DARBELERLE AYRIMSIZ HESAPLAŞILMALIDIR
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra Başbakan Adnan Menderes ve arkadaşlarını idam cezasına çarptıran özel mahkeme Yüksek Adalet Divanı (YAD) kararlarını hükümsüz hale getiren ve bu kararlardan doğan zararların tazmin edilmesini öngören yasa önerisi, darbelerle hesaplaşma anlamında hiç kuşkusuz olumlu bir adımdır.
Ancak, Türkiye’nin darbe virüsünden arınmış bir hukuk devleti olması isteniyorsa, darbelerle hesaplaşma 27 Mayıs darbesiyle sınırlı tutulmamalıdır.
Ülkemiz 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 tarihlerinde doğrudan askeri darbeye, 28 Şubat 1997 tarihinde de post-modern darbeye maruz kalmıştır.
Darbe dönemlerinin en bariz uygulamalarından biri de, temel insan haklarının askıya alınması, darbenin hedefindeki kişi ve kuruluşların doğal yargıç ve hâkim güvencesinden yoksun personelden oluşan mahkemelerde yargılanmalarıdır.
Oysa, etkin başvuru ve bağımsız mahkemelerde adil yargılanma hakkı, hukuk devletinin en temel kavramlarıdır. Doğal yargıç ve hâkim güvencesi de yargı bağımsızlığının, adil yargılanma hakkının iki temel ön koşuludur.
Yüksek Adalet Divanı, doğal yargıç ve hâkim güvencesine sahip bağımsız bir mahkeme değildi. Çünkü, sanıkların işledikleri öne sürülen eylemlerden çok sonra, darbecilerin emriyle kurulmuş, heyet üyeleri darbecilerden emir alan bir mahkemeydi. Nitekim mahkeme başkanı, sanıkların itirazlarına “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” diye karşılık vererek, YAD’ın bağımsız mahkeme olmadığını itiraf etmişti.
12 Mart ve 12 Eylül darbeleri sonrasında kurulan sıkıyönetim askeri mahkemeleri de bağımsız değillerdi. Buna karşın iktidar sözcüleri, sıkıyönetim mahkemelerinin anayasal kuruluşlar olduğunu söylemektedirler. YAD kararlarını hükümsüz hale getiren yasa önerisi TBMM’de görüşülürken, önerinin imzacıları ve iktidar sözcüleri, 12 Mart ve 12 Eylül mahkemelerinin o tarihlerdeki anayasalara, yürürlükteki yasalara ve “doğal hâkim ilkesi”ne göre kurulduğunu savunmuşlar, hatta “Bu mahkemeler Anayasa'ya ve milletin temsilcisi olan Meclis tarafından ihdas edilmiş kanunlara, özetle milletten alınmış bir yetkiye dayanılarak kuruldular” diyebilmişlerdir.
İktidar sözcülerinin bu yaklaşımı hiçbir şekilde doğru değildir. Çünkü, 12 Mart ve 12 Eylül sıkıyönetim mahkemeleri de, tıpkı Yassıada mahkemeleri gibi, yargıladıkları eylemlerden sonra kurulmuşlardır.
Belirtmeli ki, Yassıada mahkemesi de anayasal bir kuruluştur; söz konusu yasa önerisinin girişinde vurgulandığı üzere, “12 Haziran 1960 tarihli ve 1 sayılı 1924 tarih ve 491 sayılı Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun Bazı Hükümlerinin Kaldırılması ve Bazı Hükümlerinin Değiştirilmesi Hakkında Geçici Kanun”a göre kurulmuştur. Anayasa hükmündeki bu geçici kanun 27 Mayıs darbesini gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi (MBK) tarafından yürürlüğe sokulmuştur. MBK’nin icraatı ve yürürlüğe soktuğu yasalar 1961 anayasa referandumuyla kendince meşruiyet kazanmıştır.
12 Mart ve 12 Eylül mahkemeleri de, MBK’nin bıraktığı anayasaya ve 12 Mart darbecileri tarafından TBMM’ye dikte ettirilen 13 Mayıs 1971 tarihli 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’na göre kuruldular. Yani, anayasal ve yasal dayanak bakımından Yassıada mahkemesinden farklı değillerdir; sıkıyönetim ilan edildikten sonra kurulmuşlar ve kuruluş tarihinden önceki eylemlerin sanıklarını yargılamışlardır. Yani, iktidar sözcülerinin söylediklerinin tersine, bu mahkemelerin kuruluşunda doğal yargıç ilkesi hiçbir şekilde geçerli olmamıştır.
İkincisi, 1402 sayılı yasa, “Sıkıyönetim bölgelerinde 25 Ekim 1963 gün ve 353 sayılı Kanuna göre Milli Savunma Bakanlığınca lüzum görülen yerlerde yeteri kadar askeri mahkeme kurulur; bunlar bulundukları yerin sıkıyönetim askeri mahkemesi olarak adlandırılır ve birden fazla olması halinde numaralandırılır” hükmünü amirdir. (m.11)
25 Ekim 1963 tarihli 353 sayılı Askeri Mahkemeler Kanunu ise, (12 Mart ve 12 Eylül darbeleri dönemindeki haliyle), “Askeri mahkemeler iki askeri hâkim ve bir subay üyeden kurulur” demektedir. 12 Eylül 1980 tarihinde darbe yapan Milli Güvenlik Konseyi (MGK) cuntası, Askeri Mahkemeler Yasası’na 1981 yılında “200 ve daha fazla sanık hakkında açılan davalarda askeri mahkeme dört hâkim ve bir subay üyeden kurulur. Duruşma sonuçlanıncaya kadar birleştirme veya başka nedenlerle sanık sayısının 200 veya daha fazla miktara ulaştığı davalarda da bu hüküm uygulanır” fıkrasını ekledi. (m.3)
Askeri Mahkemeler Yasası’nın izleyen maddelerinde de subay üyenin muharip sınıftan ve en az yüzbaşı rütbesinde olması, subay üyenin nezdinde askeri mahkeme kurulan komutan tarafından seçilmesi düzenlenmiştir. (Bir ayrıntı olarak belirtmek uygun düşerse, 12 Mart ve 12 Eylül sıkıyönetim mahkemelerinin asker kişilerden oluşmasına karşılık, 27 Mayıs’ın Yüksek Adalet Divanı’nda kıta subayı, savcı veya yargıç olarak asker üye görev almamıştır.)
Sıkıyönetim askeri mahkemelerini oluşturan askeri yargıç ve savcılar ile subay üyelerin mesleki sicil ve atama yönünden nezdinde mahkeme kurulan komutana bağlı oldukları, dolayısıyla yargıç güvencesine sahip olmadıkları bilinen bir husustur.
Uygulamada sıkıyönetim askeri mahkemeleri, hiçbir hukuk eğitiminden geçmemiş kıta subayı başkanlığında kurulmuşlardır. Sıkıyönetim komutanının istediği yönde karar vermeyen mahkeme üyeleri başka görevlere atanmışlar, hatta mahkemenin toptan kapatılması yoluna bile gidilmiştir. Tarihe geçmiş bir örnek olarak, 1971 yılında İstanbul Sıkıyönetim 1 Nolu Askeri Mahkemesi, 1. Ordu ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Faik Türün’ün emriyle kapatılmış ve üyeleri çeşitli illere sürgüne gönderilmiştir. Ankara 1 Nolu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi Başkanı Tuğgeneral Ali Elverdi de, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını idama mahkûm ederken, YAD Başkanı’nın itirafına benzer şekilde, “Sadece askeri görevi yerine getirmedim üzerime düşen politik görevi de yerine getirdim” diyerek mahkemesinin ve yargılamanın hukuk dışılığını itiraf etmiştir.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra da sıkıyönetim askeri mahkemeleri benzer baskılara maruz kalmışlardır. Bu mahkemelerde 650 bin dolayında kişi işkence altında sorgulandı ve yargılandı. Devlet başkanlığını zorla ele geçiren Orgeneral Kenan Evren, “Asmayıp da besleyelim mi? Onlara hain demeyi bile az bulurum” diyerek yargılanan sanıkları defalarca hedef gösterdi, mahkemeleri baskı altında tuttu. Güdümlü mahkemelerin idam kararları Kenan Evren liderliğindeki Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylandı ve 50 kişi idam edildi. Kenan Evren, “Bir sağdan bir soldan” diyerek idamda denge sağladığını savundu. 2010 Anayasa referandumu kampanyasını başlatırken Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın son mektubunu ağlayarak okuduğu Erdal Eren, 18 yaşından küçük olduğu halde idam edildi.
Özetle, 27 Mayıs darbesi sonrasında kurulan Yüksek Adalet Divanı gibi 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri sonrasında kurulan sıkıyönetim askeri mahkemeleri de, doğal yargıç ilkesinden ve hâkim güvencesinden yoksun, bağımsız yargı organı niteliği taşımayan mahkemelerdir. Askeri mahkemelerin (hatta bünyesinde asker yargıç bulunan Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin) bağımsız yargı organı olmadıkları, asker üyelerden oluşmasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “Adil Yargılanma Hakkı” başlıklı 6’ncı maddesiyle çeliştiği, Türkiye’nin yargı yetkisini tanıdığı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi AİHM’nin kararlarıyla da tescil edilmiştir.
Üçüncü bir husus, 16 Nisan 2017 tarihli referandumla gerçekleşen Anayasa değişikliği ile Askeri Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM) kaldırıldı. AYİM, 12 Mart 1971 darbesi döneminde, yüzlerce askerin ilişiği kesildikten sonra, başvuru mahkemesi olmak üzere 1972 yılında kuruldu. O dönemde ilişiği kesilen askerler etkin başvuru ve adil yargılanma haklarını kullanamadılar. Dahası, ilişik kesme işlemlerini düzenleyen, ilişiği kesilen personel hakkında soruşturma açan bazı asker hukukçular daha sonra AYİM’de görevlendirildiler ve başvuruların reddi kararlarına imza attılar. Dolayısıyla, gerek “tabii hâkim” ilkesine aykırılığı gerekse yapı ve işleyişi itibariyle “adil, tarafsız, bağımsız mahkeme” olmadığından AYİM’in red kararları kendiliğinden yok hükmündedir. YAD kararlarını hükümsüz hale getirmeye hazırlanan TBMM’ye düşen, AYİM’in hiç değilse kuruluş tarihinden önceki döneme ilişkin kararlarının yok hükmünde olduğunu tescil etmektir. Bu, Askeri Yargıtay’ı ve AYİM’i kaldıran iradenin de gereğidir.
Sonuç olarak, darbelerle yüzleşme ve hesaplaşma adına, 27 Mayıs darbesi sonrasında kurulmuş YAD kararları hükümsüz hale getirilirken, 12 Mart ve 12 Eylül sıkıyönetim askeri mahkemelerinin ve AYİM’in görmezlikten gelinmesi kabul edilemez.
Çok daha vahim olmak üzere, 12 Mart ve 12 Eylül sıkıyönetim askeri mahkemelerinin o tarihlerdeki anayasa ve yasalara uygun kurulduklarının öne sürülmesi, darbeler ve mağdurları arasında ayrım yapıldığını göstermektedir.
27 Mayıs darbesi gibi 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri de çok derin hasara ve mağduriyetlere yol açtı. Darbeler ve mağdurlar arasında ayrımcılık da darbe virüsü kadar tehlikeli ve zararlıdır. Darbeler ile eşit ve adil bir biçimde yüzleşebilirsek geleceğe umutla bakabiliriz. Türkiye’nin demokratik hukuk devleti olma yolunda ilerlemesi isteniyorsa TBMM, 27 Mayıs darbesi yargılamalarını hükümsüz hale getirirken, 12 Mart ve 12 Eylül darbe mahkemelerini görmezlikten gelmemelidir. Darbelerle ayrımsız hesaplaşmak, milli iradenin tecelligâhı TBMM’ye düşen tarihsel bir görevdir!
Saygıyla.
ASKERİ DARBELERİN ASKER MUHALİFLERİ DERNEĞİ
ADAM-DER YÖNETİM KURULU
Kalemine emeğine sağlık sevgiler
YanıtlaSilTebrikler adamların hası
YanıtlaSil