26 Haziran 2023 Pazartesi

MÜLTECİLERE TİMSAH GÖZYAŞLARI

Gerek içerde gerekse dışarda öyle olaylar oluyor ki, belli bir yaşa ve deneyime erişmiş en iyimser en devrimci insanların bile insanlığın geleceğine ilişkin umutlarını karartmaya yeter.

Türkiye’nin iç karartan sorunları şimdilik şöyle dursun, dünyada neler oluyor, ona bakalım.

Geçen hafta uluslararası denizlerde meydana gelen iki facia, insanlığın nasıl bir vicdan ve akıl kanserinin pençesinde olduğunu bir kez daha gösterdi.

Birincisinde, Libya’dan demir alan derme çatma bir balıkçı gemisinde kapasitenin çok çok üstünde balık istifi bindirilmiş en az 750 kişi vardı. Varış limanı bilinmiyor ama galiba bir Avrupa ülkesiydi. Yola çıktığı andan itibaren en yakın ülkeler olarak İtalya ve Yunanistan’ın sahil güvenlik birimleri gemiyi izlemeye aldılar. Akdeniz’in ortasına geldiğinde gemi arızalandı, sürüklenmeye başladı. Gün boyunca sürüklenen gemiye ne İtalya’dan yardım eli uzatıldı ne de Yunanistan’dan. Gemi Mora yarımadası açıklarına geldiğinde artık yaşamın da sonuydu. Medyanın haberlerine göre, batan gemiden sadece 78 kişi canlı olarak toplandı.

Derken, 1912 yılında buzdağına çarparak batan yolcu gemisi Titanik’in enkazına turist götüren minik denizaltı Titan’ın Atlantik Okyanusu’nun dibinde parçalandığı, daha doğrusu ezildiği haberi geldi. Meğer okyanusun 3.800 metre derinliğinde yatan Titanik’in etrafında bir efsane oluşmuş; harcayacak parası olan üç kafadar, koltuk başına 250 bin dolar vermişler, Titanik’in enkazını dünya gözüyle görmek istemişler. Olmamış; üç yolcusu ve iki kişilik mürettebatıyla minik denizaltı o derinlikteki basınca dayanamamış, alelade bir meşrubat kutusu gibi ezilmiş...

***

Vicdan ve akıl kanseri derken bu iki olaya medyanın ve en yakın devletlerin nasıl bir refleks gösterdiklerini kast ediyorum. Mora yarımadası açıklarında batan mülteci gemisine ne İtalya yardım elini uzattı ne de Yunanistan. Yüzlerce kişinin can vermesi medyanın manşetlerinde haberleştirmeye değer görülmedi; facia ancak dolgu (yani sayfadaki ekrandaki boşlukları doldurma amaçlı) haberlerde yer bulabildi. Bu facia sadece egemen medyada değil sosyal medyada da pek yankılanmadı. Yüzlerce insan Akdeniz’in derinliklerinde boğulduklarıyla kaldılar.

Titan denizaltısının akıbetiyle ilgili haber ise medyanın manşetlerinde yankılandı. Turistik denizaltı için uluslararası seferberlik ilan edildi. Kanada, Fransa ve Amerikan sahil güvenlik kurumları hemen uçaklar kaldırdılar, arama kurtarma amaçlı gemiler yolladılar. Arama kurtarma seferberliğine pek çok özel şirket de katıldı. Egemen medyanın manşetleri arama kurtarma çalışmalarının haberleriyle doldu. Ölen baba oğulun ve milyarderin, mürettebattan askeri uzmanın ve kaptanın hayat hikâyeleri her yerde yazıldı çizildi. Buna karşılık göçmen faciasında ölenlerden birinin bile adı bilinmedi. Hepsi istatistik çalışmasının sayıları olarak kaydedildi. 

Sadece bu iki olaydaki yaklaşım farklılığı bile, medyanın nasıl bir vicdan tutulmasıyla malul olduğunu göstermeye fazlasıyla yeter. Elbette sınıfsal aidiyetle doğrudan ilgilidir. Egemen medya emeğin değil sermayenin medyasıdır. Ruhları şad olsun, Marks ve Engels’in deyişiyle, her dönemde toplumda egemen olan fikirler, üretim araçlarını da kontrol eden sınıfın fikirleridir. “Toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda toplumun egemen entelektüel gücüdür. Maddi üretim araçlarını kendi tasarrufu altında tutan sınıf, buna bağlı olarak düşünce üretim araçlarını da denetiminde tutar.”

***

CİNAYET MAHALLİNE DÖNEN KATİL

Ben bu adaletsizliğe vicdansızlığa isyan duygularıyla doluyken bir de ne göreyim; ABD’nin eski başkanlarından Barack Obama bu vicdansızlığı dünyanın yüzüne çarpmış. Obama, turistik denizaltıyla daldıktan sonra haber alınamayan grubun hikâyelerine yoğun ilgi gösteren medyanın göçmen teknesi faciasına ilgi göstermemesini eleştirmiş: “Dünya çapında anlık yayınlanan bir denizaltı trajedisi var. Bu, anlaşılır bir şey; hepimiz onların kurtarılması için dua ediyoruz. Fakat bunun 700 kişiden daha fazla ilgi görmesinin savunulacak bir tarafı yok.”

Obama ayrıca sorunun çözümü için göçmenlerin Batı’ya yönelmesine yol açan koşulları iyileştirmek, bunun için de bütün ülkelerin sorumluluk alması gerektiğini söylemiş.

Hani denir ya: “Katil mutlaka cinayet mahalline döner!” Obama’nınki de o hesap. 

Obama doğru söylemiş ama (Suriye, Irak, Afganistan, Pakistan, Sudan başta olmak üzere) İslam ülkelerinden kaçışın baş sorumlusu kim? Elbette ABD emperyalizmi ve kişiler olarak da ABD başkanları George W. Bush ile Barack Obama.

İslam ülkelerini Batı kapitalizmine daha derin bağlarla eklemlemeyi amaçlayan Büyük Ortadoğu Projesi BOP’un liderleri olarak 2000’li yıllarda önce Afganistan ve Irak’ın üstüne çullandılar. Sonra Suriye ve Libya’nın altını üstüne getirdiler. Arap Baharı adı altında İslam ülkelerine kışı yaşattılar. Sözde “ılımlı ve olumlu” İslami partileri işbaşına getirdiler. Olan bölge halklarına oldu. Müslümanlar birbirlerine kıydılar, on milyonlarcası yerinden yurdundan oldu.

Şu gün itibariyle dünya genelinde ezici çoğunluğu Müslüman olmak üzere, mülteci (kibar deyişle düzensiz göçmen) sayısı 100 milyon dolayında. Hemen hepsi Batı ülkelerine kaçmak istiyorlar. Ne kadarının Türkiye’de olduğu bilinmiyor.

Resmi sayılara göre Türkiye’de 3 milyon 500 bin dolayında Suriyeli, 500 bin kadarı da diğer ülkelerden olmak üzere 4 milyon dolayında sığınmacı bulunuyor. Genel nüfusa oranı yüzde 5 kadar. Bu sayılar ve oranlar, kayıtlı göçmenleri ifade ediyor. Resmi enflasyon ve işsizlik verileri ne denli hakikat ise kayıtlı sığınmacı sayısı da o denli hakikat olsa gerek. Kayıtsız ve toplam sığınmacı sayısını devletin de bildiğini sanmıyorum. Muhalefete göre kayıtlı kayıtsız 10 milyon dolayında sığınmacı ülkemizi mesken tutmuş durumda.

***

KATİLİN YERLİ MİLLİ SUÇ ORTAĞI?

Çoluk çocuk on milyonlarca insanın savaştan ve ölümden kurtulmak için başka ülkelere sığınmasının sorumluları sadece ABD emperyalizmi ve onun liderleri W. Bush ile Barack Obama mıdır? Yerli suç ortakları yok mudur?

Sahi, ABD ordusu 2003 yılında Irak’ı işgal ederken, Türkiye’yi işgale ortak etmek için çırpınan Başbakan kimdi? Hani dua etmişti: “We further hope and pray that the brave young men and women return home with the lowest possible casualties, and the suffering in Iraq ends as soon as possible.” diye yazmıştı. (The Wall Street Journal, 31 Mart 2003.) Kelime kelime Türkçesi, “cesur ve genç kadın ve erkeklerin en az kayıpla ülkelerine dönmesi için dua…” Yani, Irak’ı işgal eden Amerikan askerlerinin sağ salim dönmeleri için dua! 

Sonra Barack Obama ABD Başkanı iken, “eğit donat” projesiyle Suriyeli cihatçı katil sürüsünü donatıp iç savaş ateşine benzin döken Reis? Selahaddin Eyyubi'nin kabri başında Fatiha, ardından Emevi Camii'nde namaz rüyası gören...

Rüyadan uyandığında milyonlarca mülteciyi “Onlar muhacir biz ensar” demagojisiyle ülkeye sokan ve Türkiye’yi Avrupa’nın ABD’nin göçmen deposu haline getiren basiretsiz Reis?

Geleneksel konukseverlik yerine ensar muhacir... 1400 yıl önce ensar/muhacir ilişkisinin ensar aleyhine nasıl sonuçlandığını kaç kişi biliyor?

***

Sığınmacı, düzensiz göçmen, mülteci. Ne denirse densin. Asgari dört beş milyon (genel nüfusa oranla yüzde 5) sığınmacının varlığı bile son derece trajiktir. İçlerinde elbette emperyalist zorbaların bölgesel işbirlikçisi zavallılar da vardır, hem de azımsanmayacak sayıda. Ancak ezici çoğunluğu kendisini ve ailesini korumak için iltica edenlerdir. Kirli bir savaşın meçhul ve kahraman(!) askeri olmaktansa, komşusunu öldürmektense ilticayı seçmek de onurludur.

Onursuz ve ahlaksız olan ise... Bu cümleyi her okur içinden nasıl geliyorsa öyle tamamlasın.

Son sözü Friedrich Engels söylemiş olsun: “Uluslararası barış sağlanacaksa, önce kaçınılması mümkün olan bütün ulusal sürtüşmeler giderilmeli, her halk bağımsız ve kendi evinin efendisi olmalıdır.


20 Haziran 2023 Salı

ENGİN ARDIÇ: KÜFÜRBAZ IRKÇI CİNSİYETÇİ FAŞİST

Nazar boncuklu gazetenin yazarlarından üçünün, Hıncal Uluç, Engin Ardıç ve Mehmet Barlas’ın peş peşe geberdiklerinden; gebermelerinin ardından bazı yozdaşlarının “ikinci kurtuluş savaşının şehitleridir” diye ağlaştıklarından söz ediyorduk.

Mehmet Barlas, yozdaşlarının iddia ettikleri gibi fikir adamı filan değildi; medya alemindeki yakıştırma ile “her devrin adamı liboş” idi.  

Engin Ardıç’a, nam-ı diğer Ardıç Kuşu’na gelince. O da ardından ağıt yakan çok az sayıdaki yozdaşlarının yazdığı gibi sivri dilli polemik ustası, fikir adamı değil, dili kirli küfürbaz idi; herkese hakaret edecek kadar şımarık ve iflah olmaz küstah, ukala, ayrımcı, cinsiyetçi, homofobik ve nefret dolu ırkçı faşist bir yazar idi. Onu hicveden karikatürdeki tipe yüzde yüz uyan bir yaratık idi.

***

SERMAYE UŞAĞI SAHTE LİBERAL

Hakkında yazılanlara göre 1970’lerde kalem oynatmaya başlamış. Şahsen tanışmadım; 1986 yılında gazeteciliğe adım attıktan itibaren, öteki köşe yazarları ve yorumcular gibi Engin’i de takibe aldım. O yıllarda, yani 1980’lerin ikinci yarısında Engin’in Turgut Özal şakşakçısı olduğunu anımsıyorum. Radyo televizyon yayıncılığında TRT tekelinin aşıldığı 1990’larda ve 2000’li ilk yıllarda Cem Uzan’ın kanalında ve Star gazetesinde boy gösterdi. O yıllarda Cem Uzan sevdalısıydı. Öyle ki, AKP iktidarı Cem Uzan’ın mal varlığına çökerken, Star gazetesindeki yazılarında Türkiye’nin “taşra faşizmi” tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu savunuyor; Türkiye’yi 1930’lar Almanya’sıyla, Recep Tayyip Erdoğan’ı da Hitler ile kıyaslıyordu. Bir yazısının başlığı aynen şöyleydi: Heil Recep! (Star, 21 Ocak 2004)

Sonra, Çukurova Holding bünyesindeki Akşam gazetesinde kısa süreyle ulusalcı; 2008’de Sabah gazetesine transfer olduktan sonra da Erdoğan eksenli otokrasi savunucusu kesildi. Öyle ki, Cem Uzan’ın kafesindeyken Erdoğan’ı Hitler’e benzeten Ardıç Kuşu, bu kez Erdoğan’ı “en solcu lider” ilan etti: “Türkiye’de solu Tayyip Erdoğan temsil ediyor. Erdoğan bugüne kadar gelmiş geçmiş en solcu liderdir. Erdoğan hem Menderes ve Özal'ın açtığı yoldan ilerleyerek kapitalizmi geliştiriyor, hem de bu kalkınmadan halka önemli bir pay veriyor. Halka hizmet götürüyor, halkı adam yerine koyuyor. Şimdiki çocuklar bunu bilmez. Halk ilk defa insan yerine konuldu. Bunu sadece muhafazakârlar değil gayrimüslimler de söylüyor.” (Sabah, 2 Temmuz 2018)

Engin’in Cem Uzan’ı terk edip Tayyip Erdoğan’a sevdalanması aynı zamanda sermaye hizipleri arasında tercih değişikliğiydi. Cem Uzan’ın kapısına bağlıyken, “Laik sermayeyi yok edecekler” başlığı altında “İktidar, laik sermayenin belini kırmak, gücünü azaltmak, önceliği kendi dinci sermayesine vermek istiyor” diye yazıyordu. (Star, 16 Ocak 2004)

Sabah gazetesinde yazmaya başladıktan sonra ise Türkiye’yi “mütedeyyin” sermayenin demokratlaştıracağını propaganda etti; hatta İstanbul belediye seçimi öncesinde “Emperyalizme karşı soğuk savaş” başlığı altında “mütedeyyin” burjuvazinin emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı verdiğini bile savundu. Aynen şöyle yazmıştı: “Yüz yıl önce verdiğimiz sıcak savaştı, bu sefer soğuk savaş. Roller değişti. Bugün mücadeleyi bizzat halk değil, halkın bağrından çıkan politikacılar ve yeni burjuva sınıfı veriyor. Eski alafranga burjuva su koyuverdi, işbirlikçiliği seçti. Ona rakip olarak filizlenen yeni ve mütedeyyin burjuvayı hazmedemedi. (…) Peki bu soğuk savaşta halk ne yapıyor? İki yüz ellisi şehit oluyor, iki bini de gazi. Üç yıl önce o soğuk, ısınır gibi olmuştu. Tıpkı, yüzyıl önce şehit ve gazi olmuş dedeleri gibi. Onları Yunan askerleri vurmuşlardı, bunları FETÖ’nün Amerikan askerleri. Pazar günü oyunuzu bağımsızlık savaşçılarına mı vereceksiniz işbirlikçilere mi?” (Sabah, 20 Haziran 2019)

***

SAVAŞPEREST ENGİN

Ömrünün son deminde “mütedeyyin” sermayenin kapıkulu olarak anti-emperyalistliği de geçim kapısı haline getiren Engin Ardıç, savaş seviciydi, savaş karşıtlığını bile küfür için fırsat olarak görüyordu. ABD emperyalizminin AB’yi arkasına alarak Ortadoğu’ya çullandığı yıllarda, savaş karşıtlığını bile apış arasından görmeyi ve kavramsallaştırmayı becermişti. Savaş karşıtlığının ahmaklık olduğunu savunuyor ve “Bunu, ‘savaşa hayır’ gösterilerinde kurtlarını döken ve gençlik günlerini hatırlayıp ‘nostalji yapan’ kılları ağarmış Türk komünistlerine kim anlatacak?” diye soruyordu Engin. (Star, 20 Şubat 2003)

Ardıç’a göre enayiliğin lüzumu yoktu, gerçekçi olunmalıydı, savaşa girmek karşılığında ABD’den ve IMF’den gelecek para göz ardı edilmemeliydi: “Herkes kendi kavlince savaşa karşı çıktı. Kimimiz canlı kalkan yazıldık, kimimiz şarkılar söyledik, kimimiz nutuk attık, kimimiz yazılar yazdık, kimimiz de cam çerçeve indirdik... Örneğin geçen akşam bizim ‘solcu sanatçılar’ toplandılar, bağlama ve gitar çaldılar, şiirler okudular, halay malay da çektiler. Herhalde program bitince yorgun argın arkalarına yaslanıp bir ‘orgazm sonrası cıgarası’ da tüttürmüşlerdir. (...) Herkes kendi otuz birini kendince çekti, rahatladı. Şimdi gerçeklere dönelim: ‘savaşa hayır’ dersek bunun mali portesinin ne olacağı da hesaplandı. IMF desteği bitecek, borç gırtlağı aşacak ve ödeyemeyeceğiz. (...) İkiyüzlülüğü bırakalım: Hiç kimse Arap çocuklarını korumak için doların üç buçuk milyon lira olmasına razı gelmez bu ülkede.” (Star, 27 Şubat 2003)

Ardıç’a göre, “Irak, Suriye ve İran’a demokrat, ileri ve Türkiye’yle sorun çıkarmayacak yönetimlerin gelmesi fena mı ulan? Bunu Amerikan emperyalizmi yapacak. Kim yaparsa yapsın. Kendileri beceremeyince el yardımıyla gerdeğe girecekler, bize ne?” idi. (Star, 17 Nisan 2003)

Ardıç bir yazısında da savaş karşıtlığının “müşteri nezdinde hava” kazandıracağını kaydedip savaş karşıtlığını hafifletmeye çalışmıştı: “Bunu, ince sesli uzun saçlı ‘entel kız’ ağzıyla pekiştirirsin. Savaşlar olmasın, çocuklar ölmesin... Onlar ki gitar çalarlar ve şarkı söylerler, kumsalda ateş yakıp şarap da içerler. Bu teraneyi tutturursan belki akşam takılacağın barlarda marlarda iş bağlama imkânı da doğar ha!... Sonun, bir Bodrum evinde, rakı ve şiir kitapları, yanında da ayağı pis, sırtında basma ya da pazen entari, kaknem bir karıdır oğlum...” (Star, 13 Nisan 2003)

***

SOLA DÜŞMAN SAHTE SOLCU

Kişisel maddi çıkarı uğruna sermaye hiziplerine uşaklık eden Engin, kendisini solcu etiketiyle pazarlayacak kadar da ahlak yoksuluydu. Kimi yazılarında söyleşilerde solcu olduğunu söylüyordu. 1967 yılında Bulgaristan’a gitmiş, oradaki vaziyeti görünce bir örgüte yazılmaktan vazgeçmiş, böylece erkenden ölmekten kurtulmuş… (Sabah, 28 Mart 2020)

Öğrencilik yıllarında sola meyletmiş olsa bile mücadeleye girmekten korktuğunun itirafıdır bu satırlar. Sol mücadeleye yüreği yetmeyen her şarlatan gibi Engin de yazı yaşamı boyunca sol düşünceye küfretmekten sol değerlerle dalga geçmekten geri durmadı. Kapısına bağlandığı medya gruplarında sefalet ücretine talim ettirilen fikir emekçisi meslektaşları için bir tek yazı yazmadı. 1 Mayıslar, Engin için sola küfür fırsatıydı. Gebermeden önceki son 1 Mayıs yazısında sola nefretini şöyle kaydetmişti: “Bu yıl 1 Mayıs bayramı Maltepe Meydanı’nda kutlanacakmış. Neden? Yenikapı’yı istediler de verilmedi mi? Belki de Maltepe “işçi muhiti” sayılıyor... Yabancı yer değil... Böylece Taksim’de “polisten dayak yeme zevkini” yaşayamayacaklar. Çünkü 1 Mayıs uzun süredir başka bir işe yaramıyor.” (Sabah, 15 Nisan 2022)

***

IRKÇI FAŞİST

Kimilerince özgürlükçü liberal sanılsa da özünde ırkçı faşist bir yazar idi. Kürtler konusunda bu ülkenin medyasında apaçık faşist bilinen yazarların bile kaleminden çıkmayacak yazılar onun kaleminden çıkabildi. “Törenize tüküreyim” başlığı altında tüm Kürtleri aşağılayan bir yazı yazabilmişti. Aile meclisi kararıyla delik deşik edilerek katledilen kadını bile aşağıladığı alay ettiği, katiller dolayımıyla Kürtlere nefretini kustuğu yazısını şu tümceyle bitirebilmişti: “Biz de bu canlılar bizden ayrılmasınlar diye binlerce çocuğumuzu şehit verdik.” (Akşam, 12 Ekim 2006)

Bilinir ki, TBMM’de İngilizce, Fransızca veya başka bir yabancı dilden konuşulması tepkiyle karşılanmaz; ama Kürtçe konuşmaya gör, kıyamet kopartılır. Devlet kanalı TRT’de Kürtçe yayına başlanmasının üzerinden 15 yıl geçti ama bir Kürt hâlâ TBMM’de kendi ana diliyle konuşamaz. TBMM’de zaman zaman Kürtçe üç beş cümle kurulması, Engin için de Kürtlere nefretini düşmanlığını kusma fırsatı olurdu; ana diliyle birkaç tümce söylemeye çalışan Kürt vekilleri egemen ulus bireyi olmanın kibri ve buyurganlığıyla azarlardı: “Orada dur! Söyleyemezsin hemşerim. Anayasa’nın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez maddelerinin üçüncüsü, “Türkiye devletinin dili Türkçe’dir.” Yani devlet işlerini, ki Meclis’e hitap da onlardan biridir, Türkçe yapmak zorundasın. Kendi aranızda istediğiniz kadar Kürtçe konuşun, kürsüye çıktığınızda Türkçe konuşacaksınız. Bilmiyorsanız öğreneceksiniz.” (Sabah, 18 Aralık 2021)

***

CİNSİYETÇİ FAŞİST

Sahte liberalliğin, ırkçı faşistliğin, savaşperestliğin, küfürbazlığın, küstahlığın, homofobik nefretin yanı sıra bir de cinsiyetçiydi, kadın düşmanıydı Engin. 

Daha “laik” sermayedar Cem Uzan’ın kapısına bağlıydı. 1999 yılında seçimler yapılmış, Merve Kavakçı (Nazlı Ilıcak’ın refakatinde) TBMM’ye türbanıyla giren ilk vekil olmuştu. Haliyle kıyamet kopmuştu. Neden sonra ABD vatandaşı olduğu fark edilmiş; bu bahaneyle TBMM’den ve Türkiye’den kovulmuştu. İşte o günlerde Engin’i ilgilendiren, Merve’nin uğradığı linç değil, kadını aşağılayan bir inancı Merve’nin nasıl militanca sahiplendiği değil, parmak arası terliklerinin gizleyemediği çıplak ayaklarıydı. O koşullar altında Engin şöyle diyebilmişti: “Merve’nin çıplak ayaklarını görünce, dedim ki içimden, kim bilir kaç aksakallı muhterem gece rüyasında, Merve’nin çıplak ayaklarının hayalini kurup asılmıştır...”

Merve Kavakçı’ya karşı cinsiyetçi söylemin ötesinde, kendi ayak fetişizmini dinci erkekler dolayımıyla itiraf etmişti böyle demekle. Sonra o ‘aksakallı muhteremler’in kapısına bağlandı, özgürleşmek için mücadele veren kadınlara nefretini kusmaya devam etti. Feminist kadınları “Orospuluklarına özgür kadın kılıfı arayan hatunlar” diye aşağıladı, hakaret etti. Femen kadınlarla dalga geçmek için de “Bizce sakınca yok, bin karı soyunsun (yani bin çiçek açsın), bin fikir yarışsın anasını satayım!” diye yazabildi. (Sabah, 30 Ocak 2012)

Cinsiyetçi ayrımcılık ve kadınları aşağılamak söz konusu olduğunda Engin’e sınır yoktu. En çok da sol-sosyalist kadınları hedef alıyordu: “Devrimci bacı... Soyu tükenmiştir sanıyorduk, demek ki yumurtalı eylemlerde yaşıyormuş. Ortak özellikleri çirkin olmalarıdır bu kızcağızların. Hem çirkin hem pasaklı.” (Sabah, 28 Şubat 2011)

***

KAÇ PARALIK İDİ?

Kabul etmeli ki, benzer yozdaşları arasında kalemi en kıvrak, en zeki olanıydı. Buna karşın kalemini en ucuza satanı da Engin idi.

Naçizane, DEVŞİRMELER DÖNEKLER / Türk Medyasından Portreler (2010) başlıklı bir kitap yazdım. O kitapta medya starlarının aylık ücretleri ve transfer bedellerine ilişkin açık kaynak bilgilerini de aktarmıştım. Buna göre, medya starlarının aylık ücretleri on binlerce dolar, transfer bedelleri ise milyonlarca dolardır. Örneğin, Çukurova Holding grubundayken Tuncay Özkan’ın aylık cep harçlığı 64 bin dolar, transfer bedeli 3 milyon dolar. Uzan grubundayken Fatih Çekirge’nin aylık cep harçlığı 40 bin dolar, transfer bedeli 1,5 milyon dolar. Mehmet Barlas bile Fetullah’ın gazetesinde çalışırken aylık ücreti 25 bin dolar imiş.

Ardıç Kuşu’nun ise on binlerce dolar aylıklılar listesinde adı yoktu. Bire bir tanıyanların anlattıklarına göre, ‘Ardıç Kuşu’ yıllarca Uzanlar’ın kafesinde tutuldu... Cem Uzan nereye giderse ‘valet de chambre’ misali onu da peşinden sürükledi... Birkaç Paris seyahati, birkaç şişe pahalı şarap karşılığında da Uzanlar’ın tetikçiliğini yaptı durdu... (Oray Eğin, Akşam, 12 Kasım 2010)

Sonra Sabah gazetesine transfer oldu. Transfer bedelinin 500 bin dolar olduğu öne sürüldüyse de, reddetti Engin; “Rakam söylenmez, bereketi kaçar ama iyi para aldım” diye yanıtladı. (Sabah Pazar, 2 Mart 2008)

Yine Oray Eğin’in yazdığına göre, “Hiç kimse onun kadar kendi omurgalarını başkalarına teslim etmedi. Ne patrona ev aldıran ne şoför tutturan ne kedi mamasını gazeteye ödeten bir köşe yazarı oldu. Bütün bunları yapsa kendi sınıfına ihanetinin daha makul bir açıklaması olurdu. Bağdat Caddesi’nde bir apartman dairesi, yılda bir kere cebinden ödeyip business class uçtuğu ve apart otelde kaldığı Paris seyahati ve maaşı dışında serveti olmayan biri. Hiç kimsenin maddi durumunu bilemem, ama insanın Engin Ardıç kadar değerlerinden vazgeçmesinin bedeli bu kadar ucuz olmamalıydı.” (HaberTürk, 2 Mayıs 2023)

***

Yazı gereğinden fazla uzadı. Galatasaray Lisesi, Robert Kolej gibi ülkenin en iyi okullarında okudu ama adam olamadı Engin. Aldığı üst düzey eğitimi, edindiği birikimi heba etmenin canlı örneğiydi. Okul yıllarındaki lakabı “hayvan” imiş. Daha o zamanlarda ileride nasıl bir kötülük küstahlık abidesi olacağını belli etmiş yani. Türkler, Kürtler, solcular, kadınlar, emekçiler, ezilenler, yoksullar, Aleviler, dindarlar... İnsana dair herkesten her şeyden tiksinen bir yaratık idi. Medyanın en aşşağılık kalem sahipleri arasındaydı. 

Ulusalcıların ve dinci yobazların çoğunluğu gibi kof ve dandik değil rafine elit bir faşist idi. Elit olsa da yazıları eğitimi ve donanımıyla uyumlu değildi. Yazılarındaki ucuzluğu sığlığı küfürle malumatfuruşlukla kapatmaya çalışıyordu. Yazılarında insanlık, empati, merhamet, şefkat, vicdan yoktu; küfür, hakaret ve pislik saçıyordu etrafına. Parasını verenlere ise saygıda kusur etmiyordu. Her döneme her patrona uyum sağlarken alçalmanın ustasıydı. İktidara yaranmak ve aykırı görünmek uğruna her şeyi ama her şeyi, hayatta rastlanabilecek en acıklı olayları bile hakaret ve küfür konusu yapabiliyordu. Kim mağdur olmuşsa, zulme uğramışsa, çaresiz kalmışsa çok rahat bir biçimde ona çullanabiliyordu. Çocuğuna okul kıyafeti alamadığı için intihar eden babanın ardından “Ben ölürsem bu çocuk ne yer ne içer? diye düşünmemiş. Ben çocukken babamın lekeli, eski pantolonuyla okula gittim. Babam Adnan Menderes’ten nefret ettiği halde suçu Adnan Menderes’e yükleyip intihar etmedi” diye yazabilmişti... (Sabah, 24 Eylül 2018)

Yazı daha da uzayabilir, bu kadarla kalsın.

Netice-i kelam: Geberdi gitti cihandan, dayansın ehli kubur!

Not: Yozdaş sözcüğüne Mine Kırıkkanat’ın yazılarında rastladım. Ne anlama geliyor? Okuyucunun takdirine.


13 Haziran 2023 Salı

HER DEVRİN ADAMI MEHMET BARLAS GEBERMİŞ

Nazar boncuklu gazetenin yazarlarına nazar değdi galiba. Son altı ayda üç yazarını birden yitirdi. Sırasıyla Hıncal Uluç, Engin Ardıç ve Mehmet Barlas geberdiler.

Hemen belirteyim, geberdiler demek saygısızlık ya da hakaret değildir. Türk Dil Kurumu’na göre, gebermek, sevilmeyen kişiler için ölümü ifade eder.

Adları geçen mevtalara hiçbir zaman saygı sevgi duymadım. Ölüm haberlerine de ne sevindim ne de üzüldüm. Gazetedeki yozdaşları haliyle üzüldüler, her biri için methiye düzdüler. 

Hıncal’ın ünlü kahkahası, hayata bağlılığı, yazılarında hep daha iyiyi ve kaliteliyi arama arzusu, polemikçiliği, spor medyasında baronluğu… 

EnginAR’ın kıvrak zekâsı, malumatfuruşluğu, sivri dili, polemikleri… 

M. Barlas’ın duayenliği, nüktedanlığı, tevazuu, fikir adamlığı, cüssesi boyu…

Ölmelerinin ardından yozdaşlarının böyle yazmaları elbette yadırganmaz. Ne de olsa beslendikleri sofra aynı. Hem “ölenin ardından konuşulmaz, konuşulacaksa da hayırla yad edilir, kötü söz söylenmez” değil mi? Tamam da, haklarında şöyle yazılmışsa ne demeli?

Bütün dünya adeta üzerimize üzerimize gelirken, Sabah’ın tüm kalemşorları memleketin bekası için en ön cephede çala kılıç mücadeleye girişti. Hıncal Uluç, Engin Ardıç ve Mehmet Barlas işte bu ikinci kurtuluş savaşının şehitleridir bana göre...”

Gazetenin televizyon yazarının kaleminden çıkmış bu tümceler. Okuduğumda şaşkınlıktan bir an donakaldım. Gülmek istedim gülemedim. Bu tümcelere acı veya tatlı gülebilecek ayaklı ayaksız, kanatlı kanatsız bir canlı türü var mıdır, bilemiyorum. Gülse gülse bir tek Yaşar Güler sanırım. Kendisi şu sıra Milli Savunma Bakanı. Memleket İkinci Kurtuluş Savaşı içindeyse, herkesinkinden farklı bir görevi olduğunun bilincindedir muhakkak. Kolay gelsin paşam!

Latife bir yana, mevtayı hayırla anmanın da bir sınırı olmalı. O sınır elbette kişiden kişiye değişir ama o sınır herhalde böyle kof hamaset ve zırva yüklü bir hayırla anma değildir!

*** 

İKİNCİ KURTULUŞ SAVAŞININ ŞEHİTLERİ!

Memleket İkinci Kurtuluş Savaşı içinde ve H. Uluç, E. Ardıç, M. Barlas bu savaşın şehitleri!

Bu zırvaya maruz kalmak başlıbaşına eziyet. Yanıtlamak daha büyük eziyet. İkinci Kurtuluş Savaşı zırvası için dileyen, İKİNCİ İSTİKLAL HARBİ’NİN BAŞKOMUTANI TAYYİP ERDOĞAN! başlıklı yazıya bakabilirler. 

H. Uluç’u, E. Ardıç’ı sonraki yazılara bırakıp biz “M. Barlas bu zırvanın neresinde, nasıl bir gazeteciydi, gerçekten fikir adamı mıydı?”, ona bakalım.

M. Barlas, devleti kuran CHP’nin önde gelen siyasetçilerinden, eski bakanlardan Cemil Sait Barlas’ın oğlu. Doğup büyüdüğü ev, dönemin üst düzey siyasetçilerinin bakanların buluşma noktası. Öyle ki, çocukken Mehmet’in misket oynadığı ziyaretçiler arasında Milli Şef İsmet İnönü bile varmış. Milli Şef, çocukla çocuk olmuş anlaşılan. M. Barlas, dünyaya torpilli gelmiş yani.

Dünyaya torpilli gelmenin avantajıyla M. Barlas çok genç yaşta matbuat / basın / medyanın vitrinine yerleşti, 60 yıl boyunca hep vitrinde kaldı. Yazı yaşamı boyunca (yanlış saymadıysam) 8 cumhurbaşkanı 15 başbakan gördü. Hepsiyle olamasa da çoğuyla (gazeteciliğin olmazsa olmazı) temas / mesafe kuralının ötesinde ahbap oldu. Kenan Evren dahil cumhurbaşkanları başbakanlar, Vehbi Koç’tan Sakıp Sabancı’ya patronlar evinin konukları arasındaydı. Turgut Özal’a gelene kadar devleti yönetenler M. Barlas’ın yaşça büyüğü, sonrakiler ise küçüğü... Yaşça büyük ahbapları M. Barlas’ın yanağını okşadılar, M. Barlas da yaşça küçüğü Tayyip Erdoğan’ın yanağını okşadı… (İyi gazeteci muktedirin yanağını okşamaz tokatlar diyesim geliyor ama bu topraklar için lüks.)

M. Barlas, hayata hep bu ilişkiler penceresinden baktı, yani alaturka kapitalist düzenin egemenlerinin penceresinden. Ezilenlere, emekçilere, ötekilere hiçbir zaman yakınlık duymadı. M. Barlas’ın hayatı, matbuat / basın / medya mensuplarının alaturka kapitalizmin egemenleriyle kurdukları kirli ilişkinin, yaşam ortaklığının fotoğrafıdır aslında.

***

Gebermesinin ardından yozdaşlarının yazdığının aksine M. Barlas fikir adamı da değildi. Genel Yayın Yönetmeni, başyazar ya da köşe yazarı olarak kaleme aldığı yazıları dönemin iktidar sahiplerine övgüden ve muhalefete sövgüden ibaret kaldı. Hep şöyle yazılar yazdı:

“AK Parti ülke sorunlarının yükünü ustaca omuzluyor. Erdoğan sanki bu sorunları çözüme kavuşturmak için dünyaya gelmiş gibi bir görüntü veriyor.” (Sabah, 8 Ağustos 2019) 

Erdoğan’ın çalışma temposunu düşününce ister istemez çalışmayı hiç sevmeyen geçmişteki devlet yöneticilerini hatırlıyoruz. Mesela emekli bir yargıç vardı. Akşam saat 8’den sonra Çankaya’nın ışıkları kapatılır ve çalışanlara izin verilirdi. (10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’i işaret ediyor. RY) Çok çalışkan devlet adamlarını da gördük. Mesela rahmetli Turgut Özal, sabaha karşı üçte beni telefonla arardı ve “Yoksa uyudun mu?” diye sorardı. Kısacası herkesin çalışkan, üretken olmasını beklemeyelim. Tayyip Erdoğan istisnai bir olay. Bu kadar çalışkanı az bulunur.” (Sabah, 10 Eylül 2021)

“Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kabine toplantısı sonrasında yaptığı açıklamalar Siyasal Bilgiler’de ders olacak nitelikteydi. Erdoğan şu anda en deneyimli lider. Yani çok irdelersek belki İngiltere Kraliçesi onu solda bırakır ama Erdoğan’ın liderliği sırasında üstesinden geldiği krizler kraliçenin aklına bile gelmez. Erdoğan’ın hayatı heyecanlı bir kitap olabilir. Onun başarısı hepimizin başarısı demektir.” (Sabah, 27 Ekim 2021)

Hiçbir virüs hiçbir salgın Türkiye’den daha güçlü değildir. Bu salgına iyi ki Erdoğan’ın merkezinde bulunduğu Başkanlık Sistemi içinde yakalandık...” (Sabah, 9 Nisan 2020)

Abdullah Öcalan bile zamanın ruhunu yakalamışken siz hâlâ "Nerede o eski güzel günler" diye yakınarak rafa kaldırılmış ideolojilerin söylemleri ile bugünü yorumlamaya devam ediyorsanız, aynanın karşısından ayrılıp, pencereden dışarıya bakmanızda sayılamayacak kadar çok yarar vardır. Kaç yıldır izolasyonda yaşayan Abdullah Öcalan bile bunların farkındayken, birilerinin hâlâ hastalıklı takıntıları ile barışı engellemeye çalışmaları ve değişimi görmezden gelmeleri acıklı olmuyor mu?” (Sabah, 21 Ekim 2013)

 “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmayı dinlerken "İyi ki varsın Erdoğan" dedim kendi kendime... İsrail’in eze eze yok etmeye çalıştığı Filistinlilerin hesabını Erdoğan olmasa kim kimden soracak ki? Mahkeme salonunda can çekişerek ölen Mursi’nin hesabını Sisi’den, İstanbul'daki konsoloslukta katledildikten sonra parçalanan Cemal Kaşıkçı’nın hesabını Suudi veliahttan Erdoğan'dan başka kim soruyor bu dünyada? Sessizlerin sesi, çaresizlerin çaresi olmak için iyi ki var Erdoğan... Bu dünyada işe yaramaz ve kokmaz bulaşmaz bu kadar çok siyasetçi varken Erdoğan gibi bir siyasetçinin de var olabilmesi siyaset mesleği açısından büyük şanstır.” (Sabah, 26 Eylül 2019)

“Kılıçdaroğlu’nu Genel Başkan yapan komplo sonunda Deniz Baykal bir beyin kanaması geçirmiş ve ölümden dönmüştür.” (Sabah, 9 Mayıs 2019)

 “Kılıçdaroğlu konuşuyor FETÖ’cüler bayram ediyor. Türkiye’nin ulusal çıkarlarını doğrudan ilgilendiren konularda Kılıçdaroğlu türü muhalefet, her kötülükte ellerini ovuşturarak milleti kışkırtıyor ve gerçek gündemden kaçıyor. Bereket Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli var. Türk demokrasisi ikisine de çok şey borçlu.” (Sabah, 3 Eylül 2022)

***

“M. Barlas nasıl bir gazeteci yazar idi?” sorusunun yanıtı için bu kadarı yeter. Özetle, kendisine lakap olarak yakıştırıldığı üzere, “her devrin adamı” idi. Dönemin egemen dili ne ise o dilden konuşurdu yazardı. Dünyada ve Türkiye’de rüzgârın soldan estiği yıllarda M. Barlas da sosyal demokrat çizgide yazdı. Sonra 12 Eylül 1980 faşist darbesi geldi; M. Barlas, faşist darbeyi alkışlayanların başında yer aldı. Sonra Turgut Özal’lı yıllar başladı. M. Barlas o kadar Özalcı oldu ki, darbecilerin eski siyasetçilere getirdiği yasağın kaldırılmasına Özal’la birlikte karşı çıktı. Sonra Tansu Çiller, Necmettin Erbakan ve Recep Tayyip Erdoğan. Arada, Ahmet Necdet Sezer’e bile yaranmaya çalıştı. Sezer Cumhurbaşkanı seçilirken, “Sami Selçuk’lar, Ahmet Necdet Sezer’ler.. İşte bu isimler, oturdukları koltukların üzerine çıkıp, özgür ve çağdaş aydın olmanın hakkını veren kişilerdir.” diye yazdı. (Yeni Safak, 26 Nisan 2000) Sezer’den umduğunu bulamayınca kıbleyi Recep Tayyip Erdoğan’a çevirdi. Kaniyim ki, 14 Mayıs’ta Kemal Kılıçdaroğlu kazansaydı, M. Barlas rotayı Kılıçdaroğlu’na çevirirdi; Erdoğan’ın ne otokratlığını bırakırdı ne de İslamcı faşistliğini…

*** 

Yazı gereğinden fazla uzadı. Sözün özü, M. Barlas öyle fikir adamı filan değildi. Ortalama bir kalem erbabıydı o kadar. Gebermesinin ardından yozdaşları “fikir adamıydı” diye yazdılarsa da benim aklıma gelen, Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi’ndeki beyit oldu:

Muini zalimin dünyada erbab-ı denaettir.

Köpektir zevk alan sayyad-ı bi-insafa hizmetten!

Bugünün Türkçesiyle: 

Dünyada zalimin yardımcısı alçaklardır. 

Köpektir zevk alan, insafsız avcıya hizmetten.

Köpek dostlarımızdan özür dileyerek, baki selamlar!


4 Haziran 2023 Pazar

CEHENNEMİN KAPISI KAPANMADI


Brezilya'da Ekim 2022 seçiminde muhalefetin sloganıydı; Türkiye’de Mayıs 2023 seçiminin de unutulmayacak sloganları arasındaydı: “Cehennemin kapısını kapatma zamanıdır!” CB adaylarından S. Oğan kampanyasını bu sloganla başlatmıştı. Son turda S. Oğan cehennemin kapısını kapatmak şöyle dursun, cehennemin kapısına zebani yazıldı.

Brezilya'da cehennemin kapısı kapandı ama Türkiye'de cehennemin kapısı açık kaldı. Mayıs 2023 seçimleri, demokrasi güçlerinin yüzünü güldürecek sonuçları doğurmadı. Kıl payı farkla da olsa Recep Tayyip Erdoğan koltuğunu, Cumhur İttifakı da TBMM’deki sayısal üstünlüğünü korudu.

Oysa seçimler, milletvekillerini ve cumhurbaşkanını seçmenin ötesinde referandum idi.

Otokrasi ile demokrasi arasında referandum idi. Otokrasi, devlet erkinin tek kişide birleştiği, tek adamın kendisini yasalarla sınırlı saymadığı, insanın değersizleştiği diktatörlük rejimi demek.

Türkiye epeydir otokrasiyle yönetiliyor. Erdoğan yenilse otokrasi hemen son bulmayacak, demokrasiye geçilmiş olmayacaktı. Sadece cehennemin kapısı kapanacak, demokrasiye kapı aralanacaktı. Olmadı, cehennemin kapısı kapanmadı, demokrasiye kapı açılmadı; resmi sonuca göre seçmenlerin yüzde 52’si otokrasinin devamından yana oy kullandı. 

Seçim, hakikat ile yalan arasında referandum idi. Bütün dini inançlar yalan söylemeyi günah sayar. Bu seçimde kazanan, yalan oldu. Erdoğan ve ortakları, demokrasi güçlerini terör yandaşlığı ve din düşmanlığıyla suçlayan sahte/montaj içerikleri “gençlerimizin kıvrak zekâsının ürünü” sözleriyle kendince meşrulaştırabildiler.

Seçim, ahlak ve hukuk ile ahlaksızlık hukuksuzluk arasında seçim idi. Gerçi devletin dini olmaz ama, devletin hukuka dayanıp dayanmadığı anlamında, bütün inançlar devletin dininin adalet olduğunu savlar. Kazanan ahlak, hukuk ve adalet değil, keyfi yönetim oldu.

Seçim, kamu bütçesine dadanan soygunculardan rüşvetçilerden hırsızlardan hesap sorma seçimiydi. Bütün inanç sistemleri “çalmayacaksın” diye emreder. Bu iktidar döneminde kamu hazinesine dadanan hırsızların yakasına yapışıldığına tanık olunmadı. Tersine “Çalıyorlar ama çalışıyorlar” sloganıyla hırsızlık, rüşvet, yolsuzluk neredeyse övünülecek bir işbilirlik, hatta “günah işleme özgürlüğü” haline geldi. Seçimde kazanan, “günah işleme özgürlüğü” oldu.

Seçim, savaş ile barış arasında idi. Emperyalist zorbanın Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanı sıfatıyla eğit donat projesiyle cihatçı teröristleri ayaklandırıp komşu ülkeleri iç savaş cehennemine sürükleme siyasetine tamam mı devam mı seçimiydi. Kazanan, savaş oldu.

Seçim ekonomide bilim ve akıl mı yoksa hurafe mi seçimiydi. Kazanan, hurafe oldu.

Seçim dezavantajlı toplum kesitlerinin, kadınların ve çocukların daha korunaklı koşullarda yaşamalarının seçimiydi. Kazanan, kadınların sahiplendirilmesinden söz eden zihniyet oldu.

14 ve 28 Mayıs’ta sandığa gidenlerin neyi seçtiği sorusunun yanıtı olarak daha pek çok başlık açılabilir. Sonuçta onca yoksulluğa, tarihteki en yüksek orana tırmanmış işsizliğe, ancak savaş koşullarında olabilecek pahalılığa karşın Erdoğan bir seçim daha kazandı. Pişirdiği yemeğe soğan katmakta zorlanan yoksulların çoğunluğu Erdoğan’a oy verdiler. On binlerin (belki de yüz binlerin) öldüğü yaralandığı, milyonların evsiz çaresiz kaldığı depremzedeler bile (Erdoğan’ın kabul edip helallik istediği) beceriksizliği, aczi, ayrımcılığı adeta ödüllendirdiler.

***

Seçimde saflaşma belliydi. Bir yanda özgürlük, eşitlik, barış, laiklik, kadın-erkek eşitliği, parlamenter demokrasi, güçler ayrılığı, hukukun üstünlüğü isteyenler… 

Öte yanda ümmete ve millete yönelik dış tehdit ve terör korkusu içinde “Allah’ın bütün vasıflarını taşıdığı” varsayılan tek lidere sorgusuz biat ve itaat edenler… 

Bu saflaşmada seçim, sararıp çürüme ile yeşerip canlanma arasında idi. Devletin toplumun (ahlak ve inanç dahil) tüm kolonlarını tahrip eden, hukuku yok sayan, dini istismar eden zihniyet ile hukukun üstünlüğünü, laikliği ve demokrasiyi savunan zihniyet arasında seçim idi. Kazanan çürüme oldu. Saray’ı tek merkez yapıp tüm devlet kurumlarını Saray’ın uydusu haline getirenler; ele geçiremedikleri kurumların içini boşaltanlar, küflendirenler kazandı.

Otokrasinin kuralları çerçevesinde bundan sonra emek ve demokrasi güçlerinin hayatında olumlu bir değişiklik olmayacağını öngörmek için kâhin olmaya gerek yok. Dün olduğu gibi bundan sonra da insanlar düşüncelerini özgürce açıklayamayacak, örgütlenemeyecekler. Temel hak ve özgürlükleri kullanmak isteyen insanlar örgütler yine devlet terörüyle bastırılacak. Yargı adil olmayacak, siyasi tutsaklar cezaevlerinde rehin tutulacak. Medya özgürleşmeyecek. Yolsuzluk ve yoksulluk azalmayacak; pahalılık ve işsizlik son bulmayacak. Kamu kesesinden maaşlı Diyanet evliyaları insanlara sabretmeyi şükretmeyi telkin etmeye, yoksulluğun nasıl bir erdem olduğunu anlatmaya devam edecekler. Depremlerde yine on binlerce insan ölecek; felaket yine takdir-i ilahi sayılacak; insanlar enkaz altında can çekişirken yine sela okunacak… 

Tekrar seçim olacak; sadaka ekonomisinde sömürülen, ümmet ve milliyet duygusuyla meczup, önemli bir bölümü iktisadi ve dini duygularla lidere sadık yoksulların çoğunluğu yine… Çünkü bu ülkenin siyasetinde en önemli hakikat, seçmenlerin 3’te 2’sinden fazlasının ümmetçi milliyetçi ırkçı ve sağcı olduğudur; deprem felaketindeki beceriksizliğin ayrımcılığın bile bu saflaşmayı değiştirmeye yetmediğidir. Oysa, 1755 Lizbon depremi Hıristiyan dünyasında köklü zihniyet değişikliğine yol açmıştı.

***

Eşit koşullarda, dürüst ve adil bir seçim olsaydı, Erdoğan kazanamazdı. Zaten Erdoğan kıl payı farkla cumhurbaşkanı seçildi ama partisi 2002’deki oy oranına geriledi. Erdoğan’ın metin yazarı Aydın Ünal’ın itiraf ettiği üzere “Sağlıklı anketlerde Erdoğan’ın oyları yüzde 50’nin epey altında çıkıyor, hatta bazen Kılıçdaroğlu’nun bile gerisinde görünüyordu.” (Yeni Şafak, 31 Mayıs 2023)

Erdoğan kazanacak gibi görünmüyordu, adaylığı anayasaya aykırıydı ama Yüksek Seçim Kurulu kararıyla aday oldu; diplomasını da bir türlü ortaya koyamadı. Erdoğan ve bakanları yasalara ve siyasi ahlaka aykırı olarak devletin tüm olanaklarını sonuna kadar kullandılar. HDP’ye yönelik kapatma davasının yanı sıra tutuklama, provokasyon ve onlarca televizyon kanalında yürütülen kara propaganda ile muhalefet baskı altına alındı. Seçmen listelerinde ne kadar hayalet ve ithal seçmen var, bilinmiyor. Önceki seçimlerin olumsuz deneyimine karşın burjuva muhalefetin sandıklara sahip çıkmaması, sosyalistlerin varlık gösterememeleri ayrıca can sıkıcı. Uzun sözün kısası, Erdoğan ve ortakları aslında seçimi kazanmadılar; kaybeden, burjuva muhalefet ve demokrasi güçleri oldu.

Bu koşullarda resmi sonuca göre Erdoğan ve ortaklarının kıl payı farkla seçimi kazanmaları başarı sayılamaz. Onca hile ve eşitsiz koşullarda en az yüzde 70’li oranlarda kazanmaları gerekirdi. Anlaşılıyor ki toplumu o denli çürütemediler. İyiye işarettir, otokrat faşizme karşı mücadelenin sürdürülmesi için yeterince umut vericidir.