27 Ekim 2021 Çarşamba

ŞAHSIM’IN BÜYÜKELÇİLER BLÖFÜ

Ben diyeyim haftalardır siz deyin aylardır, gündem belirleme üstünlüğünü yitirmişti ŞAHSIM. Gündemi başkaları belirliyor, ŞAHSIM söylenenlere yanıt yetiştirmeye çalışıyordu. On dokuz yıldır gündemin efendisi olan ŞAHSIM gündemin öznesi olmaktan çıkmıştı. İstikrarsız, tutarsız iç ve dış politikasıyla, ekonomide Türk parasını pula çeviren kararlarıyla, cuma namazı sonrasında veya uçakta dışa vurduğu yorgun ve dağınık ruh haliyle gündemin nesnesiydi epeydir. 

Bu gibi soyut sorunların yanısıra somut konularda da hep savunmadaydı ŞAHSIM. Sözgelimi 128 milyar doların akıbeti, Ziraat Bankası’ndan yandaş medya patronuna verilip geri alınmayan kredi, orman yangınlarıyla ifşa olan THK uçakları skandalı, Sedat Peker’in itiraf ve ifşaatı, muteber müteahhitlerin her birinin vergi cennetlerine kaçırdıkları servetler, Taliban’ın kâbusa çevirdiği Kabil kayyımlığı hülyası, Biden ile samimiyet kuramamanın üzüntüsü, Putin’in ayan beyan kabalığı, bürokrasiye saldığı korkunun etkisini yitirmeye başlaması, Sayıştay’dan sızıntılar, TÜGVA iddiaları… Her birinde savunmadaydı ŞAHSIM; kamuoyunu ikna etmek şöyle dursun, yandaşlarını ikna etmekte bile zorlanıyordu. “Anketlere inanmıyorum” öfkesiyle aşikâr ettiği üzere oy kaybı sürüyordu. Markette alışveriş, saray personeliyle basket maçı da sempati tazelemeye yetmedi. Devlet Bahçeli’nin “bölücü kebapçılar” zırvası bile daha çok ilgi toplamıştı.

Gündemin öznesi değil nesnesiydi, savunmadaydı; “Bay Kemal” nakaratı eskisi gibi etkili olamıyordu. Neyse ki Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş var. Almanya, Amerika Birleşik Devletleri, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İsveç, Kanada, Norveç ve Yeni Zelanda’nın Ankara büyükelçilerinin 18 Ekim’de hapiste dördüncü yılını dolduran Osman Kavala’nın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları doğrultusunda “serbest bırakılmasını” istemeleri ŞAHSIM için gündem belirleme fırsatı oldu. ŞAHSIM, “10 tane büyükelçinin istenmeyen kişi ilan edilmeleri için talimat verdiğini” açıkladı. (Nasıl da mağrur ve mesrur idi o talimatı verdiğini açıklarken! “10 tane büyükelçi” derken sergilediği dilbilgisi zafiyetine eleştiri hakkımı saklı tutuyorum!)

Ne var ki, Osman Kavala üzerinden gündem belirlemesinin ömrü de kelebeğin ömrü kadar oldu. Çünkü talimatı kurusıkıydı, blöften ibaretti. “Büyükelçiler sınır dışı edilsin!” talimatı blöf olsa da, zaten türbülansta sarsılan ekonomi kırmızı alarma geçti; Amerikan doları 9 lira 85 kuruşa, Avro 11 lira 40 kuruşa kadar yükseldi; Türk lirası Afgan parası karşısında bile değer yitirdi. Diplomasi ve siyaset kulislerinde ŞAHSIM’ın ucuz kahramanlıktan vazgeçmesi için yoğun çaba gösterildiği, çıkış yolu arandığı yorumları yapıldı. 

Hep söylenir ya, diplomasi mutlaka bir çıkış veya geri dönüş yolu bulur. Geri dönüş yolu Viyana Sözleşmesi’nin 41’inci maddesinde bulundu. Sözü geçen madde, büyükelçilerin bulundukları ülkelerin içişlerine karışma niteliğinde faaliyette bulunmalarını yasaklıyor. Adı geçen ülkelerin dışişleri Osman Kavala çağrısının 41’inci maddeyi çiğneme amaçlı olmadığını açıklayınca ŞAHSIM’a “Büyükelçiler sınır dışı edilsin!” blöfünden dönüş yolu açıldı. Anadolu Ajansı, 41’inci madde açıklamasının ŞAHSIM tarafından olumlu karşılandığını haberleştirdi. Peşinden ŞAHSIM “Yargımıza ve ülkemize yönelik bühtandan geri dönülmüştür. Viyana Anlaşması 41. Maddesine göre içişlerimize karışılmayacağı taahhüt edilmiştir,” diyerek krizi kendince noktaladı.

***

Kriz noktalandı” deyişi sözün gelişi. Kriz tırmansa, büyükelçiler sınır edilseler, Türkiye ile Batı dünyası arasında tarihte benzeri olmayan bir kopuşma sürecine girilecekti. Böyle bir kopuşma mümkün değildi. Türkiye ile sözü geçen ülkeler arasındaki ekonomik ve siyasi entegrasyon böyle bir kopuşmaya, köprülerin atılmasına izin vermedi. Yani, büyükelçiler krizinin çözüldüğünü söylemek yerine ertelendiğini söylemek daha doğru olur. 

ŞAHSIM ve medyası yedi düvele diz çöktürüldüğünü propaganda etseler, yeni bir “One minute!” masalı anlatsalar da hakikat ortada. Büyükelçiler sınır dışı edilmediler; dahası, yayımladıkları çağrının Viyana Sözleşmesi’yle uyumlu olduğunu vurguladılar. Yani büyükelçilerin geri adım atmaları söz konusu değil; ŞAHSIM’ın blöfüne rest ile karşılık verdiler.

Buna karşılık ŞAHSIM’ın sözünü yuttuğu, geri adım attığı kesin. Sözünü yutması iyi de oldu. Yoksa faturası hepimize çıkacak daha ağır bir ekonomi krizine savrulmak mukadderdi. İyi ki akıl ve basiret devlet yönetiminde tümüyle sıfırlanmamış, bir yerlerde hâlâ mevcut. 


ŞAHSIM ilk kez sözünü yutmuş, ilk kez geri adım atmış da değil. İstediği kadar “Benim kitabımda geri adım atmak yok” desin, daha önce de defalarca böyle geri adımlar attı. Rahip Brunson krizinde “Ey ABD! Bu fakir bu görevde olduğu sürece o teröristi alamazsınız!” diye esip savurmuş, kendisini ortaya koymuştu. Bunca esip savurmanın ardından ABD Başkanı Trump’ın tehditleri üzerine Brunson ülkesine uğurlanmıştı.

***

ŞAHSIM’ın sözünü yutması gibi tutarsızlığı da bu olaylarla sınırlı değil. Akla gelebilecek her konuda ŞAHSIM’ın kendi kendisini tekzip eden söz ve davranışları ciltlerle kitap olur. Sözgelimi “içişlerimize karışamazsınız” meselesi. ABD’nin Türkiye’nin içişlerine karışmasına on yıllardır çanak tutan, ABD ile birlikte Irak’ın, Suriye’nin ve Libya’nın içişlerine (oradaki hükümetleri devirmeyi planlayacak kadar karışan), Suriye ve Irak’ın içişlerine karışmayı sürdürmek için TBMM’den iki yıl süreli tezkere geçiren ŞAHSIM’ın, insan hakları ihlalleri söz konusu olduğunda, “içişlerimize karışamazsınız” edebiyatına sarılması, neresinden bakılırsa bakılsın, samimiyetsizdir, tutarsızdır. Kaldı ki, modern çağda insan hakları ihlalleri devletlerin içişleri sayılmamaktadır.


Sorosçuluk meselesi de ŞAHSIM’ın başka bir tutarsızlığı. Küresel sermayenin sihirbazı, liberallerin “turuncu devrim” diye romantize ettikleri darbelerin açık destekçisi George Soros ile Davos’ta olsun Türkiye’de olsun, defalarca görüştü. Soros ile kendisinin görüşmesinde, ahbaplık etmesinde bir mahzur olmayacak, ama başkası görüşürse Sorosçu olacak! Sözü Kavala davasına getirip “Soros artığı” olmakla suçlayacak. Hem de yürürlükteki darbe anayasası bile (ki, ŞAHSIM o anayasaya bağlı kalacağına namusu üzerine yemin etmiştir); darbe anayasası bile görülmekte olan bir dava hakkında kimsenin mahkemelere talimat veremeyeceğini, tavsiye ve telkinde bulunamayacağını hükme bağlamışken.

Sadece Osman Kavala davasıyla değil, Selahattin Demirtaş ve başta davalarla ilgili olarak da aynı alışkanlıkla mahkemelere talimat vermekten, telkinde bulunmaktan geri durmuyor. Bir yandan da seçmenlerinin gelişmiş ülkeler karşısındaki eziklik duygusuna sesleniyor. Afrika dönüşü uçakta Kasımpaşa ağzı ile dedi ki:“Türkiye’ye ders vermek haddinize mi sizin? Kimsiniz siz? Neymiş? Kavala’yı bırakın. Sen kendi ülkendeki haydutları, katilleri, teröristleri bırakıyor musun? Amerika’sı, Almanya’sı, hangisi böyle bir şeyi, şu ana kadar yaptı?” 

ŞAHSIM alınganlık duymasın, aklıma geleni yazmasam olmaz. 

Otuz beş kırk yıl önce devletin başında olan kişi de buna benzer şeyler söylüyordu. Meydanları zapt ediyor, bağırıyor, sadece kendisi konuşuyordu. Sadece kendisi konuşurken entelektüel ve insani donanım fukaralığı paçalarından akıyordu. “İşkence resmi politikamız değildir” derken aklınca, kimsenin aklına gelmeyecek üstün zekâ eseri bir cümle kurduğunu, siyasi hokkabazlık yaptığını sanıyordu. İdamları eleştiren demokratik ülke liderlerine “Niye idam ettiğimizi soruyorlar. Biz onlara soruyor muyuz, sizde niye idam yok?” diye karşılık vermesi de aynı zihni sefaletin eseriydi. 

***


Bitirirken belirteyim, Osman Kavala ile tanışıklığım yok, ahbabı değilim. Bir gün yollarımız kesişirse tanışmaktan, ahbaplık etmekten sevinç duyarım. Maruz kaldığı zulme karşı çıkmak için ahbabı olmak gerekmiyor. Hakkında hiçbir mahkûmiyet kararı bulunmayan, hatta beraat eden, adil bir yargılama yapılsa hâlen yargılandığı davalarda beraat etmesi kuvvetle muhtemel Kavala’yı tutuklu yargıla(t)mak, telafisi mümkün olmayan bir acımasızlıktır. Tutuklanmasının üzerinden dört yıl geçti dört yıl! Bu nasıl bir vicdansızlıktır!

Uzun söze gerek yok, epeydir muhalefetin belirlediği gündeme kapılıp sürüklenen ŞAHSIM’ın Kavala ve büyükelçiler krizindeki gündem efeliği de uzun ömürlü olmadı. Siyasi ömrünü çoktan dolduran ŞAHSIM’ın özgüven kaybı, vizyon eksikliği, sokak ağzıyla politika üretme çabası, halktan ve hakikatten kopukluğu hepimize ağır bedeller ödetiyor. Umulur ki, zamanında veya daha erken bir tarihte yapılacak seçimle bu badire atlatılır, geldiği gibi gidip kendisi de kurtulur.


7 Ekim 2021 Perşembe

DEVLET BAHÇELİ'NİN HİKMETİ

BAHÇELİ DEVLET’İN HİKMETİ

Devlet Bahçeli âlem adam vesselam. Mizah yeteneğinin zerresine bile sahip değil ama zaman zaman da olsa insanları güldürmeyi, düşündürmeyi başarıyor.

Mesela, 2009 yılıydı. MHP’nin 40’ıncı kuruluş yıldönümüydü galiba. Parti kurultayı mı toplanmıştı yoksa Meclis grup toplantısı mıydı tam anımsamıyorum. Belki de kuruluş yıldönümü dolayısıyla düzenlenmiş bir toplantıydı. O toplantıdan aklımda kalan sadece ve sadece Devlet Bahçeli’nin yaptığı bir dört işlem hesabıdır. O günlerde hayli güldüren gülümseten hesap şöyleydi:

2009’u yazarken iki sıfır var. Sıfırları silin ne kalır? 2 ile 9. Yan yana getirin ne yapar? 29. Toplayın ne yapar:11. Tekrar toplayın ne yapar? 40 yapar. İşte milliyetçi hareketin 40’ıncı yılı.

Nümerolojinin sularında böylesine derinlere dalan kim vardır, bilemiyorum. Bilse bilse, nümerolojinin temelini atan, pi sayısını bulan Pisagor bilir.

***

Bahçeli’nin politik mizaha tek armağanı katkısı bu değil. Başka katkıları da var. Recep Tayyip Erdoğan 2014 yılında cumhurbaşkanı seçilirken Devlet Bahçeli, partisinin grup toplantısında mitralyöz gibi kükremişti:

Adaletten kaçandan, rüşvetçilere kol kanat gerenden cumhurbaşkanı olmaz, evdeki paralarını sıfırlarken haysiyeti sıfıra düşürenden cumhurbaşkanı olmaz. İki yanlıştan bir doğru çıkmaz, tekeden süt sağılmaz, balda tuz bulunmaz, suda ateş yanmaz, Recep Tayyip Erdoğan’dan da Cumhurbaşkanı olmaz.

O günlerde bu sözleri Devlet Bahçeli’nin siyasi kariyerinde belagatin zirvesi sayılmıştı. Nedense ben belagat aramak yerine mizah esintisi aramıştım. Yok da değil hani. Belediye seçimlerinin hemen ertesinde yapmıştı bu konuşmayı. Seçim akşamı oylar sayılırken 41 ilde aynı anda elektrikler kesilmiş, sayımın akıbeti belirsizleşmişti. AKP sözcüleri, trafolara giren kedilerin kesintiye yol açtığı söylemişlerdi. Devlet Bahçeli de o tarihe geçen konuşmasında “Bir bakanın elektrik kesintilerini kediye yüklemesi milletin zekâsına hakarettir. Herhalde kedilere dava açılması gündemdedir” diyerek dalgasını geçmişti…

Mizah ve belagat bir yana, bu sözlerini ne çabuk unuttu; tekeden süt sağıldığına, balda tuz bulunduğuna, suda ateş yandığına ne zaman inan(dırıl)dı ki, Devlet Bahçeli “adaletten kaçmakla, rüşvetçilere kol kanat germekle, evdeki paralarını sıfırlarken haysiyeti sıfıra düşürmekle” suçladığı siyasetçiye devleti teslim etmekte beis görmedi.


Devlet Bahçeli o siyasetçiye devleti teslim ederken de kendince espri yapmıştı. Başkanlık sistemi için 2017 anayasa referandumu öncesinde partililerle buluşan Bahçeli, partisinin referandum tutumunu kelime oyunu yaparak bildirmişti. Partililerle sohbet sırasında çıkardığı bir kâğıda önce “Devlet” yazmış, ardından “için” eklemiş, ardından “Devlet”teki D ve l harflerini çizmiş ve “Devlet için evet” sloganını ortaya çıkarmıştı. Bahçeli’nin bu kelime oyunu da parti tabanında 2009’daki dört işlem numarası gibi heyecan uyandırmıştı…

Dediğim gibi mizah kabiliyetinin zerresi yok ama yeri geldiğinde partisine gönül vermiş milliyetçileri ülkücüleri güldürmeyi gülümsetmeyi başarıyor. Ülkücü milliyetçi camiada mizahın sınırlarının ancak bu kadar olduğu da düşünülebilir.

***

Devlet Bahçeli geçen salı günü grup konuşmasındaki sözleriyle kendisini aştı denilebilir. İşsizlik ve hayat pahalılığından dem vururken dedi ki: “Teröre yardım ve yataklık eden bölücü kebapçıların işsizlikte payı vardır.

Bu sözler ekranlara manşetlere düştüğünde Ayşenur Arslan’ın programını izliyordum. Medya Mahallesi’nin ablası Ayşenur nasıl güldü nasıl güldü, o kadar olur. Laf aramızda ben de epey güldüm.


Gülünmeyecek gibi değil. Kaç gündür izliyorum, siyaset esnafı, kanaat bezirgânları, sosyal medya uleması Bahçeli’nin ne demek istediğine kafa yoruyorlar. Kimi ciddi köşe yazarları, bu sözlerden Kürt düşmanlığı keşfettiler. Başka bir yazarın aklına, 1942’de Varlık Vergisi döneminde, “karaborsacı, ahlaksız, haksız kazanç sahibi” ilan edilen “gayrimüslimlere” vergi konması geldi. İYİ Parti Başkanı Meral Akşener ise, fırsatı değerlendirdi, grup toplantısında bir Türk kebapçıyı kürsüye çıkardı… 

Malum, MHP camiası Bahçeli’nin bu tarz mizah ve eğlence konusu yapılmasına, eleştirilmesine tahammülsüzdür. Gazeteciler Orhan Uğuroğlu, Yavuz Selim Demirağ, siyasetçi Selçuk Özdağ bu yüzden cana kasıt derecesinde saldırıya uğradılar. Şimdi de aynı tahammülsüzlükle MHP yöneticileri CHP ve HDP’lilerin kebap yerken çekilmiş fotolarını paylaşarak, Bahçeli’nin sözlerinde nasıl bir hikmetin saklı olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Meğer Bahçeli, “işi kebap gibi olanların, işsizlik için elini taşın altına koymadığını” kastetmiş… Tabii böyle açıklamalarla liderlerini “iki kelimeyi bir araya getirmekten aciz” duruma düşürdüklerinin ayırdında değiller. Tasası bana düşmez. Bahçeli’nin sözlerinde nasıl bir hikmet aran(ma)ması gerektiği konusunda en fazla fıkra anlatabilirim.

***

Gerzek şehzade

Şehzade idiot çıkmış. Padişah farkında ama ne yapsın, evladı. Üstelik yaşlı, zürriyetten de kesilmiş. Lalasını çağırıp, “Şunu biraz yanında gezdir, cemaatlere sok ki, görgüsü bilgisi artsın!” diye tembihlemiş.

Bunun üzerine Lala nerde şehzade orda.

Bir Ramazan günü başvezirin konağına iftara gitmişler. Sofrada ulemadan seyfiyeye, kimi ararsan var. Halk arasında Şehzade’nin aklına dair rivayet çıktığından herkes yan gözle onu süzüyor. Arada birileri “Maşallah çok akıllı, çok kâmil” deyip, şehzadenin şahsında padişaha yağ çekiyor. Konuşmalardan bunalan şehzade aniden başını kaldırıp ünlemiş:

- Bir ok attım, kebap oldu.

İftar misafirleri şaşkın. Lala durumu kurtarmak için “Efendiler, şehzademiz hikmetli laf etmeyi sever.” deyip başlamış sallamaya:

- Geçenlerde ava gittik. Şehzadem tavşan kovalıyordu. Yayını gerip okunu attı. Lakin ok kayaya çarptı. Çeliğin taşa vurmasından çıkan kıvılcım otları tutuşturdu. Derken orman yandı, tavşancık da ateşin içinde kalıp kebap oldu

Sofra ahalisi, “Bravo Şehzadeye. Bravo aklına. Cinaslı laf bu kadar olur!” deyip iltifat etmiş. İltifatlardan cesaret alan Şehzade, bir kez daha yumurtlamış:

- Bir ok attım, çorba oldu.

Sofra ahalisi Lala’ya bakıp bu lafın hikmetini beklemiş. Lala çaresiz. İçinden “Senin çorbana da aklına da” diye geçirmiş; ahaliye de “Canım her sözde hikmet aramayın, şehzadem eğlenmek istedi zahir” diyerek vaziyeti idare etmiş. 

Bahçeli’nin sözleri de o hesap. Her sözünde hatta hiçbir sözünde hikmet aranmamalı. 

Acı olan da bu zaten. Hiçbir sözünde hikmet, entelektüel zarafet ve beşerî sermaye yokken kanlı kirli siyaset satrancında vezir kudretiyle ülkenin kaderine hükmediyor…


27 Eylül 2021 Pazartesi

ŞAM’DA ZAFER NAMAZI VE KABİL KAYYIMLIĞI RÜYALARINDAN HAYAL KIRIKLIĞINA

AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu toplantılarına katılmak üzere gittiği ABD’de hayal kırıklığına uğramış. Hayal kırıklığının nedeni, ABD Başkanı Joe Biden ile görüşememek. Görüşmek bir yana, BM koridorlarında rastlaşmaktan bile kaçınmış Biden. Oysa aynı Biden Irak Cumhurbaşkanı Berhem Salih ve Avustralya Başbakanı Scott Morrison, Japonya Başbakanı Suga Yoşihide ile ayrı ayrı görüşmüş, İngiltere Başbakanı Boris Johnson’u ise New York’tan sonra Washington’a çağırmış, Beyaz Saray’da ağırlamış.

İkili görüşmeye vakti olmasa bile, Biden Erdoğan ile ayaküstü selamlaşsa, Erdoğan “Daha Adil Bir Dünya Mümkün” adlı kitabını imzalayıp Biden’a verse, gazeteciler bu anı fotoğraflasalar, ne güzel olurdu değil mi? Mehmet Barlas ve bilumum yandaşlar ne yazılar döktürürlerdi ne yazılar! Yok, olmadı işte. Beş yıl önce Türkiye’ye geldiğinde Erdoğan ile üç saat görüşen Biden, New York’ta Erdoğan’a bir dakikasını bile ayırmamış. Nankör Biden n’olacak. Değer miydi asrın liderimizi kırmak, üzmek, hayal kırıklığına uğratmak.

***

Erdoğan’ın New York’ta, dönüş yolunda uçakta, ülkeye döndükten sonra yaptığı açıklamalar, Biden’ın tutumundan duyduğu üzüntüyle yüklü.

Oysa New York’a vardığında, ABD ile Türkiye’nin ortak çıkarlara dayanan iki dost ve müttefik ülke olduğunu söyleyerek Biden’a sıcak bir mesaj göndermişti Erdoğan. Umduğu görüşme olmayınca ABD’den ayrılırken “iki NATO ülkesi arasındaki ilişkilerin gidişatının hayra alamet olmadığını” vurguladı. Bununla kalmadı Erdoğan, “Cumhurbaşkanı Başbakan olarak 19 yıllık yöneticilik hayatımda Amerika ile olan münasebetlerimde geldiğimiz nokta maalesef iyi bir nokta değil. Ben oğul Bush ile iyi çalıştım, Sayın Obama ile iyi çalıştım, Sayın Trump ile iyi çalıştım ama Sayın Biden ile iyi başladık diyemem” diyerek kırgınlığını dile getirdi. 

 Erdoğan cuma namazından sonra da (Meral Akşener’in yakıştırmasıyla gıybet seansında) üzüntüsünü tekrarladı: “Amerika ile ilgili münasebetler konusunda şu ana kadar beklediğim Sayın Biden ile olan görüşmeler de o istenilen neticedeydi dedim. Şu anda da aynı şeyi düşünüyorum. Zira iki NATO ülkesi olarak bizim çok daha farklı bir konumda olmamız gerekir.”

(İlk cümle Türkçe dilbilgisi açısından hayli sorunlu. Biden’a duyduğu kırgınlıktan olabilir ama prompterdan okumadığında çoğu kez böyle oluyor. Tavsiyem, cuma namazı sonrasında da prompterdan okuması. Yoksa torbadan rastgele çekilmiş gibi sözcükler birbirlerine karışıyor, ne demek istediği anlaşılmıyor Erdoğan’ın.) 

***

Erdoğan, Joe Biden ile görüşemediği için üzülmüş, hayal kırıklığı içinde dönmüş ABD’den. Oysa gerek kendisi gerek danışmanları gerekse Dışişleri Bakanlığı, Joe Biden’ın Erdoğan ile görüşmeyeceğini öngörmeliydiler; alt düzeydeki temaslarda ikili zirve için talepkâr olmamalıydılar. 

Anımsanmalı ki Biden, daha başkan adaylığı için kampanya yürütürken Erdoğan’ı “otokrat” olarak tanımlamış, “yaptıklarının bedelini ödemeli” demişti. Kasım ayında seçildikten ve 20 Ocak’ta göreve başladıktan sonra da ancak 23 Nisan’da Erdoğan’ı aramış ve o görüşmede de 1915 olaylarını “Ermeni Soykırımı” olarak tanıyacağını bildirmişti Biden. Oysa her yeni başkanın göreve başladıktan sonra hemen aradığı on ülke arasındaydı Türkiye. Dahası, Barack Obama başkanlık koltuğuna oturduktan hemen sonra geleneksel Kanada ve İngiltere ziyaretlerinin ardından ilk olarak Türkiye’yi ziyaret etmiş, “stratejik müttefik” olarak Türkiye’ye verdiği önemi göstermişti. 

Bugün ise medyaya açıklama yapan Amerikalı yetkililer Türkiye için alışıldık ‘stratejik ortağımız’ yerine ‘NATO müttefikimiz’ diyorlar. Nitekim Erdoğan da artık “stratejik ortağımız” demiyor, “iki NATO ülkesi” diyor. Erdoğan ABD’den dönmeden önce CBC televizyonuna verdiği demeçte aynı söylemi tutturmuş, en fazla “ABD’nin NATO’daki dostu Türkiye” diyebilmiş…

***

Dediğim gibi Joe Biden’ın Erdoğan ile görüşmeyeceği öngörülmeliydi. Alt düzeydeki temaslarda alınan ret yanıtı bir yana; Biden başkan seçileli neredeyse yıl geçti, bir tek geçen haziran ayında NATO zirvesi sırasında yüz yüze görüştüler Erdoğan ve Biden. O görüşmede de sadece Kabil Havalimanı’nın yönetimi ve güvenliğinin Türkiye’ye bırakılması (benzetmek uygunsa Kabil Havaalanı’na kayyımlık) konusunda prensip anlaşmasına varmışlardı. O tarihte bu anlaşma Erdoğan’ın Biden ile beyaz sayfa açma çabası olarak yorumlanmıştı. Hatta, Biden’ın 1915 olaylarını “Ermeni Soykırımı” olarak tanımasının görüşmede gündeme gelip gelmediği sorusunu Erdoğan, (o prensip anlaşması uğruna) “Hamd olsun hiç gündeme gelmedi” diye yanıtlamıştı. 


Ancak Taliban’ın Kabil’i beklenenden önce ele geçirmesi üzerine Biden ile mutabakat suya düştü; dolayısıyla BM zirvesi sırasında Biden’ın Erdoğan’a vakit ayırması için bir neden kalmadı. Geride Türkiye’nin F35 savaş uçağı projesinden çıkartılması, Türkiye’nin Rusya’dan aldığı S400 füzeleriyle ilgili kriz, Ortadoğu’da Türkiye ile adeta hasım olan ABD’nin Irak’ta Barzani’yi, Suriye’de PKK uzantısı PYD’yi desteklemesi, Biden’ın 1915’i “soykırım” olarak tanıması, ABD mahkemelerinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı da ilgilendiren Halkbank davası, Fetullah Gülen’in ABD’deki misafirliğine halel gelmemesi gibi anlaşmazlıklar sepeti kaldı.

***

Anlaşmazlıklar sepeti bunca dolmuşken Biden ayaküstü selamlaşmaya ve birlikte fotoğraf vermeye bile tenezzül etmemiş, Erdoğan hayal kırıklığıyla dönmüş ülkeye. O üzüntüyle, CBS televizyon kanalına verdiği söyleşide vermiş veriştirmiş Biden’a.

-  Türkiye’ye saldıran PKK/YPG/PYD Amerika’dan çok ciddi silah, mühimmat desteği alıyor; bu tür silah desteklerinin verilmemesi gerekir.

-  Amerika, bölgedeki PKK, PYD, YPG ile beraber mi hareket edecek yoksa NATO’da beraber olduğu dostuyla, Türkiye’yle beraber mi hareket edecek? Bunun kararını vermesi lazım.

-   F-35’ler için 1 milyar 400 milyon dolar ödedik. Peki benim bu 5 tane uçağım niye verilmiyor? Bu parayı ben ödedim.

-  S400’ler noktasında savunma sistemleri noktasında hangi ülkeden ne kadar ne alacağımıza kimse müdahale edemez. Bunun kararını verecek olan biziz.

-  Bundan sonra ülkemize hâlâ Afganlı mülteci almaya gücümüz yetmez.

-  Amerika 20 yıldır Afganistan’da neden bulunduğunu sorgulamalı.

-  Benim tasarrufum olursa ABD askerlerinin Suriye’den çıkmalarıdır, Irak’tan çıkmalarıdır; Afganistan’dan çıktıkları gibi çıkmalarıdır. Bırakalım o bölge halkı, o bölgedeki yönetim kararını kendisi versin.

Erdoğan’ın CBS’e söyledikleri, tutarlılık ve ilke sorunuyla da malul olduğunu gösteriyor. Afganistan’dan çıkan ABD Irak ve Suriye’den de çıkmalıymış; bölge halkı nasıl yönetileceğine kendisi karar vermeliymiş! 

Besleme kanaat bezirgânları istedikleri parlatsınlar, halkların eşitliğini ve kardeşliğini, kendi kaderlerini tayin hakkını şiar edinmiş sosyalistlerin komünistlerin nezdinde bu sözlerin hiçbir değeri ve inandırıcılığı yok. Çünkü Erdoğan söyleminde samimi değil. Uzun söze gerek yok. ABD Afganistan’ı 20 yıldır işgal altında tutarken bir kere bile itiraz etmedi Erdoğan; giderayak Kabil Havaalanı kayyımlığına bile heveslendi. “Beraber iyi çalıştım” dediği oğul Bush 2003 yılında Irak’a bomba yağdırırken, işgalci Amerikan askerlerinin sağ salim dönmeleri için Erdoğan’ın dua etmesi, Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanlığını üstlenmesi unutulacak gibi değil. Yine “iyi çalıştım” dediği Obama Suriye’ye girerken yanında, eğit donat projesi ve Şam’da zafer namazı hülyasıyla Erdoğan vardı. 

Biliniyor ki, onca ağır mektup yazıp hakaret etmiş Trump çağırdığında koşa koşa Beyaz Saray’a gittiği gibi, bugün de Biden çağırsa yine gider Erdoğan.

Sözün özü, imam evinden aş ölü gözünden yaş çıkmayacağı gibi Erdoğan’dan da anti emperyalist siyasetçi çıkmaz!

19 Eylül 2021 Pazar

12 EYLÜL YARGISINDAN AK YARGIYA

Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, hazırlık eğitimindeki hâkim ve savcı adaylarına seslenmiş:

Adaletin asıl tecelligâhı koca koca binalar değil sizin temiz vicdanınızdır. Aklınızı, vicdanınızı kimseye ama kimseye kiraya vermeyin!

Bu kadarla kalmamış Adalet Bakanı, cüppelerinde ilik ve düğme bulunmadığını vurgulamış, kimsenin önünde eğilmemelerini öğütlemiş genç hâkim ve savcı adaylarına.

Ne güzel değil mi? Vicdan ve akıl sahibi herkesin altına imza atacağı sözler bunlar.

Devlet Başkanı Recep Tayyip Erdoğan da Yargıtay’ın yeni binasının açılışında konuşmasının bir yerinde benzer sözler söylemişti. Yargının bağımsız ve tarafsız olması gerektiğinin altını çizmiş, adaletin tecellisi için bağımsızlığın şart olduğunu söylemiş ve eklemişti Erdoğan:

Eğer bir devlette adalet yoksa, onun hangi sistemle yönetildiğinin, kim tarafından idare edildiğinin, vatandaşlarının hangi inanca veya milliyete sahip olduğunun bir önemi kalmaz, orada sadece zulüm hüküm sürer. Adalet devletin varlığının sebebidir. Gelecek nesillere bırakacağımız en büyük miras işte bu anlayış olacaktır.”

Dediğim gibi Erdoğan’ın bu sözleri de herkesin altına imza atacağı türden sözler. Ama ne yazık ki, söylediği yer, zaman, bağlam, dini referansı ve bu sözleri söyledikten sonra anakronik (veya arkaik) cüppeliye dua ettirmesiyle birlikte düşünüldüğünde hiçbir inandırıcılığı yok bu sözlerin. 

İnandırıcılıktan yoksun bu sözlerin bir değeri varsa, bozuk saatin günde iki kez doğruyu göstermesi kadar bile değil. Çünkü, insanların adalet duygusunu ve beklentisini istismar ettikleri onca belagatin içine serpiştirdikleri bu sözlere kendileri de inanmıyorlar. Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı, yargıç güvencesi, yargıçların ve savcıların liyakat ve ehliyeti zerrece umurlarında değil.

Devletin adalet ile yönetilmesi gerektiğini içlerine sindirmiş olsalar, yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını, yargıç güvencesini zerrece umursalar, 19’uncu iktidar yılında bu tür tumturaklı cümleler kurmaya gerek duymazlardı. Anayasayı değiştirmeye yeter sayısal çoğunlukla 19 yıl iktidar olmak, demokratik devletin bağımsız ve tarafsız yargısını inşa etmek için yeterliydi ama Erdoğan hukuk devletinin inşasına önderlik etmek yerine yargıyı Fetullahçı Çete’ye teslim etmeyi yeğledi. Fetullahçı Çete hapse atılmış olsa da fikriyle ruhuyla iktidarda ve Erdoğan 20’nci iktidar yılına girerken bağımsız ve tarafsız yargı masalı anlatıyor. Anlattığı masala kendisi inanıyor mu, bilinmez. Bilinen bir şey varsa, devletin yargısına duyulan güven, tarihteki en dip seviyeye geriledi. Öyle ki, bu dönemin AK yargısı 12 Eylül faşizmi yargısının da gerisinde…

***


Darbe ve diktatörlük dönemlerinin ortak edimidir yargıyı tahakküm altına almak. 12 Eylül darbecisi Kenan Evren, benim de aralarında olduğum sanıkları “Onlara hain demeyi bile az bulurum” diyerek hedef göstermişti. Ama, sıkıyönetim mahkemesi beraat kararı vermişti. Düşünüyorum da aynı dosya ile bugün yargılansam, ağırlaştırılmış müebbet hapisten aşağı bir ceza çıkmazdı. Çünkü, FETÖ mirasçısı AK yargı 12 Eylül faşizmi yargısının da gerisinde.


12 Eylül darbe döneminin devlet başkanı devletin her kurumuna olduğu gibi mahkemelere de talimatlar veriyor, telkinlerde bulunuyordu. Bugün de devlet başkanı her vesileyle yargıya talimat vermekten telkinde bulunmaktan geri durmuyor. Örneğin, Anayasa Mahkemesi tutuklu gazetecilerle ilgili dosyada tahliye kararı verdiğinde “Ben AYM’nin kararını kabul etmek durumunda değilim. Karara uymuyorum, saygı da duymuyorum” diyebilmişti Erdoğan. 

Yine Erdoğan, AİHM’nin Selahattin Demirtaş kararıyla ilgili olarak “Kendi adamlarını koruyorlar. Bu karar bizi bağlamaz” ifadelerini kullanabilmişti.

İddianamesiz dört yıldır tutuklu olan Osman Kavala’yı hedef gösterirken de şu ifadeleri kullanmıştı Erdoğan: “Gezi olaylarında teröristlerin finans kaynağı olan bir kişi şu anda içeride. Onun arkasında meşhur Macar Yahudi’si Soros var. Türkiye’deki temsilcisi de aynı şekilde babadan zengin, bu imkanlarını bu ülkeyi parçalayıp bölen terör eylemlerine karşı her türlü desteği veren kişi. Şimdi içeride.

Sadece devlet başkanı talimat vermiyor yargıya. Kararlarını beğenmediği Anayasa Mahkemesi’nin Başkanı’nı “Ana caddelerde, sokaklarda polis koruması almadan bisikletinle işe git gel bakalım!” diye tehdit eden bir İçişleri Bakanımız da var.

Devlet Başkanı yargı kararlarına saygı duymaz, kimlerin yargılanması, kimlerin ne kadar tutuklu kalması gerektiği konusunda telkinlerde bulunursa, ondan cesaret alan İçişleri Bakanı en yüksek yargıcı bile tehdit ederse, elbette yargının bağımsızlığından tarafsızlığından, hukukun üstünlüğünden, adaletin tecellisinden söz edilemez; yargıya güven diplerde sürünür.

***


Hakkaniyetle söylemeli ki, yargıya güvensizliğin bütün kabahati adalet duygusundan ve bilincinden yoksun siyasetçilerde ve iktidar sahiplerine ait değil. Adalet profesyoneli yargıçlar ve savcılar da muktedirler kadar sorumlular yargıdan umut kesilmesinde. Demokratik hukuk devletinin kişilik sahibi savcıları ve yargıçları gibi davranmıyorlar. Cüppelerinde ilik ve düğme bulunmadığı hatırlatılarak kimsenin önünde eğilmemeleri öğütlenedursun, mafya şefinden 10 bin dolar maaş bağlanan siyasetçiye soru soracak bir savcı bulunamıyor örneğin.

Eski Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, 17-25 Aralık sürecinde kendisiyle ilgili hazırlanan dosyalar için itiraf niteliğinde açıklamalar yaptı; “Benim dosyamda ne varsa, hem tapeler doğrudur hem teknik takip doğrudur hem de benim telefon konuşmalarım A’dan Z’ye kadar doğrudur. ‘Reis’, Sayın Cumhurbaşkanım beni hırsız çuvalının içine koydu ve attı” dedi; ama nezaketen de olsa çağırıp soracak bir savcı çıkamıyor.

Sokak ortasında gazetecileri, siyasetçileri döven yandaşlar, şehit cenazesinde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu yumruklayan ‘inek hırsızı’ yargılanamıyor…

Buna karşılık siyasetçiler, sanatçılar, yazarlar, kitle örgütleri yöneticileri ve üyeleri bir iddianame bile hazırlanmadan yıllardır cezaevinde tutuluyor.

Çok daha vahimi, AK yargıdan şöyle bir karar çıkabiliyor: “Yüksek ihtimaldir ki halihazırda atama listesinde ya da el yazılı listede adının bulunması dışında delil bulunmayıp süreç içinde tahliye edilen sanık hakkında uzun sürmesi beklenen yasa yolları aşamasında örgüt üyesi olduğunu gösteren deliller dosyaya intikal etmeye devam edecektir.” (Elazığ 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2017/96 Esas, 2018/231 Karar sayılı kararı.)

Yani, sanık hakkında hiçbir delil yok ama süreç içinde delil bulunması yüksek ihtimaldir. O nedenle sanığın 6 yıl 3 ay hapsine… İnanılır gibi değil ama AK yargı döneminde böyle kararlar verilebildi. Onca trajik yargılamalara ve kararlara karşın 12 Eylül dönemi mahkemeleri bugünkü kadar keyfi yargılama yapmıyorlardı.

Sözün özü, adalet ve yargı söz konusu olduğunda, darbe hukukundan arınıp daha ileri bir noktaya gidebilmiş değil Türkiye. Erdoğan imzasıyla “Daha Adil Bir Dünya Mümkün” adıyla bir değil düzinelerce kitap yayımlansın, duayla adalet olmaz. Duayla sağlanamayan adalet, içtenlikten yoksun cafcaflı sözlerle hiç sağlanamaz. Sadece kendilerine adil olanlar adaletle yönetemezler. Adaletin ve yargının sınıfsal bir özü olduğunu unutmadan söylemeli ki, bir toplum ne kadar adalet istiyorsa en fazla o kadarını bulabilir. 

Hukuk iktidarların…” diyen Mihail Aleksandroviç Bakunin’in aziz anısına saygıyla!

1 Eylül 2021 Çarşamba

MARX’TAN MARXİSTLİK BEKLEMEK!

AŞK BİR DEV AMA YAŞATMAK İÇİN PARA LAZIM...

Karl Marx'tan eşi Jenny'ye"...sevdiğine aşk, yani sana aşk, insanı yeniden insanlaştırıyor... " 

Karl Marx'tan müstakbel damadı Paul Lafargue'a: "...kızımın geleceğine idealistçe bakamam, onun zararına olacak şekilde şairane davranışlarda bulunmayın..." 

BİA Haber Merkezi 

11/02/2006     

BİA (İstanbul) - Burada sunduğumuz, Karl Marx'ın eşi Jenny'ye ve gelecekteki damadı Paul Lafargue'a yazdığı iki mektup da aşk üstüne. Bir yıl arayla yazılmış olan mektuplarda Marx'ın kendi aşkına biçtiği değerle damadının aşkına biçtiği değer arasındaki fark çok dikkat çekici. Hangi Marx'ın aşk konusunda "Marksist" bir tutum takınmış sayılabileceği ya da "Marksistin aşkı"nın başka bir aşktan nasıl ayırt edilebileceği konusunu derinleştirmekse okurlara kalıyor. 


Londra'daki Jenny Marx'a mektup,

Manchester, 21 Haziran, 1865


Yürekten sevdiğim,

Sana gene yazıyorum çünkü yalnızım ve çünkü kafamın içinde seninle konuşurken senin bunu bilmiyor, ya da bana karşılık veremiyor olmana katlanamıyorum.

Kısa süreli ayrılıklar iyi oluyor, çünkü hep bir arada olununca her şey hiç ayırt edilemeyecek kadar birbirine benzemeye başlıyor. Yan yana durduklarında kuleler bile cüceleşirken, alelade ve ufak tefek şeyler yakından bakınca kocamanlaşır. Küçük tedirginlikler onlara yol açan nesneler göz önünden kaldırıldığında yok olabilir. Yan yanalık dolayısıyla sıradanlaşan tutkularsa mesafenin büyüsüyle yeniden büyüyüp doğal boyutlarına dönerler. Aşkım da öyle. Zamanın aşkımı tıpkı güneş ve yağmurun bitkileri büyüttüğü gibi büyütmüş olduğunu anlamam için senin bir an, sırf rüyada bile olsa, benden koparılman yetiyor. Senden ayrılır ayrılmaz sana olan aşkım bütün gerçekliğiyle kendini gösteriyor: O, ruhumun bütün enerjisiyle yüreğimin bütün kişiliğini bir araya getiren bir dev. Böylece yeniden insan olduğumu hissediyorum çünkü içim tutkuyla doluyor. Araştırma ve çağdaş eğitimin bizi kucağına attığı belirsizlikler ve bütün nesnel ve öznel izlenimlerimizde kusur bulmaya iten kuşkuculuk bizi küçük, zayıf ve mızmız kılıyor. Ama aşk -Feurbachvari insana aşk değil, metabolizmaya aşk değil, proletaryaya aşk değil- sevdiğine aşk, yani sana aşk, insanı yeniden insanlaştırıyor... 

Dünyada çok dişi var, kimileri de çok güzel. Ama ben, her bir hattı, hatta her bir kırışığı bana hayatımın en büyük ve en tatlı anılarını hatırlatan bir yüzü bir daha nerede bulabilirim? Senin tatlı çehrende sonu gelmez acılarımı, yeri doldurulmaz kayıplarımı bile okuyabilir ve senin tatlı yüzünü öptüğümde acıyı öperim. 

Hoşça kal canım. Seni ve çocukları binlerce kere öperim. 

Senin, Karl 

***


Fransa'daki Paul Lafargue'a mektup

Londra, 13 Ağustos, 1866.

Azizim Lafargue,

Aşağıdaki tespitlerimi iletmeme izin vereceğinizi umuyorum.

1. Eğer kızımla ilişkilerinizi sürdürmek istiyorsanız, ona "kur yapma" tarzınızdan vazgeçmeniz gerek. Gayet iyi biliyorsunuz ki, henüz verilmiş bir evlenme sözü yok ve hiçbir şey belli değil. Hatta Laura, usulüne uygun şekilde nişanlınız olmuş olsaydı da, söz konusu olanın uzun bir iş olduğunu unutmamanız gerekirdi. Fazla samimiyetin yol açacağı davranışlar da burada uygunsuz kaçıyor çünkü bu durumda iki sevgilinin birbirlerine güçlü arzular duydukları halde aynı yerde oldukça uzun bir süre birbirlerine yaklaşmadan yaşamaları gerekiyor. 

2. Yalnızca bir haftalık bir jeolojik dönem içinde bile tavırlarınızdaki değişikliği dehşet içinde izledim. Fikrimce, gerçek aşk, ihtiyat, tevazu ve hatta aşığın idolüne karşı çekingenliği içinde ifade edilir; asla ihtiras içinde kendini kapıp koyuvermeyle ve zamansız samimiyet gösterileriyle değil... Siz bu karmakarışık mizacınızı ortaya koyunca kızımla davranışlarınız arasına aklımı koymak da benim görevim. Eğer ona olan sevginizi Londra boylamıyla uyarlı bir biçimde göstermekten acizseniz tavsiyem onu uzaktan sevmenizdir. Bunun üzerinde daha fazla durmayacağım...

3. Laura'yla olan ilişkilerinizi belirginleştirmeden önce, ekonomik durumunuza ilişkin ciddi bilgiye ihtiyacım var. Kızım işleriniz hakkında bilgi sahibi olduğumu zannediyor. Oysa yanılıyor. Bu sorunu şimdiye kadar ortaya atmadım çünkü kanımca bu girişimin sizden gelmesi gerekirdi. Biliyorsunuz ki, elimde avucumda ne varsa hepsini devrimci mücadeleye harcadım. Buna pişman değilim. Tersine, eğer hayata yeniden başlayacak olsaydım, yine aynı şekilde hareket ederdim. Yalnız, evlenmezdim. Gücüm yettiğince, kızımı, annesine hayatı zehir eden zorluklardan kurtarmak istiyorum. Benim dolaysız etkim olmasa (bu benim açımdan bir zayıflıktır) ve sizle dostluğum kızımın seçimlerini etkilemese bu iş hiçbir zaman bugünkü halini almazdı. O nedenle ağır bir kişisel sorumluluk taşıyorum. 

Şu anki durumunuza gelince, bunun peşine düşmemiş olsam da, elime geçen bilgiler pek tatmin edici değil. Fakat bunu bir kenara bırakıyorum. Genel durumunuza gelince, henüz öğrenci olduğunuzu, Fransa'daki kariyerinizin Liege olayı nedeniyle yarı yarıya çökmüş bulunduğunu, İngiltere'ye intibak etmeniz için en gerekli araç olan dilin sizde çok eksik bir unsur olduğunu ve en iyi halde bile başarı ihtimallerinizin (?) ne kadar şüpheli olduğunu biliyorum. 

Gözlemlerimden çıkardığım sonuca göre, işlere heyecanla başlamanıza ve iyi niyetinize karşın, çalışkan bir mizaca sahip değilsiniz. Bu şartlar dahilinde, kızımla birlikte hayat gemisine binebilmeniz için size dışarıdan destek gerekecek.

Ailenize gelince, hiçbir şey bilmiyorum. Bir miktar zenginliğe sahip olduklarını farz etsek bile, bu onların sizin için fedakarlığa katlanmaya pek hevesli olduklarını kanıtlamaz. Dahası onların sizin bu evlilik projenizi nasıl karşıladıklarını bile bilmiyorum.

Tekrar ediyorum, bütün bu noktalar hakkında bana olumlu açıklamalar gerekiyor. Zaten hayata gerçekçi şekilde bakan siz de, kızımın geleceğine idealist bir görüş açısından bakmamı beklemezsiniz. Şiiri ortadan kaldırmayı düşünecek derecede müspet bir kişi olan sizin, kızımın zararına olacak şekilde şairane davranışlarda bulunmamanız gerekir.

4. Bu mektuptan doğabilecek bütün yanlış anlamaları önlemek için, size şunu bildiririm ki, hemen şimdi evliliği akdetme iktidarına sahip olsaydınız bile, bu yine olmazdı. Kızım reddederdi. Ben de şahsen bu işe itiraz ederdim. Evlenmeyi düşünmeden önce olgun bir adam olmanız ve hem siz hem de kızım için uzun bir tecrübe dönemi gerekiyor.

5. Bu mektup ikimizin arasında sır olarak kalırsa çok memnun olurum.

Cevabınızı bekliyorum.

En iyi dileklerimle, 

Karl Marx.

(https://bianet.org/kadin/kultur/74667-ask-bir-dev-ama-yasatmak-icin-para-lazim)


MARX’TAN MARXİSTLİK BEKLEMEK!

Karl Marx’tan marxistlik beklemek! Üstelik aşk konusunda. 

Aşk denildi mi, Marx da çokça ayrıcalığı olmayan bir insan. 

Karl Marx, aristokrasiden Jenny ile gizlice nişanlanıp evleniyor. Çünkü sırılsıklam âşık. İki gönül bir olup samanlığı seyran eylemişler. Gerçekten de yoksul bir yaşam sürmüşler. 

Damat adayına yazdığı mektupta, “Hayata yeniden başlayacak olsam evlenmezdim” derken evlilikle devrimciliğin, evlilikle aşkın zıtlığına mı dikkati çekiyor; yoksa Lafargue’a “Evlilikten uzak dur evladım!” mı demek istiyor, pek belli değil. Ama yoksulluk içinde de olsa Karl, Jenny’yi aşk ile sevmiş. Jenny öldükten sonra Karl da çok durmamış, peşinden gitmiş.

Karl, Jenny’ye rüyasında görmediğinde bile özlem duyacak kadar âşık, gizlice nişanlanıp evlenmiş, say ki Jenny’yi kaçırmış. Ama sıra kızı Laura’nın desti izdivacına Paul’ün talip olmasına gelince, ‘âşık Marks’ın yerini “Laura’nın ceberrut babası” alıyor, kızına kur yapılmasına bile tahammülü yok, dehşetle izliyor. 

Kız babası olarak ağır kişisel sorumluluk altındadır, kızının geleceğine idealist açıdan bakamaz, kendisi parasız pulsuzken Jenny ile kaçmış olsa bile şimdi kızını ‘çulsuz’un birine veremez! O yüzden Paul’ün kendini kapıp koyvermesiyle Laura arasına “aklını koymak” zorunda hissediyor kendisini. Paul olgun davranıp hayata gerçekçi açıdan bakmalı, şairane davranmamalı, mümkünse uzaktan sevmelidir… 

Sonuçta Karl da bildiğimiz türden kız babası! 

Laura’nın babası ne denli katı olsa da aşk ceberrut babayı dinlemedi, mektubun üzerinden iki yıl geçmeden Paul ve Laura evlendiler. Paul, insana ve proletaryaya âşık kaynatasına layık bir marxist oldu. “Çalışkan bir mizaca sahip değilsiniz” gözlemini haksız çıkardıysa da, insanlar ve proleterler için “tembellik hakkı”nı kuramsallaştırarak, emeği kutsallaştıran kaynatasının eksiğini tamamladı. 

Marx’ın insana, proletaryaya aşkına gelince. 

Marx öyle kabul etmese de karasevdaydı herhalde. 

Marx bu aşkına karşılık bulamadı, hep uzaktan sevmek zorunda kaldı. 

Sonuçta Marx’a yüz vermeyen proletarya kendisini mutlu edecek bir partneri boşuna aradı, kendisine âşık Marx’ın yoksulluk, sefalet ve mutsuzluk içinde ölmesini uzaktan seyretti. Marx’ı son yolculuğuna  uğurlayan 11 kişi vardı sadece. 

Hayata yeniden başlayacak olsa yine insana, proletaryaya aşkından vazgeçmezdi Marx. 

Çünkü, sevda böyle bir şeydir ve Karl, marxist idi.

Rahmi Yıldırım

12 Şubat 2006

Not: Jenny Laura Marx, Karl Marx ve Jenny von Westphalen’in ikinci kızlarıydı; 1868'de Paul Lafargue ile evlendi. Lafargue'ler 1911'de birlikte intihar ettiler.

21 Temmuz 2021 Çarşamba

ESKİ TÜRKİYE YOK ARTIK


Recep Tayyip Erdoğan bir süredir “Eski Türkiye yok” diyor ya, ben de aynı kanıdayım. 

Gerçekten de eski Türkiye yok artık. Ama Erdoğan’ın “Artık yeni bir Türkiye var” iddiasının tersine, yeni bir Türkiye de yok; daha eski bir Türkiye var. Hatta biraz daha geriye gitmek uygun olur, çok daha eski bir Türkiye var. 

Eski Türkiye’de, yani Erdoğan’ın “artık yok” dediği Türkiye’de yüzde yüz işler olmasa da güçler ayrılığı vardı. TBMM, devletin kurucusu Büyük Millet Meclisi’nin mirasçısı ve milli iradenin tecelligâhı sayılırdı. Yürütmenin başı Başbakan, TBMM’ye karşı sorumluydu. Yargıçlar savcılar, millet adına adalet dağıtmakla yükümlü sayarlardı kendilerini. Cumhurbaşkanı da sadece bir partiye oy verenler tarafından değil, çok büyük çoğunluk tarafından saygı görürdü.

Daha eski Türkiye’de de (yani Meşrutiyet döneminde) bire bir olmasa da benzer bir rejim yürürlükteydi. Modernleşmenin ve meşrutiyetin kör topal yolcusu Osmanlı’da padişah artık her şeye kadir değildi; yetkilerini Meclis’i Mebusan, Meclis’i Âyan ve Sadrazam ile paylaşmıştı.

 Erdoğan’ın dediği gibi eski Türkiye yok artık ama Erdoğan’ın dediğinin tersine, eski Türkiye’nin yerine yenisi gelmedi; daha eski de değil, çok daha eski bir Türkiye’ye savrulduk. Hatta çok daha eski Türkiye’de, yani Tanzimat ve Meşrutiyet öncesi Osmanlı’da bile padişah tek başına değildi. Devletin ve mülkün sahibi padişahın yanı sıra sadrazam yürütme erkinin başıydı. Osmanlı tarihi padişahlar tarihi olduğu kadar sadrazamlar tarihidir. Padişah ve sadrazamın yanında bir de Divan-ı Hûmayun ve fetva makamı olarak Şeyh-ül İslam vardı. Yargı erki de kadılar ve kazaskerler ile temsil ediliyordu. Padişah, “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” diye uyarılıyordu.


Bugün ise Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen, anayasada adı olmayan ucube bir rejim ile yönetiliyoruz. Ne sadrazam veya başbakan var ne de TBMM, Cumhurbaşkanı karşısında etkili olabiliyor. Cumhurbaşkanı tek başına TBMM’den daha güçlü ve etkili. Yargı ve üniversiteler tamamen sinmiş ve teslim olmuşlar. “Mağrur olma Reis, senden büyük Allah var!” diyen de yok. Onun yerine “Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde toplayan lider” diye yüceltiliyor. Bu yüceltmeye itiraz ettiği duyulmadı. İtiraz etmediği gibi (hadis-i kutsi olduğunu belirtmeden) “Bizim rahmetimiz gazabımızı aşacaktır inşallah!” diye konuşabiliyor. Oysa Başbakan olarak iktidarının ilk yıllarında cep telefonu açıldığında ekranda “Mağrur olma!” diye bir yazının akmaya başladığı yolunda haberler çıkmıştı matbuatta. Rivayete göre oğlu Burak’ın işiymiş ekrana bu yazıyı yazmak. Yani baba nasihati değil, evlat nasihati gibi. Evlat nasihati tevazuundan hadis-i kutsi şirkine ve kibrine savrulmak her bakımdan endişe vericidir!.. Benden söylemesi.

Bu ucube rejime siyaset biliminde kibarca “monokrasi” deniyor, yani tek adam yönetimi. Muhalefet “şahsım iktidarı” diyor. Marksist literatürde ne dendiğini yazıp başıma bela açmayayım! Merak eden, Dimitrov’un Faşizme Karşı Birleşik Cephe kitabına bakabilir.

***

 Monokrasiye, şahsım iktidarına durduk yerde savrulmadı Türkiye. Eski Türkiye elitlerinin ve kapitalistlerinin aç gözlülükleri ve zorbalıkları ahaliyi öyle bir bunalttı ki, ahali 2002 seçimlerinde can havliyle Tayyip’in ipine sarıldı. Ahalinin eski Türkiye’den yaka silkmişliği Tayyip Erdoğan’ın rafine olmamış, incelikten yoksun siyasi ve dini ihtirasıyla birleşince, monokrasiye, şahsım iktidarına giden yolda bir engel kalmadı. 2007 ve 2010 anayasa referandumlarıyla genişletilen yolda nihayet 15 Temmuz darbe girişimi “Allah’ın lütfu” oldu; Almanya’da Hitler’i tek adamlığa taşıyan referandumun benzeri 2017 referandumuyla Türkiye’de de “şahsım iktidarı” kuruldu.

(Bu anda, Nazi Almanya’sı ile bugünün Türkiye’si arasında benzerlik kurma fikrini ve cesaretini Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan ödünç aldığımı belirtmeliyim. Erdoğan, Suudi Arabistan’a yaptığı ziyaretlerin birinden dönüşünde düzenlediği basın toplantısında gazetecilerin sorusu üzerine Hitler Almanya’sını örnek vermişti: “Üniter devlette başkanlık sistemi yoktur diye bir şey yok. Şu anda bunun zaten dünyada örneği var. Yani Hitler Almanya’sına baktığınızda orada da bunu görürsünüz. Başka ülkelerde de görürsünüz.” (31 Aralık 2015)

***

Ezcümle, eski Türkiye yok, çok daha eski bir Türkiye var. Ekonomisi tıkanmış, dış politikası iflas etmiş, (resmi rakama göre) 4,5 milyon işsiziyle Türkiye gemisi, Erdoğan’ın “Allah’ın lütfu” saydığı 15 Temmuz felaketinden sonra demokrasi limanından çok daha uzaklaştı. Bunun vebali günahı en başta demokrasiyi amaç değil araç olarak gördüğünü saklamayan Erdoğan ile siyasal İslam’dan demokrasi uman liberallerin boynunadır. Allah’ın lütfundan kasıt Fetullahçı çetenin devletten temizlenmesiyse, darbeye kalkışmalarının beklenmesi gerekmiyordu. Fetullahçı çetenin tasfiyesiyle Türkiye’nin demokrasiye kavuştuğu öne sürülüyorsa şu sorulara yanıt verilmelidir:

- Fetullahçı çete nasıl oldu da darbeye girişecek derecede devlette mevzi kazandı? 

- Recep Tayyip Erdoğan’ın “Cemaatteki kardeşlerimiz ne istediler de vermedik?” sitemi nasıl bir ittifakın itirafıdır?

- Recep Tayyip Erdoğan’ın yolsuzluk maskeli darbeye maruz kaldığı 17 Aralık 2013’te gazeteci Fehmi Koru’yu Fetullah Gülen’e göndermesi, ittifakın sürmesi için atılmış bir adım mıydı?

- Recep Tayyip Erdoğan 15 Temmuz 2016’da nasıl bir ruh hali ve içgüdüyle (daha kalkışma bastırılmadan) darbe girişimini “Allah’ın lütfu” saydı?

- Recep Tayyip Erdoğan darbe girişimini gerçekten eniştesinden mi haber aldı? Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan, anayasa uyarınca bağlı oldukları Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve Başbakan Binali Yıldırım’a gelişmeleri haber vermediler mi?

- 15 Temmuz darbe girişimini araştırmak üzere kurulan TBMM Komisyonu niçin çalıştırılmadı? İktidar partisi AKP komisyona üye vermeyi neden iki ay geciktirdi? Komisyonun çalışma süresi neden uzatılmadı?

- Recep Tayyip Erdoğan, Binali Yıldırım, dönemin TSK üst düzey komutanları ve MİT Müsteşarı neden komisyona gitmekten kaçındılar?

- Komisyon, darbeye kalkışanları neden dinlemedi?

- Komisyon, raporunu neden TBMM’ye sunmadı?

- TBMM’nin kendisini kapatmayı hedefleyerek bombalayan bir darbeyi araştırmaktan kaçınması, ne anlama gelir?

- ByLock listesi neden açıklanmıyor?

- Darbe başarıya ulaşsaydı, devletin üst düzeyinde kimler hangi görevlere getirilecekti?

- AKP’li eski milletvekili Şamil Tayyar’ın “15 Temmuz gerçek manada aydınlanırsa, bugün kahraman dediklerimizin aslında belki de darbenin içinde olduğunu göreceksiniz; belki de bugün hain diye suçladığımız bazı isimlerin aslında tam tersi olduğunu göreceksiniz” sözleri, darbe girişiminin perde gerisindeki hangi ilişkileri ima etmektedir?

Bunlara benzer onlarca yüzlerce soru üretilebilir.

Sonuç, darbeye maruz kalan Erdoğan ve iktidar partisi AKP’nin darbe öncesi, darbe gecesi ve sonrasının araştırılmasına istekli olmadığıdır.

Oysa, 15/16 Temmuz 2016 öncesi, gecesi ve sonrası olup biten aydınlatılmadan Türkiye’de gerçek bir demokrasi kurulamaz.


16 Temmuz 2021 Cuma

15 TEMMUZ HAMASETİ

15/16 Temmuz gecesi kâbus gecesiydi. Ülke iç savaşın eşiğine geldi, F tipi darbe girişimi bastırıldı, iç savaş savuşturuldu (belki de ertelendi), 251 insan canından oldu. F tipi darbe girişimi bastırıldı ama Türkiye bu kez 20 Temmuz’da (halen süren) T tipi OHAL darbesine maruz kaldı.

Kâbus gecesinin üzerinden beş yıl geçti. Toplumsal belleğe kazınan görüntülerin dışında o gece neler olup bittiğini hakkıyla bilen yok; bilen(ler) varsa da anlatmaya yanaşmıyor(lar).

O geceyle ilgili toplumsal belleğe çizilen resim belli: FETÖ, ordu içindeki gücünü harekete geçirdi, darbeye teşebbüs etti; lakin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çağrısıyla meydanlara çıkan millet demokrasi destanı yazdı, darbeciler yakalandı, şimdi ihanetin bedelini ödüyorlar...

Kâbus gecesinin beşinci yıl dönümünde demokrasi destanı niyetine yinelenen resim görünüşte doğru olmasına doğru da hakikatin tam bir resmi midir? Daha açık bir ifadeyle, o gece gerçekten demokrasi destanı mı yazıldı? Başka bir deyişle, o gece girişilen askeri darbe daha büyük bir resmin parçası mıydı? Daha net bir ifadeyle, 15 Temmuz aslında başlamadan önlenebilir bir girişim miydi?

***

O gece neler olup bittiğine dair epey senaryo yazıldı. Resmi senaryo, darbe girişimine karşı açılan toplam 289 davanın iddianamelerine ve kararlarına geçerek “hukuki” metinlere dönüştü. Ne ki, hukuki analiz, etik ve titizlikten yoksun, kes yapıştır yöntemiyle şişirilen binlerce sayfalık iddianamelerde ve gerekçeli kararlarda hakikatin tam bir resmi çizilmedi.

Resmi senaryodaki anlatıya göre:  

Üst akıl, taşeronları vasıtasıyla önce İstanbul Gezi Parkı’nda ağaçların kesilmesini bahane edip sokak eylemleriyle yönetimi değiştirmeye teşebbüs etti.

 Gezi’nin ardından üst akıl, 17/25 Aralık’ta başka bir taşeronu (yani FETÖ/PDY) eliyle bir kere daha teşebbüs etti; sonra seçimleri bekledi; seçimlerde beklediği sonuç çıkmayınca son çare olarak FETÖ/PDY’nin TSK içindeki gücünü kullanmaya karar verdi; darbe günü ve saati olarak 16 Temmuz 03.00 tespit edildi.

Lakin 15 Temmuz saat 14.20’de Kara Havacılık Okulu’ndan bir subay MİT’e giderek, FETÖ üyesi askerlerin MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı almak için kuruma saldıracaklarını haber verdi.

Hakan Fidan Saat 18.10’da Genelkurmay karargâhına geldi. Durum değerlendirildi, 18.30’da havadaki tüm askeri uçakların inmesi emredildi, 19.05’te de tüm askeri uçuşlar yasaklandı.

Saat 19.25’te Ankara’nın en kritik askeri birliği 4’üncü Kolordu’ya zırhlı araçların kışla dışına çıkmaması talimatı verildi.

19.26’da Hakan Fidan, Marmaris’te bulunan Cumhurbaşkanı’nı aradı; ulaşamayınca koruma müdürü ile görüşüp Cumhurbaşkanı’nın güvenliğiyle ilgili bir problem olup olmadığını, ek güvenlik tedbirlerine ihtiyaç duyulup duyulmadığını sordu.

Bu gelişmeler üzerine darbeci cunta, 03.00 olarak belirlenmiş başlama saatini 20.30’a çekti.

Saat 20.22’de Hakan Fidan karargâhtan ayrıldı.

Darbeci cuntanın kilit isimlerinden Genelkurmay Stratejik Daire Başkanı Tümgeneral Mehmet Dişli saat 21.00’de Hulusi Akar’ın odasına girdi, “Operasyon başladı, herkesi alacağız, taburlar tugaylar yola çıktı” dedi. Hulusi Akar karşı çıkınca özel harekât timi içeri girip kelepçe taktı. Emir subayı Levent Türkkan silahını doğrulttu, Hulusi Akar “Sık ulan sık, ne yaparsanız yapın, bu girişiminizi desteklemeyeceğim” diyerek tepki gösterdi.

Resmi anlatıya göre, bu andan itibaren F16 uçakları havalandı, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları derdest edilerek Akıncılar’da toplandı. Saat 22.28’de televizyonlarda İstanbul’da köprülerin trafiğe kapatıldığı haberleri başladı; 23.02’de Başbakan Binali Yıldırım, NTV’de “Bir kalkışma olduğu anlaşılıyor” diye açıklama yaptı.

00.24’te Cumhurbaşkanı CNN Türk’te halkı meydanlara çıkmaya çağırdı.

01.43’te Cumhurbaşkanı uçağı Dalaman’dan havalandı.

03.20’de Cumhurbaşkanı uçağı İstanbul’a indi.


Saat 04.07’de Cumhurbaşkanı Erdoğan İstanbul Atatürk Havaalanında basın toplantısı düzenledi; “Bu çıkış, bu hareket Allah’ın bize büyük bir lütfu. Niye büyük bir lütfu? Çünkü, tertemiz olması gereken Silahlı Kuvvetlerimizin temizlenmesine vesile olacak olan bir harekettir” dedi.

09.06’da Hulusi Akar’ı taşıyan helikopter Çankaya’ya indi; yanında Mehmet Dişli de vardı. Dişli, saat 16.30’a kadar Başbakanlık’taki kriz merkezinde görev yaptıktan sonra tutuklandı.

Nihayet 16 Temmuz 12.57’de Başbakan Binali Yıldırım, televizyonların canlı yayınında kalkışmanın bastırıldığını açıkladı.

***

BEKLENEN VE OLMASI İSTENEN KALKIŞMA

Resmi senaryodaki anlatı, toplumsal belleğe nakşedilen resimle uyumlu. Özetle, MİT Müsteşarı’nı hedefleyen hava harekâtı ihbarıyla başlıyor öykü. Genelkurmay, tüm askeri uçuşları ve Ankara’daki kışlalardan zırhlı araç çıkışını yasaklıyor. Cumhurbaşkanı’nın güvenliğiyle ilgili bir sıkıntı olup olmadığı da değerlendiriliyor.

Bu kararlar gösteriyor ki, MİT’e saldırı istihbaratı, sıradan bir terör saldırısı olarak değil, darbe girişiminin parçası olarak değerlendirilmiş. Yoksa sırf MİT Müsteşarı’nın güvenliği için bu denli geniş kapsamlı önleme ihtiyaç duyulmazdı. Darbe kalkışması olarak değerlendirilmiş ama, kalkışmayı önleyecek asıl karar “ihmal” edilmiş, yani TSK’ye ülke genelinde alarm verilmemiş. Genel alarm verilmiş olsa, tüm askeri personel kışlalarda kalacak, kalkışma muhtemelen kışla sınırları dışına taşmadan engellenmiş olacak, 251 insan canından olmayacaktı. (Ama böyle bir durumda “demokrasi destanı” yazılmasına gerek kalmayacaktı.)

İkinci olarak, tüm askeri uçuşlar ve zırhlı araç çıkışı yasaklanmış ama bu olağanüstülükten nedense kuvvet komutanlarıyla jandarma komutanının haberleri olmamış. Görev başında olmaları gerekirken düğüne gitmişler, düğünün ortasında paketlenmişler.

Üçüncü olarak, MİT Müsteşarı saat 20.22’de Genelkurmay karargâhından ayrılmış. Genkur. Başkanı’nı derdest edecek kadar karargâha hâkim cunta, Müsteşar’ı karargâhtayken tutuklamaya tenezzül etmemiş! 

Dördüncü olarak, iddianamelerde cuntanın Fetullah Gülen’den sonraki ismi olarak gösterilen Adil Öksüz, darbe girişiminin merkez üssünde gözaltına alınıyor, onca delile karşın serbest bırakılıyor. İster istemez, 9 Mart 1971 cuntası içindeki MİT ajanı Mahir Kaynak geliyor akla. 

Bütün bu hususlar önemli olmasına önemli ve kuşku uyandırsalar da, en önemlisi, F tipi cuntanın varlığı ve darbeye hazırlandığı biliniyordu.

Örneğin, 15 Temmuz’dan birkaç ay önce Ağacın Kurdu (Mustafa Önsel) ve İmamların Öcü (Yavuz Selim Demirağ) adlı kitaplarda F tipi cunta mercek altına alınmış, darbe yapacak güçte olduğuna dikkat çekilmiş. 

Çok daha ilginci, uğursuz bir yazar, gazetesindeki köşesinde “Gülen’in yeşil cübbesinin sırrı” (24 Mart 2016), “Cemaat’in ‘Hususiler’i darbe için Ankara’da toplandı” (2 Nisan 2016) başlıklı yazılarında darbe hazırlıklarına dikkati çekmiş. Nihayet “Cemaatçi askerlere son uyarı: Tavuk ‘tar’da sayılır!” başlığı altında Talat Aydemir ve Namık Kemal Ersun girişimlerini hatırlatarak, açık açık uyarmış: “Bir Anadolu deyimi. Tar, odun demek. Tavukların akşam kümese girmeden önce odunun üzerine çıkıp hizalandıkları anda çok daha kolay sayılabileceğini anlatır. (...) Devlet onları izliyor. İstihbaratıyla, tüm silahlı kuvvetler hiyerarşisi olarak komuta kademesiyle, hükümetiyle, emniyetiyle, halkıyla, siyasetçisiyle, STK’larıyla bir bütün olarak devlet ‘suç’ işlemelerini bekliyor. Yani TAR üzerinde hizalanmalarını. Teker teker sayacaklar hepsini. (...) Tekrar cemaatçi kripto askerleri uyarıyorum. Devlet ve komuta kademesi her şeyi biliyor ve suç işlemeye teşebbüs etmenizi bekliyor. Hayır, kimsenin; ne Devletin ne de TSK’nın bu olası kalkışmadan çekindiği yok.” (Fuat Uğur, Türkiye, 21 Nisan 2016, siyahlar FU’nun.)

Yinelemek gerekirse, F tipi cuntanın varlığı ve darbeye hazırlandığı biliniyordu. Bir köşe yazarının bildiğini, köşesinde ayrıntısıyla yazdığını Cumhurbaşkanı’nın, MİT’in, Genelkurmay’ın, hükümetin bilmemesi (moda deyişle) hayatın olağan akışına ters düşer!

***

15 TEMMUZ GECESİ AYDINLANIR MI?

Sonuç olarak, 15 Temmuz akşamı girişilen F tipi darbe girişimi bilinmeyen, ansızın geliveren bir kalkışma değildi. Biliniyordu, bilmenin ötesinde vuku bulması bekleniyor ve hatta isteniyordu. 15 Temmuz günü uçuş yasağı, zırhlı araç çıkış yasağı gibi darbecilerin uymayacakları emirler vermek yerine genel alarm verilmiş olsa, tüm askeri personel o gece kışlalarda kalacak, kalkışma muhtemelen kışla dışına taşmadan engellenecek, “demokrasi destanı” niyetine 251 insan canından olmayacaktı.

Buna karşın, Genkur. Başkanı ve tüm kuvvet komutanlarının derdest edildikleri, Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın can güvenliklerinin tehlikeye düştüğü bir kalkışma için “kontrollüydü” demek hakikate uygun düşmez. Kontrollü ifadesi, 15 Temmuz akşamı yapılan işlere aktif veya dolaylı olarak kısmen katılmayı ifade eder ki, Cumhurbaşkanı, hükümet ve TSK üst yönetiminin böyle bir katkısından söz edilemez. Olsa olsa, bildikleri, başlamadan önlemek ellerindeyken vuku bulmasını bekledikleri darbe girişiminde kontrolü elden kaçırdıklarından söz edilebilir. 

Belirtmeli ki, 15 Temmuz’un beşinci yıl dönümünde bile “darbe miydi tiyatro muydu, kontrollü müydü kontrolsüz müydü” tartışması yapılabiliyorsa, nedeni, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere iktidar yetkililerinin eylemleri ve söylemleridir. 

Darbe girişimi daha tam bastırılmamışken “Allah’ın lütfu” sayıldıktan sonra içyüzünün aydınlatılması için iktidar hep ayak sürüdü; TBMM’de komisyon kurulmasına uzun süre direndi, kurulan komisyona üye vermeyi geciktirdi; Genkur. Başkanı’nı ve MİT Müsteşarı’nı komisyona göndermedi, komisyonun çalışma süresini uzatmaya yanaşmadı. Komisyon’un raporu hâlâ TBMM’ye sunulmuş değildir. 

Ulusal günlerde TBMM’de özel oturum yapılırken, ulusal gün ilan edilen 15 Temmuz’un yıl dönümlerinde TBMM özel gündemle toplanmamaktadır. 15 Temmuz anmaları, Cumhur İttifakı’nın halkla ilişkiler etkinliklerinden ibaret kalmaktadır. 

F tipi cuntanın iç iletişim programı ByLoc’a dahil siyasetçiler aradan 5 yıl geçtiği halde açıklanmamıştır. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Şu an bildiklerimi söyleyemeyeceğim ama günü geldiğinde belki kitaba yazabilirim” tutumunu korumaktadır.

Sahi, mağduriyet istismarının ustası Erdoğan ve “dava” arkadaşları, “15 Temmuz Destanı” hamasetiyle yetinmeyip, kendilerine karşı girişilmiş darbeyi aydınlatmaktan neden kaçınırlar?

15/16 Temmuz sürecinin karanlığı aydınlatılmadan Türkiye’de demokrasinin inşasına başlamak mümkün müdür?


Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Cemaatteki kardeşlerimiz ne istediler de vermedik?” sitemi ile darbe girişimini (daha bastırılmamışken) “Allah’ın lütfu” sayması, 15/16 Temmuz sürecinin karanlığını aydınlatmanın projektörü olabilir mi?

Sorular şimdilik bu kadar.


11 Mayıs 2021 Salı

İŞSİZ SAYISI ARTIYOR, İŞSİZLİK ORANI DÜŞÜYOR!

Başlıktaki tuhaflık ortada. Öyle ya, işsiz sayısı artarken nasıl olur da işsizlik oranı düşer?

Tuhaflık bende değil, Türkiye İstatistik Kurumu TÜİK’te. İşsiz sayısı artarken işsizliğin azaldığını söyleyen TÜİK’in ta kendisi. Dolayısıyla vebali TÜİK’in boynuna.

İşte TÜİK’in 10 Mayıs günü açıkladığı Mart 2021 işsizlik verileri:

“İşsiz sayısı 2021 yılı Mart ayında bir önceki aya göre 59 bin kişi artarak 4 milyon 236 bin kişi oldu. İşsizlik oranı ise 0,1 puanlık azalış ile yüzde 13,1 seviyesinde gerçekleşti.

İstihdam edilenlerin sayısı 2021 yılı Mart ayında bir önceki aya göre 550 bin kişi artarak 28 milyon 89 bin kişi, istihdam oranı ise 0,8 puanlık artış ile yüzde 44,3 oldu.”

Dikkat buyurun! İşsiz sayısı artmış ama işsizlik oranı azalmış. İstihdam edilenlerin yani çalışanların sayısı artmış ama işsiz sayısı da artmış… 

İnsan aklıyla alay etmek midir yoksa toplumu aptal yerine koymak mıdır? 

Covid19 salgını nedeniyle esnaf işletmelerinin kapandığı, tekel konumundaki büyük işletmelerin de talep daraldığı için üretimi azalttıkları, yüz binlerce kişinin ücretsiz izin adı altında sokağa atıldığı koşullarda çalışan sayısı (hem de 550 bin) artıyor ama işsiz sayısı da artıyor. İşsiz sayısı artarken işsizlik oranı azalıyor!

İnsan aklıyla başka nasıl alay edilir, toplum başka nasıl aptal yerine konur, bilinmez.

***

Sadece istihdam ve işsizlik verilerinde değil, enflasyon ve fiyat verilerinde de TÜİK aynı tuhaflığı sergiliyor, toplumu aptal yerine koyuyor. TÜİK’in Nisan ayı enflasyon verilerine göre:

Tüketici fiyat endeksi (TÜFE) Nisan’da yüzde 1,68 artarken, yıllık bazda yüzde 17,14 oldu.

Üretici fiyat endeksi (ÜFE) Nisan’da yüzde 4,34 arttı, yıllık yüzde 35,17 oldu…

Çarşı pazar mutfak enflasyonu anlamına gelen TÜFE’nin yıllık gerçekte yüzde 17 olup olmadığı bir yana, ÜFE yüzde 35. Yani üretici zararına veya hayrına satıyor; üretici sevabına satınca da tüketicinin enflasyonu bunun yarısı kadar oluyor! Ne demeli? Yersen dolapta köfte var, dolma var!

Enflasyon konusunda TÜİK toplumu aptal yerine koyarken, bir grup akademisyen tarafından kurulan Enflasyon Araştırma Grubu ENAG da bir süredir enflasyon araştırması yapıyor. TÜİK’in Nisan ayında TÜFE’yi yüzde 1,68 açıklamasına karşılık ENAG yüzde 2,62 diyor. 

ENAG’ın sitesinde Nisan ayındaki yıllık enflasyon verisini bulamadım ama TÜİK’in verisinin çok çok üzerinde bir sonuca ulaştığı muhakkak. TÜİK 2020 TÜFE’sini yüzde 14,60 olarak açıklamış, ENAG ise yüzde 36,72 olarak duyurmuştu. Yani tam iki buçuk katı bir oran.

***


İstatistikçiler kâğıt üzerinde ne derlerse desinler, çarşıda pazarda mutfakta enflasyonun hakikisini yaşayan tüketicinin enflasyonu, değil TÜİK’in ENAG’ın verilerinin de üzerinde. Bu da ister istemez istatistik kurumunun neye hizmet ettiği sorusunu akla getiriyor. 

Britanya başbakanlarından Benjamin Disraeli’ye (1804-1881) ve Türkiye’de istatistiğin kurucu babası sayılan Ord. Prof. Ömer Celal Sarc’a (1901-1988) atfen denilir ki:

Yalan, derecesine göre üçe ayrılır:

Basit yalan,

Kuyruklu yalan,

İstatistiki yalan.”

Bir istatistik fıkrasına göre de önemli bir iş için mülakat yapılacak. Bir matematikçi, bir ekonomist ve bir de istatistikçi başvurmuş. Önce matematikçiyi içeriye almışlar ve sormuşlar:

- 2 kere 2 kaç eder?

Matematikçi kâğıt kalem çıkarıp çeşitli hesaplar yaptıktan sonra yanıtlamış: 

- Eminim ki 4 eder.

Sonra ekonomiste aynı soruyu sormuşlar. Ekonomist uzun süre düşündükten sonra yanıtlamış:

- Yüzde 0,1 artı eksi yanılma payı ile 4 eder.

En son istatistikçiyi almışlar içeri, aynı soruyu sormuşlar. İstatistikçi düşünmeden yanıtlamış:

- Kaç etmesini istersiniz?

Türkiye İstatistik Kurumu TÜİK’in istatistikleri de o hesap. Nüfus ve demografi, enflasyon, gelir dağılımı, işsizlik… Hangi konu olursa olsun, hakikati değil, siyasi iktidarın dediğini açıklıyor; yalanın kuyruklusunu söylüyor.

Elbette kimse yemiyor bu yalancı dolmaları. Hatta kendileri de yalan söylediklerini, iktidarın keyfine göre istatistik düzenlediklerini reddetmiyorlar. Öyle ki, iktidarın keyfine göre istatistik açıklamada yeterince cevval olmayan nice TÜİK başkanları görevden uzaklaştırıldı. Son TÜİK Başkanı Sait Erdal Dinçer, TBMM’de bir komisyon toplantısında, kurumun elde ettiği verilerde “eksiklikler, ricalar veya protokoller” nedeniyle eksikler yaşandığını ağzından kaçırdı.

Önceki TÜİK başkanlarından Birol Aydemir de verilere müdahale edildiğini, itiraz edenin görevden alındığını açıkça itiraf etti. Aydemir, “İnsanların yaşadığı ve gördüğü bir hayat var. Bir de istatistik ofislerinin yayınladığı veriler var. Bunlar örtüşmeyince insanlar inanmıyor, eleştiriyor. Arkadaşların bilerek verilerle oynamadığına eminim. Ama verilere benim de güvenim yok. Bizde büyüme de istihdam verisi de enflasyon da şüphelidir. Rakamlara doğrudan müdahale yok, veri değiştirdi diye. Ama dolaylı müdahale var. İtiraz ettiğin vakit, ertesi gün görevden alınıyorsan, hatta memuriyetten atılıyorsan, ne yapabilirsin?” dedi. (Sözcü, 6 Ekim 2020.)

Emirle veri açıklayan bu TÜİK, toplumu aptal yerine koyduğu yetmezmiş gibi, bir de çarşıda pazarda mutfakta gerçek enflasyonu arayan ENAG’ı şikâyet etmez mi? TÜİK’in bu haltını, bağlı olduğu Hazine ve Maliye Bakanı Lütfi Elvan açıkladı. Elvan, bir TV programında, “Kesinlikle TÜİK’in rakamlarla oynaması, yüzde 30-40’lık bir enflasyon söz konusu değil. Tarihte ilk defa TÜİK, Enflasyon Araştırma Grubu-ENAG ile ilgili suç duyurusunda bulundu. Bu grubun amacı TÜİK’i itibarsızlaştırmak” dedi. (7 Mayıs 2021 tarihli gazeteler)

Neymiş amaç, TÜİK’i itibarsızlaştırmak! Siyasi iktidarın keyfine göre veri açıklamak çok saygın bir iş değil mi?

İnsan aklıyla alay etmekte, toplumu aptal yerine koymakta elbette TÜİK yalnız değil. Sonuçta, siyasi iktidarın emriyle hakikati tümüyle görünmez kılmak yerine iskontoya tabi tutuyor veya şişiriyor. İktidar daha beterini yaparak basit de değil, kuyruklu yalan, hem de çoook uzun kuyruklu yalanlar söylüyor ki; yalan, neden siyasetin menüsünde ilk sıradadır, neye hizmet eder? Ayrı bir yazının konusudur. 


1 Nisan 2021 Perşembe

TSK CEMAAT PARTİ VEYA ŞAHSIM ORDUSU OLMAMALIDIR!

Harp Okulları Yönetmeliği ile Astsubay Meslek Yüksekokulları Yönetmeliği değiştirildi. 

Bu okullara girişte “irticai, bölücü görüşleri benimsememiş, bu gibi faaliyetlerde bulunmamış veya bu gibi faaliyetlere karışmamış olma” şartı kaldırıldı.

Değişiklik iktidar beslemesi medyada müjde olarak karşılandı.


Emekli generaller ise yönetmelik değişikliğine öfkeliler. Bu öfke, TSK’yi hâlâ “Atatürk ilke inkılaplarının bekçisi” sanan medyaya “Devletin temeline bomba!”, “Askeri Okullarda Gerici Kadrolaşmanın Önü Açıldı” vb. başlıklar altındaki haber yorumlarla yansıdı.

Bu öfke ve endişe haklı olmakla birlikte gecikmiş bir endişe ve öfkedir. Zira TSK kadroları, 12 Eylül 1980 darbesinden bu yana, emperyalizmin Yeşil Kuşak Stratejisi ve ılımlı İslam projesi çerçevesinde, yüzyıllar bin yıllar öncesinde kalmış dinsel dogmaları yaşam ve siyaset rehberi edinmiş personel ile dolduruldu. Dolayısıyla TSK çevrelerinde çok da karşılığı olmayan bir endişe ve öfkedir.

Daha açık bir ifadeyle, devletin temeline yeni bir bomba konmadı; askeri okullarda gerici kadrolaşmaya kapı, bu yönetmelik değişikliğiyle açılmadı. O kapı zaten ardına kadar açıktı. Bilen bilir, 1979 tarihli Harp Okulları Yönetmeliği’nde “irticai faaliyetlere karışmamış olma” koşulu yoktu. Bu koşul, 2001 tarihli Harp Okulları Yönetmeliği ile getirildi. TSK’nin ılımlı İslam projesi çerçevesinde dönüşümü, en çok da 2001 tarihli yönetmelik yürürlükteyken gerçekleşti.12 Eylül 1980 darbecilerinin açtığı, 28 Şubat 1997 darbecilerinin “irtica” koşulu koyarak kapattıklarını sandıkları kapıdan Fetullah Gülen Cemaati başta olmak üzere, cemaat tarikat adlı çağ dışı yapılanmaların mensubu adaylara sorular önceden verilerek tam puanla askeri okullara girmeleri sağlandı.

***

Genelkurmay’ın 2017 tarihli FETÖ ve TSK Raporu’na göre, TSK kadrolarını ele geçirme operasyonu 1980 öncesinde münferit sızma düzeyindeydi; 1980-2000 yıllarında soruların önceden verilmesiyle sistemli sızmaya dönüştü. Örneğin, 1986 yılında Maltepe Askeri Lisesi’nde soruşturulan 250 öğrenciden 30’u Fetullahçı oldukları gerekçesiyle okuldan atıldı; atılmayan öğrencilerin tamamı 15 Temmuz darbe girişimine general veya albay rütbesiyle katıldılar. 


2000-2008 yılları, (üst düzey komuta heyetinin gözleri önünde AKP hükümetinin gözetiminde) Fetullahçı Çete’nin TSK’ye sistemli şekilde yerleşme yayılma dönemidir. Yenilgiyi kabullenen TSK üst düzey komuta heyeti ılımlı İslam rejiminde kendisine nasıl bir yer bulacağı arayışındaydı. Bu arayış, Genelkurmay Başkanı emriyle hazırlanan, Genelkurmay Harekât Başkanı Korgeneral Nusret Taşdeler imzalı, Eylül 2007 tarihli ‘Bilgi Destek Planı’nda şöyle ifade edilmişti: “Esas mesele, ılımlı İslam veya demokratik İslam olarak nitelendirilen yeni devlet düzeni içinde cumhuriyetin temel niteliklerine bağlı TSK’nın, kendisine nasıl bir yer bulabileceği ve burada nasıl barınabileceğidir.” (Radikal, 27 Ekim 2009.)

Bu dönemde FG Cemaati askeri okullar ve harp akademileri, askeri mahkemeler, savcılıklar, adli müşavirlikler ve GATA’da örgütlenmeye özel önem verdi. “Harp okullarına atanma, askeri okullara öğrenci alımı, sözleşmeli personel temini, yurtdışı ve yurtiçi yükseköğrenime personel gönderme, harp akademilerine personel seçimi, GATA’daki öğretim üyesi atamaları, askeri hâkim ve savcı temini, askeri yüksek yargı üyelerinin seçimi FETÖ yapılanmasının kontrolüne geçti.” (Genelkurmay’ın FETÖ ve TSK Raporu, 2 Şubat 2017, s: 39.)

2008-2014 yılları ise Fetullahçı Çete’nin TSK’yi ele geçirme dönemidir. Bu dönemde Ergenekon, Balyoz, askeri casusluk vs. gibi kumpas davalarının başlamasıyla birlikte FG Cemaati, ordu içerisinde kendisine rakip ya da engel olarak gördüğü personeli tasfiye etmeye başladı. Atatürkçü demokrat laik aile mensubu yurtsever askeri öğrenciler ve başta pilotlar olmak üzere binlerce asker ordudan ayrılmak zorunda bırakıldı ya da sağlık muayenelerinde elendi, davalarda mahkûm edildi. 15 Temmuz Genelkurmay Çatı İddianamesi’nde paylaşılan istatistiki tabloya göre, 2007-2013 yılları arasında harp okullarından ihraç edilen öğrenci sayısı Cumhuriyet tarihi boyunca ilişiği kesilen öğrenci sayısından daha fazladır. 

ÖSYM’nin Askeri Liseler Sınavları (ALS) ile ilgili incelemesine göre ise, tam puanla askeri okullara girenlerin sayısı 2004 yılından itibaren patladı. Matematik testinde tüm sorulara doğru cevap veren aday sayısı rekoru 2010’da kırıldı, tam 1.214 aday 30 matematik sorusunun 30’una da doğru yanıt verdi!

***

Sonuçta örgüt mensupları TSK hiyerarşisinde hızla yükseldiler. Sivil bürokraside olduğu gibi TSK’de de Cemaat ne istediyse verildi. 2011, 2012, 2013, 2014 ve 2015 YAŞ’larında terfi ettirilen personelin çok büyük bölümü, TSK’nin 356 general amiral mevcudunun 166’sı 15/16 Temmuz 2016 gecesi darbe girişimine katıldı. 

Ne mutlu ki darbe girişimi bastırıldı. Ne hazindir ki, darbeyi bastıran Atatürkçü kadrolar, darbe girişimini izleyen YAŞ toplantılarında kapı önüne kondular. 


Bugün de TSK kadrolarının farklı cemaat ve tarikat mensupları ile doldurulduğuna ilişkin haberler medya mecralarında yer almaktadır. General amiral rütbesindeki personelin tarikat evlerinde ayinlere katılımları hiç de şaşırtıcı değildir artık. Öyle ki, Kara Harp Okulu’nda cuma namazını hangi tarikatın imamı kıldıracak kavgasının çıktığı bile haberleştirilmiştir. FG Cemaati’nin gazetelerinde yıllarca yazan kişi, Milli Savunma Üniversitesi rektörüdür. 

Sözün özü, askeri okullara giriş yönetmeliğinde yapılan değişiklik yeni bir duruma işaret etmemektedir. Yönetmelik değişikliği, on yıllardır izlenen politikanın resmileşmesinden ibarettir.

***

TSK kadrolarının 2000’li yıllarda Fetullahçı çete ve dinci cemaat tarikat mensuplarıyla doldurulmasından dönemin bütün üst düzey komuta kademesi sorumludur. Hiçbiri, tam puanla okullara girişleri fark etmemiş olamaz. 

Hulusi Akar’a hakaret iddiasıyla yargılandığım davanın savunmasında ayrıntısıyla vurguladığım üzere, anılan sürecin Kara Harp Okulu Komutanı, Kara Harp Akademileri Komutanı, Genelkurmay İkinci Başkanı, Kara Kuvvetleri Komutanı, Genelkurmay Başkanı ve nihayet Milli Savunma Bakanı olarak Hulusi Akar birinci derecede sorumludur. 

Ülkemiz asgari demokrasi koşullarına eriştiğinde, TSK’nin çağ dışı cemaat ve tarikat mensupları ile doldurulmasının hesabı da sorulacaktır herhalde.

Bir temenni olarak; sermayenin ve NATO’nun değil, geleceğin tam bağımsız demokratik laik sosyal hukuk devletinin ordusu “TSK toplumun her kesiminden insanı barındıran, bu insanların kendilerini hiçbir baskı altında hissetmeden rahatça görev yapabildiği bir kurum olmalıdır. (...) Hain darbe girişiminden çıkarılacak en büyük ders, bedeli ne olursa olsun TSK içerisinde hiçbir siyasi, dini, etnik, mezhepsel vb. herhangi bir yapının barındırılmaması gerektiğidir. TSK içerisinde hiçbir şartta herhangi bir klikleşmeye veya organize gruba müsaade edilmemelidir.” TSK cemaat, parti veya şahsım ordusu olmamalıdır; İslam Ordusu gibi serüvenlerden uzak durmalı, özel şirket ordularına itiraz etmeli, kurulmuş özel şirket ordularının lağvedilmesi için girişimde bulunmalıdır!


20 Mart 2021 Cumartesi

TAYYİP’İN EVDEKİ HESABI ÇARŞIYA UYAR MI?

Ne zaman muhafazakâr milliyetçi seçmen kitlesinin kalbini titreten adımlar atılsa, düzen içi muhalefet hemen “erken seçim” telaşına ve heyecanına kapılıyor, laf üstüne laf üretiyor.

Telaş, heyecan ve laf kalabalığı. Çünkü, muhalefetin erken genel seçime ilişkin ciddi projesi ve hazırlığı yok. Dolayısıyla muhalefet sözcülerinin yarım ağızdan erken seçim çağrıları dostların görmeleri istenen alışverişten ibaret. Öyle olunca da AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın çizdiği oyun sahasının dışına çıkamıyorlar.

Geçen yıl da muhalefet saflarında telaş, heyecan ve laf kalabalığı vardı. Düşük faizli kredi muslukları sonuna kadar açılmış, içlerinde Alaattin Çakıcı’nın da olduğu 90 bin dolayında adli mahkûm için af niteliğinde infaz yasası çıkarılmış, hatta siyasal İslam’ın asırlık Ayasofya rüyası gerçekleşmişti. O günlerde de erken seçim beklentileri almış yürümüş, 2020 sonbaharında, en geç 2021 ilkbaharında erken seçim olacağı varsayılmıştı. O varsayımlar artık geri dönüşüm sepetinde.

***


Son bir iki haftada atılan adımlar da aynı ölçüde erken seçim beklentisine yol açmış görünüyor. İnsafsızca şeytanlaştırılan HDP’li vekiller için dokunulmazlık fezlekelerinin TBMM’ye gönderilmesi, insan hakları savunucusu HDP Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun vekilliğinin düşürülmesi, hemen ardından HDP’nin kapatılması için dava açılması… Daha bunlar ağız tadıyla tartışılmadan Taksim Gezi Parkı’nın CHP’li belediyeden alınması, faizleri yükselten Merkez Bankası Başkanı Naci Ağbal’ın kapı önüne konması, en önemlisi de Türkiye’nin bizzat önayak olduğu İstanbul Sözleşmesi’nin çöpe atılması…

Hepsi de Cumhur İttifakı’nın muhafazakâr milliyetçi ırkçı ümmetçi seçmen kitlesinin kalp atışlarını alabildiğine hızlandıran adımlar. Çok geçmez, bu adımların Cumhur İttifakı’na desteği ne ölçüde artırdığına ilişkin anketler de peşinden gelir. Öyle olunca da erken genel seçim tartışmalarından göz gözü görmez olur.

Uzun söze gerek yok. Ekonomide duvara toslamışken, gerçek işsizlik yüzde 30’lardayken, dış politika iflas etmişken, ABD Başkanı Biden’dan gelecek bir telefon heyecanla beklenirken, sekiz yıldır şeytanlaştırılan Mısır diktatörüne bile dostluk eli uzatılıyorken, AKP Genel Başkanı Erdoğan sonu belirsiz erken seçim macerasına girmez. Herhalde Erdoğan aklını bu denli yitirmemiştir. Önünde iki buçuk yıl iktidar süresi varken böyle bir maceraya girmesi beklenmemeli. Zaten Meclis’te böyle bir maceraya, yani erken genel seçime yelken açacak sayısal gücü yok. Cumhurbaşkanı olarak seçimlerin yenilenmesine karar verse, kendisi aday olamayacak. Erdoğan’ın üçüncü kez Cumhurbaşkanı adayı olabilmesinin tek koşulu, Meclis’in erken seçim kararı alması. 

Siyaset gündeminde erken genel seçim isteği ve olasılığı laftan ibaret ama şimdi Erdoğan’ın önünde değerlendirmekten geri durmayacağı bir seçim fırsatı var artık. O da, bu yılın sonbaharında milletvekili ara seçimi. HDP’yle ilgili dokunulmazlık fezlekeleri, kapatma davası, faizleri yükselten Merkez Bankası Başkanı’nın kapı önüne konulması, mutaassıp seçmen kitlesi ve kanaat önderlerinin tedavi kabul etmez acısı İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesi. Bütün bu adımlar ve izleyecek adımlar, muhtemelen Kasım ayında yapılacak ara seçimin kampanyası olarak görülebilir.

Bu yılın sonbaharında ara seçim, fantezi ya da falcı tahmini olarak görülmemeli. Yürürlükteki anayasa uyarınca, TBMM’de 30 sandalye boşalırsa, derhal ara seçim yapılması gerekiyor. Bugün itibariyle TBMM’de 16 sandalye boş. Geriye kalıyor 14 sandalye. HDP’li vekillerin fezlekelerinin işleme konulmasıyla bu sayıyı bulmak çok zor. Çünkü, dokunulmazlıklar kaldırılsa bile yargılamalar uzun sürer, milletvekilliklerinin düşmesi sonbaharda seçim için geç kalır. Ama HDP hakkındaki kapatma davası (2008’deki AKP davası gibi) beş altı ayda sonuçlanır ve yeteri sayıda HDP’li vekil yasaklanırsa ara seçim zorunlu hale gelir. Kasım ayında yapılacak seçimde artık HDP olmayacağına göre, Cumhur İttifakı için gel keyfim gel bir seçim olur. 

(HDP kendini fesheder, dava düşer; HDP aynı adla yeniden kurulur. Vekiller istifa eder, TBMM’de grup sahibi yeni parti kurarlar… Mümkündür de, hukuk/iktidar ilişkisini veciz şekilde tanımlayan Mihail Aleksandroviç Bakunin’in ruhu şad olsun!)

***

HDP’ye oy vermiş seçmenin mayınlı sahada sandığa gidebileceği ara seçim Erdoğan için gel keyfim gel bir seçim zaferi olabilir. Bunun nasıl mümkün olabileceğini görmek için TBMM’de boşalmış, kapatma davasıyla muhtemelen boşalacak sandalye dağılımına bakılmalı.

HDP’den boşalan sandalyeler: 

Selçuk Mızraklı (Diyarbakır), Musa Farisoğulları (Diyarbakır), Ayhan Bilgen (Kars), Bedia Özgökçe Ertan (Van), Leyla Güven (Hakkâri), Ömer Faruk Gergerlioğlu (Kocaeli).

AKP’nin boşalttığı sandalyeler:

Süleyman Soylu (İstanbul), Berat Albayrak (İstanbul), Markar Esayan (İstanbul), Mevlüt Çavuşoğlu (Antalya), Abdulhamit Gül (Gaziantep), Lütfi Elvan (Mersin).

CHP’nin boşalttığı sandalyeler:

Tanju Özcan (Bolu), Fatma Kaplan Hürriyet (Kocaeli), Erdin Bircan (Edirne), Kazım Arslan (Denizli).

Boşalmış 16 sandalyenin dağılımı böyle. Ara seçimde bu sandalyelerin çoğunun Cumhur İttifakı’na gideceği ortada. HDP, bağımsız aday gösterse veya Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) ile seçime girse bile kazanacağı sandalye sayısı ikiyi üçü geçmez. En fazla Diyarbakır, Van ve Hakkari’de birer sandalye kazanabilir. CHP de (Millet İttifakı desteğiyle) kazansa kazansa Edirne ve Bolu’yu kazanabilir, belki İstanbul’da da bir sandalye alabilir.

Ara seçim için boşalması zorunlu 14 sandalye de, kapatma davasına bakan Anayasa Mahkemesi kararıyla Antalya, Adana, Mersin, İzmir, Bingöl, Bitlis, Iğdır, Ankara, İstanbul illerine paylaştırılsa. HDP bağımsız adaylarla veya Demokratik Bölgeler Partisi DBP ile; CHP de Millet İttifakı desteğiyle kaç sandalye kazanabilir?

Demokrasi aleyhine en az 20 sandalyeyi Cumhur İttifakı’nın kazanacağı varsayılabilir. Hatta, bu şekilde kazanacağı sandalye sayısı ile Cumhur İttifakı, anayasayı (referandum koşuluyla) değiştirmeye yeterli nitelikli çoğunluğu bile elde edebilir. Bu ise hem iç politikada hem dış politikada Cumhur İttifakı’na 2023’e kadar yetecek taze bir “meşruiyet” kazandırır. Dahası, Erdoğan'ın 2023 veya daha erken tarihte yapılacak seçimde üçüncü kez Cumhurbaşkanı adayı olabilmesini sağlar. Malum, üçüncü kez aday olabilmesi, Meclis'in erken seçim kararı almasına bağlı. Meclis'in erken seçim kararı alabilmesi için de en az 360 oy gerekiyor.

Evdeki hesap bu ise, İstanbul Sözleşmesi’nin çöpe atılması, HDP’nin kapatılması, fezlekeler, ABD ve AB’ye sözde dayılanmalar, Ayasofya’nın açılması vs… Tam da Emevi siyasetinin mirasçısı Erdoğan’a yakışan hamleler…

Evdeki hesap bu olabilir ama ya HDP seçmeni 2019 İstanbul seçiminde yaptığı gibi çarşıda hesabı bozarsa? Bozar mı acaba? Kurulu düzen muhalefetinin aklında böyle bir hesap var mı?


14 Mart 2021 Pazar

DÜZENİN MUTEBER KATİLLERİ

ABD’de 1982’de Türkiye’nin Los Angeles Başkonsolosu Kemal Arıkan’ı öldürmek suçundan ömür boyu hapse hükümlü Hampig Sasunyan yakında özgürlüğüne kavuşacakmış. Los Angeles County Yüksek Mahkemesi, 39 yıldır hapis yatan Sasunyan’ı serbest bırakacak bir karar almış; Kaliforniya Valisi kararı temyiz etmeyecekmiş.

Türk Dışişleri Bakanlığı muhtemel tahliye kararına tepkili. Bakanlık, Sasunyan’ın salıverilmesinin terörizmle mücadelede iş birliği ruhuna zarar vereceğini hatırlatmış, “Evrensel hukuk ilkeleri ve adalet anlayışıyla bağdaşmıyor” diye vurgulamış.

Ne kadar dokunaklı değil mi? Dışişleri Bakanlığı, aradan 39 yıl geçse de diplomatının davasının peşini bırakmıyor, “evrensel hukuk ilkeleri ve adalet” peşinde koşuyor!

Peki yabancı birisi de çıkıp sorsa: Evrensel hukuk ilkeleri ve adalet diyorsunuz da sizin ülkenizde evrensel hukuk ve adalet anlayışı ne kadar geçerli?

Soruyu bu kadarla bırakmayıp devam etse. Kemal Arıkan, 28 Ocak 1982’de konsolosluğa giderken trafik ışıklarında duraklayan arabasında öldürüldü, katili 39 yıldır cezaevinde. Peki 1 Şubat 1979 günü aynı şekilde kırmızı ışıkta beklerken katledilen Abdi İpekçi’nin katilini ne kadar tuttunuz içeride? İpekçi’nin katilini neden tahliye ettiniz?

Türk Dışişleri’nin, Adalet Bakanlığı’nın bu soruya verecek yanıtı var mı?

***

Sahi, Türk basın tarihinin onuru Abdi İpekçi’yi bilen anımsayan kaç kişi var? Kemal Arıkan’ın katili 39 yıldır içerdeyken, Abdi İpekçi’nin katili M. Ali Ağca nasıl serbestçe dolaşabiliyor?

Ağca, Abdi İpekçi’yi öldürmekle kalmadı; yurt dışına çıkarıldıktan sonra da tetikçi olarak kullanıldı, 1981 yılında Katolik dünyasının ruhani lideri Papa’ya suikast düzenledi; İtalya’da yargılanıp ömür boyu hapse mahkûm edildi. İtalya’da 19 yıl hapis yatan Ağca, nasıl olduysa 2000 yılında Türkiye’ye getirildi; cezaevinde 6 yıl misafir edildikten sonra 2006 yılında serbest bırakıldı. Tepkiler üzerine yeniden cezaevine kondu ve 2010 yılında tamamen serbest bırakıldı. 

Oysa Papa’yı vurmaktan ömür boyu hapse, Abdi İpekçi’yi öldürmekten idam cezasına, ayrıca gasp suçundan 36 yıl hapse hükümlüydü Ağca. Bunca ağır suçluyken nasıl tahliye oldu da on bir yıldır serbestçe dolaşabiliyor?

Yanıtı basit. İtalya’da kalsa ömrünü cezaevinde tamamlayacak olan Ağca Türkiye’ye getirildikten sonra önce Turgut Özal’ın 1991 yılında çıkardığı infaz yasası affından yararlandırıldı, idam cezası 10 yıl hapse çevrildi. Sonra 2001 yılında çıkan Rahşan affından yararlandırıldı. Sonra 2005 yılında Tayyip Erdoğan’ın yeniden düzenlediği ceza yasasında Ağca’nın işlediği suçların cezası düşürüldü, Ağca bir kere daha affedildi. Nihayet 2010 yılında tamamen affedildi.

***


Ayrıcalıklı suçlu Ağca’dan ibaret değil. Nice ayrıcalıklı suçlu ve katil var adliye tarihimizde. Cumhur İttifakı iktidarının küçük ortağı MHP liderinin “dava arkadaşı” Alaattin Çakıcı da ayrıcalıklı bir suçlu. Mafya-siyaset-devlet ilişkilerinin merkezindeki suçlunun sicili Ağca’nınkinden de kabarık. Sayısız yaralama, cinayete azmettirme, kaçakçılık, Hıncal Uluç’un ve borsacı Adil Öngen’in yaralanması, Karagümrük Spor Kulübü Lokali’ne silahlı saldırı, dönemin Emlak Bankası Genel Müdürü Engin Civan’ın vurulması, eşi Uğur Kılıç’ın ve yeraltı dünyasının ünlü isimlerinden Nurullah Tevfik Ağansoy’un öldürülmesi. Recep Tayyip Erdoğan’a hakaretten 10 ay hapis de cabası… 

Garibim (!) çok bile yattı, Erdoğan’ın çıkardığı infaz affı ile cezaevindeki misafirliği 15 Nisan 2020 günü sona erdi. Cezaevinden çıktığı gün Erdoğan ve Bahçeli’ye özel olarak teşekkür etti. Sonra CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu bakla kazığına oturtmakla tehdit etti, savcı ifadesini alıp bıraktı. Ayrıcalıklı suçlu olmak böyle bir şey!

***

Galeyana gelen milli hisler!..

Dedim ya, Türk adliye tarihinde böyle nice imtiyazlı suçlu vardır. Her birinin işlediği suç(lar) cinayet(ler) diğerlerininkilerden acıdır, yürek kanatıcıdır. İmtiyazlı katiller arasında en imtiyazlı olanlar da vardır…

Devletin öz evlat gibi sahiplendiği en ayrıcalıklı katillerden biri de Başçavuş Ali Ertekin’dir. Ali Ertekin 1940’lı yıllarda “silah çaldığı” gerekçesiyle ordudan atıldı ama devlet, öz evladını sokağa bırakmadı. Ali Ertekin, Milli Emniyet (yani o zamanın MİT’i) kadrosuna alındı; komünistler ve “iç düşmanlar” ile ahbaplık kurmakla görevlendirildi. Ahbaplık kurduğu iç düşmanlardan biri de Sabahattin Ali’ydi.

Söz Sabahattin Ali’ye geldiyse, boğaza bir şeyler düğümlenmeden yazı bitmez. Soruşturmalar, tutuklamalar davalarla geçen 41 yıllık ömrüne sığdırdığı eserlerle Türk edebiyatının zirvesindeydi Sabahattin Ali. Bugün eserleriyle kalplerde yaşıyor, bestelenen şiirleri dilden dile dolaşıyor. Ama aradan 73 yıl geçmesine karşın devlet, “iç düşman” olarak etiketlediği Sabahattin Ali ile hâlâ yüzleşmedi. Sabahattin Ali’nin nasıl bir cinayete kurban gittiği sorusunun yanıtını devlet bugüne değin vermedi, mezarını bile göstermedi. Mezarsız kurbanlar öyle çok ki; 1981 yılında idam edilen Veysel Güney’in nereye gömüldüğü de hâlâ bilinmiyor…


Sabahattin Ali nasıl öldürüldü? En çok bilinen ve inanılması istenen senaryoya göre Sabahattin Ali’nin çürümüş cesedi, 1948 yılında Türkiye Bulgaristan sınırında Istranca dağları eteklerinde çobanlar tarafından bulundu. Sabahattin Ali, Bulgaristan’a kaçmak isterken, kendisine rehberlik eden Ali Ertekin tarafından başına odunla vurularak öldürüldü. Ali Ertekin duruşmada, Sabahattin Ali’yi “milli hisleri galeyana geldiği için” öldürdüğünü itiraf etti.

İkinci senaryoya göre Sabahattin Ali, sınırı geçmek isterken sağ olarak yakalandı; işkenceyle sorgulandı ancak sorguda öldü. Olayın örtbas edilmesi için Ali Ertekin tarafından sınırda öldürüldüğü mizanseni uyduruldu.

Üçüncü senaryoda ise, Sabahattin Ali, kaçakçılarla çıkan çatışmada kim vurduya gidiyor.

Senaryoların her birinde Sabahattin Ali’nin kanı dönemin üst düzey CHP yöneticilerinin ellerine bulaşıyor. Ellerine kan bulaşanlar arasında 12 Mart 1971 faşizmi döneminde başbakanlık yapan bir siyasetçi de var. Kanlı eller, Ali Ertekin eliyle yıkanıyor…

Hangi senaryo gerçektir, devlet bilir. Kanaatim o ki, Sabahattin Ali, İttihat Terakki iktidarında zuhur edip Cumhuriyet’e miras kalan “muhalif kalem sahiplerini öldürerek susturma” geleneğinin kurbanıdır. Öyle melanet bir gelenektir ki, Nazım Hikmet kaçarak kurtulabilmiştir, iyi ki kaçmıştır. 

***

Sırtı sıvazlanan katiller eliyle nice insanın kalemi kırıldı, hayatı karartıldı. Himaye edilen katiller eliyle Abdi İpekçi’ye, Uğur Mumcu’ya, A. Taner Kışlalı’ya, Hrant Dink’e uzanan cinayetler… 

6/7 Eylül 1955, Kanlı Pazar 1969, 1 Mayıs 1977, Maraş 1978, Çorum 1980, Sivas 1993 ve nice katliamlar... Hepsinde Sabahattin Ali’nin katillerinin ve hamilerinin parmak ve ayak izleri bulunuyor. 

Gelenek bugün iktidara biat etmeyen siyasetçiler ve gazetecilere yönelik saldırılarla sürüyor…

Peki, geleneğin ilk resmi katili Ali Ertekin ne kadar hapis yatmıştır? Sadece 1 (bir) yıl. Yargılamada 4 (dört) yıl hapis cezasına çarptırılmış, ancak aynı yıl çıkan afla tahliye…

Türkiye’nin Los Angeles Başkonsolosu Kemal Arıkan’ı öldürmekten 39 yıl hapis yatan Hampig Sasunyan’ın tahliye edileceği haberinden nerelere geldik.

Yineleyerek… Türk Dışişleri Bakanlığı, Sasunyan’ın salıverileceği haberine “Evrensel hukuk ilkeleri ve adalet anlayışıyla bağdaşmıyor” diye feveran ediyor. 

Peki, “Sizin ülkenizde evrensel hukuk ve adalet anlayışı ne kadar geçerli? Siz kendi katillerinizi ne kadar içerde tutuyorsunuz?” sorusuna Dışişleri’nin verecek yanıtı var mı?