Karpat’ın deyişiyle “Erdoğan Kemalizm’in ömrünü uzattı!” Rusya’nın Lenin ile Çin’in Mao ile gönül bağı kalmadı ama Türkiye’de kurucu lider Mustafa Kemal Atatürk ile gönül bağı (küçük bir azınlık dışında) sürüyor. Ama samimiyetle ama kerhen. Duvara tosladığında Tayyip Erdoğan partisinin binasına Atatürk posteri astırıyor; Erdoğan ve milletvekilleri Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılık yemini ediyorlar. Dolayısıyla, her 13 Mart’ta yoklama yapılırken öğrencilerin hep birlikte “İçimizde!” diye andıkları Atatürk’ü “Ebedi Başkomutan” edinmiş bir kurumda “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” sloganı yadırganmamalıdır. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” diye slogan atan teğmenlerin aslında “Erdoğan’ın askerleri” olarak yetişmeleri isteniyordu. Ama olmamış. Onca yıl sorular önceden verilerek TSK’ye Fetullahçı kadrolar sızdırıldı. 15 Temmuz’un ertesinde 171 general amiral tutuklandı. Anlaşıldı ki onca sızmaya karşın TSK İmam’ın ordusu olmamış. Türk Silahlı Kuvvetleri’ni AK Silahlı Kuvvetler’e dönüştürme projesinin de bugünden yarına gerçekleşmeyeceği kabul edilmelidir. 

***

TEĞMENLERE KIYMAYIN EFENDİLER!

Tayyip Erdoğan’ın “Bunları temizleyeceğiz” demesinin ardından teğmenlerin asıl sınavı şimdi başladı. TSK komuta kademesinin de sınavı. 

Sözcü’den Aytunç Erkin’in aktardığına göre, Kara Harp Okulu birincisi Teğmen Ebru Eroğlu, yeminin ardından okul komutanı tarafından çağrılmış. Daha önce de bu ritüelin yapıldığını dile getiren Eroğlu, “Herkes bizi tarikatçı-cemaatçi diye konuşuyor. Biz Atatürkçüyüz, hiçbir cemaat ve tarikatla alakamız olmadığını herkes gördü. Pişman değilim” diye yanıt vermiş.

Ebru teğmen geri adım atmamış ama bakalım kendisiyle birlikte yemin eden teğmenlerin ne kadarı inceleme soruşturma sürecinde aynı tavrı gösterecek? İçlerinden ne kadarı Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin yolunu tutup Erdoğan'a biat edecek? TSK komuta heyeti ve Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, ilişik kesme dosyaları önlerine geldiğinde ne yapacaklar, “Mustafa Kemal’in askerleri”ne sahip çıkacaklar mı? “Mevcut Başkomutan” Erdoğan, “Ebedi Başkomutan’ın askerleri”ne, diplomasını bizzat verdiği Teğmen Ebru Eroğlu’na kıyacak mı?

HARBİYE’DEN CEPHE’YE başlıklı kitabımda anlatmıştım. Ben 1978 mezunuyum. Son sınıftayken, dönemin Genelkurmay Başkanı, devremizi toptan atmak kararıyla Harp Okulu’na gelmişti; ama atamamıştı. Mezuniyete yakın, Tabur komutanı, “Teğmen oluyorsunuz ama yüzbaşı olamayacaksınız!” demişti. Nitekim çoğumuz yüzbaşı olamadık.

Bakalım Mustafa Kemal’in askerlerinin ne kadarı yüzbaşı olabilecek?

Son bir soru: Mustafa Kemal’in askerleri, bu sloganla simgelenen siyasetin emek-sermaye çelişkisinde neye karşılık geldiğinin, emekçilere ezilenlere kan kusturan darbelerin Atatürk adına yapıldığının bilincindeler mi?


1 Eylül 2024 Pazar

İNSANIN İNSANA ZULMÜ

İnsanın ömründen değil yıllarını, bir saatini bile çalmanın, hapiste tutmanın nasıl bir zulüm ve işkence olduğunu mapus damında yatanlar bilir.

Aradan 40 yıl geçmiş. Kalbi solda atan askerler olarak THKP/C Üçüncü Yol davasında tutuklu yargılanıyorduk. Zorla giydirdikleri tektip cezaevi elbisesini mahkeme salonunda yırtıp attığımız için ekstradan mapusta tutuyorlardı; duruşmalara bile çıkarmıyorlardı. 

Nihayet tahliye kararlarımız geldi. O yıllarda hemen dışarı bırakmıyorlardı. En erken bir gün sonra. Nitekim ana davadan tutuklu son yedi (7) yoldaş, Metris Cezaevi’nden çıkartıldık. Koğuştan çıkarken geri geri adımlayarak yürüdüm, geride kalan yoldaşlara sırtımı dönüp yürümüş olmamak için.

Metris’ten Gayrettepe’deki İstanbul Emniyet’e götürüldük, oradan bırakılacağız. Resmi işlemler tamamlandıktan sonra bırakıldık, emniyetin kapısında bekleyen ailelerimizle kucaklaştık. Ancak, Mehmet Sami Akdöl yoldaşımız o anda bu sevinci yaşayamadı. Resmi yazışmaların gecikmesi nedeniyle iki gün daha emniyet hücrelerinde kaldı. O gündür bugündür, Mehmet Sami yoldaşımız, tutuklu kaldığı yıllardan çok, fazladan içerde tutulduğu o iki güne hayıflanır hâlâ! 

***

Dediğim gibi insanın ömründen değil yıllarını, bir saatini bile çalmanın, hapiste tutmanın nasıl bir zulüm ve işkence olduğunu mapus damında yatanlar bilir.

Yürürlükteki anayasaya ve kanunlara göre bir saat bile tutuklu olmamaları gereken nice mahpus var ülkemizde. Bir değil, beş değil, onbinlerce. Tutuklanmaları yetmiyormuş gibi mapus damında ekstra zulme maruz bırakılıyorlar.

Hangi birini saymalı? Osman Kavala, Selçuk Kozağaçlı, Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater...

Her birinin dosyası skandallarla dolu. Ceza hukukunun tüm kuralları çiğnenerek içerde tutuluyorlar. Öyle birkaç gün değil, yıllarca.

Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ 4 Kasım 2016’dan beri tutuklu hükümlü.

Osman Kavala 18 Ekim 2017’den beri tutuklu hükümlü.

Selçuk Kozağaçlı 13 Kasım 2017’den beri tutuklu hükümlü.

Can Atalay, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater 25 Nisan 2022’den beri tutuklu hükümlü...

Tekrar edeyim, birkaç gün değil, yıllarca mahpuslar. Kimileri neredeyse on yılı geride bırakacaklar. 

*** 

Dediğim gibi böyle on binlerce insan var mapus damında. Tutuldukları yetmiyormuş gibi ekstra zulme maruz kalıyorlar. 

Selahattin Demirtaş’ı memleketinden iki bin kilometre uzakta mapusta tutmak nasıl bir vicdansızlıktır? Osman Kavala’ya, Selçuk Kozağaçlı’ya, Can Atalay ve diğerlerine aynı vicdansızlık. Can Atalay için Anayasa Mahkemesi kararı var; ama o bile geçerli sayılmıyor. O karara sahip çıkmayan TBMM Başkanı’na, ret oyu veren mebuslara yuh olsun!

Gezi Davası “hükümlüsü” Tayfun Kahraman rahatsızlanmış; kan dolaşımını engelleyecek sıkılıkta ters kelepçe ile hastaneye götürmüşler; yaz sıcağında tam 6 saat öyle dolaştırmışlar. Resmi açıklamaya göre, öyle dolaştırmaları kanuna uygunmuş. (Hatırlatmak gibi olmasın, 40 yıl önce bizi de öyle dolaştırıyorlardı.)

Bir sokak söyleşisinde herkesin içinden geçeni seslendirdiği için tutuklanan Dilruba da, tam duruşma gününe üç gün kala tahliye edilmiş. Ama ne tahliye! Gecenin yarısı sokağa bırakılmış. Adeta kurda kuşa yem edilmiş. Eleştiriler üzerine “Kanuna uygun, kendisi ailesine avukatına haber verilmesini talep etmedi.” (Kanununuz yönetmeliğiniz batsın! İlla talep etmeli miydi? Belli ki, 3 Eylül’de görülecek duruşmaya ilgiyi azaltmak, duruşmanın kitlesel protestoya dönüşmesini engellemek için tahliye etmişler. Tahliye iyi de böyle hesap kitap tam da sıradan faşizme ve lümpen faşistlere özgü!)

Bir de Makbule Özer var. Kadın 82 yaşında. Onca katil, hırsız, rüşvetçi, uyuşturucu taciri, mafya şefi serbestçe dolaşırken yıllarca içerde tutulmuş. Suçu örgüte yardım yardım yataklık imiş. 82 yaşındaki bir kadından korkan devlete de, o kadından yardım yataklık talep etmişse o örgüte de yuh olsun! Neyse ki, Makbule teyze nihayet tahliye edilmiş. 

***


Tekrar edeyim, insanın ömründen değil yıllarını, bir saatini bile çalmanın, hapiste tutmanın nasıl bir zulüm ve işkence olduğunu mapus damında yatanlar bilir.

Kalbi solda atanları, özgürlük ve eşit yurttaşlık için çırpınanları mapusta tutanların bahçeleri bahar görmesin!