2 Haziran 2025 Pazartesi

İMRALI SÜRECİ NEREYE EVRİLİR?


Yüz yıldır kanayan Kürt sorununda yarım yüzyıldır süren “düşük yoğunluklu” savaşta 10’uncu kez çözüm sürecinden söz ediliyor. 

Önceki süreçleri anımsatmak gerekirse: Ateşkes, Dağdan İndirme, Eve Dönüş, Topluma Kazandırma, Açılım, Oslo, Dolmabahçe Mutabakatı, Barış ve Çözüm Süreci... Her defasında kanlı provokasyonlarla kesintiye uğrayan süreçler zinciri... 

Ekim 2024’te başlayan bu defakinin adı hâlâ resmen konmuş değil. Türk tarafına, daha doğrusu Cumhur İttifakı’na göre “Terörsüz Türkiye” süreci;

Kürt tarafının, daha doğrusu PKK lideri Abdullah Öcalan’ın adlandırmasıyla, “Barış ve demokratik toplum” süreci. 

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Ekim 2024’te DEM Parti ile tokalaşması ve Abdullah Öcalan’ı TBMM’de konuşmaya çağırmasıyla başladığı söylense de, anlaşılıyor ki, süreç (perde arkası görüşmelerle) çok daha önce başlamış; resmi başlama vuruşunu yapma görevi Devlet Bahçeli’ye verilmiş.

***

SÜRECİN BEŞ AŞAMASI

Cumhur İttifakı’na göre “Terörsüz Türkiye” süreci beş aşamalı; ilk üç aşama geride kaldı. Yani, 1) Devlet Bahçeli ve Tayyip Erdoğan’ın Ekim 2024’teki çağrıları, 2) Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat 2025’te PKK’ye fesih çağrısı, 3) PKK’nin Mayıs ayındaki kongrede kendisini feshettiğine ilişkin açıklaması ile süreçte hayli ilerleme kaydedildi. Dördüncü aşama, “demokratikleşme ve yasal düzenleme evresi”, PKK silahları bıraktığında hayata geçecek. Bu evrede TBMM gerekli düzenlemeleri yapacak. Beşinci evrede “toplumsal kucaklaşma ve bütünleşme” sağlanacak...

Şu an süreç hangi evrededir, belirsiz. PKK, kendisini feshetmeyi, silahlı mücadeleyi bitirme kararı aldığını duyurdu; “Barış ve demokratik toplum” sürecinin ilerlemesi için “Önder APO’nun süreci yürütüp yönlendirmesi, demokratik siyaset hakkının tanınması ve sağlam bütünlüklü bir hukuki güvence” şartlarını koştu; bu koşulların sağlanması için TBMM’ye çağrıda bulundu.

İmralı Heyeti üyesi ve DEM Parti Van Milletvekili Pervin Buldan “Sürecin birkaç ay içinde tamamlanması, Haziran sonuna kadar tamamıyla başarıya ulaşması bekleniyor.” diye açıkladı. Buna karşılık görünen o ki, taraflar arasındaki görüşmelerde sürecin bundan sonrası için anlaşma sağlanamamış.

***

SÜRECİN ÜÇÜNCÜ EVRESİNDE PATİNAJ

Önceki deneyimlerden anımsanacağı üzere, bu gibi süreçlerde yasal düzenleme söz konusu olduğunda ilk olarak, örgüt yöneticileri ve üyeleri için öngörülen hukuki statü akla gelir. Dolayısıyla TBMM’nin silah bırakacak PKK kadrolarını ve cezaevlerindeki PKK mahkumlarını da kapsayacak bir infaz affı çıkarması bekleniyordu. Ancak, infaz affı ertelendi, sonbahara kaldığı söyleniyor. AKP’nin erteleme gerekçesi “etki analizi eksikliği” ve riskler barındırdığı. “Etki analizi eksikliği” ifadesi, ipe un sermenin ayak sürümenin politik ifadesinden başka bir anlam taşımıyor. Aylardır (belki de perde arkasında yıllardır) görüşülen süreçte en kolay adımın bile etki analizi yapılmamış...

DEM Parti Grup Başkanvekili Sezai Temelli, infaz affının ertelenmesine tepkisini, “Meşhur bir söz vardır, ‘Dağ fare doğurdu!’ Bu sefer dağ fare bile doğuramadı.” sözleriyle dile getirdi.

PKK liderleri Duran Kalkan ve Bese Hozat da, sürecin tek taraflı adımlarla değil karşılıklı adımlarla ilerleyebileceğini, fesih kongresi kararlarının ancak Abdullah Öcalan’ın fiziki özgürlüğüyle uygulanabileceğini belirttiler; “Önder Apo'nun özgürlüğü olmadan bundan sonra hiçbir pratik adım olmaz. Önder Apo dışında hiç kimse onların elinden silahı alamaz” diye vurguladılar.

***

TBMM ÇÖZÜM ÜRETEBİLİR Mİ?

En kolay adımında bile tökezleyen süreç bundan sonra nasıl ilerler veya ilerler mi?

Varsayalım ki, sonbaharda infaz affı yasalaştı, Abdullah Öcalan İmralı’da ofis açtı. Buna karşın süreç ilerler mi? PKK’nin kendini fesih kararı nasıl uygulanır? PKK’nin fesih için şart koştuğu “demokratik siyaset hakkı ve sağlam bütünlüklü hukuki güvence” koşulu nasıl gerçekleşir?

 Yine varsayalım ki her şey yolunda gitti ve sıra sürecin dördüncü evresine geldi; (Cumhur İttifakı’nın ifadesiyle) “demokratikleşme ve yasal düzenleme evresi” yani. Bu evrede anayasa değişikliği gündeme gelecek. Kaldı ki, AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan daha bugünden anayasa değişikliği için kolları sıvadı.

Ayrıntıya girmeden söylemek gerekirse, sürecin anayasa değişikliği aşamasına ilerleyeceği bile kuşkulu ama o aşamaya gelinebilirse, pazarlık, Cumhurbaşkanı seçimini düzenleyen maddede değişiklik ile Kürtler için statü maddelerinde düğümlenecek.

TBMM’de Cumhur İttifakı ve DEM Parti milletvekili sayılarının toplamı, referanduma gitmek koşuluyla, anayasayı değiştirmeye yetiyor. Referandumsuz anayasa değişikliği için en az 400 milletvekilinin oyu gerekiyor ki, bugünkü konjonktürde mümkün görünmüyor. Anayasanın diğer maddelerinde, CHP’nin desteğiyle 400 barajı geçilse bile, Erdoğan’ın yeniden CB adaylığının önünü açacak, Kürtler için statü sağlayacak maddelerin referandumsuz kabulü çok ama çok zor. Cumhur İttifakı’nın bu maddeleri referanduma götürmeyeceğini bilmek için uzman siyasi analist olmak gerekmiyor.

***

ERDOĞAN MASAYI NE ZAMAN DEVİRİR?

Süreci sadeleştirmek gerekirse. En zorlu evrede bir yanda Erdoğan’ın önündeki anayasal engelin kaldırılması, diğer yanda PKK’nin kendisini feshetmesi karşılığında Abdullah Öcalan’ın koşullarının iyileştirilmesi, Türkiye’deki Kürtler için statü ve Suriye’de Rojava’daki fiili durumun kabul edilmesi...

ABD’nin zorlamasıyla olsa da Rojava’daki fiili durumun kabul edilmesinde sıkıntı görünmüyor. Süreç başlayana değin Erdoğan’ın söyleminde PYD Pi Vay Di, YPG ise Way Pi Ci idi. Süreç başladıktan bu yana bu ifadelerin yerini Suriye Demokratik Güçleri SDG aldı, Rojava için “teröristan” ifadesi dolaşımdan kalktı. Devlet Bahçeli ise açık açık, PKK’nin feshini, “PKK’dan PYD/YPG’ye muhtemel geçiş ve intikallerin denetim ve kontrolünün eşzamanlı ve eşgüdüm halinde temin edilmesi” olarak tanımladı.

Esasen 12 yıl önceki sürecin esas hedeflerinden biri silah bırakma adı altında Türkiye’deki PKK güçlerinin Irak ve Suriye’ye çekilmesi; asıl amaç ise Türkiye’de çatışmasız bir ortamda anayasa değiştirilerek başkanlık sistemine geçmek idi. Ne zaman ki Erdoğan Öcalan ile pazarlığın kendisine seçim kaybettireceğini gördü, masayı devirip Dolmabahçe Mutabakatı’nı rafa kaldırdı. Erdoğan Haziran 2015 seçimini kaybetti. Daha seçim sonuçları açıklanmadan Devlet Bahçeli yeniden seçim çağrısında bulundu. Erdoğan hükümet kurdurmayarak seçimi tekrarlattı; çok kanlı bir ortamda Kasım 2015 seçimlerini kazandı. Başkanlık sistemine de hileli bir referandum ile geçildi...

Vurgulamalı ki, Tayyip Erdoğan Kürt sorunundaki duruşu ve takvimiyle kendisini uğursuz şekilde tekrarlaya geldi. Erdoğan’ın Kürt sorununu demokratik çözüme kavuşturmak gibi ulvi bir amacı yok; böyle bir amacı olsa, Kürtlerin özgürlük eşitlik haklarını ve kültürel taleplerini, şahsi iktidarını sürdürme uğruna Abdullah Öcalan ile pazarlık konusu yapma ayıbına tenezzül etmeden parlamentoda çözer. TRT'de Kürtçe kanal açmak gibi örneğin.

Erdoğan’ın amacı Kürt meselesini çözmek değil, duvara toslayan iktidarına çıkış yolu bulmak için TBMM’de DEM Parti’nin desteğini alabilmek. Pazarlığın çıkmaza girdiği anda, bir kez daha masayı devireceğini öngörmek kâhinlik gerektirmiyor.

Masayı devirdikten sonra tutturacağı  söylemi tahmin etmek de zor değil: “Analar ağlamasın dedik. Kendilerine o kadar el uzattık ama uzattığımız eli tutmadılar. PKK adıyla yürütülen faaliyeti sonlandırıyoruz diyerek hile yoluna saptılar. Devletimize soykırım iftirası attılar, tapu senedimiz Lozan Antlaşması’na dil uzattılar. Bu çirkinliklere daha fazla tahammül edemezdik...”

***

Geçmiş süreçte Kürt siyasetçi Ahmet Türk, “Sosyalist dostlarımız ‘Kürtler bizi satıyor’ demesin. Biz çok acılar çektik, bizi anlayın. Bu fırsatı kaçıramayız.” diyordu; bugün infaz affı ertelemesinin hayal kırıklığı içinde. Anımsatmalı ki, ülkeyi demokrasiyle değil ekonomik politik soykırımla yöneten ırkçı ümmetçi iktidar ortaklarından Kürt sorununa demokratik çözüm beklemek, olmayacak duaya amin demekten farksızdır.

Ölü gözünden yaş,

İmamevinden aş,

Eğri cetvelden doğru çizgi,

Cumhur İttifakı’ndan da demokrasi çıkmaz.

“Modası geçmiş sol slogan” diye karşılanacak olsa da,

Bu düğüm ancak Türk ve Kürt emekçilerinin birleşik devrimci mücadelesiyle çözülür!

NOT:Aşağıdaki adreslerde kayıtlı yazılarla birlikte okunması dileğiyle
https://rahmi-yildirim.blogspot.com/2024/10/abdullah-ocalanin-tbmmye-davet-edilmesi.html

https://rahmi-yildirim.blogspot.com/2025/05/trajedi-hep-bize-mi-karl-marksn-unlu.html

18 Mayıs 2025 Pazar

EMPERYALİZMİN KUCAĞINA OTURMAK

Bir emekli asker grubundaki tartışmada denildi ki, “Kürtler emperyalizmin kucağında!

Buna karşılık, “Peki Türkler emperyalizmin neresinde?” diye soruldu.

Bu soruya şöyle yanıt verildi: “RTE ve arkadaşları yüzünden o da kucakta!”

Oysa meselenin ucu çok daha derinde, RTE ve arkadaşlarından çok önce. RTE ve arkadaşları Amerikan kucağını hazır buldular, oturmakta hiç duraksamadılar. Öyle ki, RTE, Büyük Ortadoğu Projesi BOP’un eşbaşkanı olmakla övündü; “CHP’nin ABD karşıtı olması talihsizlik” diye yakınabildi.

***

Benim kuşağımın çocukluğu gençliği Soğuk Savaş döneminde geçti. Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti öncülüğündeki sosyalist blok ile ABD liderliğindeki kapitalist blok arasında Soğuk Savaş döneminde yani.

Türkiye Soğuk Savaş’ta kapitalist blokun ileri karakolu idi. Öyle ki, devletin en mahrem örgütleri MİT ve Özel Harp Dairesi personelinin maaşları bile bir ara ABD tarafından ödeniyordu. 1960 darbesinden hemen sonra ordudan atılan 235 general ve 4 bin 171 subayın emeklilik ikramiyeleri ve maaşları ABD tarafından karşılanmıştı. Bu operasyonun ardından orduda sadece 20 general kalmıştı. O generallerden sonradan Çankaya Köşkü’ne sıçrayan Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay “Donumuza kadar her şeyi Amerika veriyor, daha ne istiyoruz?” diyordu?

Dönem antikomünizm dönemiydi; komünistlik “Rus uşaklığı” diye karalanıyordu.

Tam bağımsız Türkiye” hayaliyle yola çıkan komünist gençleri, Deniz, İbo, Çayan ve yoldaşlarını “Rus uşağı” diye karalayarak katlettiler. 

Tam bağımsızlıkçı solcu gençler katledilirken, sağcılar, milliyetçiler, İslamcılar Amerikancıydılar. Amerikan emperyalizmini protesto eden komünist gençlere saldırırken, kıbleyi Altıncı Filo’ya doğrultup hacet namazı kılarlardı. Memleketin komünist işgal tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu savunurlar, “Ne yani, Amerika’nın kucağından inip Rusya’nın kucağına mı oturalım?” diye propaganda yaparlardı.

Kuleli Askeri Lisesi Okul Komutanı Doğan Günçan da bizlere antikomünist nutuk atarken Amerikan kucağında oturmanın keyfiyle “Bizim de Amerikamız var” derdi.

Demirel hükümetinin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, ABD icazetli 12 Mart darbesiyle devrildiklerinde “CIA altımızı oymuş” diye yakınmıştı.

12 Eylül 1980 darbesini yapan generaller de ABD yönetimi tarafından, “Bizim çocuklar!” diye sahiplenilmişti.

Bugün de BOP'un neresinde olduğumuz malum!

***

Söz uzamasın.

Bugün ergen hamasetiyle ve kibriyle “Kürtler Amerika’nın kucağında” diyen Türkler, Kürtlere laf etmeden önce dönüp kendilerine bakmalıdırlar.

Ama Irak’ta Suriye’de Kürtler Amerika’ya üs verdiler, Amerikan silahlarıyla donandılar.

Peki Türkiye’deki Amerikan üsleri, TSK’nin envanterindeki Amerikan silahları?...

Kuleli’den Kara Harp Okulu’na gittiğimizde, 1974 yılında ilk Menteş kampında belimize taktığımız tahkim edevatının üzerinde Made-in USA yazıyordu. Aynı yıl, ABD Özel Harp Dairesi’nin ödeneğini kesmişti. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, ÖHD Başkanı Kemal Yamak’ın kendisinden para istemesiyle böyle bir dairenin varlığını öğrenmişti. (Ayrıntılı bilgi için: Kemal YAMAK, Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler, Doğan Kitapçılık)

***

Kardeş halklar Türkler ve Kürtler,

Amerikan kucağı konusunda birbirlerine söyleyecekleri laf yok.

İnsaf ile söylemeli ki, kabahatin büyüğü Türkler’de.

Kardeşlerin ortaklaşa  işledikleri kabahatin büyük payı “büyük” kardeşe düşer değil mi?

“Büyük” kardeş “küçük” kardeşi hırpalar, sürekli dayaktan geçirir, hatta “Sen Kürt değilsin, dağ Türküsün, kart kurtsun” diye yok sayıp aşağılarsa, hatta bir ara ana dilini bile yasaklarsa, onca dayaktan ve aşağılanmaktan yılan “küçük” kardeş ne yapar? Abisinden ne gördüyse onu yapar, küresel mahallenin kabadayısına sığınır.

Soruna biraz da böyle bakmakta yarar var.

Emperyalizmin ileri karakolu olmak, ABD veya başka bir emperyalist mihrakın ipine sarılmak Türklere Kürtlere ne kazandırıyor ya da kaybettiriyor? Bu da ayrıca sorgulanmalı.

Tam bağımsız ve demokratik Türkiye yolunda katledilen Deniz, İbo, Çayan ve yoldaşlarına selam olsun!


15 Mayıs 2025 Perşembe

TRAJEDİ HEP BİZE Mİ?

Karl Marks’ın ünlü eseri Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i şu tümceyle başlar:

Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş; ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak.”

Hegel ve Marks, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kanlı sayfalarına yazılan Kürt sorununu bilseler, böyle bir tümce kurmazlardı sanırım. Kürt sorununu bilseler eminim ki, böyle bir gözlemde yanıldıklarını kabul ederlerdi. Kabul etmekle kalmazlar, hem kaçıncı kez tekrarına şaşarlar hem de her defasında trajedi olarak tekrarına gözyaşı dökerlerdi.

Son kırk yılda bu kaçıncı tekrardır! Dağdan İndirme, Eve Dönüş, Topluma Kazandırma, Açılım, Ateşkes, Oslo Süreci, Dolmabahçe Mutabakatı, Barış ve Çözüm Süreci... Her defasında kanlı provokasyonlarla kesintiye uğradı.

Şimdi “Terörsüz Türkiye”, “İmralı Süreci” diye adlandırılan bir pazarlık süreci.

Aynı aktörler aynı pazarlıklar. Ülkeye demokrasiyi çok gören ırkçı ümmetçi faşist iktidar ortaklarından süreci barışla sonuçlandırmalarını beklemenin olmayacak duaya amin demekten farkı yok.

On iki yıl önce de bir süreç başlatılmıştı. Sol görüşlü olduğumuz için Türk Silahlı Kuvvetleri’nden atılıp işkenceden geçirilen askerler olarak, o dönemde sürece ilişkin görüşümüzü aşağıdaki bildiri ile açıklamıştık.

Okunması dileğiyle saygılar.


KALICI BARIŞ VE ÇÖZÜM İSTİYORUZ

17 Mart 2013

Bizler, ölmek ve öldürmek üzere eğitilmiş, 

Yaşamaya ve yaşatmaya öncelik verdiğimiz için 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbecileri tarafından işkenceden geçirilip işsizler ordusu saflarına atılmış askerler,

Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri (ADAM) olarak,

Ülkemizde 30 yılda 40 bin insanımızın “şehit” olarak ya da “ölü ele geçirilerek” toprağa düştüğü sorunun çözümü için Tayyip Erdoğan hükümeti ile Abdullah Öcalan arasında başlayan müzakereleri önemsiyoruz.

Çünkü müzakereler sadece görüşmecilerin sorunu değil, 780 bin kilometrekarelik ortak vatandaki tüm bireylerin, hatta sınırlarımız dışındaki soydaş ve kardeş halkların da sorunudur. Dolayısıyla savaşın vahşetini ve bedelini doğrudan veya dolaylı olarak paylaşan, kalıcı çözüm için silahların bırakılmasını yeterli görmeyen herkesin sürece müdahil olma, fikir üretme hakkı ve sorumluluğu vardır. 

Bizler kalbimiz emekçiler ve ezilenlerle birlikte solda attığı için darbeciler tarafından Türk Silahlı Kuvvetleri’nden çıkarılmasak, hiç kuşkusuz “şehit” olmak ya da “ölü ele geçirmek” gibi bir acıyı yaşamak zorunda kalacaktık. Çocukluğumuzu gençliğimizi birlikte yaşadığımız binlerce meslektaşımızı bu savaşta sonsuzluğa uğurladık. Arkadaşlarımız, “ölü ele geçirdikleri” insanlarla çatışmasız ortamda bir çoban çeşmesi başında karşılaşsalar birbirlerinin avı ve avcısı olmak yerine kardeş sofrasını paylaşırlardı.  

Yok saymaya, asimilasyona, şiddete, öldürmeye odaklı politikalar halklarımıza çok acılar çektirdi. İnkâr, asimilasyon, “vur kurtul” zihniyetinden müzakere noktasına gelinmesi, kalıcı barışın sağlanmasında ve ülkemizin demokratikleşmesi sürecinde elbette önemlidir.

Geçmiş deneyimlerin eseri kaygılarımıza karşın umuyoruz ki, görüşmeler müzakere sürecinin tarafları konumundaki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile PKK lideri Abdullah Öcalan’ın kişisel siyasal beklentilerinin ipoteğinde değildir.

Küresel ve yerli sermayedar sınıfların hükümranlığında kalıcı demokratik çözümün sağlanamayacağını bilmekle birlikte umuyoruz ki, müzakereleri yürütenler, silahların bırakılması, kaybedeni olmayan barışın gerçekleştirilmesi, hangi kimlik ve inançta olursa olsun herkesin özgür ve eşit yurttaşlar olarak haklarına kavuşmasıyla kalıcı çözümün sağlanacağı bilinciyle görüşmektedirler. 

Tarafların geçmişteki görüşme süreçlerinde sergiledikleri tutarsızlıkların eseri kaygılarımıza karşın umuyoruz ki, müzakereleri yürütenler temel hakların pazarlık konusu olamayacağını kabul eden ahlaki, vicdani, siyasi duyarlığa sahiptirler.

Umuyoruz ki, müzakereleri yürütenler, sürecin kesintiye uğraması durumunda ülkemizin yeniden daha da kanlı bir anafora sürükleneceğinin bilincindedirler.

Bu noktada vurgulamak istiyoruz ki, barış, sadece iki kişi arasında gizli pazarlıklarla sağlanamaz. Geçmişte defalarca yaşandığı gibi gizli kapaklı müzakere süreci provokasyonlara, Kürtlerle Türklerin çatışmasından yarar uman küresel ve bölgesel güçlerin aleyhte etkilerine açıktır. Savaştan yana olanların tecrit edilmediği, barıştan yana olanların katılım ve desteğinin sağlanmadığı müzakere sürecinin başarı şansı yok denecek kadar azdır. Görüşmeler kişiye odaklı “İmralı süreci” olmak yerine tüm barış güçlerinin katıldıkları çözüm süreci olmalıdır. Gerçekten kalıcı, onurlu bir çözüm için görüşüyorlarsa hükümet ve örgüt, müzakere sürecini saydamlaştırmak, barış yanlısı tüm kişi ve kuruluşları sürece katmanın koşullarını hazırlamak zorundadırlar.

Görüşmelerin gizli kapaklı yürütülmesinde ısrar, kalıcı barış ve demokratik çözüm yerine, örgüt liderleri ile hükümet yetkililerinin kişisel ve siyasal beklentilerini gerçekleştirmek için pazarlık ettikleri iddialarını güçlendirecektir. Görüşmelerin kalıcı barış ve çözüm süreci olmak yerine kısa vadeli çıkar güdüsüyle pazarlığa dönüştürülmesi, hiç kuşkusuz, pazarlığın tıkandığı noktada yine silahların konuşturulması tehlikesini beraberinde taşımaktadır. 

On yıllardır süren savaşın hemen bitirilemeyeceğinin farkındayız. Barıştan, özgürlüklerden ve demokratikleşmeden yana bireyler ve örgütler sürece ağırlık koymadıklarında, bu defa da elleri tetikte olanların iradesi galip geldiğinde neler olacağının bilincindeyiz.

Müzakere süreci ezilen tüm halkların özgürleşme süreci olarak kavranmalıdır. 

Müzakere süreci, kardeş halkların birbirleri karşısında kazanacakları bir zaferin veya uğrayacakları bir yenilginin olamayacağı bilinciyle ilerletilmelidir. 

Kalıcı çözüme ırkçı-milliyetçi günahlardan arınmakla, halklar ve azınlıklar arasında hiyerarşi ve üstünlük yerine eşitlikle, ülkenin topyekûn demokratikleşmesiyle ulaşılabilecektir. 

ADAM-DER olarak, barış ve özgürlük isteyen emekçi sınıflar ve halklarımızın safındayız. Ortak vatanda, eşit yurttaşlık çatısı altında, herkesin kendi kimliği, dili, kültürü ve inancıyla özgürce yaşayacağı, birbirlerine üstünlük kurmayacağı, ortak evin nimetlerinin hakça paylaşılacağı demokratik ülke mücadelemizi sürdüreceğiz, bu yolda atılacak adımlara destek vereceğiz.

Saygılarımızla.


Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri Derneği

ADAM-DER Yönetim Kurulu


5 Şubat 2025 Çarşamba

DEVRİMCİ TRUMP’IN İKONİK ÇIKIŞLARI!

Medyayı ve siyaseti izlemek ruh sağlığını olumsuz etkiliyor. Kamuoyu araştırmaları hep bunu doğrulayıcı sonuçlar üretiyor. Medyayı ve siyaseti izlemenin ruh sağlığını daha da bozduğunu bilmek için böyle araştırmalar gerekmiyor aslında. Hayatın günlük akışı bunun birebir tanığı ve doğrulayıcısı.

Günlük yaşam daha uykudan uyanır uyanmaz her an başa gelebilecek tatsızlıklarla zaten yeterince can sıkıcı. Buna bir de egemen siyasetin vicdan ve ahlaktan yoksun söylemleri eylemleri, medyanın aynı ölçüde sinir bozucu haberleri eklenince ruh sağlığını koruyabilmek iyiden iyiye zorlaşıyor. En basitinden sinir sistemi alarma geçiyor, tansiyon yükseliyor, olan biten karşısında çaresizlik duygusu depresyona yol açıyor. Öyle olunca fiziki sağlık da olumsuz etkileniyor, uyku düzeni bozuluyor vs...

***

Araştırmalar, siyasetten medyadan uzak durmanın ruh sağlığına iyi geldiğini gösteriyor. Bu düşünceyle ben de hayli zamandır basılı gazete almıyorum; televizyon izlemiyorum; önem verdiğim bir iki gazetecinin programıyla yetiniyorum, o da artık youtoube üzerinden. İnternete de bağlanmıyorum dersem, inanmayın!!!

Ruh sağlığını asgari de olsa koruyabilmek için siyasetten medyadan uzak durmak şart ama ne kadar uzak durulabilir ki? En başta yurttaş duyarlılığı; ister istemez siyasete medyaya kulak kabartıyorsun. Ekonomik soykırıma dönüşen pahalılığa, zamlara, fırsatçılığa, kamu bütçesinden hırsızlığa soyguna gözüdoymazlığa ilgisiz tepkisiz kalamıyorsun. 

Sonra 40 yıla yaklaşan gazeteciliğin hayat tarzı haline getirdiği mesleki alışkanlık. Gündemden kopmak, ilgisiz kalmak olanaksız. Malum, rahmetli meslek büyüğümüz Şinasi Nahit Berker, “Gazeteci olunmaz gazeteci doğulur” diye buyurmuştu.

Şinasi Nahit büyüğümüz, gazetecilik mesleğine ilişkin bir duyarlılığı vurgulamıştı. Nedir o duyarlılık? En sade anlatımıyla, siyaset başta olmak üzere toplumsal hayatın her alanında olan bitene gazeteci duyarlılığıyla ilgisiz kalamamak. Öyle tanıdık bir duyarlılık ki, artık aktif gazetecilik yapamasan da peşini bırakmaz, yakandan düşmez.

Hadi biraz dedikodu yapayım. Aktif gazeteciliği bırakalı on yıllar olmuş bir meslek büyüğümü ne zaman arasam, “N’apıyon arap?” diye sorsam; “N’apayım arap, haber izliyorum” diye yanıtlıyor. Ben de “Günde 48 saat haber izliyorsun, bunca enerjiye sabra gıpta ediyorum” diye takılıyorum. 

Dedim ya, yurttaş duyarlılığı ve gazetecilikten gelen mesleki alışkanlık. Toplumsal gündeme ilgisiz tepkisiz kalamamak yani. İnternet çağındayız; gazete okumasan, televizyon izlemesen, düzen siyasetinin kanalizasyonlarında gezinmesen bile internete bağlandığın an, gündemin rezillikleri gelip bulur. İnternete bağlanmasan bile dost sohbetlerinde söz dönüp dolaşıp siyasetin medyanın kepazeliklerine, toplumsal hayattaki facialara gelir. Sonrası ses tonu yüksek tartışmalar...

***

Hayli zamandır gazete almıyorum, televizyon izlemiyorum; hatta gündeme ilişkin yazı yazma yasağı da koydum kendime ama internet çağında Robenson hayatı olmuyor. Ruhsal dinginlik kaygısıyla gazetelere bakmak istemesem de, internete bağlanınca gazetecilik alışkanlığıyla haberlere köşe yazılarına bakıyorum. Bakınca da cinler tepeye çıkıyor.

Siyasette medyada toplumsal hayatın diğer alanlarında cinleri tepeye çıkartan o kadar çok şey var ki, hangi birini sayayım. Epeydir yazı orucundayım ama iktidar medyasında ABD Başkanı Donald Trump için yapılan güzellemeler, cinleri tepeye çıkartmakla kalmadı; yazı orucunu da bozdurdu. Bu yazı böylece klavyeden çıktı.

***

Donald Trump 2020’de seçimi yitirdiğinde bizdeki iktidar medyasının leşkerleri, Tayyip iktidardan düşmüşçesine karalar bağlamışlardı. Şimdi de Trump ikinci kez başkanlık koltuğuna oturunca, Tayyip ömür boyu başkan seçilmişçesine etekleri zil çalıyor, öylesine coşku içindeler. Haberlerinde yorumlarında öyle inciler dökülüyor ki; Türk Sağının ve İslam’ın Amerika Aşkı başlıklı onca yazılar yazdım; Türk medyasının bombacı borsacı ve Amerikancı karakteri üzerine DÖRDÜNCÜ ORDU MEDYA adlı kitap bile yazdım; bu konuda şerbetliyim yani; yine de iktidar medyası leşkerlerinin Trump güzellemelerine şaşırmadan edemiyorum.

Trump ikinci kez seçildiğinde, adı lazım değil birisi, “Hor görülen Amerikalıların devrimi” başlığı altında aynen şöyle yazmıştı: “ABD'de gerçekleşen 5 Kasım 2024 devrimi ile AK Parti'nin 3 Kasım 2002'deki Sessiz Anadolu devrimi arasında büyük bir benzerlik var. Sayın Erdoğan liderliğindeki AK Parti'ye sel gibi akan Anadolu halkı,  Türkiye'deki 'Beyaz Türkleri', vesayetçi oligarşik bürokrasiyi, ülkenin kaynakları ve geleceği üzerine kâbus gibi çöken mutlu azınlığı nasıl hezimete uğrattıysa Trump liderliğinde bir araya gelen ötekileştirilmiş Amerikan halkı da elde ettiği zaferle Amerikalı mavi kanlıları, halka karşı konumlanan müesses nizamı, Amerikan derin devletini ve küreselci elitlerin inşa ettiği savaş ittifakını darmadağın etti.” (Sabah, 9 Kasım 2024)

İktidar medyasında “Trump devrimi” üzerine haber ve yorumlar bu kadarla kalmadı. Nice nice haber ve yorum yazıldı. Bir kalemşor, yazısının başlığında “Trump müesses nizamla savaşırsa dünya kazanır” diye ahkâm kesti, bir diğeri, ABD müesses nizamının ve derin devletinin Trump’ın elini kolunu bağlayacağından endişe ettiğini kayda geçirdi...

***

Trump’ın ikinci kez koltuğa oturmasının üzerinden iki hafta geçti. Ne mal olduğu önceki başkanlık döneminde zaten belliydi, bu kez daha çok belli. İki hafta gibi kısacık sürede ne haydutluğunu sakladı ne de tahammül edilmez iticiliğini. Meksika ve Kanada’yı ABD’nin eyaletleri olmaya çağırdı. Danimarka’dan Gröndland adasını istedi, vermezse işgal etmekle tehdit ediyor. İki okyanusu birleştiren Panama Kanalı’nı, Ukrayna’nın yeraltı zenginliklerini istedi. Filistin'e destek eylemlerine katılanların sınır dışı edilmesine ilişkin kararname imzaladı. Batı Şeria’daki Filistinlilerin Ürdün’e, Gazze’dekilerin Mısır’a gitmelerini öngören bir proje attı ortaya; İsrail’in Siyonist faşist lideri Netanyahu’nun bile akıl etmediği bir proje yani. Dahası, ABD’ye yerleşik modern köleleri ellerini kollarını zincirleyip uçaklara ve otobüslere doldurup kovuyor... Özetle devleti ve dünyayı kendi özel şirketi gibi gören zalim bir patron, kaba, kural tanımaz bir zorba, beyaz kökten dinci, lümpen, saldırgan, yalancı, merhametsiz, doğa düşmanı, ırkçı, cinsiyet ayrımcısı bir faşist. Ne insan haklarını umursuyor ne de hukuk devletini. Etrafına da kendisi ve en yakın kankası Elon Musk gibi dünyanın en zengini kaba zorba cinsiyetçi faşistleri toplamış.

Donald Trump’ın ne mal olduğu önceki başkanlık döneminde zaten belliydi, ikinci başkanlık döneminin ilk iki haftasında daha çok belli. Ama bunca zorbalığa karşın bizdeki iktidar medyasında “Devrimci Trump” övgüsünde azalma yok. Bunca haydutluğa karşın, şöyle cümleler kurulabiliyor: “Trump’ın ikonik çıkışları Amerikalıyı cezbediyor. (...) Bir devrimci gibi hareket eden Trump Amerikan gençliğini aile değerlerine ve dini kutsallara karşı derin bir düşmanlık beslemeye iten DEI ve transgender ideolojisine karşı savaş açmış durumda. (...) ABD'deki kültürel devrimlerin etkisi dünyayı da saracaktır. İnsan fıtratına aykırı bağnaz bir laik dinden başka bir şey olmayan 'ilerici' görüşlerle sarhoş olanlar için ayılma vakti yaklaşıyor.” (Sabah, 30 Ocak 2025)

***

Devrimci Trump’ın ikonik çıkışları, dünyayı sarsacak kültürel devrimi...

Muhafazakâr dindar milliyetçi mahalleye hitap eden medya mecralarında boca edilen bu cümleler karşısında aklımdan geçenleri yazmayayım. Kendisini muhafazakâr dindar milliyetçi diye adlandıran mahallede akıl, ahlak, vicdan, adalet, merhamet, eşitlik duygusu ne kadar muteber diye sormakla yetineyim?