21 Mart 2017 Salı

PEYGAMBERLER GÜNAHSIZ MASUMLAR MIDIR?

Toprağı bol olsun, Georgi Dimitrov faşizmi “finans kapitalin en gerici, en şovenist, en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğü” olarak tanımlamıştı.
Siyaset biliminde faşizmin karakteristik özellikleri olarak düşmanlaştırma, ulusal güvenlik takıntısı, sermaye korunurken emek güçlerinin baskı altına alınması, cinsel ayrımcılığın şahlanması, aydınların ve sanatın küçümsenmesi gibi pratiklerin yanı sıra medyanın denetimi, hileli seçimler ve din ile yönetimin bütünleşmesi de vurgulanır.
20’nci yüzyılın faşist rejimleri incelenerek yapılan bu tanımlamalar Türkiye’de AKP iktidarınca da doğrulanıyor. AKP, ülkeyi barışçıl yollardan yönetemediği son dört beş yılda faşist karakterini saklayamaz hale geldi. Toplumsal muhalefet yükseldikçe AKP’nin faşizmi de koyulaşıyor. Son referandum süreci de AKP faşizmini olanca çirkinliğiyle gözler önüne seriyor.
Tek adam diktatörlüğü için dayatılan referandum, önceki referandum ve seçimlerden nispeten farklı bir süreç olarak gelişiyor. Seçmen listeleri ne kadar sağlıklı, bilinmiyor. 7 Haziran ve 1 Kasım 2015 seçimleri arasında geçen beş ayda seçmen sayısı 2 milyon artmıştı. Aradan on beş ay geçti, 16 Nisan referandumu için seçmen sayısı 2 milyon artmış.
Kentleri yakılıp yıkıldığı için göç etmek zorunda kalan yüz binlerce insan oy kullanabilecek mi, bilinmiyor. Sayısı 100’ün üzerinde özel güvenlik bölgelerinde nasıl oy kullanılacak, kullanılan oylar nasıl sayılacak, o da belirsiz.
Öte yandan iktidar partisi, önceki seçim ve referandumları da geride bırakacak derecede siyasi ahlaka tümüyle aykırı bir kampanya yürütüyor. Başta Cumhurbaşkanı sıfatını taşıyan zat olmak üzere, iktidar partisi sözcüleri devletin her türlü olanağını propaganda için kullanıyorlar. Daha alt düzeydeki kamu görevlileri iktidar partisinin militanı gibi propaganda çalışmalarına katılıyorlar. Öyle ki, ana muhalefet partisinin başını isteyecek kadar gözlerini karartmışlar.
Yetmiyor, hayır kampanyasını devlet terörüyle engelliyorlar, muhalif milletvekillerini hapse atıyorlar; ondan sonra da topraklarında propagandaya izin vermeyen yabancı ülkeleri nazi veya faşist olmakla suçluyorlar.
Yetmiyor, bir elin beş parmağını bulmayacak sayıda gazeteler dışındaki tüm medyayı kendi propagandaları için kullanıyorlar, muhalif medya mecralarını kapatıyorlar.
Yetmiyor, açıkça iç savaşla kaosla tehdit ediyorlar; “hayır” diyecek olanların terörist olduklarını, Çanakkale’de yenilenlerin torunları olduklarını söyleyecek kadar iğrençleşiyorlar.
Yine de yetmiyor, yalanın demagojinin din istismarının en iğrenç örneklerini sergiliyorlar. Reisleri için “Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde taşıyan lider, O’na dokunmak bile ibadettir” diyerek şirke batıyorlar; daha mütevazı olanları “Allah’ın elçisi” diyorlar, peygambere saygı için okunan salavatı reise uyarlıyorlar. Referandumdan evet çıkacağına ilişkin ayet ve hadisler bulunduğunu söyleyecek kadar alçalabiliyorlar. “Bakara makara” diyerek Kur’an ile dalga geçen hırsıza bile sahip çıkıyorlar. Bu kadar alçaldıktan, günaha battıktan sonra, tek adam yetkilerinin nasıl yoldan çıkarıcı olabileceğini anlatmaya çalışırken peygamberden örnek veren muhalefet sözcüsüne sırtlanlar gibi saldırıyorlar...
***

DİNİ SİYASETE ALET ETMENİN DAYANILMAZ AHLAKSIZLIĞI
İşte Deniz Baykal’ın başına gelenler. Baykal dedi ki, “Beşer şaşar. Bu kadar yetkiyi peygambere verseniz, peygamberi bozar.
Sen misin böyle diyen! Kendi mahallelerinde onca din istismarı yapılırken alkışlayanlar, onca günaha ortak olanlar Baykal’a demediklerini bırakmıyorlar.
Bıyık güzeli Adalet Bakanı BB “Cahilliğin dışavurumundan başka bir şey değil” dedi. 
Şehircilik Bakanı MÖ “Sapık, ne dediğini bilmiyor” diye konuştu.
İçişleri Bakanı SS, “Ayıptır, kutsallarımıza, kutsallarımız üzerinden değerlendirmelere girmemeliyiz, bu yanlıştır” diyerek çullandı. 
İktidar partisinden ve hükümetten Baykal’a çullanmayan kalmadı gibi. En ilginç saldırı ise Başbakan Yardımcısı’ndan geldi. Peygamber üzerinden benzetmeyi doğru bulmadığını, referandum kampanyasına Peygamber’i karıştırmanın vicdansızlık olduğunu söyledi Numan Kurtulmuş: “Bu doğrudan doğruya dinin siyasete alet edilmesidir” diye üste çıktı. Çok daha ilginci, “Bizim peygamber inancımızın aslı, peygamberlerin masumiyetidir, günahsızlığıdır. Peygamber şaşmaz. Peygamberlerin hiçbirisi şaşmaz.” diyerek kendince ilahiyat dersi verdi.
Hani nasıl derler, “profesör olmuş ama...
Amadan sonrasını olmuş mu olmamış mı önemli değil de, Prof. Dr. Numan Kurtulmuş’un ahlaki ve siyasi tutarlılığı bu kadar işte. Recep Tayyip Erdoğan’a onca ağır sözler söyledikten sonra gidip biat edince, ahlaki ve siyasi tutarlılığını sıfırlamıştı. Meğer, ilahiyat bilgisi zaten sıfırmış.
***

PEYGAMBERLER GÜNAH İŞLER Mİ?
Prof. Dr. Numan Kurtulmuş olmak için zaten ilahiyat bilgisinin sıfır olması gerekiyor. Ünlü özdeyiştir: Kutsal kitabı okuyup anlayan ateist, okuyup anlamayan dindar olur, ne okuyan ne de anlayan ise yobaz...
Akademik unvanına bakarak Numan Kurtulmuş’un ateist olduğunu sanmak abesle iştigaldir. Takva ehli dindar veya yobaz mıdır, en iyi bilecek olan Allah’tır! Bu anda üzerinde durulması gereken, peygamberlerin masumiyetine ilişkin söylediklerinin gerçek olup olmadığıdır.
Başka bir ifadeyle “Peygamberler masum mudur, hiç günah işlemediler mi?
Günah demek, “Tanrı buyruklarına karşı olan, dince suç sayılan amel ya da davranış” demek. Örneğin, kul hakkı yemek günahtır. En büyük 72 günahın ilki Allah’a şirk koşmaktır.
Günah böyle tanımlandığına göre, semavi dinlerde insanlığın atası kabul edilen Adem peygamber ve eşi Havva, niçin cennetten kovuldular? Tanrı buyruğuna karşı Adem ile Havva ne yapmışlardı da insanlık hâlâ bu ilk günahın cezasını çekiyor?
İnsanlığın ikinci atası sayılan Nuh peygamber ne yaptı da kendinden geçti, şuurunu yitirdi? Şuurunu yitirdiğinde küçük oğlu, babası Nuh peygambere ne yaptı?
Lut peygamberin kendisini sakınamadığı amelleri yazmaya konuşmaya kim cesaret edebilir?
İbrahim peygamberin karısıyla akrabalık derecesi neydi?
Ya Davud peygamber? Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılıyor. Sâd suresinde anlatıldığına göre, Allah Muhammed’e Davud’u hatırlatıyor. Dağlar taşlar kuşlar Davud’un emrine verilmiş, mülkü artırılmış. Derken, iki kardeş Davud’a geliyor. Biri, diğerinin doksan dokuz koyunu olduğunu ve kendisinin tek koyununa göz diktiğini anlatıyor, Davud’dan adaletle hüküm vermesini istiyor. Davud, doksan dokuz koyun sahibinin tek koyuna göz dikmesinin haksızlık olduğunu söylüyor. Bunu söyler söylemez de Allah’tan af diliyor. Allah da Davud’u bağışlıyor, yeryüzüne halife yaptığını bildiriyor...
Kur’an’da bu kadar anlatılıyor. Peki Kur’an’da ayrıntısı verilmeyen bu olay nedir ki, Davud af diliyor? Eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Süleyman Ateş’in tefsirine göre, Davud peygamberin af dilediği olay, Kitabı Mukaddes’in II. Samuel, bab:12’de anlatılan zina olayıdır; peygamberler hakkında kuşku uyanmaması için bu zina olayı Kur’an’da ayrıntısıyla anlatılmamıştır.
Prof. Dr. Süleyman Ateş bu kadarla yetiniyor. Ayrıntısına girmeden aktarmak gerekirse, onca dünya nimeti bahşedilen Davud peygamber, evinin çatısında dolaşırken, ordusunun generallerinden Uriya’nın karısı Betşeba'yı bahçesinde banyo yaparken görür. Kadını arzulayan Davud, Uriya’nın savaşta ön saflarda yer almasını emreder, Uriya savaşta ölür; Davud da Betşeba’yı haremine katar...
Buna benzer şekilde Kur’ân-ı Kerîm’de ayrıntısına girilmeden ima edilen, Kitabı Mukaddes’te ayrıntısıyla anlatılan nice amel, daha doğrusu günah vardır.
Peki Kur’ân’ın vahyedildiği Hz. Muhammed, günah işlemiş olabilir mi? Yanıtı Kur’ân-ı Kerim’de. Örneğin, Mü’min 55’te Allah, Muhammed’e şöyle hitap ediyor:
Ey Muhammed! Sabret. Allah’ın va’di şüphesiz gerçektir. Günahının bağışlanmasını iste. Akşam-sabah Rabbini hamd ederek tespih et.”
 Mekke’nin fethinin, fetih öncesinde Hudeybiye anlaşmasının anlatıldığı Fetih suresinde de Allah Muhammed’e şöyle vahyediyor:
Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsân ettik. Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru yola iletir. Ve sana Allah, şanlı bir zaferle yardım eder.” (Fetih / 1,2,3)
Demek ki neymiş? Muhammed peygamber de günahının bağışlanması için dua etmekle emrolunmuştur. Muhammed peygamberin geçmiş gelecek günahları bağışlanmış ve kendisine şanlı bir zafer müjdelenmiştir...
Tabii söz buraya gelmişken, SS’den önceki İçişleri Bakanı Efkan Bey’in bir konuşmasını hatırlamamak mümkün değil. Ala Bakan şöyle konuşmuştu: Hazreti Muhammed Mekke’nin fethinde kendisine pay çıkardı, gurura kibre kapıldı; ama biz kendimize pay çıkarmıyoruz başörtüsü yasağını kaldırdık diye.
Belirtmeli ki, İslami inanışta gurur ve kibir, en büyük günahlardandır, Şeytan’ın ziyneti sayılır. İktidar partisinin bir veziri böyle konuşmakla Muhammed’e şeytani bir günah atfetmişti. Buna bile sessiz kalan iktidar partisi mensupları, Deniz Baykal’ın son derece dikkatli cümlesi üzerine kıyametler koparıyorlar, Prof. unvanlı kubbe altı veziri ise peygamberlerin günah işlemedikleri, masum oldukları demagojisine sarılıyor. Maksat, İslam’ın beş şartından ötesini bilmeyen yoksulların soyut peygamber sevgisini siyasal ranta çevirmek.
Netice-i kelam, “Peygamberler günah işlemezler” iddiası gerçek dışıdır. Muhammed dahil, bütün peygamberler beşerdir, bazen şaşmışlardır, günah kabul edilen ameller işlemişlerdir. En muteber müfessirlerin ortak ifadesiyle, Allah o günahları kullarına ibret olsun diye peygamberlerine işletmiş, bu yolla kullarını uyarmıştır. “Peygamberler günah işlemez” diye iddia ve ısrar edenler, aklı, imanı ve ahlakı kıt olanlardır. Aklı, imanı ve ahlakı yetmeyenleri Allah ıslah etsin amin!
(İşbu risale İbnü’l Sallama Hükümran Beyefendi tarafından kaleme alınmıştır!)

7 Mart 2017 Salı

DİLEEEEEEK, DİLEK... OY DİLEK!

Ölümlü dünyada evlat acısından daha derin bir acı olmasa gerek.
Elbette anne baba kaybı, kardeş kaybı, kalbin sahibinin kaybı da acı çektirir de, ille evlat acısı.
İnsan olana empatisi bile nasıl acı çektirir, nasıl gözyaşı döktürür!
Empatisi bile onca acı çektirse, gözyaşı döktürse de, ateş düştüğü yeri yakar.
***

Nice evlat acısı yaşandı yaşanıyor bu memlekette.
Onca evlat acısı yaşanıyor da, nihayet ateş düştüğü yeri yakıyor.
Sokağa çıkma yasaklı operasyonlarda, üç yaşındaki bebeciğinin cesedini (kokmasın diye) buzdolabında saklayan anne babanın acısını kaç kişi duyumsamıştır?
Ya Suriye topraklarında başlayan kısacık yaşam öyküsü Ege’nin sahilinde biten Alan Kurdi bebeğin acısını?
IŞİD cellatlarınca yakılırken son nefesinde annesini sayıklayan askerin acısı kaç yüreğe ateş düşürmüş olabilir?
Öldüresiye dövülürken “Vurmayın artık öldüm ben” diye inleyen Ali İsmail’in çığlığını hangi anne baba duymazlıktan gelebilir?
Ya da ablalarının küçük abisi Ömer’in yazgısı? Babası 14 yaşında askeri okula teslim etmiş. Teğmen çıkan Ömer, 12 Eylül darbesi sonrasında rüşvetçi yargıcın kararıyla darağacında katledilmiş. Çok geçmemiş, baba Osman Nuri Yazgan, affa eşdeğer infaz yasası değişikliği haberini duyar duymaz yüreğine inip oğluna kavuşmuş. Osman Nuri Yazgan(lar)’ın acısına duyarsız kalabilecek anne baba var mıdır?
Ya Veysel Güney’in acısı? İddianamesini yazan sıkıyönetim savcısı bile, suçlu olduğuna dair yeterli kanıt bulunmadığını kayda geçirdi ama Veysel’i astılar 12 Eylül faşistleri. Bugün bile göstermiyorlar Veysel’i nereye gömdüklerini.
***

Nice evlat acısı nice ana baba acısı yaşandı yaşanıyor bu memlekette.
Sonu gelmiyor evlat acısının ana baba acısının bu memlekette.
Hangi birini anlatmalı, hangi birine yanmalı?
Tarih 5 Ekim 1999. Murat Bektaş, Adana’da belediyenin temizlik işçisiydi. Bir gece sabaha karşı polisler evine “yasadışı örgüt” baskını yaptı. Murat, ailesinin gözleri önünde polis kurşunlarıyla can verdi. Sonra anlaşıldı ki, operasyon yanlış adrese yapılmıştır. Tabii burası Türkiye, yani hukuk devleti! Katil polisler yargılandı. Türk milleti adına yargı yetkisini kullanan mahkeme, bitişik dairede kıstırılan Erdinç Aslan’ın öldürülmesinden dolayı açılan davada berat kararı verdi. Murat Bektaş’ın öldürülmesiyle ilgili davada ise polislere önce ‘kastı aşan fiille adam öldürmek’ suçundan sekizer yıl hapis cezası verdi; ardından cezayı altışar aya indirdi; sonra da cezayı tecil etti. Yanlış adrese operasyon kurbanı temizlik işçisinin yargının gözündeki değeri...!
Temizlik işçisi Murat’ın eşi Kezban, polisin ev vaadiyle davadan vazgeçirmeye çalıştığını anlatarak, “Bizi satın alamadılar ama devleti satın aldılar” diye bağırıp karara isyan etti.
Anne Fikriye Bektaş ise “Devlet suçsuz insanları öldürsünler diye mi polise silah veriyor. Ciğerim yanıyor. Oğlumu verin” diyerek gözyaşlarına boğuldu. 
***

Nice evlat acısı, nice ana baba acısı yaşandı yaşanıyor bu memlekette.
Hangi birini anlatmalı, hangi birine yanmalı?
 Büyük Adam Küçük Aşk” filminin kahramanı Hejar gibi, infaz operasyonları sırasında anne babalarının kurşuna dizilmesine tanık olan çocuklar da vardır bu memlekette.
Tarih, 20 Mayıs 1991. İstanbul Kadıköy Hasanpaşa semtinde ölüm mangasının düzenlediği operasyonda, TKP/ML’li oldukları iddia edilen Hatice Dilek ve İsmail Oral isimli iki insan katledildi. Resmi açıklama öylesine bilindik açıklamaydı: “Teslim ol çağrısına silahla karşılık verdiler, çıkan çatışmada ölü ele geçirildiler”... Devrin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu “Onlara çiçek mi verseydik?” diyerek savunmuştu infazı.
Oysa gerçek, “Büyük Adam Küçük Aşk” filminde anlatıldığı gibiydi. Yargılama aşamasında vicdan sahibi resmi görevlilerin hazırladıkları raporlar çatışma olmadığı yönündeydi. Dahası, infazın Hejar gibi bir tanığı vardı. Hatice Dilek’in 8 yaşındaki oğlu Cihan Özgür, silah sesleriyle uyandığını, odaya girdiğinde annesinin kendisine “babana haber ver, seni alsın” dediğini, daha sonra annesinin yere yatırıldığını ve polisin annesinin başına bastığını anlatıyordu.
Sonrası... Çok sonraları Susurluk skandalında isimleri geçen sanıklara beraat!
***

Nice evlat acısı, nice ana baba acısı yaşandı yaşanıyor bu memlekette.
Hangi birini anlatmalı, hangi birine yanmalı?
Tarih 22 Ocak 2017. Gazetelerin “Yanlış eve operasyon, ölüme neden oldu” başlıklı haberi. Hürriyet’ten Süleyman Ekin imzalı haberden aktaralım:
Antalya Emniyet Müdürlüğü Cinayet Büro Amirliği polisleri, Hamide Yücel’in evine baskın yaptılar, evin girişinde arkadaşlarıyla oturan Ali Yücel’i yere yatırıp gözaltına almak istediler. Sesler üzerine dışarı çıkan anne Hamide polislere, “Kimsiniz, neden geldiniz?” diye sordu. Polis olduklarını öğrenince de “Çocuğumu hiçbir yere bırakmam” dedi. Polisler bağırarak, “Sen çekil teyze, oğlun cinayetten aranıyor” diyerek anneyi kanepeye ittiler. Anne Hamide Yücel, fenalaşıp yere yığıldı. Ali Yücel, annesinin kalp rahatsızlığı olduğunu söyleyip yardım istedi. Gelen sağlık görevlilerinin müdahalesine rağmen Hamide Yücel yaşamını yitirdi. Polisler evi terk etti. Ali Yücel’in cinayetten aranmadığı, polisin yanlış eve operasyon düzenlediği ortaya çıktı... Emniyet yetkilileri olayla ilgili soruşturma başlatılacağını söylediler... 
***

Nice evlat acısı ana baba yaşandı yaşanıyor bu memlekette.
Hangi birini anlatmalı, hangi birine yanmalı?
Özgecan Aslan’ın acısı dinecek gibi değil.
Siyaset zorbası tarafından annesi mitinglerde yuhalatılan Berkin Elvan’ın acısı da öyle.
Ya Dilek Doğan’ın acısı!
Cinayet sırasında polisin kaydettiği, soruşturma sırasında ‘silinmiş’ dediği yeni bir kayıt internete düştü. Mahkeme dosyasına da girmiş bu video kaydı.
İstanbul Sarıyer’de işlenen cinayet unutulacak gibi değil. Tarih 18 Ekim 2015. Polis eve baskın yapıyor. Evin kızı Dilek, polislere galoş giymelerini ihtar ediyor. Tüfekli bir polis Dilek’i vurup öldürüyor. İnternete yeni düşen kayıtta, kamerayı kullanan teknik polis Barış, Dilek’in vurulmasını kastederek, “Özel Harekat niye böyle bir şey yaptı, nasıl yapar bunu Özel Harekat ya!” diye konuşuyor. Daha sonra polis dört el havaya ateş ediyor. Evladını yitiren baba ise, “DİLEEEEEEK, DİLEK, DİLEEEEEEK, DİLEK... OY DİLEK!” diye feryat ediyor...
Dilek Doğan cinayetiyle ilgili yargılama sürüyor. Son duruşmada, katil polis tetiğe basmadığını, aileyi salona ittirdiği sırada Dilek’in ağabeyi Mehmet’in müdahalesi nedeniyle silahın patladığını savunmuş...
Mahkeme ne karar verirse versin, artık kızına sarılamayacak olan annenin babanın (kardeş acısıyla kavrulan) ağabeyin “DİLEEEEEEK, DİLEK, DİLEEEEEEK, DİLEK... OY DİLEK!” feryadını acısını dindirebilir mi?
***

Bugün,
On yıl önce,
Otuz yıl önce,
Yüz yıl önce,
Ondan da önce,
Ülkemizde resmi cinayetlerde nice evlat acısı nice ana baba sevgili acısı yaşandı yaşanıyor.
Hangi birini anlatmalı Berkin?
Hangi birine yanmalı Ali İsmail?
Hangi birine ağlamalı Dilek?
DİLEEEEEEK, DİLEK,
DİLEEEEEEK, DİLEK...
OY DİLEK! OY DİLEK!”

3 Mart 2017 Cuma

ERDOĞAN: FETULLAH’IN DİN KARDEŞİ BAHÇELİ’NİN ÜLKÜDAŞI!

Tek adam diktatörlüğü için yürütülen referandum kampanyası, siyasal İslam’ın ne denli iki yüzlü, ahlak ve tutarlılık yoksulu olduğunun son örneği olarak şimdiden demagoji tarihine geçti.
Bir kere daha görülüyor ki, İslamcı siyaset erbabı da selefleri ölçüsünde demagogtur, ilkesizdir, oportünisttir, hilekârdır, mülkiyetçidir, sermaye birikimcisi ve emperyalizm işbirlikçisidir. Sadece İslamcı siyaset değil, Devlet Bahçeli’nin şahsında cisimleşen siyaset de öyle.
***

REFERANDUM VE DEMAGOJİ
Demagoji, akılcı mantıklı açıklama ve öneriler yerine halkın dindarlık milliyetçilik duygularını, önyargılarını ve korkularını sömürerek yapılan siyaset olarak tanımlanıyor. Köken olarak Yunanca ‘demos’ (halk) ve ‘agogos’ (liderlik yapmak) sözcüklerinin birleşiminden geliyor. Türkçe’ye halk avcılığı olarak çevirmek mümkün. Demagoji yapan kişiye “demagog” deniyor.
Tek adam diktatörlüğü için evet kampanyası da, önceki seçimler gibi demagoji üzerine kurulu. Kampanyanın başta gelen propagandistleri Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli, akılcı ve mantıklı açıklamalar yapmak yerine halkın dindarlık milliyetçilik duygularını, önyargılarını ve korkularını sömürmekte birbirleriyle yarışıyorlar.
Örneğin Erdoğan, HAYIR diyecek, belki de çoğunluğu sağlayacak on milyonlarca yurttaşı terörist diye yaftalıyor. Her fırsatta FETÖ ve Kandil’in de ‘hayır’ dediğini vurguluyor Erdoğan; “Kişi sevdikleriyle beraberdir, ‘hayır’ diyenin gideceği yer Kandil’dir. ‘Hayır’ diyenlerin konumu 15 Temmuz’un yanında yer almaktır” diyor. Yetinmiyor, “Hayır demek, eşittir çukur” diyebiliyor.
Devlet Bahçeli de “CHP ve yanına hizalanmış bölücü ekipmanlara aldırmadan millet için evet, devlet için evet, Türklüğün bekası için evet, Türkiye'nin bekası için evet” diyerek, Erdoğan’a propaganda desteği sağlıyor.
Propaganda olanakları eşit olsa, örneğin televizyonlar adil davranıp taraflara eşit süre verseler, gazeteler eşit yer ayırsalar, Erdoğan ve Bahçeli istedikleri kadar demagoji yapsınlar, istedikleri kadar HAYIR diyenleri karalasınlar.
Karşılık olarak AKP’nin tek başına dayattığı 2010 referandumunda Fetullah nam vaizin “Mezardakilere bile evet oyu verdirmeli” diyerek Erdoğan’a arka çıktığı, Erdoğan’ın bu vaizi “aynı menzile farklı yollardan giden” din kardeşi olarak gördüğü, “ne istediyse verdiği” anlatılır. Yanı sıra aynı referandumda Kandil’in ‘boykot’ kandırmacasıyla AKP’ye örtülü destek sağladığı, sonrasında Abdullah Öcalan’ın “Tayyip Bey’in başkanlığını destekleriz” diyerek ittifak önerdiği hatırlatılır...
Bu kadarla kalınmaz, 15 Temmuz darbe girişiminin içyüzü olanca çirkinliğiyle tartışılır; Erdoğan’ın darbeyi daha ilk saatlerde niçin “Allah’ın lütfu” saydığı sorgulanır. Erdoğan HAYIR diyenleri darbecilerin yanında hizalanmakla karalarken Meclis’teki AKP çoğunluğunun darbe araştırma komisyonunu neden çalıştırmadığının hesabı sorulur...
Bahçeli’yi teşhire hâlâ gerek var mıdır acaba? Her şeye karşın, Bahçeli’nin ve Erdoğan’ın geçmişte birbirlerine yönelik hakaretleri, Bahçeli’nin geçmişte başkanlık sistemine yaptığı itirazlar anımsatılabilir:Recep Tayyip Erdoğan, Türk tipi değil ‘Tayyip tipi’ başkanlık hayalleri kurmaktadır. Bütün yetkilerin kendisinde toplandığı, yargının kendisine bağlandığı, yasama organı Meclis’in kendi kontrolüne sokulduğu, denge, denetim ve fren sistemi olmayan, tek adam diktatörlüğü, tahtsız ve taçsız sultanlık peşinde koşmaktadır.” (Manisa, 9 Mayıs 2015).
Ek olarak, Bahçeli’nin neresinden yakalanıp Erdoğan’a biat ettiği, Erdoğan’ın mabeyni gazeteciye nasıl bir ruh haliyle “kılıç artığı” diye uluduğu analiz edilir; “Kişi sevdikleriyle beraberdir” diyen Erdoğan’ın “dişine kan değmiş” Bahçeli ile beraber olup olmadığı sorulur...
Bunca demagoji teşhir edilince temenni edilir ki, seçmen elini vicdanına koyar, mevcut soysuz rejimi ve referandumla dayatılan tek adam diktatörlüğünü reddeder, eksiksiz demokrasi talep eder. Akıl, vicdan ve hakkaniyet duygusu tümüyle yitirilmemiştir herhalde değil mi!
***

DEMAGOJİNİN ÇUKURU: İDAM
Propaganda olanakları eşit olsa, teşhir edilecek nice tutarsızlık, hamlık, ilkellik vardır. İlkel demagojinin hep gündemde tutulan bir başlığı da idam tartışmasıdır.
Erdoğan hemen her konuşmasında idam cezasının geri getirilmesini istiyor, seçmenlerine idam çığlığı attırıyor. Son olarak idam için referandum yapılmasını bile önerdi.
Demagojinin çukurunda idam diye tutturmanın ilkelliği nasıl anlatılabilir ki? Fetullah Gülen’in desteğinde 12 Eylül 2010 referandum kampanyasını açış toplantısında Erdoğan’ın idam edilenler için ağladığını kaç kişi hatırlar acaba?
20 Temmuz 2010 tarihinde partisinin Meclis grubunu toplamıştı Erdoğan. Nasıl da duyguluydu 1980 darbesi döneminde idam edilen solcu gençler Necdet Adalı ve Erdal Eren ile ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu’nu anlatırken!
Anlattığına göre, Necdet Adalı suçsuz olduğundan, Ulucanlar’da arkadaşlarının firar girişimine katılmamış. Kendisini yargılayan mahkeme reisi, karara muhalefet şerhi koymuş, ancak Necdet’in idamını önleyememiş. Şair Nevzat Çelik, Adalı için “Beni burada arama anne / Kapıda adımı sorma / Saçlarına yıldız düşmüş / Koparma anne / Ağlama / Kaç zamandır yüzüm tıraşlı / gözlerim şafak bekledim / uzarken ellerim kulağım kirişte / ölümü özledim anne /yaşamak isterken delice...” diye şiir yazmış. Sonradan gerçek failler yakalanmış ama Adalı geri gelmemiş.
Erdoğan, Necdet Adalı’yı anlatırken gerçekten duyguluydu. Çocuk yaşta asılan Erdal Eren’i anlatırken de duyguluydu. Nihayet, Mustafa Pehlivanoğlu’nun  ailesine yazdığı mektubu okurken gözyaşlarını tutamamış, harbiden ağlamış ağlatmış, 12 Eylül darbesiyle hesaplaşmaya söz vermişti.
2010 referandumu Fetullah Gülen Cemaati’nin ve liberallerin desteğiyle Erdoğan’ın lehine sonuçlandı. Lakin Erdoğan 12 Eylül darbesiyle hesaplaşma sözüne sadık kalmadı, darbecilerin yargılandığı davaya katkıda bulunmadı. Nihayet, 15 Temmuz darbe girişimini aydınlatmaya da yanaşmıyor. Darbeciler ne yaptıysa Erdoğan aynısını yapıyor; parlamentoyu etkisizleştiriyor, ülkeyi kararnamelerle yönetiyor, medyayı ve yargıyı baskı altına alıyor, meydanlarda idam çığlıkları attırıyor.
Darbecilerin astığı gençler için ağlayan ağlatan Erdoğan şimdi idam istiyor. Zira darbecilerle aynı kumaştan dokunmuş. Demokrasiye inanmıyor; demokrasiyi inşa etmek değil, “Dava sancağını en yüksek burçlara taşımak” derdinde. Davasına sadakatle, siyasal İslamcı karakterini ifşa etmekten çekinmiyor. İdam isterken yine dindarlığı sömürüyor; “George şöyle demiş, Hans şöyle demiş, bizi ilgilendirmiyor. Allah ne demiş, o ilgilendiriyor. Parlamento kararı verirse, Cumhurbaşkanı olarak ben onaylarım” diyor (12 Kasım 2016).
Allah ne dediyse o” davasının özgürlüğe eşitliğe adalete demokrasiye kapalı dinci faşist düzen davası olduğunu nasıl anlatmalı ki? Demokraside egemenlik halkındır, dinci faşist düzende ise egemenliğin sözüm ona Allah’a ait olduğu varsayılır. Dindarlık kisvesi altında ceza hukuku Allah’ın dediğine göre düzenlenecekse, medeni hukuk ve ticaret hukuku, devlet düzeni ve günlük hayat da Allah’ın emirlerine göre düzenlenecek demektir.
***

Sözün özü, 16 Nisan’da yapılacak oylama, demokratik başkanlık sistemi için referandum değil, “Allah ne dediyse o” sözleriyle itiraf edilen dinci faşist tek adam diktatörlüğü için referandumdur.

Tek adam diktasına direnmek, HAYIR demek ihmale edilemeyecek yurttaşlık görevidir.