29 Ekim 2024 Salı

ABDULLAH ÖCALAN’IN TBMM’YE DAVET EDİLMESİ

Bir kez daha gündemin ilk sırasına çıkan Kürt meselesine ilişkin ne gibi hukuki siyasi tartışmalar yapılırsa yapılsın, kabul edilmeli ki, ülkenin iç dış siyasetinin, ekonomisinin, yargısının, toplumsal ilişkilerinin merkezinde emek/sermaye uzlaşmazlığı kadar Kürt sorunu da bulunmaktadır.

Ne acıdır ki bu tartışmada sorunun özüne değinilmiyor; “Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır” deniliyor. En az bunun kadar acı olanı da Kürt meselesinde (resmi dildeki ifadeyle terör meselesinde) günümüz siyasetindeki kirliliğin geçmişe rahmet okutacak boyutlarda olması. 

Cumhur İttifakı olarak adlandırılmış faşist koalisyonun ortakları, muhalefeti PKK/Kandil, HDP/DEM Parti ve Kürt seçmen üzerinden karalamak için bütün ahlaki duvarları yıktılar.

Her defasında kanlı provokasyonlarla kesilen kısa ömürlü açılım/çözüm/barış süreçleri dışında Cumhur İttifakı’nın eyleminde söyleminde PKK/Kandil, HDP/DEM Parti hep şeytanlaştırıldı. HDP/DEM kapatılmalıydı; Anayasa Mahkemesi kapatmıyorsa o da kapatılmalıydı. Abdullah Öcalan “bebek katili”, “terörist başı” idi, idam edilmesi için seçim meydanlarında ip atılıyordu...

Tüm bu şeytanlaştırmaya karşın (kaçıncı tekrardır) Abdullah Öcalan bir kez daha müracaat makamı ilan edildi; hem de düne kadar kendisinden “İmralı canisi” diye söz eden MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli tarafından. TBMM’nin açılışında DEM Parti milletvekilleriyle tokalaşan Bahçeli 22 Ekim’de partisinin TBMM Grup Toplantısı'nda yaptığı konuşmada Abdullah Öcalan’ı Meclis’e çağırdı: “Gelsin TBMM’de DEM Parti grup toplantısında konuşsun, terörün tamamen bittiğini, örgütün lağvedildiğini haykırsın. Bu dirayet ve kararlılığı gösterirse umut hakkının kullanımıyla ilgili yasal düzenlemenin yapılması ve bundan yararlanmasının önü de ardına kadar açılsın. Ne Kandil ne Edirne, adres İmralı’dan DEM‘e uzansın, bu ağır ve tarihi terör sorunu ülke gündeminden tamamen çıkarılsın.” (Bahçeli’nin önerisini muhalefetten biri dillendirse anında tutuklanırdı! Merdan Yanardağ neden hapse atılmıştı?)

AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan partisinin il başkanları toplantısında Bahçeli’nin çağrısını “Cumhur İttifakı tarafından açılan tarihi fırsat penceresinin kişisel hesaplara kurban edilmemesini ümit ediyoruz” diyerek destekledi.

DEM Parti, Bahçeli’nin açıklamasının sonuca ulaşması için üzerine düşeni yapacakları teyidinde bulundu. Dört yıla yakın süredir kimseyle görüştürülmeyen Abdullah Öcalan da hemen yeğeni ile görüştürüldü, “Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” diye mesaj gönderdi.

Anlaşılıyor ki, (bu defaki adı ne olacaksa) yeni bir açılım/çözüm/barış süreci oyunu sahneye konmaktadır. Her defasında olduğu gibi böyle bir oyunun senaryosunda anayasa değişikliği, devletin ve milletin bekasına yönelik bir dış tehdit mutlaka yer alır. Cumhur İttifakı’nın iktidarını sürdürebilmesi için anayasa değişikliği, bunun için de DEM’in desteği şart. Güncel dış tehdit de İsrail’in Türkiye Cumhuriyeti topraklarına gözünü diktiğidir. Erdoğan/Bahçeli ikilisinin ABD-İsrail’e karşı büyük oyun kurduğu propaganda ediliyor. “Kim inanırsa artık!” denilebilir ama inanan öyle çok ki. Ay’a dört şeritli otoyol projesine bile inanacak devasa bir kitle...

***

“Kürt sorunu değil terör sorunu” diyorlar, Selahattin Demirtaş’ı dışlıyorlar, sadece (örgütü üzerinde ne derece etkili olduğu artık tartışmalı) Abdullah Öcalan’a el uzatıyorlar ama her şeye karşın, öneren Bahçeli faşisti olsa da başlatılan sürece kayıtsız kalınamaz. Yoksul halk çocuklarının şehit olmayacakları, etkisiz hale getirilmeyecekleri bir ortamın sağlanması her yurttaşın içten dileğidir. Bu dileğin gerçekleşmesinin önündeki en büyük engel tarafların samimiyetsizliği ve soruna yaklaşımdaki çarpıklıktır, sorunu terörden ibaret görmektir. Samimiyetsizlik ve soruna yaklaşımdaki çarpıklık nedeniyle geçmişte Dağdan İndirme, Eve Dönüş, Topluma Kazandırma, Açılım, Ateşkes, Oslo Süreci, Dolmabahçe Mutabakatı, Barış ve Çözüm Süreci vs adlarla başlatılan açılım/çözüm/barış süreçleri her defasında kanlı provokasyonlarla kesintiye uğradı. Sadece birini bile anımsamak, bu defaki süreç için de kuşkulanmaya yeter. 

Abdullah Öcalan Mart 1993’te ateşkes ilan etti. Ardından 24 Mayıs’ta Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in başkanlığından toplanan Bakanlar Kurulu, PKK’nin dağdan inmesine yönelik kanun hükmünde af kararnamesini kabul etti. Buna göre, kanlı eylemlere katılmayan örgüt üyeleri teslim olurlarsa haklarında cezai işlem yapılmayacak, öldürme eylemlerine katılanlar ise 6 yıl hapisle cezalandırılacaklardı. Kanun hükmünde af kararnamesinin yürürlüğe girmek üzere Resmi Gazete’ye gönderildiği dakikalarda Elazığ-Bingöl karayolunda teskere almış 33 silahsız erin PKK tarafından katledildiği haberi geldi. Bunun üzerine af kararnamesi geri çekildi. Sonrası malum...

***

 Kürt meselesinin barışçı çözümü sadece ülkemiz değil, bölgemiz barışı açısından da yaşamsal önemdedir. Buna karşılık hukuki siyasi tartışmalarda her şey söyleniyor ama meselenin özüne değinenler sosyalistlerden ibaret. Vurgulanmalı ki, sorun terör sorunu değil Kürt sorunudur. Çözümün temel koşulu da Kürt halkının kendi kaderini serbestçe tayin hakkını tanımaktır. ‘Kürt sorunu değil terör sorunu’ yaklaşımında ısrar edilirse, akan kanı durdurmak yerine ırkçı ümmetçi iktidarı sürdürmek hesabıyla hareket edilirse; Bulgaristan’da ve Kuzey Irak’ta Türkler için talep edilen haklar Kürtlere çok görülürse, Kıbrıs’ta Türkler için münasip görülen statü Kürtlerden esirgenirse, bu defaki sürecin de geçmiştekiler gibi kesintiye uğrayacağını öngörmek için kâhin olmak gerekmiyor. Ondan sonrası ne yazık ki yine kanlı bir tekrar... Sahi Dolmabahçe Mutabakatı bozulduktan sonra başlayan, IŞİD’in de dahil olduğu kanlı süreç için dönemin Başbakanı ne demişti: “Ankara’da terör saldırısı sonrasında oylarımızda yükseliş trendi var.


9 Ekim 2024 Çarşamba

İSRAİL’LE TİCARET FİLİSTİN’E İHANET!


Filistin’in Gazze şeridine egemen Hamas’ın İsrail’e yönelik AKSA TUFANI saldırısının üzerinden 1 (bir) yıl geçti. Yüzlerce sivilin de katledildiği bu saldırıyı bahane eden İsrail’in Gazze’deki soykırımında çoğunluğu kadın ve çocuk 42 bin kişi katledildi, 2 milyon kişi yerinden yurdundan oldu. HAMAS lideri İsmail Heniye de Tahran’ın göbeğinde öldürüldü.

İsrail vahşeti Gazze ile sınırlı kalmadı, Lübnan’a sıçradı. Lübnan’da iktidarı elde tutan Hizbullah’ın Lideri Nasrallah, yeraltındaki çok katlı korunağında sığınak delici bomba saldırısıyla öldürüldü. İsrail Gazze’de olduğu gibi Lübnan’da da askeri hedeflerin yanı sıra sivil yerleşim yerlerini, okulları, hastaneleri bombalamaktan geri durmuyor. Lübnan’da da 1 milyon 300 bin kişi yerini yurdunu terk etmek zorunda kaldı.

İsrail bir yandan da Suriye, İran ve Yemen’e saldırıyor; ABD-İngiliz emperyalizminin taşeronu olarak savaşı Ortadoğu’nun her yerine yaygınlaştırmaya çalışıyor. Bunu başarabilirse, ABD-İngiliz emperyalizmi, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) bağlamında bölgeye “barış ve demokrasi” getirmek için doğrudan müdahale, yani askeri işgal fırsatı bulmuş olur ki, bu durumda sadece Ortadoğu değil tüm dünya ateşe sürüklenir... (Bu arada, başta Mehmet Altan olmak üzere “demokratik emperyalizm” teorisyenlerinin ve BOP eşbaşkanlarının Allah belalarını versin!)

***

Bu gibi durumlarda öncelik elbette silahların susturulmasına verilir. Yangına körükle gidilmez, insani ve diplomatik çabalarda yangının kontrol altına alınması, akan kanın durması amaçlanır. 

Vicdan ve ahlak bunu emretse de sermaye devletlerinin sağcı ırkçı ümmetçi liderleri, akan kanı siyasi ranta çevirmenin gayreti içindeler. Hemen her ülkede sağcı liderler, İsrail’in Filistin’e Lübnan’a ve gözüne kestirdiği bölge ülkelerine yönelik vahşetini kendi iç siyasetleri için araçsallaştırmakta birbirleriyle yarışıyorlar. AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın deyişiyle, “Sahne önünde ateşkesten bahsedenler, sahne arkasında İsrail’e destek vermeye devam ediyor. Bu ABD’de böyle, Almanya’da böyle. Tüm Batı ülkelerinde aynı. Al birini vur ötekine. Hiçbirinin farkı yok.” (9 Ekim 2024, AKP Meclis Grubu toplantısında yaptığı konuşma.)

Gerçekten de al birini vur ötekine! Erdoğan böyle diyor ama kendisi de bu eleştiriden muaf değil. Hatta eleştirinin daha ağırını hak ediyor. Çünkü, Filistin’deki vahşeti iç siyaset malzemesi yapmanın en utanılası deneyimi belki de Türkiye’de yaşanıyor. Malum, 2000’li yıllara değin Türkiye, İslam ülkeleri ve Arap devletleri arasındaki anlaşmazlıklarda, Ortadoğu’da baş gösteren çatışmalarda dengeli uzlaşmacı bir dış politika izliyordu. Batı emperyalizminin yörüngesinde dolandığı için etkili olamıyordu ama hiç değilse sıcak/soğuk çatışmalarda taraf olmuyordu. Bu dış politika AKP iktidarıyla birlikte geride kaldı. AKP liderliği, İslam, Arap ve Ortadoğu coğrafyalarında çıkan anlaşmazlıklarda uzlaştırıcı olmak yerine mezhepçi tarafgir bir çizgi izliyor. Gazze’de Sünni Hamas’ı öz kardeş gibi sahipleniyor; buna karşılık Lübnan’da Şii Hizbullah’ı üvey kardeş yerine bile koymuyor; resmi açıklamalarda Şii Hizbullah’ın adını anmıyor. 

Mezhep farklılığı nedeniyle Şii Hizbullah’ı anmasa da Sünni Hamas’ı da öz kardeş gibi görmüyor aslında. Hamas’ı gerçekten öz kardeş gibi görse, Aksa Tufanı sonrasında İsrail’le ticareti sürdürmezdi. Gazze’de soykırım başladıktan sonraki 6 ayda, toplumun tüm kesimlerinin tepkisine karşın AKP iktidarı İsrail ile ticareti kesmeye yanaşmadı. Ne zaman ki, 31 Mart 2024 belediye seçimlerinde AKP ağır bir yenilgiye uğradı, nihayet 9 Nisan 2024’te İsrail ila ticaretin askıya alındığı açıklandı. Ancak bu da kâğıt üzerinde resmi açıklamadan ibaret. İsrail ile ticaret üçüncü ülkeler üzerinden ve Filistin’de kurulan şirketler aracılığıyla sürüyor. “İsrail Resmi İstatistik Kurumu verilerine göre ‘Ticaret yasağı’nın ardından çelik başta olmak üzere Filistin’e ihracat 14 kat arttı. Filistin’e en çok çelik, çimento, demir, elektrik ve elektronik, kimyevi madde, mücevher satıldı. Türkiye’nin işgal altındaki Filistin’le olan ticareti geçen yılın ilk dokuz ayında 91 milyon 276 bin dolarken bu yıl aynı sürede 571 milyon 186 bin dolara yükseldi.” (Karar, 8 Ekim 2024) 

Türkiye’nin Filistin’le ticareti İsrail gümrüğünden geçiyor ve Karar gazetesinin haberinde haklı olarak, ‘Fabrikası, sanayisi olmayan, işgal altındaki ülke bu kadar çeliği ne yapıyor?’ diye soruluyor.

Bu arada İsrail’le ticaretin el altından sürdürülmesini protesto eden topluluklar polis zoruyla dağıtılıyor, İsrail’le ticaret Filistin’e ihanet diye slogan atan protestocular gözaltına alınıyor. 

***

Dediğim gibi, Filistin’deki vahşeti iç siyaset malzemesi yapmanın en utanılası deneyimi belki de Türkiye’de yaşanıyor. AKP iktidarının genel olarak dış politika, İslam dünyası ve Filistin konularındaki ikiyüzlülüğü ciltler dolusu kitap yazılsa anlatmakla bitmez. Güncel ikiyüzlülük olarak kesildiğini iddia etse de İsrail’le ticareti “hülle” yolu ile sürdürüyor; ikiyüzlülüğün taze bir örneği olarak da şimdi İsrail’in Lübnan’dan sonra Türkiye’ye saldıracağını propaganda ediyor. AKP Genel Başkanı Erdoğan TBMM’yi açış konuşmasında dedi ki: “‘Vaat edilmiş topraklar’ hezeyanıyla hareket eden İsrail yönetiminin, tamamen dinî bir fanatizm ile Filistin ve Lübnan’dan sonra gözünü̈ dikeceği yer, açık söylüyorum, bizim vatan topraklarımız olacaktır.” (1 Ekim 2024)

Oysa aynı Erdoğan geçen yıl Nahcıvan’dan dönerken uçakta Netanyahu’nun Türkiye’ye yapacağı ziyarete değinirken, Türkiye ve İsrail olarak birçok alanda işbirliği yapıyoruz demişti. (AA, 26 Eylül 2023) 

Aynı Erdoğan çok değil birkaç ay önce, Rize’de hemşehrilerine konuşurken İsrail’e girmekten söz ediyordu: “Biz nasıl Karabağ'a girdiysek, nasıl Libya'ya girdiysek bunun benzerini aynen onlara da yaparız.” (AA, 28 Temmuz 2024)

Erdoğan’a yanıt İsrail Dışişleri Bakanı Yisrael Katz’dan gelmişti. “Erdoğan, Saddam Hüseyin’in izinden giderek İsrail’e saldırma tehdidi savuruyor. Ne olduğunu ve nasıl bittiğini hatırlamalı.” Siyonist bakan R. T. Erdoğan ve Saddam Hüseyin’in fotoğraflarını yan yana koyarak, “Senin de sonun Saddam gibi olacak” demek istemişti.

Herkes hak ettiği akıbete uğrasın ama kimsenin sonu Saddam gibi olmasın. Böyle derken dini araçsallaştırma ve dinci fanatizm yarışında İsrail yönetimi Türkiye yönetiminin eline su dökebilir mi, bilemiyorum. En basitinden İsrail yönetimi “Nas var nas! Bir Musevi olarak Nas ne gerektiriyorsa onu yapmaya devam edeceğim” diyerek mi ekonomiyi yönetiyor? 

Sorunun yanıtını bilmiyorum. Bildiğim odur ki, İsrail yönetimi ile Türkiye yönetimi arasındaki dinci fanatizm polemiği, dibi kara tencereler arası polemikten ibarettir!

***

“İsrail’in hedefi Türkiye mi?” sorusu başka bir yazıya kalmak üzere bu yazıyı daha fazla uzatmadan vurgulamak gerekirse. 

Bölgenin burjuva anlamda da olsa barışa ve demokrasiye kavuşabilmesi için İsrail’in Siyonist dinci fanatizmden, Filistin’in, Lübnan’ın, İran’ın, Türkiye’nin ve genelde İslam ülkelerinin otokrasiden monarşiden kurtulmaları, laik demokrasiye kavuşmaları şarttır. Din iman denildiğinde aklını iptal eden ahaliyle ne kadar mümkünse artık. Mümkün olsun olmasın, sonuçta her halk müstahak olduğu gibi yönetilir!

2 Ekim 2024 Çarşamba

EMNİYETLİ İNTİHAR İÇİN EMNİYETİ SEÇİN

Karar gazetesi yazarı Elif Çakır, Bursa’da kaldığı otelde gece yarısı gözaltına alınmış. Gerekçe, hakkında 19 suç kaydı ve 2 tutuklama kararı. 

Elif Çakır, gazeteci olduğunu, adli sicilinde bu gibi suçların ve tutuklama kararlarının bulunmadığını, isim benzerliği olabileceğini söylemiş ama polis oralı olmamış. Polis, TC kimlik numarasına bakma gereği bile duymamış, hastaneden sağlık raporu aldıktan sonra karakola çekmiş. Karakolda vatandaşa nasıl davranılıyorsa Elif Çakır’a da öyle muamele edilmiş. Kaba diyaloglar yani. Nihayet TC kimlik numarası sorgulanmış ve aranan kişinin başka bir Elif Çakır olduğu anlaşılmış.

***

Elif Çakır feveran etmekte öfkelenmekte sonuna kadar haklı. Öyle ya, kargocu bile kargoyu teslim etmeden önce kimlik istiyor, kimlik bilgilerini kaydetmeden kargoyu teslim etmiyor. Bursa polisi böyle sıradan bir doğrulamaya bile gerek görmemiş. Elif Çakır ısrarla gazeteci olduğunu, böyle suçlarla ilgisinin olmadığını söylemiş ama polis kargocu kadar duyarlı davranmamış. 

Kim bilir, belki de kasıtlı olarak Elif Çakır’a böyle bir muamele reva görüldü. Geçmiş olsun.

***

Beterin beteri vardır. Elif Çakır gözaltına alınmakla kalmayabilirdi. Tutuklanabilirdi, aylarca mapus yattıktan sonra nihayet mahkemeye çıkartılıp “yanlışlık olmuş” denilerek tahliye edilebilirdi. Olmayacak şey değil bu gibi rezaletler. Burası Türkiye, neler olmuyor neler!

Örneğin, Elif Çakır, 12 Eylül faşizmi döneminde Bursa Emniyet’e düşmediği için kendisini şanslı saymalı. O yıllarda karakollar ve terörle mücadele şubelerinde “gözaltında intihar” açıklamaları vakai adiyedendi. En çok da Bursa Emniyet Müdürlüğü’nden “şahıs hücresinde kravatıyla kendini asmış” ya da “pencereden atlayarak intihar etti” açıklamaları yapılırdı. Öyle ki, dönemin mizah dergisi GIRGIR, “emniyetli intihar için emniyeti seçin” diye kayda geçirmişti gözaltında cinayetleri.

Abartmıyorum. O yıllarda, “yasa dışı görüş edinmek ve örgüt kurmak” suçlamasıyla İstanbul ve Ankara emniyetlerinin yanı sıra Bursa Emniyet’in de “misafiri” idim. Suriye sınırında bölük komutanı iken gözaltına almışlardı. Tam 50 günüm Bursa emniyette geçti. Sorgucular (işkenceciler yani) “Burada Allah yok, peygamber de izinde. Burada subay olduğunu unutacaksın, sadece vatandaşsın!” diyorlardı. Bir sorgucu “Ulan i... sınırda suyun başındasın. Vatanı kurtarmak sana mı düştü? Küpünü doldursaydın ya!” diye sitem(!) etmişti.

***

Dediğim gibi, beterin beteri vardır. Elif Çakır, 12 Eylül faşizmi yıllarında Bursa emniyete düşmediği, bu dönemde “yanlışlıkla” gözaltına alınmakla kaldığı için kendisini şanslı saymalıdır.

Daha beteri olabilirdi. Daha beter neler olmadı ki bu coğrafyada?

Yargısız infaza kurban gidebilirdi. Yani, “yasa dışı örgüt evine yapılan baskında çıkan çatışmada ölü ele geçirildi” haberine konu olabilirdi. Öyle çok yargısız infaz ettiler ki. Ölüm mangalarının baskınlarında “sağ ele geçirilen” yok gibi...

Elif Çakır kendi evinde bile etkisiz hale getirilebilirdi. Olmadık bir vaka değil. Adana’da 5 Ekim 1999 günü “DHKP/C örgüt evi” denilerek baskın yapıldı. Evin sahibi temizlik işçisi Murat Bektaş 18 kurşunla vurularak öldürüldü. Çok geçmeden anlaşıldı ki, yanlış adrese baskın yapılmış. Bu çatkapı infaz nedeniyle yargılanan polisler 6’şar ay 20’şer gün hapis ve 3’er ay memuriyetten men cezasına çarptırıldılar; cezaları ertelendi. Murat’ın eşi Kezban, polisin ev vaadiyle davadan vazgeçirmeye çalıştığını anlatarak, “Bizi satın alamadılar ama devleti satın aldılar” diye bağırıp karara isyan etti. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bu skandal nedeniyle Türkiye’yi 103 bin Euro tazminata mahkûm etti.

Elif Çakır, “30 saniye sürmeyecek bir işlemi yerine getirselerdi, (kimlik numarasını kontrol etselerdi yani) 2000 yılı öncesi Türkiye’sine geri dönmeyecektik” diye yakınıyor. Hemşehrim Elif Çakır kabul etmeli ki, dünden bugüne pek bir şey değişmedi. Yargı ve Meclis, 12 Eylül faşizminin de gerisinde. Çatkapı infazlar da geçmişin kötü bir anısı değil. Keşke geçmişte kalsaydı. 23 Ocak 2017 tarihli gazetelerin haberine göre, “ANTALYA’da kalp hastası 65 yaşındaki Hamide Yücel, oğlu Ali Yücel’i cinayet şüphesiyle gözaltına almak üzere eve gelen polisleri görünce kalp krizi geçirip öldü. Ancak Ali Yücel’in cinayetten aranmadığı, polisin yanlış eve operasyon düzenlediği ortaya çıktı.”

2000’li yıllarda da benzer ne acılar ne acılar yaşandı bu coğrafyada. Ceylan Önkol, Ali İsmail Korkmaz, Berkin Elvan, Dilek Doğan ve niceleri...

Elif Çakır’a tekrar geçmiş olsun.

Dilek Doğan’ın katline ilişkin DİLEEEEEEK, DİLEK... OY DİLEK! başlıklı yazının da okunması dileğiyle.