26 Temmuz 2015 Pazar

HALKLARA AÇILAN SAVAŞA HAYIR

Tayyip Erdoğan’ın 7 Haziran’da seçim sandığında suya gömülen Şam’da zafer namazı ve başkanlık projesini Suriye bataklığında canlandırma -olabilirse Kasım 2015 tekrar seçiminde ete kemiğe büründürme- hayali bir haftada ülkeyi ne hale getirdi!
AKP’nin din kardeşi, GDO’suz İslam örgütü IŞİD, Suruç’ta 32 kişiyi katletti. Katledilen gençlerin IŞİD kuşatmasında harabeye çevrilen Kobani ile dayanışma dışında bir amaçları yoktu. IŞİD, Türkiye’deki din kardeşinin ABD öncülüğündeki koalisyona katılmasına ve üsleri açmasına yanıtını gençlerin tabutlarıyla verdi.
Suruç katliamı aynı zamanda Kürt sorununda barışçı çözüm iradesi olan HDP’nin Türkiye partisi olma çabasına indirilen provokatif bir darbe oldu. PKK bu toprakların yabancısı olmadığı bir refleksle, Suruç katliamına misilleme olarak polis ve asker katletmeye başladı.
PKK’nin cinayetlerini IŞİD cinayeti izledi; Kilis'te IŞİD’in denetimindeki bölgeden Türk askerine ateş açıldı, bir astsubay yaşamını yitirdi. Nihayet, Türk Silahlı Kuvvetleri Irak’ta PKK, Suriye’de IŞİD mevzilerine hava harekâtı düzenledi.
TSK’nin havadan bombardımanıyla zaten çeyrek ağızla yürütülen çözüm sürecine nokta konurken, sivil sıkıyönetim yasası kapsamında yapılan torba operasyonda 600’e yakın kişi PKK, IŞİD ve DHKP/C gerekçesiyle gözaltına alındı. Suruç katliamını protesto amaçlı barışçı gösterilere polis terörüyle karşılık verildi. Hükümet Sözcüsü, Gündem, Evrensel diye isim sayarak, muhalif medyayı tümden yasaklamaya hazırlandıklarının mesajını verdi.
Özetle, Suriyeleşme risk olmaktan çıktı, yakın tehlikeye dönüştü. Türkiye Suriye’ye girer mi girmez mi tartışması anlamsızlaştı, Suriye’deki ve Irak’taki iç savaş Türkiye’ye taşındı.
***

Mezhepçi dış politikanın iflası
Ülkenin sadece birkaç günde savaş atmosferine girmesi beklenmeyen, sürpriz bir sonuç değildi. Yüz yılları bin yılları hesaba katan derinlikli analizler bir yana, değil sosyalist demokrasi veya radikal demokrasi, asgari burjuva demokrasisi bile vaat etmeyen Arap baharının Suriye ayağı NATO şemsiyesi altındaki kapitalist devletlerin istediği doğrultuda gelişmedi. Çok kısa zamanda yıkılması öngörülen Suriye rejimi, Rusya ve Çin’in başını çektikleri blokun desteğiyle ayakta kaldı.
Sürecin Türkiye ayağında, Suriye’deki rejimin kısa sürede değişeceği hayaline Ortadoğu politikası iflas etti. Mezhepçi dış politikanın iflas edeceğini öngörmek için iç ve dış politikanın, tarihin coğrafyanın, savaş ve stratejinin bütün bilgileriyle donanmış olmak gerekmiyordu. Batı emperyalizminin yellemesiyle Irak ve Suriye’de estirilen rüzgâr Türkiye’ye fırtına olarak döndü dönüyor. AKP iktidarının Irak ve Suriye’de yüzlerce TIR dolusu silah ve malzemeyle körüklediği etnik ve mezhepsel çatışmanın Türkiye’yi de içine alarak daha kanlı bölgesel bir felakete dönüşmesi kaçınılmaz görünüyor. Bu felaketi önleyecek toplumsal ve siyasal bir dinamik ise ne yazık ki ufukta görünmüyor.
***

AKP’nin amacı 7 Haziran’ın rövanşını almak
Ayan beyan görünüyor ki, hırsızlık ve yolsuzluk dosyalarıyla malûl iktidar, çareyi tekrar seçimde görüyor. Bunun için MHP ve HDP’nin zayıflatılması, mümkünse barajın altına itilmesi gerekiyor. Ama ille de HDP’nin zayıflatılması. MHP barajı bir iki puan geçse de olur.
Geçmişte bir yerlerden genç insan ve “şehit” tabutlarının gelmemesi AKP’nin seçim zaferi için yeterliydi. Devir değişti, bugün milli birlik beraberlik nutuklarıyla toprağa indirilecek  “şehit” tabutları gerekiyor. Bu amaçla iç barış dinamitleniyor, “baldıran zehiri pahasına”(!) başlatılmış çözüm süreci sona erdiriliyor; Suriye bataklığının yurt içine taşması bile göze alınıyor. İşte Türkiye’deki üsler de NATO ordularının kullanımına açıldı. Hava harekâtı yetmeyeceğinden muhtemeldir ki yakında kara ve deniz birlikleri de davet edilecek; Tayyip Erdoğan, 2003 yılında Amerikan askerlerinin zaferi için ettiği duayı tekrarlayacak.
Bu noktada sermaye iktidarına payanda olan ırkçı MHP için yeni bir şey söylemek gereksiz. Barış ve demokrasi bağlamında asıl önemli olan HDP ve PKK’nin ne yaptığı ne yapacağı.
AKP’nin tüm çabasına karşın HDP, 7 Haziran’da 12 Eylül faşizminin mirası yüzde 10 seçim barajını aşarak, TBMM’ye 80 vekil sokmayı başardı. Vurgulanmalı ki, HDP’ye oylar Kürt meselesinin barışçı çözümü ve dinci faşist diktatörün tökezletilmesi için verildi. Ne ki, PKK yüzde 13 dolayındaki oyun ağırlıkla barışçı çözüme ve radikal demokrasi idealine verildiğinin ayırdında görünmüyor. Dar milliyetçi bakış açısıyla ve silahlı pratiğin alışkanlığıyla AKP’nin çözüm ve barış sürecini sona erdirme politikasına hemen teslim oldu, HDP’nin radikal demokrat bir seçenek olarak Türkiye partisi olma siyasetine balta vurmaya başladı. PKK liderleri, AKP’yi tek başına iktidardan eden HDP’yi baltalamakta AKP liderleriyle zımni ittifak içinde görünüyorlar.
***

UYKULARDA ADAM VURULMAZ
Bu kaçıncı Sisyphus kaderidir ki, Kürt meselesinde barışçı çözüm umudu her defasında kanlı provokasyonlarla boşa çıkartılmaktadır. Abdullah Öcalan’ın 1993 yılında ilan ettiği ateşkes Bingöl’de 33 silahsız er katledilerek sona erdirildi. DTP’nin kapatılma davası sırasında Tokat Reşadiye'de 7 asker katledildi. Nihayet, Suruç katliamı sonrasında, Ceylanpınar’da uykuda vurulan polisler, Diyarbakır’da öldürülen polisler, askerler…
Siyasi mesajların siyasetin öznesi olmayan insanların bedenleri üzerinden verilmesi… Ulusal etnik dinsel veya kimlik odaklı savaşımlarda kalleş pusularda işlenen cinayetler… Sadece egemen sınıfın devleti adına işlenmiyor…
Cümlenin başı sonu bir araya gelemedi. Ondokuzuncu yüzyılda Düyun-u Umumiye emperyalizmine karşı Egeli tütüncülerin kendiliğinden isyanlarının anısını taşıyan bir zeybek türküsü geldi akla. Son kıtada kalleş pusuya öfke terennüm edilir: Elleme kör olası Arap, uykularda adam vurulmaz
 ***

Hırsızlık ve yolsuzluk dosyalarıyla malûl iktidar halklarımızı savaşa zorluyor.
Savaş ekmeğin küçülmesi, açlık yoksulluk demektir.
Savaş temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması demektir
Savaş ölüm tacirlerinin kasaları dolarken emekçi insanların toprağa düşmesi demektir. 
Savaş kavşağında uykularda, kalleş pusularda adam vurmaya hayır!
Hırsız diktatör müsveddesinin halklarımıza açtığı savaşa hayır!
Ortak vatanda, eşit yurttaşlık çatısı altında, herkesin kendi kimliği, dili, kültürü ve inancıyla özgürce yaşayacağı, birbirine üstünlük kurmayacağı, ortak evin nimetlerini hakça paylaşacakları demokratik ülke için el ele vermeli ayağa kalkmalıyız.

14 Temmuz 2015 Salı

SATILMIŞ GAZETECİLER

Üç yıldır, yeni bir kitap yazmak yerine sürekli okuyorum. Planlı programlı bir okuma değil. Elime ne geçerse, hangi kitap dikkatimi çekerse okuyorum. Serbest okumak ne güzelmiş meğer.
Son haftalarda okuduğum kitaplardan biri de Satılmış Gazeteciler*. Almanca adıyla Gekaufte Journalisten. Alman gazeteci Udo Ulfkotte yazmış. Türkçe çevirisi geçen Nisan ayında basılmış. İmge Kitabevi, çeviriyi, “kamuoyunu aydınlatma uğruna özgürlükleri hep tehdit altında olan özgür gazetecilere” adamış. Satılmış Gazeteciler’i çıkar çıkmaz okudum. Medya konusunda iki kitap yazmış biri olarak bana hiç yabancı gelmedi. Anlatılanlar öylesine tanıdık.
Kitap her ne kadar Alman medyasındaki kaymak tabakanın yani medya seçkinlerinin şirketler, gizli servisler, siyasetçiler, üçüncü dünya diktatörleri, kısacası kapitalizmin iktidar aktörleri ve kurumlarıyla ilişkilerini anlatıyorsa da genelde bütün ülkelerde ve Türkiye’de siyaset/sermaye/medya ilişkilerini anlamada kılavuz niteliğinde.
Kitabın yazarı Udo Ulfkotte Almanya’nın en etkili gazetelerinden Frankfurter Allgemenie Zeitung’ta 17 yıl süreyle savaş muhabirliği ve dış politika editörlüğü yapmış. Alman ve Amerikan gizli servislerini yakından tanımış. Luneburg Üniversitesi’nde güvenlik yönetimi üzerine ders vermiş.
Yazar, Önsöz’de kitabın ana fikrini şöyle ifade ediyor: “Yabancıların ‘transatlantik dostluk kuruluşları’nda verdikleri görevi güya kamu yararına etkilemek için ciddiye alınması gereken bir ajanlar ordusu Alman medyasında para kazanmaktadır. Onların bir görevi de siyasetteki ve medyadaki elitlerin Rusya ile düşünsel blok oluşturmalarına engel olmak ve Amerikan yanlısı rotayı muhafaza etmektir. Sonuçta Washington Avrupa’da net amaçlar güdüyor; bunların içinde yeni bir soğuk savaş da var. Bunun için işbirlikçi olarak bizim saygın medyamıza ihtiyaç duyulmaktadır. Sadece Amerikan Savunma Bakanlığı uzun yıllardan beri medya haberciliğini propaganda yoluyla ve dünya çapında etkilemek için milyarlar harcamaktadır.”
***

Satılmış Gazeteciler kitabının yazarı Ulfkotte, kapaktaki alt başlıkta “Politikacılar, Gizli Servisler, Büyük Sermaye, Kitle İletişim Araçlarını Nasıl Kullanıyor?” diye soruyor; soruyu kişisel mesleki deneyimlerini anlatarak yanıtlıyor.
Kitabın her bir bölüm başlığı okumayı tahrik eden çarpıcılıkta:
Bir Petrol Holdingi Beni Nasıl Yağladı?
Gazeteciler Toskana’daki Villalarını Nasıl Ödüyorlar?
Hatır Söyleşileri, PR Seyahatleri, Vergi Aldatmacası.
Bizim Medya: Uyum İçinde, Hükümete Bağımlı, Araştırmaya İsteksiz.
Gizli Servislerin Kıskacında İsimler, Tartışmalı İlişkiler, Nahoş Şakşakçılıklar.
Obama’nın Trolleri, ABD’nin Beşinci Kolu.
Gazetecilerin Üçte İkisi Rüşvetçidir.
Hatırşinaslıklardan Hoşlanmak: Medya Böyle İtaatkâr Hale Getiriliyor?
***

SATILMIŞ GAZETECİLER NE YAPARLAR?
Yazar bu ve benzeri soruların yanıtı olarak onlarca olay anlatıyor, yüzlerce isim sıralıyor. Gazeteci, politikacı, sermaye şirketleri, gizli servisler, think thank kuruluşları ve vakıflar arasındaki ortakyaşarlık ilişkisini tablolar halinde gözler önüne seriyor.
Ulfkotte’nin de anlattığı, daha doğrusu itiraf ettiği üzere satılmış gazeteciler leyleği havada görmüşlerdir, sürekli seyahat ederler. Piyasa tanrısının emrindeki think thank kuruluşlarının ve vakıfların –ki gizli servislerin uzantılarıdırlar– düzenlediği konferansların açıkoturumların, televizyonlardaki tartışma programlarının gedikli konuklarıdırlar. Lüks otellerde ağırlanırlar, hediyelere ödüllere boğulurlar. İstihdam edildikleri medya organlarında astronomik ücretle çalışırlar, düşük bedelle villa sahibi olurlar. İlişkili oldukları şirketlerin, think thank kuruluşlarının ve vakıfların dergilerinde yazarak ekstra ücret alırlar…
Bu tatlı hayat karşılığında kendilerinden beklenen, yaşadıklarını, tanık olduklarını ters yüz etmek, haber ve yorumunda kendisini besleyen kişi ve kuruluşu güzellemektir.
Mesela, Körfez İşbirliği Konseyi’nin yıllık olağan toplantısını izlemek üzere Umman Sultanı Kâbus’un konuğudur. Havaalanında emre amade mihmandar tarafından karşılanır, klimalı bir limuzinle alınır; Umman’ın beş yıldızlı lüks oteli El Bustan Palace’a yerleştirilir. Sultan’ın misafiri olarak, otelde her türlü konfor ve hizmetten yararlanır. Toplantı dışındaki serbest saatlerde de tercüman ve emre amade mihmandar canlı cüzdan gibidir; konuğun her arzusunu gözlerinden okur, hiçbir ödeme yaptırmaz. Aslında sıkıcı bir toplantıdır, haber değeri yoktur. Toplantının sıkıcılığı altın Rolex, altın dolmakalem, değerli sikkelerden hediye paketi odaya bırakılarak telafi edilir. İkram ve ağırlama faslında gazetecinin cinsel istekleri de karşılanır. Toplantının haber ve yorumunda ise, Umman’daki diktatörlük rejimi, insan hakları ihlalleri görmezlikten gelinir. Ülkesindeki herkesin sevgilisi Umman Sultanı güleryüzlü hayırsever biridir…
Mesela 2008 yılında kapitalizmin küresel krizi Alman ekonomisini de sarsar. Şansölye Merkel belli başlı medya temsilcilerini ve yayın müdürlerini 8 Ekim’de akşam yemeğine çağırır. Gazetecilerle sanki Şansölyeliğin bir dairesinin çalışanlarıymış gibi konuşur; ekonomi ve finans krizinde sorumlu davranmalarını ister. Aksi halde ülke ekonomisi kontrolden çıkabilir. Gazeteciler sorumlu davranırlar, ekranlarında ve sayfalarında tasarrufçulara yatırımlarının güvende olduğunu telkin ederler…
Mesela 1980’li yıllarda İran-Irak savaşını izler, Halepçe’de Kürtlerin cephede İran askerlerinin zehirli gazla katledilmelerini haberleştirir; ancak zehirli gazın Alman şirketlerince üretildiğini yazmaz.
Udo Ulfkotte, kitapta buna benzer nice “satın alınmış gazetecilik” deneyimini anlatıyor, yoksul veya orta halli ailelerden gelen gazetecilerin siyaset/sermaye dünyasınca nasıl devşirildiğini, yeterli kıdeme eriştikten sonra nasıl yönetici yapıldıklarını betimliyor. Savaş ve diplomasi alanında “alfa gazetecilerin NATO basın bürosunun uzatılmış kollarından başka bir şey olmadıklarını” vurguluyor. Satın alınmış gazetecilik pratiğinin sayfalara ve ekranlara nasıl yansıdığını da ünlü iletişim kuramcısı Elisabeth Noelle-Neumann’ı tanık göstererek ifade ediyor: “Bugün insanların kafasında bulduğunuz şey, gerçek değildir. Tersine, medyanın uydurduğu, ürettiği gerçektir.”
 Kitap Almanya’da geçen yıl yayımlanmış. Türkçe çevirisi ise geçen Nisan ayında çıkmış. Udo Ulfkotte’nin Alman medyası için anlattıkları, Türkiye için bire bir denecek ölçüde hakikat. Türk medyasını anlatıyormuşçasına hakikat olmasına karşın Türkiye’de sessizlikle karşılanması son derece anlamlı. Sahi, Türk medyasında satılmış gazeteciler yok mudur? 

*Satılmış Gazeteciler, Udo Ulfkotte, Çev. Hüseyin Salihoğlu, İmge Kitapevi, Nisan 2015 Ankara.

7 Temmuz 2015 Salı

İÇERİDE DIŞARIDA SAVAŞA HAYIR

Seçimlerin üzerinden bir ay geçti; ancak Anayasa’ya göre Başbakan’ı ve bakanları atama yetkisine sahip Tayyip Erdoğan, hükümet kuruluşu için hiç de acele etmedi, etmiyor. Kendisi de saklamıyor ki, niyeti hükümet kurdurmak değil, kurdurmayıp TBMM’yi feshederek tekrar seçime gitmek. Zira öyle ya da böyle bir hükümet kurulursa, TBMM çalışmaya başlayacak ve ucu kendisine dokunacak soruşturma dosyaları açılacak. Tekrar seçimde partisi çoğunluğu sağlarsa bu soruşturmalar açılmayacak, kendisi de eskisi gibi fiili başkanlığını sürdürme şansı bulabilecek…
Seçimi tekrarlamanın kendisini kurtarmaya yetmeyebileceğini, bu durumda nasıl bir yol izlemesi gerektiğini Erdoğan da biliyor. Tarihsel deneyimlerin ışığında Erdoğan da biliyor ki, diktatörler yitirmek üzere oldukları iktidarlarını sürdürmek için dış maceraya girişirler. Erdoğan da bu bilinçle, ipleri elinden kaçırmamak için becerebilirse orduyu Suriye’ye sokmaya çalışıyor. Bu hevesle, istifa etmiş yetkisi kalmamış hükümetle toplantı üstüne toplantı yapıyor; bedeli ne olursa olsun Suriye’nin kuzeyinde devlet oluşumuna izin vermeyeceğini bağırıyor.
***

Erdoğan’ın “Suriye'nin kuzeyinde bir devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz” çıkışının ardından Türk ordusunun Suriye’ye gönderilmesi senaryoları daha bir ciddiyetle tartışılıyor. Kanalizasyon medyasının ekranlarında ve sayfalarında tartışıldığına göre, Suriye’de Cerablus ve Mare arasındaki 90 kilometre genişliğinde 30 kilometre derinliğindeki bölge işgal edilecek. Bu amaçla, TSK’ye yazılı emir verildi; Karkamış ve Öncüpınarı civarında 50 bini aşkın asker konuşlandırıldı. İşgal harekâtını uygulayacak generaller bu hafta Genelkurmay karargâhında toplanarak durum muhakemesi yapacaklar…
Görünen o ki, Erdoğan’ın Suriye’ye asker gönderme planı iç kamuoyuna ‘Kürt devletini önleme harekâtı’, dış kamuoyuna ‘IŞİD’le mücadele’ ambalajıyla sunulacak. Açıkçası, halen IŞİD denetimindeki bölgeye girmenin bir amacı, IŞİD karşısında tutunamayan (Suudi Arabistan ve Katar destekli) Fetih Ordusu, Ahrar’uş Şam İslami Hareketi, Suriye İslam Cephesi ve Özgür Suriye Ordusu adlı çetelere can simidi uzatmak. Diğer bir amacı da Kürt örgütü PYD’nin IŞİD’i yenilgiye uğratarak Rojava’nın bütünlüğünü sağlamasını önlemek.
***

Derin stratejik taktik analizlerin ötesinde, Suriye’ye asker sokmak, oradaki vahşi savaşı Türkiye’ye taşımak demektir. Savaş Türkiye sınırları içinde daha düşük yoğunluklu da cereyan etse, olan emekçilere olur. Yoksul halk çocuklarının, gencecik insanların tabutları yan yana dizilir, zaten kullanılması fedakârlık gerektiren temel hak ve özgürlüklerin üzerine milli birlik beraberlik şalı serilir. Kürtlerle olan nihai köprüler de dinamitlenmiş olur.
Ordu’nun Suriye’ye sokulması, hem yürürlükteki Anayasa’ya göre hem de uluslararası hukuka göre suçtur aynı zamanda. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne verildiği söylenen yazılı emir, geçen yıl TBMM’den geçirilen tezkereye ve Anayasanın 92’nci maddesine dayandırılıyor. O madde “Milletlerarası hukukun meşru saydığı hallerde savaş hali ilânı ve Türk Silahlı Kuvvetlerini yabancı ülkelere gönderme” yetkisini TBMM’ye veriyor. TBMM tatildeyken bu yetkiyi Cumhurbaşkanı kullanabilir.
Öte yandan Anayasa’nın atıf yaptığı uluslararası hukuk, ancak meşru savunma durumunda ve Birleşmiş Milletler antlaşmasına göre de Güvenlik Konseyi karar alırsa, sınır ötesi harekâta izin veriyor. Oysa ne Türkiye’ye bir saldırı var ne de BM Güvenlik Konseyi Suriye’ye yönelik bir askeri harekât kararı almış. Bu durumda “IŞİD’le mücadele için güvenli bölge yaratacağım” gerekçesiyle Suriye’ye asker göndermek, düpedüz işgal sayılır. Bu ise Türkiye’yi içinden kolayca sıyrılamayacağı askeri, diplomatik ve ekonomik kaosa sürükler. Sonuçta kaosun tüm faturası her zaman olduğu gibi emekçilere havale edilir.
***

Erdoğan’ın kişisel iktidarını sürdürebilmek için Türkiye’ye biçmeye çalıştığı bu senaryoya mahkûm değiliz elbette. Bu senaryoya mahkûm olmadığımızı Erdoğan da biliyor. Buna karşın Erdoğan, yetkisi kalmamış bir hükümet eliyle bu senaryoyu sahnelemeye çalışıyor.
Çünkü Erdoğan da farkında ki, kapitalist emperyalizmin diktatörlerle ensest ilişkisi defalarca tanık olunmuş tarihsel bir realitedir. Kendi çıkarına hizmet ettiği sürece diktatör ülkesinin sevgili lideridir, demokrasi ve insan hakları savunucusudur, bölgesinde barış ve istikrarın mimarıdır. Bu yüzden ödüllere boğulur, paçadan akan sonradan görmeliğe karşın uluslararası medyada romantize edilir. Kontrolden çıktığında ise önce medya eliyle şeytanlaştırılır; ardından etrafındaki bir diktatör adayının iç darbesiyle, olmazsa iç isyanlarla, daha da olmazsa açık işgalle hakkından gelinir.
Kapitalist emperyalizm aynı yöntemle bugün de Suriye diktatörünün hakkından gelmeye çalışıyor. Suriye halkı dört yıldır kendi diktatörüyle ABD öncülüğündeki emperyalist blokun örgütlediği katiller sürüsü arasındaki kanlı savaşın acısını çekiyor. Radikal İslamcı katiller sürüsü, bölgenin ABD yandaşı teokratik diktatörlükleri Suudi Arabistan ve Katar ile Türkiye tarafından doğrudan destekleniyor. Keyfi iktidarını içeride cepheleşmeye dayandıran Recep Tayyip Erdoğan da “Suriye iç meselemizdir” diyerek, Suriye’de sahnelenen kanlı senaryoyu sahiplendi. Ardından, “İnşallah en kısa zamanda Şam’a gidecek, Emevi Camii’nde namazımızı kılacağız” hayali kurdu. Ne ki bir zamanlar ailecek birlikte tatil yaptığı “kardeş” diktatör hayli dayanıklı çıktı. Suriye diktatörünün direnci karşısında kaosun baş mimarı ABD bile Suriye’deki vahşi savaşa artık mesafeli duruyor, Avrupa ülkeleri kuru sözlerle yetiniyorlar. Buna karşılık Tayyip Erdoğan “Suriye'nin kuzeyinde bir devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz” diyerek, içeride yitirmekte olduğu iktidarını dış macerayla sürdürmenin yollarını arıyor.
***

Şurası kesin ki, Batılı müttefiklerin Suriye’de silah zoruyla rejimi değiştireceği beklentisine dayalı Ortadoğu ve Suriye politikası iflas etti. Tayyip Erdoğan ne yaparsa yapsın, 7 Haziran’da seçim sandığına suya gömülen başkanlık hayalini Suriye bataklığında canlandıramayacak, Türk Silahlı Kuvveleri’ni ikna etse bile Türkiye insanlarını Suriye’yi işgal suçuna ortak edemeyecek.
İster bugünkü parlamento tablosunda isterse tekrar seçimle oluşacak parlamento konjonktüründe, Türkiye’nin Tayyip Erdoğan’ı acilen sahneden indirmesi, etnik ve dinsel mezhepsel ayrımcı dış politikasını terk edip Suriye’den elini çekmesi, kendi içinde politikasını değiştirerek eşit yurttaşlık temelinde iç barışını kurması ertelenemez ihtiyaç haline gelmiştir.

Her şey bir yana, “İçeride dışarıda savaşa hayır” diye haykırma zamanıdır.