3 Ağustos 2022 Çarşamba

DARBE YARGISINDAN AK YARGIYA

Gezi davalarının üçüncüsünde verilen mahkûmiyet ve tutuklama kararının üzerinden 100 gün geçti. Önceki davalardan beraat eden Mücella Yapıcı, 100’üncü günde, kendisi ve tutuklu arkadaşları adına “Daha kaç kere beraat etmemiz gerekiyor?” diye sormuş.

Öte yandan, kriminal bir yaratık, covid19 salgınında bilimsel açıklamalarıyla tanınan Prof. Dr. Esin Davutoğlu Şenol’u ölümle tehdit etmiş ve ofis kapısı önündeki basamaklara dana dili bırakarak tehdidini güçlendirmiş. 

Yaratık, usulen ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılmış; bu kez “Adliyeye davet edildik. Gereğini yaptık ve kaldığımız yerden durmak yok, yola devam” diyerek Türk Tabipler Birliği Başkanı Şebnem Korur Fincancı ile gazeteciler Zafer Arapkirli ile Ayşenur Arslan’ı da hedef tahtasına yerleştirmiş. Zafer Arapkirli, yaratığın öldürme planı yaptığını açıkça ilan etmesine karşın serbest bırakıldığına dikkati çekerek, “İşi tamamlaması mı isteniyor?” diye sormuş.

Bunlara benzer nice olayla her gün her saat karşılaşmak mümkün. Doğu Perinçek adlı yaratığın “devlet adına bin operasyon” yapan Mehmet Ağar’a kefil olması, Necip Hablemitoğlu cinayetinin faili olarak aranan Albay Levent Göktaş’ın sekiz haftadır yakalan(a)maması da bu tablonun parçası olarak görülebilir. Daha açık bir ifadeyle; bu tablo, yargı, güvenlik ve ciheti askeriyedeki çürümenin resmidir. 

Elbette bilinir ki, bir toplumda devlette, hiçbir kurum tek başına çürümez. 

Yine bilinir ki, sınıflı toplum düzeninde çürüme ezelidir; dünden bugüne mirastır.

AKP döneminin sözüm ona ileri demokrasisi de 12 Eylül faşizminin torunudur.

Bu vesileyle, 12 Eylül faşizminin “hukuk” düzeni ile AKP devrinin hukuk düzenini kıyaslayan eski tarihli bir yazıyı paylaşmadan edemedim.

Okuyucunun sabrına saygıyla.

***

12 EYLÜLDE BİLE…

Başlıktaki ifadeyi, yani “12 Eylül’de bile…” ifadesini son yıllarda ne çok duyuyoruz değil mi?

Medyada bu ifadeyle başlayan bir cümleyle karşılaştığımda duygu ve düşüncelerim karmakarışık oluyor.

 “Sen 12 Eylül’ü yaşadın mı ki böyle konuşuyorsun!” diye ağzının payını mı vereyim, yoksa hak mı vereyim, tereddüt ediyorum.

O tereddüt içinde nefesim daralıyor, acı acı iç çekiyorum.

Bir de görüyorum ki, bu cümleleri kuranlar 12 Eylül felaketini yaşamış insanlar.

Mesela Ahmet Türk. 12 Eylül faşizmini Diyarbakır Cezaevi’nde yaşamış. Gördüğü işkenceyi anlatmaya kalemin ve belagatin gücü yetmez. Neredeyse günün her saatinde dayak ve hakaret, çırıl çıplak soyulup cop ve kalasla dayak, foseptik çukurunda pislik banyosu, banyo yetersiz görülmüşse tekrar dayak… Kendi kendine “Ya rabbi, canımızı al da, bu işkenceden kurtulalım” diye dua etmiş. İşte o Ahmet Türk, “Geçmişi de yaşadım, bugünü de yaşadım... O dönemin işkence ve zindan tarifi mümkün değil.” demiş ve eklemiş: 

Hukuk açısından, sıkıyönetim olmasına rağmen inanın ki, bugünkü hukuksuzluk o dönemde yoktu. Tutukluluk süresi o dönemden çok uzun. Hukuk açısından geçmişle bugünü karşılaştırdığımız zaman çok daha kötü bir noktada olduğumuzu ifade etmek istiyorum.” (Vedat Çetin, Hukuksuzluk 12 Eylül’ü aştı, Özgür Gündem, 31 Ocak 2012.)

Sadece Ahmet Türk değil böyle düşünen. KCK davası tutuklusu akademisyen Deniz Zarakolu da aynı düşüncede. 12 Eylül zorbaları ülkenin üstüne çullandıklarında Deniz henüz 6 yaşında. Annesi Ayşe’yi Metris Cezaevi’ne kapatmışlar. Deniz çocuk duyarlığıyla dışarıdan tünel kazıp annesini Metris’ten kaçırmayı düşlemiş. Aradan 30 yıl geçmiş, Deniz’i de Metris’e kapatmışlar. Deniz, “Komik, ironik, öğretici” başlığı altında o günden bugüne geliyor: 

Otuz yıl önce bizimkiler Metris’teydi ve ben ziyaretçiydim, otuz yıl sonra yine Metris’teydim ve bu kez tutukluydum. Hiçbir şeyin değişmediğini görmek üzücü. Fakat ailemin yollarının nereden geçtiğini bizzat görmek açısından da öğretici.” (12 Eylül Ve 28 Şubat “yargılanıyor” Bir Recep şakası, Express Dergisi, Sayı: 128, Mayıs 2012.)

***

Ahmet Türk ve Deniz Zarakolu dışında da 12 Eylül’ü yaşamış olup da “Hukuksuzluk 12 Eylül’de bile bu kadar değildi” diye düşünen çok sayıda insan var.

Hak mı vereyim, yoksa “abartmayın arkadaşlar” mı diyeyim, tereddüt ediyorum.

O tereddüt içinde yüreğim kanıyor, derin derin soluklanıyorum.

12 Eylül faşizmini yaşamış biri olarak ben ne söylemeliyim?

12 Eylül felaketini önce teğmen rütbesiyle Çanakkale’nin Çan ve Yenice ilçelerinde sıkıyönetim komutanı olarak yaşadım. Ne mutlu ki kimsenin canını yakmadım.

Sonra 1982 yılında üsteğmen rütbesindeyken önce Ankara İstihbarat ve Dil Okulu’nda; sonra sırasıyla Bursa, İstanbul ve Ankara emniyet müdürlüklerinde toplam 150 gün süreyle işkenceyle sorgulandım. Sanıklarının dörtte üçü askerlerden oluşan THKP/C Üçüncü Yol soruşturması kapsamında, anayasal düzeni zorla değiştirmeye teşebbüs suçlamasıyla tutuklandım. 

İşkence altında sorguyu işkence altında yargı süreci izledi. Ünlü Metris Cezaevi’nde iki yılım geçti. Cezaevindeki zulüm ve direniş tektip elbisede simgeleşmişti. Zulmün ve onursuzlaştırmanın simgesi olarak dayatılan tektip elbiseyi reddediyorduk... Kış ortasında koğuşlarımıza baskın yapıldı, tüm giysilerimiz alındı, koğuşlarda atlet külot bırakıldık. Avukat ve yakınlarımızla görüşemediğimiz için kamuoyunu haberdar etmemiz mümkün değildi. 



Rastlantı bu ya, ilk duruşma tarihimiz baskından üç gün sonrasıydı. İşkenceyle tektip elbise giydirildikten sonra Metris yerleşkesindeki duruşma salonuna götürüldük. Saniyeleri hesaba katan bir zamanlama yapmak gerekiyordu. Salonda zincirler ve kelepçeler çözüldükten sonra, izleyicileri, avukatları, mahkeme heyetini beklemeden tektip cezaevi elbisesini yırtıp atmak, sesini duyuramamakla sonuçlanacaktı. Bu durumda, yeniden koğuşlara ve hücrelere götürülecektik. İzleyiciler, avukatlar ve gazetecilerin salona alınmalarından sonra, tam mahkeme heyeti salona girerken tektip elbiseleri yırtıp attık, atlet külot kaldık. Mahkeme heyeti yerini aldığında yırtma işlemi tamamlanmıştı. Cumhuriyet gazetesi muhabiri Deniz Teztel o sırada fotoğraf çekmeyi başardı, ama fotoğrafa yayın yasağı kondu. Yine de zulme ve tektip elbiseye karşı direniş ilk kez kamuoyuna duyurulmuş oldu. 

Tutuklu yoldaşlar, cezaevinde olan bitenleri anlatma görevini bana vermişlerdi. Duruşma yargıcı tutanağı yazdırmaya başladığında elimi kaldırıp söz istedim. Mahkeme başkanı Albay’ın emriyle inzibatlar beni karga tulumba salondan çıkarttılar. Tam mahkeme heyetinin önünden geçerken parmağımı sallayarak “İşkence altında sorguladınız işkence altında yargılayamazsınız” diye bağırdım. Tutuklu arkadaşlar da “Kahrolsun Faşizm”, “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek” diye slogan attılar. Ocak ayının ortasında hep birlikte cezaevi avlusuna atıldık. İkinci duruşmada aynı sahne yinelendi ve bir daha da duruşmaya alınmadık. 

Gerek sorgulanırken gerekse yargılanırken, cunta lideri Kenan Evren, asker sanıklar olarak bizi vatana ihanetle suçluyor, açıkça hedef gösteriyordu. Evren “Evvela silahlı kuvvetlerden atılmışlardır, ondan sonra da adaletin pençesine teslim edilmişlerdir. Cezalarını göreceklerdir. Ama, ben onlara hainlik lafını bile az bulurum.” diyordu. 

Cunta lideri ve devlet başkanının bu açık suçlamasına ve hedef göstermesine karşın, bizi yargılayan sıkıyönetim mahkemesi, 123 sanıktan 116’sı hakkında berat kararı verdi. 

Sıkıyönetim mahkemesinin gerekçeli kararında, “Kanıtların Değerlendirilmesi” başlıklı bir bölüm var ki, olabilecek en geniş şekilde fotokopi çekip bugünün mahkemelerine kapak yapmalı. 

Düşünebiliyor musunuz, sanıklar iddianamede birçok silahlı bombalı eylemle suçlanmışlar; suçlandıkları eylemleri, emniyet ve savcılık sorgularında, yer gösterme tatbikatında kabul etmişler. Ama sıkıyönetim mahkemesi bunları delil olarak kabul etmemiş. Çünkü sanıkların eylem tarihinde olay yerinde olmadıkları ortaya çıkmış; hatta eylem tarihinde gözaltında oldukları anlaşılmış… Mahkeme bu gibi çelişkileri tek tek analiz ettikten sonra şu hükme varmış: “Yukarıda açıklanan duruma göre kanıtların değerlendirilmesi sırasında sanıkların zora dayalı olduğunu belirttikleri ve İstihbarat ve Dil Okulu’nda alındığını söyledikleri ifadeleri ile emniyet ifadelerinin ve iradeleri dışında düzenlenen yer gösterme tutanaklarının yalnız başına yeterli kabul edilmesi mümkün görülmemiş ve kuşku yaratır nitelikte bulunmuştur.”

***

DARBE YARGISINDAN AK YARGIYA

Tarihin hangi döneminde, hangi rejimde olursa olsun o rejim için en önemli ölçütlerin başında adalet sistemi gelir. Adalet sistemi de somut olarak mahkemelerin işleyişinden ve hapishanelerdeki durumdan anlaşılır. 

Bugün sözüm ona “ileri demokrasi” devrindeyiz. Cezaevleri ancak darbe devrinde rastlanabilecek şekilde dolu. Elbette darbe devrinin zindanı ve zulmüyle kıyaslanamaz. Böyle derken darbe devrinden çok sonra “sivil” hükümetler döneminde yapılan Ulucanlar katliamını, Hayata Dönüş katliamını anımsıyorum. Bugünkü iktidarın cezaevlerinde de tedavisi engellendiği için ailesine cenazesi teslim edilenler, sevk sırasında cezaevi aracında diri diri yananlar, çocuk koğuşlarında tecavüze uğrayanlar geliyor aklıma. 

Her şeye karşın bugünün cezaevleri darbe devrinin zindanı ve zulmüyle kıyaslanamaz. Peki ya mahkemeler ve kanunlar?

Erdoğan’a ve taklacı (eski) İçişleri Bakanı’na göre “Resim yaparak, şarkı besteleyerek, şiir yazarak da terörist olunabilir! Kitap ise, bombadan daha etkili bir silahtır.

Ucube zihniyet, ucube yasalar ve özel yetkili mahkemeler marifetiyle en barışçı muhalif her eylem ve söz bile terör olarak görülüyor; darbe devrini aratmayan operasyonlarla on binlerce insan tutuklanıyor. 

Tutukluluk peşin cezaya dönüşmüş. 

Milletvekilleri tutuklu. 

Onlarca gazeteci tutuklu. 

Parasız eğitim isteğiyle pankart açmak dışında eylemi olmayan yüzlerce öğrenci tutuklu.

Hatta oğlu İbrahim Kaypakkaya’nın mezarını ziyaret eden anneden bile suçlu üretilebiliyor. 

Mahkemeler, avukatları jandarma zoruyla salondan attırıyorlar: delilleri değerlendirmeye gerek görmeden, kim oldukları belirsiz gizli tanıkların ifadesiyle akıl almaz mahkûmiyet hükmü kuruyorlar. 

***

SÖZÜN BİTTİĞİ YER

Darbelerle hesaplaşma retoriğiyle açılan davalar, sermayenin iç savaşında tiksindirici bir oportünizmle harcanıyor, torba operasyonlar zorba operasyonlara dönüşüyor, darbeci faşistlerin yanında çok ama çok sayıda masumun da canı yakılıyor. 

Yine de “12 Eylül’de bile” ifadesiyle başlayan bir cümle kurmak gelmiyor içimden. 

Böyle bir cümle kurmuyorum; ama, “İyi ki, 12 Eylül’ün sıkıyönetim mahkemesinde yargılanmışım” demekten de kendimi alamıyorum. 

Düşünüyorum da, darbe devri olmasına karşın, emniyetten adliyeye çıkarılanlar gelişigüzel tutuklanmıyordu.

Sıkıyönetim mahkemesinde yargılamanın nasıl gelişeceğini, hangi duruşmada tahliye kararı çıkacağını, kararın ne yönde olacağını neredeyse tam isabet öngörebiliyorduk.

Cunta lideri ve devlet başkanının açık suçlamasına ve telkinlerine karşın beraat etmiştik.

Sıkıyönetim mahkemesinin beraat kararı verdiği iddianameyle bugünün özel yetkili mahkemesinde yargılansam, duruşmada tektip elbiseyi yırtıp attığım için iyi hal indirimi de olmayacağından, 15 yıl hapis cezasına çarptırılırdım herhalde. Hatta, suç vasfı değişikliğinden ağırlaştırılmış müebbet de mümkündür.

“12 Eylül’de bile bu kadar değildi” diye düşünen çok sayıda insan var.

Hak verip vermemekte tereddüt içindeyim.

Şaşırma refleksimi yitireli o kadar çok zaman geçti ki. 

İki yıl önce bir gazetenin birinci sayfasındaki haberi okuyunca ben bile şaşırdım. 

Gazetecilerin gözaltına alınmalarıyla ilgili haberin başlığı aynen şöyleydi: “Medyada gözaltı tartışması: Yargı sürecini beklemeden zanlıları suçsuz ilan etmek doğru değil” (abç)

Ben bile şaşırdım, “12 Eylül’de bile bu kadar değildi” diye düşünmekten kendimi alamadım.

(Gazetenin adını yazmak gelmedi içimden. Merak eden kütüphanelerin efendisi bir arama motoruna sorup bulabilir.)


Rahmi Yıldırım

Nisan 2013  

Not: Çağdaş Gazeteciler Derneği Bursa (Güney Marmara) Şubesi'nin yayın organı Çağdaş'ın Nisan 2013 sayısında yayımlanan yazıdır.


5 yorum:

  1. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  2. 12 Eylül'de şahsen zulüm gördün, 12 tayyip'te görmedin. Bunun için mi kafan karışık derse birisi... Bunu da özel bile tartışmaya yol. Çok iyi bildiğim Rahmi refleksi... Aşk olsun...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim Ali Tartanoğlu. Çok iyi bildiğin Rahmi refleksi işte. Çok selam.

      Sil
  3. akp detokrasisi -ki bununla sermaye sınıfı sarkan yerlerini detoks ile düzleştirmeye çalışmıştır- 12 eylül faşizmi ile neoliberal ekonomik kudurganlığın piçidir demek daha doğru geliyor. Yok torundu, çocuktu gibi sözcüklerin bu şerefsizleri tanımlarken kullanılması lekeler diye endişe ederim...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Haklısın SNÖ de, önerdiğin sözcükleri yazılarımda kullanmamaya çalışıyorum. Çok selam.

      Sil