28 Aralık 2023 Perşembe

CAN’LARI BAĞLIYORLAR İTLERİ SALIYORLAR!

Bilinen hikâyedir. Nasreddin Hoca bir köye gitmiş. Tam köye girerken köpekler karşılamış. Havlamaları pek dostça değil. Hoca korku içinde yerden taş alıp köpeklere atmak istemiş. Eğilmiş yere ama hangi taşa elini uzatsa yerinden kımıldatamamış. “Allah Allah” demiş Hoca, “Bu ne biçim memleket? Taşları bağlamışlar, itleri salmışlar!” 

Gezi davası tutsağı Hatay Milletvekili Şerafettin Can Atalay’ınki de o hesap. Can’ın serbest kalması gerekiyor ama serbest bırakmakla görevli kişi ve kurumlar Can’ları bağlamışlar...

Anımsanacağı üzere, Fetullahçı polisin fezlekesi ve Fetullahçı savcının iddianamesiyle açılan Gezi Davası 2015 yılında beraat kararıyla sonuçlandı, kesinleşti. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra dosya raftan indirildi; yeni bir delil olmadan aynı fezleke ve iddianameyle dava yeniden açıldı. İkinci Gezi Davası’na bakan İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi, 18 Şubat 2020’de beraat kararı verdi. Ancak beraat kararı veren mahkemenin heyeti değiştirildi. Beraat kararı istinaftan döndü, dosya bu kez İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne verildi. Bu mahkemenin heyetinde daha önce AKP’den milletvekili aday adayı olan bir hâkim de yer aldı. Bu heyet, 26 Nisan 2022’de Osman Kavala’ya ağırlaştırılmış müebbet, aralarında Can Atalay’ın da olduğu diğer sanıklara 18’er yıl hapis cezası verdi ve tutuklanmalarını kararlaştırdı. O günden beri Can’lar bağlı!

Ceza hukukunun temel ilkeleri yok sayılarak verilen mahkûmiyet kararı temyiz aşamasında iken araya Mayıs 2023 seçimleri girdi; Can Atalay, Hatay halkının iradesiyle milletvekili seçildi. Yürürlükteki anayasaya ve kanunlara ve bu konuda daha önce benzer davalarda verilmiş Anayasa Mahkemesi (AYM) kararları uyarınca Can Atalay’ın tahliye edilmesi gerekiyordu. Ancak Can Atalay tahliye edilmedi; üstelik, Yargıtay, Gezi Davası’ndaki hukuk dışı mahkûmiyeti, 28 Eylül 2023’te onadı ve milletvekilliğinin düşürülmesi için TBMM’ye tebliğ etti. 

Buna karşın AYM, 25 Ekim 2023’te, beklenmedik ölçüde hukuka dayalı bir kararla, hak ihlaline hükmetti; Can Atalay’ın tahliye edilmesini ve TBMM’de görevine başlamasını istedi.

*** 

Anayasa’nın konuya ilişkin hükümleri yorum gerektirmeyecek ölçüde açık. Örneğin, 153’üncü maddeye göre “Anayasa Mahkemesi kararları yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.”

Madde 158’e göre de, “Diğer mahkemelerle, Anayasa Mahkemesi arasındaki görev uyuşmazlıklarında, Anayasa Mahkemesinin kararı esas alınır.

Hukuki çerçeve bu denli açıkken, yerel mahkeme ve Yargıtay, AYM kararına uymadı; dahası Yargıtay AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulundu. Bununla kalmadı Yargıtay, TBMM’ye de Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi talimatını verdi. Yürütmenin ve devletin başı da Yargıtay’ın bu kararına sahip çıktı.

Bu gelişmelerin ardından AYM, Can Atalay için yapılan ikinci başvuruyu daha güçlü gerekçelerle kabul ederek, tahliyesine karar verdi. Ancak, yerel mahkeme AYM kararını Yargıtay’a havale etti; ilkinde olduğu gibi Yargıtay’ın da AYM kararına uyması beklenmiyor.

Uzun sözün kısası, Anayasa yürürlükte değil. Türkiye epeydir Anayasa ile değil, Reis’in kafasına estiğine ve keyfine göre yönetiliyor; yargı ve TBMM faaliyeti Reis’in çizdiği çerçevede kalıyor. Bu devlet biçimi siyaset biliminde polis devleti, sosyolojide otokrasi olarak adlandırılıyor. Devlet egemenliğinin gerçekleşme tarzı olarak da faşizm.

Polis devleti, iktidarın kendisini yürürlükteki kanunlar ve anayasa ile bağlı saymadığı devlet demek. Polis devletinde yasama, yürütme ve yargı erkleri otokrat reiste birleşir; devlet faaliyeti kanunlar ve anayasa yerine reisin keyfine göre yürütülür. Temel hak ve özgürlükler reisin izin verdiği ölçüde kullanılabilir.

Ülkemizde devlet, kâğıt üstündeki anayasada “demokratik laik sosyal hukuk devleti” olarak tanımlansa da, hiçbir zaman hukuk devleti olamadı. Her şeye karşın, askeri darbe dönemlerinde bile bugünkü ölçüde keyfilik yoktu; hukuk devleti olmasa da kanun devleti duyarlılığı gözetiliyordu. Irkçı dinci cehalet ve kötülük iktidarı döneminde, kanun devleti duyarlılığı da kalmadı. 

Polis devletine gerilemenin tarihini saptamak gerekirse, “Allah’ın lütfu” sayılan 15 Temmuz darbe girişimi ertesinde olağanüstü halin ilan edildiği 20 Temmuz 2016 denilebilir. Mühürsüz oyların geçerli sayıldığı 2017 hileli referandumu ile de anayasal çerçeveye kavuştu. Ancak, ırkçı ümmetçi cehalet ve kötülük iktidarı kendi anayasasına bile uymuyor. 

En başta, mevcut Cumhurbaşkanı, Anayasa’nın yorum gerektirmeyecek açık hükmüne, yani bir kimsenin en fazla iki kere seçilebileceği hükmüne karşın üçüncü kez aday oldu; şaibeli seçimle tekrar seçildi. Milletvekili seçilen Can Atalay da, Anayasa’nın tartışma götürmez açıklıktaki hükümlerine karşın esir tutuluyor. 

***

Can Atalay, emek barış demokrasi güçlerinin ırkçı dinci otokrasiye karşı Gezi Direnişi’nin onurlu temsilcilerinden biridir. Bu yüzden ceza hukukunun tüm ilkeleri çiğnenerek hapsedildi. Ancak depremin en ağır mağduru Hatay halkı Can Atalay’ı bağrına bastı, milletvekili seçti. Buna karşılık, ırkçı dinci iktidar Can Atalay’ı yürürlükteki anayasayı çiğneyerek hapiste tutuyor. Başka pek çok kişiye olduğu gibi Can Atalay’a da düşman ceza hukuku uyguluyor.

Can Atalay, Osman Kavala, Selahattin Demirtaş, Selçuk Kozağaçlı ve daha niceleri esir tutulurken, nice “kader mahkûmu” (!) katiller, tecavüzcüler, hırsızlar, IŞİD ve Hizbullah katilleri, mafya babaları salıveriliyorlar. Tahliye edilen mafya şefleri soluğu MHP genel merkezinde alıyorlar. Hukuku vicdandan adaletten bu denli uzaklaştırmak, İslamcı iktidara nasip oldu.

Hatay Milletvekili Can Atalay’ın yürürlükteki anayasa ve kanunlar yok sayılarak “esir” tutulması, yüz yılı geride bırakan cumhuriyetin polis devletine gerilediğinin tescilidir.

Gerek Can Atalay özelinde gerekse başka pek çok kişi ve olay vesilesiyle yürürlükteki kanunların ve Anayasa’nın çiğnenmesi, temel hak ve özgürlüklerin kullanılamaz hale getirilmesi, devlet faaliyetinin otokrat reisin keyfine göre yürütülmesi, en hafif ifadeyle darbedir.

Bu darbeye karşı meşru her zeminde direnmek, emek barış demokrasi güçlerinin ahlaki yükümlülüğüdür. Gezi Direnişi bugün de toplumsal ve siyasal muhalefetin esin kaynağıdır.

İçerde esir tutulanlara selam olsun!

Gezi direnişinde katledilen gençlerin anılarına saygıyla!


22 Aralık 2023 Cuma

‘NAS’IL BİR ZAMANA GELDİK?


                            “Öyle bir zamana geldik, Küfrün adı iman oldu, Doğru dürüst gider iken, 

                            Hakk’ın yolu duman oldu” (Mahzuni Şerif)

NASıl bir zamana düştük, memleket ne hale geldi? Şaşırmamak elde değil.

Yaş 65’i geçti, 70’e gidiyor. Bunca yılın hayat deneyimiyle şaşırma eşiğini geçmiş olmalıyım ama hâlâ şaşırıyorum. Gün geçmiyor ki, bu kadarı da olmaz dedirten bir habere maruz kalmayalım.

Nelere şaşırıyorum, nelere maruz kalıyorum? Onca absürt olaydan hangisine şaşırayım, hayret edeyim, acı acı tebessüm edeyim, gerçekten şaşkınım.

Memleket neredeyse çeyrek yüzyıldır NAS zihniyetiyle yönetiliyor. Türkiye, tarihinde hiç olmadığı kadar dindarlaştı ama o ölçüde yozlaştı çürüdü, yarım yamalak da olsa var olan aklını ahlakını yitirdi. NAS adına tarikatların girmediği, işgal edilmemiş kamusal alan neredeyse kalmadı ama yolsuzluk hırsızlık dolandırıcılık, magandalık, kadın cinayetleri, çocuk istismarı, siyasi zorbalık, iki yüzlülük, hemen her türden ayrımcılık ve nefret o ölçüde sıradanlaştı.

***

Sıradanlaşan ümmetçi ırkçı faşist zorbalığın son örneklerinden biri okul öncesi eğitim kurumlarına yani ana sınıflarına, ilk okullara, yatılı bölge ortaokullarına mescit zorunluluğu. Buna ilişkin yönetmelik 14 Ekim 2023 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanmış. 

Yanısıra, temel eğitim kurumu haline getirilen imam hatip okulları, zorunlu ve seçmeli din dersleri yetmiyormuş gibi bir de ÇEDES projesi kapsamında imamların derslere girmeleri.

Düşünebiliyor musunuz, oyun çağındaki 3-6 yaş grubu bebelere, ilk ve ortaöğretim çağındaki çocuklara dershanede ya da mescitte imamlar vaaz veriyorlar.

Ne anlatabilirler? Gerçekten imamlar bebelere çocuklara ne anlatabilirler? 

İnsanın tek anne babadan geldiğini, çoğalmak için kardeşlerin birbirleriyle evlendiklerini mi?

Tanrıya yaranabilmek için hediye yarışına giren, yarışı kazanamayınca kıskançlıkla kardeşini öldüren çocuğu mu?

Tanrıya yaranabilmek için oğlunu boğazlamaya kalkan babayı mı?

İlahi emir gelince geliniyle gerdeğe giren kayınpederi mi?

Başka din ve inançtan kimselerin, hatta farklı inançtan anne babanın dost edinilmesini yasaklayan ilahi emirleri mi?

“Henüz adet görmemiş” karının nasıl boşanacağına ilişkin ilahi emri mi?

Kız çocuklarının hangi yaşta kocaya varabileceğine ilişkin fetvaları mı?...

Bunları mı anlatacak imamlar? Bu anlatımlara maruz kalan 15 milyon dolayında çocuk yetişkinlik çağında nasıl bir canlı türüne dönüşmüş olur?

***

Sorunun yanıtı için 15-20 yıl beklemek gerekmiyor. Servet sahibi bir avuç azınlığın iktidarını meşrulaştıran NAS zihniyetinin dünyayı ve üzerinde yaşadığımız toprakları maruz bıraktığı adaletsizlik, eşitliksizlik, yoksulluk, savaşlar tarihte kayıtlı. Günümüzde NAS zihniyetiyle yönetilen ülkelerin hali ortada.

Ülkemiz, kapitalist emperyalizmin Yeşil Kuşak stratejisi çerçevesinde on yıllardır “ılımlı İslam” siyasetinin saldırısı altında. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesiyle, emek barış demokrasi güçleri ezilirken çağ dışı tarikatların cemaatlerin önündeki engeller kaldırıldı. Yakın zamana kadar marjinal olan ırkçı ümmetçi siyasi hareketler, 2000’li yıllarda siyaseti bloke ettiler, merkez konumuna eriştiler. Sivil bürokrasi tarikat müritleriyle dolduruldu. 

Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) de bu sürecin dışında kalmadı. Fetullah Gülen Cemaati (resmi adıyla FETÖ) başta olmak üzere, cemaat tarikat adlı çağ dışı yapılanmaların mensubu müritlere sorular önceden verilerek tam puanla askeri okullara girmeleri sağlandı. Sivil bürokraside olduğu gibi TSK’de de “Cemaat tarikat ne istediyse verildi.” Üst düzey komuta heyeti, TSK’nin Yeşil Kuşak stratejisi çerçevesindeki dönüşümünü başkalaşımını gaflet ve dalalet ile seyretti. Nihayet 15/16 Temmuz 2016 gecesi, 356 general ve amiralden 166’sı Fetullahçı darbe girişimine katıldı. 

Bugün de TSK ve sivil bürokrasi başka tarikat müritleri ile dolduruluyor. “Atatürk ilke inkılaplarının yılmaz bekçisi” TSK, “namazı hangi tarikatın imamı kıldıracak” kavgalarının alanı haline gelmiş. TSK’nin en önemli birliklerinden Tuzla Piyade Okulu’nda Atatürk resminin yakaya takılıp takılmaması konusunda tarikatçı teğmenler ile Atatürkçü teğmenler arasında arbede çıkmış. Üst düzey komuta heyeti gaflet ile seyrediyor. MSB Yaşar Güler, “basit disiplinsizlik” diyerek örtbas etmeye çalışıyor. Yaşar Güler’e, TSK’ye doldurulmasına seyirci kaldığı tarikatçı kadrolar tarafından dizleri üstünde onursuzca sürüklendiğini anımsatmanın bir yararı olur mu?

Darbe dönemlerinde solcu oldukları için TSK’den atılmış askerlerin örgütü Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri Derneği ADAM-DER’in bildirisinde vurgulandığı üzere, TSK’nin bu gibi kavgaların alanı haline gelmesi basit disiplinsizliğin çok ötesinde bir başkalaşımı gösteriyor. Nihai menzil, TSK yerine ordu görünümlü müritler kalabalığı; Taliban yönetimindeki Afganistan ya da ayetullahlar yönetimindeki İran benzeri Türkiye! İranlı yazar Daryush Shayegan Yaralı Bilinç adlı kitabında anlatıyor ya, öyle bir akıbet.

Yıllarca ülkesinden uzak kalmış İranlı ülkesine döndüğünde, Tahran havaalanından evine gitmek için taksiye biner... Yarı yolda şoföre ilk tütüncüde durmasını söyler. Taksici, “Tütüncüde ne yapacaksınız beyim?” diye sorar. Diyalog şöyle ilerler:

     - Sigara alacağım... 

     - Sigarayı artık camide satıyorlar beyim. 

     - Camide mi? Yahu cami Allah'ın evidir, oraya ibadet etmeye gidilmez mi? 

     - Hayır beyim hayır! İbadet etmek için artık üniversiteye gidiliyor. 

     - Allah allah! Peki o zaman öğrenim nerede yapılıyor? 

     - Öğrenim hapiste yapılıyor beyim. 

     - Hapiste hırsızlar yok mu? 

     - Hırsızlar artık hükümette beyim... 

***

Dediğim gibi, çağ dışı vaazlara telkinlere vaazlara maruz kalan 15 milyon dolayında çocuk yetişkinlik çağında nasıl bir canlı türüne dönüşür, tarikat müritleriyle doldurulan TSK nasıl bir orduya evrilir? Bu soruların yanıtı için 15-20 yıl beklemek gerekmiyor. Geleceğin yetişkinleri bugünün çocuklarını bırakalım, dünün çocukları bugünün yetişkinleri, eğitimlisiyle cahiliyle mal meydanda. Gün geçmiyor ki, absürt bir olayın, kan dondurucu cinayetlerin, tarikat yurtlarındaki iğrençliklerin, zorbalıkların sahtekârlıkların haberine maruz kalmayalım.

Anayasaya sadakat yemini edenler anayasayı çiğniyorlar.

Kızılay deprem yardımını parayla satarken, Yeşilay şube başkanı uyuşturucuyla yakalanmış.

Hükümet kararıyla kurulan Uluslararası Üniversiteler Konseyi Başkanı’nın akademisyen olmadığı ortaya çıkmış.

Malum şahsın diploması da bir türlü ortaya çıkmadı. Hoş, diploması olsa ne fark eder ki?

Her şeye karşın, hemen her sınıftan halkın en az yarısı nihai menzili teokrasi olan yolculuğa itiraz ediyor. Geleceğe ilişkin umutlu olmak için yeterli nedendir!


16 Aralık 2023 Cumartesi

VATAN HAİNİ BİLE SAYILMAMIŞTIK!

Kaç haftadır çeşitli tarihsel kişiler üzerinden vatana ihanet tartışması yapılıyor ya.

Tam 40 yıl önce vatana ihanetle suçlanmıştık. Hatta, vatan haini bile sayılmamıştık.

Devir 12 Eylül faşizmi devriydi. Solcu yani sosyalist oldukları gerekçesiyle TSK’den atılan subay astsubay askeri öğrenci sayısı binleri geçmişti. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kalpleri solda atan genç askerleri olarak, THKP/C Üçüncü Yol davasında yargılanıyorduk. İşkence ile sorgulamışlar, işkence altında yargılıyorlardı. Metris Cezaevi’nde tektip cezaevi üniformasını ilk (bunlar asker, tektip elbiseye karşı çıkmazlar sanısıyla) bizlere giydirmeye çalışmışlardı. Zorla giydirdikleri cezaevi üniformasını mahkeme salonunda yırtıp atmıştık.

Bugün olduğu gibi yine her şeye, kimin suçlu veya masum olup olmayacağına bile tek kişi karar veriyordu. Devrin tek adamı bizleri kaç kere “onlara vatan haini demeyi bile az bulurum” diyerek defalarca karalamıştı. Dahası, faşist darbeyi haklı göstermek için basında “biz gelmeseydik, küçük rütbeli subaylar gelecekti” içerikli haber ve yorumlara yer veriliyordu.

Kenan Evren’in karalaması yanıtsız kalmamalıydı, kalmadı. Sıkıyönetim mahkemesindeki davada naçizane kitap hacmiyle 350 sayfalık savunma ile karşılık verdim. Aradan 30 yıl geçtikten sonra Kenan Evren’in sanık olduğu davada müdahil olarak, avukatlarım Ömer Kavili, Kazım Genç ve Arif Ali Cangı aracılığıyla Kenan Evren’e 13 soru yönelttim, ama yanıt vermedi

Aşağıda okuyacağınız yazı, 40 yıl öceki davada savunmamın ilgili bölümüdür.

Okuyacakların sabrına saygıyla.

***

VATANA İHANET Mİ?

Binlerce genç subay, astsubay ve askeri öğrencinin silahlı kuvvetler dışına atılması ve işkenceye tabi tutulmasıyla, tarihin sayfaları arasında, herkesin kendisini ilgilendirdiği kadarıyla bir şeyler yazması gereken bir parantez (belki de bir dipnot) açılmıştır sanıyorum. Bu bölüme özellikle bugün kendilerini savunma olanağından yoksun bırakılanlar mutlaka bir şeyler yazmalıdırlar. Meğer ki, Devlet Başkanı Kenan Evren hepsinden önce davranmış olsun. 4 Ekim 1983 tarihli gazetelerin yazdıklarına göre, Devlet Başkanı Evren, Harp Okulu’nda şöyle söylemiş:

“Her millette olduğu gibi bizde de hainler çıkmıştır. Fakat, eğer bu hainler silahlı kuvvetler içinden ve hele Harbiye’nin içinden çıkarsa, ben onlara hain lafını bile az bulurum. Bunu niçin söyledim? 12 Eylül’den evvel askeri okullarımızın ve özellikle Harp Okulu’nun içine sızan hain güçler, maalesef sizin geçmişteki arkadaşlarınızdan bazılarını yanlış yola saptırmışlar, sapık ideolojilerinin peşinden sürüklemişler ve silahlı kuvvetler içerisinde anarşistlerle elele işbirliği yapan insanlar çıkmıştır. Bunlar cezalarını görmüşlerdir. Evvela Silahlı Kuvvetler’den atılmışlardır. Ondan sonra da adaletin pençesine teslim edilmişlerdir. Cezalarını göreceklerdir. Ama ben onlara, demin söylediğim gibi ‘hain’dir lafını bile az buluyorum. Bundan sonra da sizlerin arasına sızmak isteyenler bulunacaktır. Bu millet her şeyi affeder; ama, varını yoğunu sarf ettiği silahlı kuvvetlerinin kendisinin istemediği bir istikamette kendisine karşı cephe almasını affedemez.”

Yine Devlet Başkanı Evren, gazetelerin yazdığına göre, 31 Temmuz 1984’te, Bursa’da sanayici ve işadamlarıyla basına kapalı olarak yapılan toplantıya girmeden önce şunları söylemiştir:

“Yabancı basında, Türkiye’de silahlı kuvvetler arasında bazı olaylar vardır, bazı tutuklamalar vardır, bazı subaylar tutuklanıyor gibi haberler yer almaktadır. Bunların aslı astarı yoktur. 12 Eylül’den önce terör odakları silahlı kuvvetlerin içine sızmışlar ve silahlı kuvvetler içindeki bazı gençlerimizi kendi taraflarına çekmek suretiyle örgütlerine sokmuşlar ve onlar da bu örgütler içinde faaliyet göstermişlerdir. Şimdi bunlar meydana çıkmaktadır. Silahlı kuvvetler kendi içine sızmış bu gibi unsurları içinden temizlemektedir. 1980’den önce bu gibi olaylara karışmış olanlar tespit edildikçe önce silahlı kuvvetlerin içinden çıkartılmakta, daha sonra da mahkemeye verilmektedir. İşte 1980’den önce bu gibi olaylara karışmış olanlar temizlenmektedir. Böyle aslı astarı olmayan haberlere inanmayın. Çünkü, silahlı kuvvetler, bu gibi işlerin içine karıştırılamaz. Diğer kuruluşlarımız da silahlı kuvvetlerimizin gösterdiği bu hassasiyeti gösterseler, kendi içlerine sızmış bu gibi unsurları temizleseler, 12 Eylül öncesine dönülmez. Ama şimdi bunları da içine alacak bir genel af çıksın diye bazı çatlak sesler duymaktayız. Affedilecek insan var, affedilmeyecek insan var, bunları ayırt etmek lazım” (Cumhuriyet, 1 Ağustos 1984.)

İddianamenin 31, 32, 33’üncü sayfalarındaki iddialarla aynı paraleldeki bu gibi demeçlerin verildiği tarihlerde, “evvela silahlı kuvvetlerden atılıp sonra da adaletin pençesine teslim edilmiş” sanıkları olan başka bir dava yoktu ve Ergun Göze jurnalistinin kalemine de pelesenk olan bu propaganda, silahlı kuvvetlerden koparılan binlerce subay, astsubay ve askeri öğrenciyi, en başta da bu davanın sanıklarını hedef alıyordu.

Görülmekte olan bir dava ya da adli makamlara intikal etmiş bir konu hakkında hiçbir kişi, kurum ya da makamın mahkemeleri etkilemeye yönelik tavsiye ve telkinde bulunamayacağı hususu, gerek cebren ilgaya teşebbüs etmekle suçlandığım (fakat 12 Eylül 1980’de tarafımdan ilga edilmeyen) 1961 tarihli Anayasa’nın (madde 132) ve gerekse 1982 tarihli Anayasa’nın (madde 138) amir hükmüdür.

Her iki anayasanın 2’nci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin insan haklarına saygılı, demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olduğu yazılıdır.

Uyruklarının her türlü hak ve özgürlüklerini (özellikle iktidar sahiplerinden gelebilecek) müdahale ve tecavüzlere karşı koruyan ve yargı güvencesine alan; devleti yönetenlerin iktidarlarını yasalara uygun olarak kullanmalarını sağlayan devlet hukuk devletidir. 1982 Anayasası’nda süs olarak yer almış ve muğlaklaştırılmış  olsa bile, her iki anayasada da, hukuk devleti ilkesine ilişkin olarak, hiç kimse veya organın, kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisini kullanamayacağı; kanunların anayasaya aykırı olamayacağı, temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunulamayacağı; devletin görevinin temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasının önündeki engelleri kaldırmak olduğu; kanun önünde herkese eşit davranılacağı, hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamayacağı ilkelerine yer verilerek, devlet temel hak ve özgürlükleri korumak ve gerçekleştirmekle yükümlü kılınmış ve yargı güvencesine değinilmiştir.

Devlet Başkanı Evren, kendisinin başında bulunduğu harekâtın getirdiği anayasaya göre “cumhurbaşkanı sıfatıyla, anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye bağlı kalacağına, adalet anlayışı içerisinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ayrılmayacağına, millet ve tarih huzurunda namusu ve şerefi üzerine and içmiştir”. (Madde:103)

Bu durumda, üstelik yargılandıkları bir sırada mahkemeleri etkilemeye yönelik bir üslupla bir kısım insanların peşinen suçlu ilan edilmelerinin hukuk devleti ilkesinin kesin bir çiğnenmesi olduğu, yalnızca YÖK üniversitelerinin fahrî hukuk profesörü Devlet Başkanı Evren’in değil, herkesin bildiği bir gerçektir. Sonra, bu davanın sanıklarını hedef alan suçlayıcı beyanlarda bulunması, anayasanın yargı bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü ilkelerini çiğneme konusunda, Devlet Başkanı’nın kendisini imtiyazlı bir mevkie koymasının ne ilk ne de son örneğidir. 5 Kasım 1983 tarihli gazetelerin yazdıklarına göre, Devlet Başkanı Evren, bir gün önce şöyle konuşmuştur:

“Hâkimlerimiz de katı hukuk kuralları arasında sıkışıp kalmamalı, her şeyden evvel toplumun yararı, toplumun huzuru, milletin var olması göz önünde bulundurulmalıdır. Bugün yakalanan anarşist ve teröristlerden birçoklarının 12 Eylül’den evvel ve sonra salıverilmiş veya kısa süreli hapis cezalarını tamamlamış olanlar arasından çıktıklarını belirtmekte fayda görüyorum.”

1877’de parlamento tatil edilip (kapatmak değil) kişisel diktatorya kurulurken, anayasanın 113’üncü maddesinin verdiği yetkiden hareket ediliyordu. Magna Karta Libertumu’ndan 750 yıl sonra, “kararname” ve “sıkıyönetim tebligatı”nın fermanların yerini aldığı, bu yolla mahkeme kararı olmaksızın sendikaların mallarının müsaadere edildiği, siyasi partilerin kapatıldığı, bir kısım insanların sürgüne gönderilerek siyasi haklarını kullanmaktan alıkonuldukları Türkiye’de Devlet Başkanı, suç ve suçluyu mahkemelerin tayin etmesi gerekirken, suç ve suçluyu, hak ve özgürlükleri tayin eden kişisel tutum ve sözleriyle hukuk devleti ilkesini çiğneme ve (üstelik bizzat kefil olduğu ve defalarca ‘deldirtmem’ diyerek savunduğu) anayasaya uymama konusunda kendisini imtiyazlı mevkie koymaktadır. Yasal düzeni ihlal suçlamasıyla çile çekmek “imtiyazı” ise işçilerin, gençlerin, aydınların, yoksul halkındır.

Asıl üzerinde durmak istediğim konu ise, her türlü haksızlığa, işkenceye uğrayan genç askerlerin bir kalemde vatan haini ilan edilmeleridir. 

Başkalarını vatan haini ilan etmek bu kadar kolay mıdır?

Şimdiye kadar, “evvela silahlı kuvvetlerden çıkarılıp sonra da adaletin pençesine teslim edilen vatan haini teröristlerden” kaçı bu suçtan hüküm giydi ya da herhangi bir biçimde mahkemece cezalandırıldı?

Yine bu dava vesilesiyle suçlanan ve haklarında kamu davası açılan 123 “vatan haini” sanıktan 110’u, Esas Hakkındaki Mütala’da beraatleri istenmekle, “ihanet”lerinden ötürü ödüllendirilmiş mi olmaktadır?

Bu genç askerler ne yaptılar da kendilerine “hain” denilmesi bile az geldi?

1978 dönemi mezunlarından J.Ütğm. Ahmet ŞENER, 1983 yılında Cizre’de hudut bölük komutanı iken, sınırda çıkan silahlı çatışmada kurşunlara hedef oldu. Bu olay bardağı taşıran son damla idi ve saldırganları takip tenkil amacıyla Irak sınırından 30 kilometre kadar içerilere uzanan bir harekât düzenlendi. Ütğm. Ahmet Şener, hastahanede yattığı süre içinde, en yüksek makamların ve komutanların yakın ilgisine, çiçek ve geçmiş olsun dileklerine mazhar oldu. Sonra, hastahaneden “vatan haini” olarak taburcu edilip sorgulandı.

P.Ütğm. Hasan GİZER, İstanbul’da 1980 1 Mayıs’ında sıkıyönetim görevlisi olarak devriye hizmeti yaptığı sırada otomatik silahlarla tarandı. Hedefini bulan kurşunlar çelik başlığa ve teçhizatın metal aksamına takılıp kalmasa, Ütğm. GİZER, (Tanrı korusun) “vatan haini” olmaya belki de fırsat bulamayacaktı.

J. Ütğm. Rahmi YILDIRIM, talihi yaver gidip, anayasal düzeni yıkmaya teşebbüs etmek suçlamasıyla yargılanmaya ve “vatan haini” ilan edilmeye fırsat bulabilen şanslı bir subaydır. Urfa Suruç’ta hudut bölük komutanlığı yaptığı sırada, hududu geçmeye çalışan kaçakçılarla çıkan silahlı çatışmada, kurşunlar, sol kulağında si bemol – do diez notalarını anımsatmakla yetinmişlerdi.

J. Ütğm. Fahrettin ÇOBAN ise o kadar talihli değildi. Bursa Emniyet Müdürlüğü’ndeki sorgulamalarda, okuldaki lakabı bir anda kod isme dönüşen, “vatan haini-azılı örgüt militanı” Ütğm. Çoban hakkında ısrarla itiraflarda bulunulması isteniyordu. Hudut bölük komutanı Ütğm. Fahrettin ÇOBAN, arazi etüdü sırasında serseri bir mayına basıp öldüğü için “vatan haini” olmaya fırsat bulamadan şehit olmuştu.

“Hem zeki hem genç” olarak nitelenen bütün bu genç askerler ne yaptılar da kendilerine “vatan haini” denilmesi bile az geldi?

Örneğin, kitap mı okudular? Okusunlar, ne çıkar bundan? Bir taraftan “Sadece kuru (yalın) bir asker olarak yetişmemeniz için, ilim ve irfan sahibi olmanız için gerekli her türlü teknik ve bilimsel bilgiler size verilmektedir” (Kenan Evren, 30 Eylül 1980, Kara Harp Okulu) denilir ve bu amaçla öğrenim süresi dört yıla çıkarılırken, öte yandan insanlığın yüz binlerce yıllık bilgi birikimini taşıyan kitapların okunması niçin suç sayılsın?

Ne yaptı bu genç insanlar? Ülkenin içinde bulunduğu durumdan, gayri milli bir düzenin sürüp gitmesinden üzüntü duyup kurtuluş çareleri üzerinde kafa mı yormuşlar? Ne zararı var bunun? Ülkenin işçileri köylüleri, bilim adamları, hukukçuları, sanatçıları katledilirken, bu kan gölünün kabarmasını, anayasa dışı bir girişimi meşrulaştıracak gerekçe diye algılayıp, gizli sadistik bir zevkle seyretmek yerine, halkına ve ulusuna karşı sorumluluğun ve yurtseverliğin gereği olarak, halkının ezilmesine ve sömürülmesine karşı çıkma isteği duymaktan daha insanî ne olabilir?

Ne yaptı bu genç askerler? Sosyalist mi olmuşlardı? Nesnel gerçeklik bunu göstermese de, bu insanlar sosyalist olabilseler kötü mü olurdu? Bu ülke sosyalistlerden sosyalizmden ne zarar görmüştür? 150 yıldır uygulanagelen her mahallede bir milyoner yaratma politikalarının emek sahiplerine kader diye sunduğu işsizlik, yoksulluk, kültürsüzlük ve baskıyı, açgözlü para babalarının ülkeyi içine sürükledikleri (faturası halka çıkarılıp hesabı bizden sorulan) bunalımları görüyor ve yaşıyoruz. Emperyalizme dönüşmesinden bu yana kapitalizmin kalkındırdığı bir tek ülke yoktur. Ama sosyalizmin başarıya ulaştığı yerlerde, daha dün asyaî gerilik içerisinde uyuklayan üretim güçlerinin nasıl canlandırıldığı, ülkedeki zenginliklerin asalak bir sınıf tarafından talan ve israf edilmesinin önüne geçilerek bütün halk sınıflarının ortak refahı için nasıl seferber edildiği bilimsel bir gerçektir ve baskıyı ortadan kaldırma amacındaki bir Türkiye’nin milli demokratik düzen ve sosyalizm deneyiminden kazanacağı çok şey vardır.

Bu genç askerler ne yaptılar da kendilerine vatan haini denilmesi de az geldi? Nedir vatana ihanetin, yurtseverliğin ölçüsü?

Örneğin, yurtseverlik, kendisine herkeste olmayan üstün meziyetler atfedip, vatanı yalnızca kendisinin kurtaracağı kuruntusuna mı kapılmaktır? 

Ya da, yurtseverlik, engin kültürleri (!), üstün muhakeme yetenekleri (!), tartışma götürmez hitabet kudretleri (!), meselelere olan vukufiyetleri (!), ali kıran başkesen kararlılıklarıyla meydanları zapteden, halkın gözyaşlarıyla ıslanan apoletlerin kapladığı omuzlardaki tarihsel suç misyonunun ağırlığı altında ezilen azgelişmiş ülke diktatörlerini taklit etmek midir?

Nedir yurtseverlik? Kimseden yardım alınmadan emperyalist işgalden kurtarılan vatan topraklarını, hem de o yurda bağımsızlık getiren anlaşmayı imzalamamış bir devlete üs olarak vermek, böylece ülkesini termonükleer bir kıyametin atomla yakılacak ilk hedefi durumuna getirmek midir? Meclis’e bile danışmadan, halk çocuklarını, binlerce kilometre uzaklıkta, emperyalist jandarmanın uluslararası siyasi hesapları uğruna kırdırmak, ölüme göndermek midir?

Yurtseverlik, kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisini gasp ederek, anayasayı ilga edip, bir de bunun hesabını gençlerden sormak, yarım milyon insanı bilfiil işkenceden geçirdikten sonra “işkence resmi politikamız değildir” şeklinde siyasi hokkabazlık yapmak mıdır?

İşbirlikçi burjuva diktasını ve emperyalist talanı daha sağlam olarak tahta oturtan, artık emeğiyle de geçinemez hale gelen halk sınıflarını ekonomik, siyasal, kültürel yönden kıskıvrak bağlayarak büsbütün kötürüm bırakan yasal ve yasa dışı tek yanlı düzenlemeler yapmak mıdır yurtseverlik? Bu yasal düzenlemeleri halka onaylattırıp, tek yanlı bir koşullandırma ve şantaj ile bestelenen “ezici halk çoğunluğu” şarkısı eşliğinde politika bataklığında göbek atmak mıdır; kader birliği edilen gayri milli sınıfların çıkarlarını korumak için azgelişmiş ülke diktatörlerini taklit ederek, politika çamurunda kulaç atmayı, tepe tepe kullanılan astlara “demokrasiyi kurtarma manevrası ve katlanılması gereken zorunlu bir fedakârlık” olarak göstermek midir?

ABD Savunma Bakanı Robert Mc. Namara, 1967 yılında Kongre’de yaptığı konuşmada, azgelişmiş ülkeler askeri personelinin eğitimine ilişkin olarak şöyle söylemiş:

“Askeri dış yardım yatırımlarımızdan aldığımız en büyük karşılık, ABD ve denizaşırı ülkelerdeki eğitim merkezleri ve askeri okullarımızda yetiştirilen seçme askerler ve uzmanlardan gelmektedir. Bu öğrenciler, kendi ülkeleri tarafından, ülkelerine döndüklerinde eğitmen olmak üzere seçilmişlerdir. Bunlar ülkenin gelecekteki liderleri, iş yapmasını bilen ve bunu liderlik ettikleri kuvvetlere öğretebilecek kişilerdir. Liderlik mevkiinde, Amerikalıların hareket tarzlarını ve nasıl düşündüklerini yakından bilen kişilerin olmasının değeri üzerinde fazla durmama gerek yoktur. Böyle insanlarla arkadaşlık kurmamızın değeri ölçülemez.” (Aktaran H. Magdoff, Emperyalizm Çağı başlıklı makalesi, Çağdaş Kapitalizmin Bunalımı adlı kitap içinde, Bilgi Yayınevi.)

Buna göre, Amerikan Savunma Bakanı’nın sözünü ettiği, ülkesinin gelecekteki liderleri olarak seçilen, bu düşünceyle askeri eğitim yardımları çerçevesinde Amerikan ideolojisiyle beyni yıkanıp indoktrine edilen, Pentagon generallerince sırtı sıvazlanan isimsiz şöhret düşkünleri mi yurtsever sayılacaktır? Kimdir yurtsever, kimdir vatan haini?

Bu genç askerlerden birisi, memuriyetten aldığı cüzi maaş belliyken, uluslararası rüşvet skandallarında başrolü oynayarak, dünyanın en zengin 10 subayı listesine adını yazdırsaydı, eşi adına büyük şirketlerin ortaklık paylarına sahip olsaydı, yine vatan haini ilan edilecek miydi?

Vatana ihaneti mümkün kılacak şekilde gayri milli düzenin pisliklerine bulaşmamış bu insanların ne amaçla vatan haini ilan edildiklerini ben biliyorum. Bir gün lütfedip söz ederse tarih de yazacaktır. Ben, tarih önünde ve halk huzurunda, vatan haini olmadığımı kanıtlama telaşı içinde değilim. Eserleri bütün dünya dillerinde okunan bir yazarımızın, sıkıyönetim mahkemesinde söylediği sözlerle diyorum ki, “Devlet Başkanı’ndan basit bir ere kadar, hiç kimse kendisini benden daha yurtsever, daha vatansever sayamaz.” (Aziz Nesin’den aktaran Yankı dergisi, 24 Ocak 1983, Sayı: 617.)

Binlerce genç ordu mensubunun zulme ve haksızlığa maruz bırakılması, toplum çapında gençliği hedef alan düşmanca tavrın yansımasıydı. Çünkü, bilinir ki, gençliğe sahip olan yarınlara da sahip olur. İçinde bulundukları bunalım ağırlaştıkça, toplumun egemen sınıfları, kendi esenlikleri için, kendilerinin olmayan gençliği hedef gösterip, gençliğe karşı tenkil ve yok etme harekâtına girişirler; böylece, bunalımın hafifletilmesinin gereği olan gizli-açık zorbalığa meşruluk kazandırılmasına ve toplumun bu en duyarlı-devingen tabakası ile ezilen sınıfların bağlarının koparılmasına çalışırlar.

Silahlı kuvvetlerin tırpanlanan genç kuşağı, kimi “ağabeyleri-büyükleri” gibi iş ortaklıkları kurarak, gayri milli düzenin egemen sınıflarıyla bütünleşmedi, ziyafet sofralarında sarmaş dolaş olmadı. Bu gençler, “emeklilikleri”nden sonra, holding yönetim kurullarında (Turgut Sunalp’in deyişiyle) asalak maaşa talim etmediler. Genç kuşak, 1960’ta can çekiştikten sonra 1971’de son nefesini veren ilericilik geleneğinin ve silahlı kuvvetlerin kaynağındaki ulusal kurtuluş ruhunun mirasçısı; ilericilik geleneğini tarihi sürecin deneyimleri ışığında işçi sınıfına yönelen bir anlayışla yeniden canlandırabilecek, yurtseverliklerinin ve insanseverliklerinin doğal sonucu olarak dolaylı saldırı doktrinini uygulama aracı olma işlevini elinin tersiyle itebilecek; adına “yardım” denilen el davulunu sahibinin kafasına geçirerek, NATO’dan değil yalnızca halkından ve ulusundan emir alma yolunu açabilecek müstakbel tehlike olarak görüldüğü için tasfiye edildi. Tarih önünde, bu tasfiyeyi haksız buluyorum ve haklı olarak tasfiye edilmediğim için de sevinç duyuyorum.


13 Aralık 2023 Çarşamba

FUTBOL SADECE FUTBOL DEĞİL

Ankaragücü Spor Kulübü Başkanı Faruk Koca’nın Ankaragücü-Çaykur Rizespor maçı bitiminde hakem Halil Umut Meler’i yumruklaması, futbolun sadece futbol olmadığı hakikatini bir kez daha gözler önüne serdi.

Saldırı, gazete sayfalarında, televizyon ekranlarında, internet medya mecralarında “Türk futboluna yumruk”, “Bu yumruk hepimize”, “Türk futbolunda kara gece”, “Türk futboluna sürülen kara leke”, “Dünyaya rezil olduk” gibi başlıklarla yankılandı, yankılanıyor.

Başlıklar ve bunlara dayalı yorumların her biri elbette doğruyu ifade ediyor. Ancak Türkiye’de futbola daha önce de nice yumruklar atıldı, nice kara geceler yaşandı, cinayetler bile işlendi. Türkiye futbolu daha önce de zaten lekeliydi, defalarca rezil oldu, hakemler defalarca saldırıya uğradılar. Futboldaki rezaletlerin, lekelerin kanıksanmasına karşın Halil Umut Meler’e yapılan saldırı öncekilerden daha yoğun tepkiyle karşılandı. Bunun nedeni, saldırganın kimliği; ilk kez süper ligdeki bir kulübün başkanının sahaya girip hakemi yumruklaması.

Saldırgan kulüp başkanı AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’a en yakın çevreden. AKP’nin kuruluşunda yer almış; parti iktidara geldikten sonra Erdoğan, Faruk Koca’nın evine yerleşmiş; Koca iki dönem milletvekili olmuş, sonra Ankaragücü’ne başkan vs... Saldırganın sicili, futbol sektörünün egemen sınıf siyaseti tarafından teslim alındığının kaydıdır.

***

Esasen futbol hiçbir zaman siyasetten bağımsız olmadı. Burjuvaların eğlencesi olarak 18’inci 19’uncu yüzyıllarda popülerleşen futbol, rekabetçi kapitalizm tekelci kapitalizme evrildikten ve yedek sanayi ordusu oluştuktan sonra kitleselleşti. 19’uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren futbol maçlarının seyri ücrete bağlandı; böylece futbol, seyirlik amatör sportif etkinlik olmaktan çıktı, sermaye birikim kanallarından biri haline geldi.

Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto’da, burjuvazinin kendi suretinde dünya yarattığını yazmışlardı. Bu saptamaya uygun olarak, Türkiye’nin ekonomisi, siyaseti, devlet yönetimi, sosyal hayatı, sanatı ve sporu alaturka kapitalizme maruz kaldı. 12 Eylül askeri faşist darbesi, alaturka kapitalizmin İslam ile ambalajlanmasının yolunu açtı; Türkiye’nin kapitalizmi iyiden iyiye lümpenleşti magandalaştı. Ekonomide, siyasette ve devlet yönetiminde onlarca yıldır süren İslami magandalaşma pratiği elbette futbolu da etkiledi. 

Türkiye ekonomisinin ayırt edici özelliklerinden biri de, devasa ölçüde (kibar deyişle) kayıt dışı sermaye birikimidir, yani kara paradır. Uyuşturucu ticareti, kumar ve şans oyunları, fuhuş, mafya, hayali ihracat, kamu ihalelerinde rüşvet, diğer her türlü gayrimeşru kara paranın aklanıp sisteme sokulduğu sektörlerden biri de futboldur. Bundan dolayı futbol sadece futbol değildir.

Futbolun amatör sportif etkinlik olmaktan çıktığının bir kanıtı da, spor kulüplerinin yöneticilerinin profilleridir. Hemen her dönemde egemen sınıf siyasetinin kulüplerdeki uzantılarıdır. Kimi hayali ihracatçı, kimi silah tüccarı, kimi mafya şefi, en kabul göreni holding sahibi. Gazeteci Abdi İpekçi cinayetinin faillerinden biri Malatya Spor başkanlığına oybirliğiyle seçilmişti. Ayrıntılı listeyi merak edenler, Evrensel ve BirGün gazetelerinin sayfalarına bakabilirler. Görüleceği üzere popüler kulüplerin başkanlarının albümünde Faruk Koca yalnız değildir.

***

Futbol sadece futbol değil başlığı altında, magandalık, şiddet, ırkçılık, ümmetçilik, nefret ve ayrımcılık suçları en başta olmak üzere söylenecek çok şey vardır; ciltler dolusu kitap yazılabilir.

Zafer Arapkirli’nin “5Y1K” diye yakıştırdığı iktidar beslemesi medyada hakeme saldırı geçiştiriliyor. Eleştirel medyada ise geçmişte ne gibi şiddet, magandalık, ırkçılık, nefret suçları işlendiği anımsatılıyor. Yine de bir eksiklik var. Soma’da 301 madencinin can verdiği facianın ardından dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, acılı madencilerin yakınları tarafından yuh çekilerek protesto edilmişti. O sırada Erdoğan’ın danışmanı acılı madenci yakınını tekmelerken Erdoğan, korumaları tarafından bir markete sokularak güvenceye alınmıştı. O markette ne olmuştu?

O markette olan biten, toplumun tepeden tırnağa şiddet sarmalına girdiği ve bunun yadırganmadığı, daha vahimi seçimlerde seçmenlerin çoğunluğu tarafından oy verilerek ödüllendirildiğidir. 


Saldırganlığın ödüllendirildiği o siyasi atmosferde daha sonra ana muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu Çubuk İlçesi’nde inek hırsızı tarafından yumruklandı; iktidar partisinin yerel mensupları inek hırsızının elini öpüp yumruğu sahiplendiler. Buna benzer nice saldırılara ve tehditlere tanık olduk.

***

MEDYADA MAGANDALIK

Hakeme maganda saldırısıyla başlayan tartışmada eksik kalan bir husus da, futboldaki magandalığın medya ayağıdır. Uzun boylu kuramsal anlatımlara gerek kalmadan vurgulamak gerekirse; stadyumlardaki magandalık, ırkçılık, ümmetçilik, nefret cerahati medya eliyle tüm topluma püskürtülüyor. Bu da lümpen faşizmin doğası gereği.

Althusser ve Gramsci gibi Marksist kuramcılara göre, kapitalizmin faşizminde ve güdük demokrasisinde, aile, okul, tapınaklar, kışla, işyerleri, medya, sendikalar ve sivil toplum örgütleri, egemen sınıf devletinin ideolojik aparatlarıdır. Halka açlığı yoksulluğu, militarizmi ve savaşları dayatan egemen üretim ilişkileri, bu aparatlar aracılığıyla kabullendirilir, meşrulaştırılır. 

İletişim kuramcısı Noam Chomsky de, bu aparatlar eliyle, özellikle medya eliyle ezilenlerin düzene rıza göstermelerinin sağlandığını vurgular. Chomsky’ye göre, rıza üretiminde halkın belirli aralıklarla oy kullanıp bazı zeki adamları seçmesine izin verilir; ardından insanların evlerine dönüp futbol seyretmesi veya onun gibi şeyler yapması beklenir...

Chomsky daha önce fark edilmemiş bir şey söylemiyordu. Roma döneminde kitlelerin enerjisi arenalarda gladyatör dövüşleri seyrettirilerek sönümlendiriliyordu. 20’nci yüzyılda Batı Avrupa’nın faşist diktatörleri, kitleleri pasifize etmenin yöntemini 3F, yani “futbol, fado, Fatima” olarak pratikleştirdiler. Yani, futbol, eğlence ve din. Günümüzde futbolun tapınakları stadyumlar, Roma dönemini anımsatırcasına arena olarak adlandırılıyor. Futbol arenalarındaki hipnotizasyon medya aracılığıyla evlere beyinlere taşınıyor.

Şu günlerde medyada bir daha böyle şeyler olmaması için Halil Umut Meler’in yumruklanmasının milat olması öneriliyor ya. Oysa 23 yıl önce işlenen bir cinayet ve bunun medyadaki temsili milat olmalıydı ama olmadı.

23 yıl önce Galatasaray İstanbul’da Leeds United takımıyla karşılaşıyordu. İki Leeds United taraftarı İstanbul’da bıçaklanarak öldürüldü. Galatasaray iki gol atarak maçı kazandı. O dönemde Uzanlar’ın gazetesi Star’ın manşetindeki başlık şöyleydi? "TWO SİZE!" 

Başlığın yanında şu ifadeler vardı: ‘Holiganların sokakta da, sahada da ağzını burnunu kırdık... Biz Türkler, Avrupalı rakiplerimizi çiçeklerle karşılar, alkışlarla uğurlarız... Ama sizi, suratınıza TÜKÜREREK gönderiyoruz! Two...Two... İngiltere’ye kadar yolunuz var.’

Birinci sayfada iki fotoğraf kullanılmıştı. Yerden yatan İngiliz taraftarının fotoğrafının üzerinde; "Sokakta böyle" başlığı altında şu ifadeler vardı: Leedsli holiganlara Taksim’de kafasına vura vura toprağı öptürdüler...

Takımının yediği gole üzülen İngiliz futbolcusunu gösteren fotoğrafın üzerinde ise; "Sahada böyle" başlığı kullanılmıştı; bu başlık altında şunlar yazılıydı: Leedsli futbolculara Ali Sami Yen’in çimlerinde cenaze namazı kıldırdılar. Hem de two rekat.

Peki bu rezilliğin altında kimin imzası vardı? Merak edenlere ip ucu: Atatürk tüccarı yozdaş bir faşist. Son olarak Sözcü gazetesinde yazıyordu.

Hakeme saldıran maganda yalnız olmadığı gibi bu rezilliğe imza atan Atatürk tüccarı da yalnız değil. Acı olan, hemen her yerde her an karşımıza çıkabilecek olmaları.

Bir sosyal X iletisi bu yazının son paragrafı olsun: “Evladının cenazesini arayan anaları dövdüler kaç kere Taksim’in göbeğinde, 8 Mart’larda kadınları dövdüler; öğrencileri, işçileri, doğayı koruyan köylüleri dövdüler defalarca. Adliyede avukat, hastanede doktor dövdüler. Ülke sustu. Ne futbolmuş arkadaş be! Göründükleri kadar kötü değiller, göründüklerinden daha kötüler!”


10 Aralık 2023 Pazar

ASKERİ FAŞİZMDEN DİNCİ FAŞİZME CEZAEVLERİ


Celalettin Can, 78 kuşağının öncü isimlerinden. 12 Eylül faşizmi döneminde tutuklandı, 20 yıl hapis yattıktan sonra cezaevinden çıkabildi. Serbest kaldıktan sonra 78’liler Girişimi’ne öncülük etti, dergi çıkardı, kitaplar yazdı; siyasi kimlik olarak, HDP Parti Meclisi üyesi. 15 Temmuz faciası sonrasında KHK ile kapatılan Özgür Gündem gazetesiyle dayanışma amaçlı bir günlük yayın yönetmenliği gerekçesiyle yargılandı; 15 ay hapis cezasına çarptırıldı. 

Arkadaşım dostum Celalettin Can, 31 Ağustos 2023’ten bugüne Silivri Cezaevi’nde; denetimli serbestlik hakkından yararlandırılmıyor.

Kamuoyuna açık mektubunda Celalettin, cezaevindeki kötü muameleyi ve eziyeti anlatmış. Kronik hastalığı nedeniyle hastaneye sevk edilmiş ama tedavi edilmeyip Mayıs 2025’e randevu verilerek cezaevine geri gönderilmiş.

AK faşizme muhalif olanlar “Silivri soğuktur” esprisiyle tehdit edilir ya; Silivri gerçekten de de soğuktur, üstelik mevsim kıştır. Celalettin kışlık giysiler ve ayakkabı ister. Nimet, kışlık giysileri ve ayakkabıyı paketleyip Silivri’ye götürür. Ancak cezaevi idaresi, eşyaları haftalardır Celalettin’e vermez. Celalettin dilekçe yazıp eşyalarının neden verilmediğini sorar. Yanıt, “köpek koklayacak, ondan sonra.” Peki köpek ne zaman koklayacak? Yanıt, “Köpeğin mesaisi yoğun, sırası gelince.”

Celalettin’in anlattığı bu eziyetler içerde yatmamış olanlara inandırıcı gelmeyebilir. Eski bir mahpus, 12 Eylül faşizminin Metris zindanında yatmış bir mahpus olarak Silivri Cezaevi’nde ve öteki cezaevlerinde nasıl bir eziyet ve zulmün hüküm sürdüğünü tahayyül edebiliyorum. 

Celalettin’in mektubundaki bir paragraf, cezaevlerinde dünden bugüne, askeri faşizmden İslamcı faşizme, özde değişiklik olmadığını gösteriyor. Celalettin’in yazdığına göre, cezaevi yönetimi, Celalettin’e “Tarafsız koğuşa geç, tüm haklardan yararlan. Yoksa bitene kadar cezanla yaşarsın.” diye dayatmış.

Tarafsız koğuş? Celalettin mektubunda tarafsız koğuşun nasıl bir yer olduğunu anlatmamış. Metris’teki bağımsız ve pişman itirafçılar koğuşları gibi bir yer olsa gerek. Metris’te onur kırıcı dayatmalara boyun eğenler “bağımsız” denilen koğuşlara geçerdi. Boyun eğmenin ötesinde arkadaşları yoldaşları aleyhine polis, mahkeme ve cezaevi idaresiyle işbirliğine girenler de “pişman itirafçılar” koğuşuna giderdi. Bu koğuşlarda mahpusluk nispeten daha rahat olurdu. Faşizmin dayatmalarına teslim olmayanlar ise her türlü zulme eziyete işkenceye maruz kalırlardı. Metris’in E7 koğuşu katmerli zulüm yeriydi, foseptik çukurunun üstündeydi. E7’de yedi ayım geçti. Silivri’nin “tarafsız” koğuşu, ilhamını Metris’in “bağımsız” koğuşundan almış olmalı. 

***

Celalettin’in bir kez daha cezaevine girmesi ve denetimli serbestlikten yararlandırılmaması, Türkiye’deki ceza yargılaması ve infaz sisteminin vicdan ve adaletten ne denli uzaklaştığını gösteriyor. Öyle bir uzaklaşma ki, ancak 12 Eylül faşizminin infaz hukukuyla kıyaslanabilir. Düşman ceza hukuku yani.

Bu vesileyle belirteyim. Yasaların, insan hakları sözleşmelerinin diğer hükümleri ne kadar geçerliyse, cezaların infazı ile ilgili hükümleri de o kadar geçerlidir. Cezaevi, toplumun gerçek aynasıdır; sömürü düzeni ve yabancılaşmanın tortusu cezaevlerinde dibe çöker. Cezaevinin dışı nasılsa içi ondan da beterdir.

Birçok benzerleri gibi ülkemizde de ceza infaz hukukuna ilkel bir öç alma ve hınç güdüsü egemendir. Mevcut kültür, dışarıdayken insan yerine koymadığını içerde hayvan yerine bile koymaz. Madem ki içeri düşmüştür, serbestliğini elinden almış olmak, kapatmak yetmez; ezilmelidir, aşağılanmalıdır, sömürülmelidir aynen dışarıdaki gibi, havasından – güneşinden – sağlığından – kültürel gelişme olanaklarından yoksun bırakılmalıdır. Hele bir de düzene karşı gelmişse, sömürüye zulme karşı sesini yükseltmişse, çok daha ağır suçludur, yaşama hakkı bile verilmemelidir ona. Sanki düzenin kaymağını hapishane personeli yiyor da bunlar, bu kaymağı onların elinden almaya kalkışmışlardır; öylesine ezilmeli...

***

AK faşizmin infaz düzenlemelerinde nice “kader mahkûmu” (!) katiller, tecavüzcüler, hırsızlar, IŞİD ve Hizbullah katilleri, uyuşturucu tüccarları, mafya babaları salıverildiler. Tahliye edilen mafya şefleri soluğu MHP genel merkezinde aldılar, Devlet Bahçeli’nin elini öptüler.

İnfaz düzenlemelerinden bir tek kalem mahkumları yararlandırılmıyor; yani devlete karşı suç işlediği iddia edilenler. Selahattin Demirtaş, Can Atalay, Çiğdem Mater, Osman Kavala, Selçuk Kozağaçlı, Kobani davası sanıkları, gazeteciler. Güncel bir esir olarak Celalettin Can.

Dediğim gibi, cezaevlerinde dünden bugüne, askeri faşizmden İslamcı faşizme, özde değişiklik yok. Hukuku vicdandan adaletten insandan bu denli uzaklaştırmak, İslamcı iktidara nasip oldu. Bir kere daha anlaşıldı ki, cehalet ve kötülük iktidarı, aydınları, yazarları, gazetecileri, insan hakları savunucularını mafya babalarından, uyuşturucu baronlarından, ihale çetelerinden, kadın ve çocuk tecavüzcülerinden daha tehlikeli görüyor!

Celalettin’e ve diğer özgürlük savaşımcılarına zulmedenlerin bahçeleri bahar görmesin!


4 Aralık 2023 Pazartesi

“MÜSLÜMANLARIN AHLAKLA İMTİHANI”

Yazının başlığı Prof. Dr. Hüseyin Çelik’e ait. Hüseyin Çelik, AKP kurucularından; Abdullah Gül başkanlığındaki hükümetin Kültür Bakanı; Tayyip Erdoğan hükümetlerinin Milli Eğitim Bakanı; bir dönem AKP Sözcüsü. Zamanla Erdoğan’ın gözünden düştüğü veya AKP iktidarında kendisine ikbal kapıları kapandığı için midir nedir, bir süredir sınırlı süreli muhalif tavır gösteriyor.

Hüseyin Çelik bu başlıkla kaleme aldığı hayli uzun yazısında başlangıcından bugüne İslam dünyasının ahlak serüvenini irdelemiş. Çelik’e göre İslami ahlak, zulüm, hırsızlık, yalan söylemek, başkasının canına, malına ve ırzına kastetmek, ihanet, iftira vb. davranışları yasaklayan geniş bir kavramdır; ki başka toplumların inançlarında da bu yasaklar vardır. İslami ahlak bu yasakların yanı sıra, doğruluğu, iyiliği, adaleti, çalışkanlığı, danışmayı, dayanışmayı, sözünde durmayı, emaneti ehline vermeyi, hileden uzak durmayı vs. davranışları da emreder. 

Çelik’e göre, Peygamber’in vefatından sonra Müslümanlar onun emanet bıraktığı ahlaka gereken özeni göstermediler; İslami ahlak, Asr-ı Saadet’te kaldı. “Asr-ı Saadet’te adı konmamış bir Cumhuriyet varken Emeviler’le birlikte İslam dünyasında iş tamamen saltanata dönüştü. Abbasiler ve sonrasında kurulan bütün devletler saltanatı sürdürdüler. Bugün mevcut elli yedi İslam Devleti’nin yüzde doksan beşi diktatörlükle yönetiliyor.

Çelik sözlerine devamla, İslam coğrafyasında ahlakın zerresinin kalmadığını, İslami Hayat Endeksi’ne göre dünyanın en iyi ülkelerinin Yeni Zelanda, İzlanda, Hollanda, Finlandiya, İsveç, Norveç, Kanada gibi ülkeler olduğunu; Türkiye’nin 100’üncü sırada yer bulabildiğini söylüyor.

Çelik’e göre, halkı aç ve sefil olan İslâm ülkelerinin tepe yöneticileri lüks, israf ve sefahatın zirvesindedir; bu durum Emeviler’den beri süregelen bir ahlâksızlıktır; Müslüman ahali ahlaksızlığa tepkisizdir. “Bizim halkımızın da genel olarak yolsuzluk ve rüşvet pazarından rahatsız olmadığı anlaşılıyor. Rahatsız olanların da önemli bir kısmı, rüşvet ve yolsuzluk niye var diye şikayetçi değil; esas şikâyet mevcut pastadan kendisinin niçin yeteri kadar yararlanamadığıdır.

***

KUR'AN AHLAKI

Ahlakın ne olup olmadığına ilişkin genel geçer ifadelerin yanı sıra Hüseyin Çelik’in bir saptaması daha var ki, İslam dünyasındaki ahlak anlayışının (telakkisinin) en özlü anlatımıdır. Çelik’in deyişiyle, “Müslüman toplumlarda ahlâk denince ilk akla gelen şey cinsi ahlâktır. Hatta çoğunlukla bu toplumlarda ahlâk, cinsi ahlâka indirgenmiştir. (...) İslam ahlâkı denen şey, Hz. Peygamber’in ahlâkıdır ki, o da Hz. Aişe’nin tanımıyla Kur’an ahlâkıdır.

Hayli uzun yazıyı özetlemek gerekirse, İslam ahlakı Kur’an ahlakıdır; o da Asr-ı Saadet’te kalmıştır; Emeviler’den bu yana İslam dünyasında ahlakın zerresi yoktur...

***

Peki, İslam ahlakı her şeyden önce cinsel ahlak ise; Asr-ı Saadet’te kalan Kur’an ahlakı bu konuda ne gibi yasaklar veya kolaylıklar emrediyor? Keşke Hüseyin Çelik hayli uzun yazısında genel geçer ilkeleri, saptamaları ve eleştirileri genişletip bu soruya da yanıt verseydi.

Bu sorunun yanıtı çok ama çok hacimli ve ayrıntılı. Belki de İslami literatürün yarısından fazlasını oluşturuyor. Çok kısa bir değiniyle, İslam ahlakının temel kaynağı Kur’an’dan bir iki ayet, İslam ahlakının nasıl bir cinsel hayat öngördüğünü gözler önüne sermeye yeter.

Örneğin, Diyanet’in internet sitesindeki Kur’an-ı Kerim Meali’nden bir ayet: “(Savaş esiri olarak) sahip olduklarınız hariç, evli kadınlar (da size) haram kılındı.” (Nisa / Kadınlar, 24)

Hiç tevil götürmeyecek kadar açık. İslam ordusu savaşı kazanıyor, sağ kalan erkekler, kadınlar, çocuklar esir alınıyor. Savaş esiri kadın cariyedir artık, pazarda satılmayacaksa İslam mücahidine helaldir! Nitekim IŞİD aynen böyle yapıyor.

(Kafası karışanlar için açıklamaya yapmak gerekirse, Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde “cariye” kelimesinin karşılığında şunlar yazılıdır: “Yabancı ülkelerden kaçırılıp özgürlükten yoksun bırakılan, alınıp satılabilen, her konuda efendisinin isteklerine bağlı bulunan genç kadın, halayık.”)

Aynı mealden bir ayet daha: “Kadınlarınızdan âdetten kesilmiş olanlarla, henüz âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Hamile olanların bekleme süresi ise, doğum yapmalarıyla sona erer.” (Talak / Boşamak, 4)

Bu ayet de tevil götürmeyecek derecede açık. “Henüz âdet görmeyenler” ifadesiyle kimlerin kastedildiği bellidir. Diyanet’in sitesindeki tefsirde bu ifadenin açılımı geçiştirilmiş. Diyanet’in eski başkanlarından Süleyman Ateş’in tefsirinde ise şöyle açıklanmaktadır: “Gerek âdet çağının altında olan gerekse âdet çağına geldiği halde âdet görmeyen kadınları kapsamaktadır.” (Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Cilt 6, s:2742)

Anlaşılmalı ki İslami ahlak tartışmalarında üzerinde önemle durulan çocuk gelinlerde 9 yaş eşiği Talak 4’e dayandırılmaktadır.

Benzer nice ayetler vardır. 

Erkeğin kadına üstünlüğü ve gerektiğinde dövebileceği, 

Erkeğin yakın akrabaları da dahil kaç kadınla evlenebileceği, 

Evlatlığının karısıyla evlenip evlenemeyeceği, 

Boşadığı karısıyla tekrar evlenmek isterse o kadının başka bir erkekle cinsel ilişkiye girmesi zorunluluğu vs. ayetler...

Umarım Hüseyin Çelik, bir yazısında Kur’an ahlakının bu hükümlerine de değinir.

***

HAKİKİ İSLAM?

Mensubu olduğum Kuleli Askeri Lisesi 1974 devresinin mezuniyet birincisi Doç. Dr. Ahmet Yıldızhan da Öğreti adıyla yazdığı kitapta “Kur’an’dan süzülen hakikatler”den söz ediyor. Ahmet diyor ki: “Öğreti, İslam’ın akılcı, aydınlık, kucaklayıcı, barışçı ve sevecen gerçek yüzünü temsil etmektedir. Öğreti ile tanışanlar gerçek İslam’ı tanırlar.

Hüseyin Çelik gibi Ahmet Yıldızhan da kitabında ahlak üzerinde epeyce kafa yormuş. Ancak Kur’an’da nasıl bir ahlak öngörüldüğüne ilişkin somut bir analiz ve değerlendirme yapmamış; sosyal Darwinist hayatta karşılığı olmayan iyi niyet temennilerine ve İslami hamasete saplanıp kalmış.

Daha fenası Ahmet, “Bütüncül Aklın Temsilcisi” olarak (nevzuhur peygamber demek istiyor) Allah tarafından özel bir misyonla donatılıp dünyaya gönderildiğini, Allah’ın inayetiyle Öğreti’yi yazdığını, Öğreti’nin bütün varlık alemine seslendiğini, “Yeryüzünün bütün şairleri, yazarları, bilim insanları ve düşünürleri bir olsalar Öğreti’ye denk bir metin yazamayacaklarını” söylüyor ki, Allah tez vakitte şifa versin!

Yaşanan kepazelikleri ve ahlaksızlıkları eleştiriyor görünseler de, birileri (hakiki veya saptırılmış) “Kur’an ahlakı” diyorsa, dikkatli olmakta yarar var.