28 Haziran 2025 Cumartesi

BAŞ DÜŞMAN İSRAİL, ALLAH’INI SEVEN DEFANSA GELSİN!

Hiçbir devlet yoktur ki, kendine uygun bulduğu resmi tarih tezi olmasın. Bu tarih tezinin merkezinde mutlaka gurur duyulması gereken şanlı geçmiş ve uyanık olmayı gerektiren beka (varlık/yokluk) meselesi bulunur.

Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi tarihine göre Türkler 16 devlet kurdular. (Güneş Dil tezi çok daha fazlasını söylüyor ama fazlası bu yazının konusu değil.)

Övünç ve gurur vesilesi olarak zihinlere nakşedilen bu tarih tezi beceriksizliğin itirafı aslında. Öyle ya, 16 devlet kurmuş ama hiçbiri uzun ömürlü ve kalıcı olmamış. En uzun ömürlüsü Osmanlı’nın ne kadar Türk devleti olduğu bile tartışmalı. Hanedan devleti Osmanlı’nın en çok zulme uğrattığı kıydığı halkların başında Türkler geliyor. Osmanlı, Türk halkını kıymakla kalmamış, “etrak’ı bi idrak” diye aşağılamış. Son iki yüzyılını “hasta adam” olarak geçiren Osmanlı devleti, nihayet tarihe karışmış.

Peki Türk devletleri niye uzun ömürlü olamamışlar? Resmi tarih tezine göre, dış düşmanların saldırılarından çok içerde birlik beraberlik bozulduğu için tarihe karıştılar.

Madem öyle, niye hiç ders alınmamış; birlik beraberliği korumaya niye hiç kafa yorulmamış? Resmi tarihte bu soruya akla uygun bir yanıt yok. Resmi tarih ve ideolojinin yanıtı en revaçta sözcüklerle, milli birlik beraberlik, devletin milletin bekası, iç cephe, ezan bayrak, Kur’an, mevzubahis olan vatan ise gerisi teferruat, dış güçler vs.’den ibaret.

***

Bu sözcüklerle terennüm edilen söylem ilk olarak 1971 yılında girdiğim Kuleli Askeri Lisesi’nde kulaklarıma çalındı. Ergenlik çağımızdı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin dört yıldızlı generalleri, “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” gerekçesiyle darbe yapmışlardı. Gazetelerde ve tek kanal TRT’de yayımlanan bildirilerde, memleketin komünist işgal tehlikesiyle karşı karşıya olduğu söyleniyor; “milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde” diye korku salınıyordu. Okul komutanı Albay Doğan Günçan, “Bizim Amerikamız var” diyerek komünist işgal korkusunu hafifletmeye çalışıyordu. Sık sık Kuleli’yi teftişe gelen Birinci Ordu ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün, konferans için çağrılan eski askerler aynı klişeyi tekrarlıyorlardı. “Milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz günlerdeyiz!”.

Bu klişeyi ilk duyduğumda çocuk aklımla çok heyecanlanmıştım. “İcabında vatan millet ve vazife uğrunda seve seve can vermeye” hazırlanıyorduk. “İstiklal Harbi günlerindekinden daha mı kötü durumdayız ki, milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyuyoruz?” diye sormayı henüz akıl edemiyorduk. Yaş ilerledi, Harbiye’nin ilk yılında Anatole France’ın “Vatan uğruna ölündüğü sanılır, sanayiciler uğruna ölünür” tümcesi, milli ezbere bıçak gibi saplandı, hamasetten arınmanın başlangıcı oldu. Çocuksu hamasi heyecanın yerini sol bilinç aldı. 

Sözü uzatmayayım. O günlerdeki “milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan günler” söylemi aslında dünya ve ülke çapında esen sosyalizm rüzgârlarına karşı devletin sahibi sermayedar sınıfın şemsiye ve kalkan ihtiyacını ifade ediyordu. Ülkücü milliyetçi hareket, bu gereksinmenin gladyo/kontrgerilla operasyonunda paramiliter örgütlenmeydi. Temel amaç, ülkenin sola komünizme kaptırılmamasıydı. Bu uğurda nice cinayetler ve katliamlar işledi ülkücü milliyetçi hareket. “Milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan günler” palavrası sıkan generaller ise, emekli olduktan hemen sonra soluğu banka ve holding yönetim kurullarında alıp hakk-ı huzur’a talim ettiler!

***

Aradan yarım asır geçti. Siyasi iktidar seküler “laik” beyaz sermayeden mütedeyyin İslamcı yeşil sermayeye el değiştirdi ama resmi ideoloji ve tarih tezi değişmedi. Hâlâ milli birlik beraberlik, devletin bekası, ezan, bayrak, vatan, Kur’an, dış güçler nutukları atılıyor.

2015 genel seçimleri sırasında Kürt halkının özgürlük talebi, iktidar partisi AKP ve müstakbel ortağı MHP tarafından “beka” meselesi olarak propaganda edilmişti. 

2019 belediye seçimleri sırasında Devlet Bahçeli sürekli “31 Mart seçimleri uçurumdan önceki son çıkıştır. Yalnızca belediye başkanı seçmeyeceğiz. Ya bela diyeceğiz ya beka diyeceğiz” diye kampanya yürütmüştü. 

Recep Tayyip Erdoğan da “31 Mart salt mahalli idare seçimi değildir. Bu seçimler, ülkemiz açısından beka meselesine dönüşmüştür” diyordu. Hatta İstanbul giderse Mekke Medine ve Kudüs bile gidebilirdi!..

***

İstanbul, Mekke Medine Kudüs oldukları yerde duruyorlar ama büyüklere masallar, yani beka hamaseti bitmedi. Bu kez İsrail dolayımıyla “iç cephe” masalı anlatılıyor.

Baş düşman İsrail, iç cepheyi güçlendirelim” masalı henüz çok taze. AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı sıfatıyla TBMM’yi açarken ciddi ciddi, “İsrail yönetiminin Filistin ve Lübnan’dan sonra gözünü dikeceği yer bizim vatan topraklarımız olacaktır” demesiyle başladı bu masal. (1 Ekim 2024)

Erdoğan böyle buyurmuştu ama meğer İsrail’in Filistin ve Lübnan’dan sonraki hedefi Türkiye değil İran imiş. Erdoğan’ın “İsrail’in bir sonraki hedefi biziz” dediği tarihlerde, İsrail İran’a saldırmak için son hazırlıklarını yapıyormuş.

Yine de iç siyasete yönelik “Baş düşman İsrail, Allah’ını seven defansa gelsin!” masalının kitle manipülasyonu bağlamında isabetsiz olduğu söylenemez. İsrail’in ABD ile birlikte İran'a saldırmasından sonra bu kez “İran’dan sonraki hedef Türkiye” masalı dolaşıma sokuldu. Çok da inananı var. Sadece Erdoğan sevdalısı ümmetçi seçmen kitlesi değil, milliyetçi, liberal, sosyal demokrat, Atatürkçü, Kemalist, ulusalcı devasa bir kitle ve kanaat önderleri. Öyle ki, PKK lideri Abdullah Öcalan bile “ABD İsrail’i Ortadoğu’da hegemon güç yapmak istiyor. Beş aşamalı bir stratejinin üç aşaması bitti, İran ve Türkiye aşaması kaldı” diyerek koroya katılmış. Abdullah Öcalan bile koroya katılmış ama kendisini merkeze yerleştirme sevdasından kendini alamamış. Öcalan’a göre İsrail Kürtleri yanına çekmek istiyor, Kürtleri yanına çekebilmek için de Öcalan’ı ortadan kaldırması gerekiyor. Bu planı ancak kendisi engelleyebilir!

Özetle, İsrail’in nihai hedefinin Türkiye olduğu masalına bir avuç sosyalist dışında inanmayan yok gibi. Böylesine bir milli mutabakata ömrümde rastlamadım.  

***

Peki İsrail’in Türkiye’yi hedefe koymasının akla uygun bir nedeni var mı? Türkiye sıradan bir ülkeymiş gibi neden topluma ‘İsrail korkusu’ enjekte ediliyor? 

Her şeyden önce İsrail de Türkiye de ABD’nin bölgedeki en sadık müttefikleri, taşeronları. Kürecik ve İncirlik üsleri, ABD’ye olduğu kadar İsrail’e de hizmet ediyor.

İsrail Gazze’de soykırım yaparken bile Türkiye ile ticaretinde kesinti olmadı; ihtiyaç duyduğu petrolü, çimentoyu, çelik vs.yi Türkiye üzerinden sağladı. Nihayet utanma belasına ikili ticaret daraltıldığı halde İsrail’in dış ticaret ortakları listesinde Türkiye hâlâ 5’inci sırada.

Suriye’de İslamcı terörist Şara’yı birlikte iktidara taşıdılar.

Dahası, Türkiye’nin siber güvenliği bile İsrail’e emanet edilmiş. Genelkurmay’dan Türksat’a devletin tüm stratejik kurumları dijital güvenliklerini sağlamak için İsrail ordusuna hizmet veren Tel Aviv merkezli şirketin ürünlerini kullanıyor. (Karar manşet, 10 Ekim 2024)

Yazı uzamasın. İkili ilişkilerin derinliğine ve tarihine aykırı şekilde İsrail’in gözünü Türkiye’ye diktiğine ilişkin sözler, fantastik bir masal olmanın ötesinde bir değer taşımıyor. Ama ne acı ki, çok dinleyeni ve inananı var. Nazım Hikmet, “Akrep gibisin kardeşim” şiirini durduk yerde yazmadı.

Baş düşman İsrail, Allah’ını seven defansa gelsin!” masalının asıl amacının, emek, barış ve demokrasi güçlerini kendilerine yabancılaştırmak ve sermayedar sınıfın mevzilerine doldurmak olduğu anlaşıldığında, “Akrep gibisin kardeşim” şiiri edebiyat tarihinin tozlu raflarında unutulmaya terk edilebilir.


2 Haziran 2025 Pazartesi

İMRALI SÜRECİ NEREYE EVRİLİR?


Yüz yıldır kanayan Kürt sorununda yarım yüzyıldır süren “düşük yoğunluklu” savaşta 10’uncu kez çözüm sürecinden söz ediliyor. 

Önceki süreçleri anımsatmak gerekirse: Ateşkes, Dağdan İndirme, Eve Dönüş, Topluma Kazandırma, Açılım, Oslo, Dolmabahçe Mutabakatı, Barış ve Çözüm Süreci... Her defasında kanlı provokasyonlarla kesintiye uğrayan süreçler zinciri... 

Ekim 2024’te başlayan bu defakinin adı hâlâ resmen konmuş değil. Türk tarafına, daha doğrusu Cumhur İttifakı’na göre “Terörsüz Türkiye” süreci;

Kürt tarafının, daha doğrusu PKK lideri Abdullah Öcalan’ın adlandırmasıyla, “Barış ve demokratik toplum” süreci. 

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Ekim 2024’te DEM Parti ile tokalaşması ve Abdullah Öcalan’ı TBMM’de konuşmaya çağırmasıyla başladığı söylense de, anlaşılıyor ki, süreç (perde arkası görüşmelerle) çok daha önce başlamış; resmi başlama vuruşunu yapma görevi Devlet Bahçeli’ye verilmiş.

***

SÜRECİN BEŞ AŞAMASI

Cumhur İttifakı’na göre “Terörsüz Türkiye” süreci beş aşamalı; ilk üç aşama geride kaldı. Yani, 1) Devlet Bahçeli ve Tayyip Erdoğan’ın Ekim 2024’teki çağrıları, 2) Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat 2025’te PKK’ye fesih çağrısı, 3) PKK’nin Mayıs ayındaki kongrede kendisini feshettiğine ilişkin açıklaması ile süreçte hayli ilerleme kaydedildi. Dördüncü aşama, “demokratikleşme ve yasal düzenleme evresi”, PKK silahları bıraktığında hayata geçecek. Bu evrede TBMM gerekli düzenlemeleri yapacak. Beşinci evrede “toplumsal kucaklaşma ve bütünleşme” sağlanacak...

Şu an süreç hangi evrededir, belirsiz. PKK, kendisini feshetmeyi, silahlı mücadeleyi bitirme kararı aldığını duyurdu; “Barış ve demokratik toplum” sürecinin ilerlemesi için “Önder APO’nun süreci yürütüp yönlendirmesi, demokratik siyaset hakkının tanınması ve sağlam bütünlüklü bir hukuki güvence” şartlarını koştu; bu koşulların sağlanması için TBMM’ye çağrıda bulundu.

İmralı Heyeti üyesi ve DEM Parti Van Milletvekili Pervin Buldan “Sürecin birkaç ay içinde tamamlanması, Haziran sonuna kadar tamamıyla başarıya ulaşması bekleniyor.” diye açıkladı. Buna karşılık görünen o ki, taraflar arasındaki görüşmelerde sürecin bundan sonrası için anlaşma sağlanamamış.

***

SÜRECİN ÜÇÜNCÜ EVRESİNDE PATİNAJ

Önceki deneyimlerden anımsanacağı üzere, bu gibi süreçlerde yasal düzenleme söz konusu olduğunda ilk olarak, örgüt yöneticileri ve üyeleri için öngörülen hukuki statü akla gelir. Dolayısıyla TBMM’nin silah bırakacak PKK kadrolarını ve cezaevlerindeki PKK mahkumlarını da kapsayacak bir infaz affı çıkarması bekleniyordu. Ancak, infaz affı ertelendi, sonbahara kaldığı söyleniyor. AKP’nin erteleme gerekçesi “etki analizi eksikliği” ve riskler barındırdığı. “Etki analizi eksikliği” ifadesi, ipe un sermenin ayak sürümenin politik ifadesinden başka bir anlam taşımıyor. Aylardır (belki de perde arkasında yıllardır) görüşülen süreçte en kolay adımın bile etki analizi yapılmamış...

DEM Parti Grup Başkanvekili Sezai Temelli, infaz affının ertelenmesine tepkisini, “Meşhur bir söz vardır, ‘Dağ fare doğurdu!’ Bu sefer dağ fare bile doğuramadı.” sözleriyle dile getirdi.

PKK liderleri Duran Kalkan ve Bese Hozat da, sürecin tek taraflı adımlarla değil karşılıklı adımlarla ilerleyebileceğini, fesih kongresi kararlarının ancak Abdullah Öcalan’ın fiziki özgürlüğüyle uygulanabileceğini belirttiler; “Önder Apo'nun özgürlüğü olmadan bundan sonra hiçbir pratik adım olmaz. Önder Apo dışında hiç kimse onların elinden silahı alamaz” diye vurguladılar.

***

TBMM ÇÖZÜM ÜRETEBİLİR Mİ?

En kolay adımında bile tökezleyen süreç bundan sonra nasıl ilerler veya ilerler mi?

Varsayalım ki, sonbaharda infaz affı yasalaştı, Abdullah Öcalan İmralı’da ofis açtı. Buna karşın süreç ilerler mi? PKK’nin kendini fesih kararı nasıl uygulanır? PKK’nin fesih için şart koştuğu “demokratik siyaset hakkı ve sağlam bütünlüklü hukuki güvence” koşulu nasıl gerçekleşir?

 Yine varsayalım ki her şey yolunda gitti ve sıra sürecin dördüncü evresine geldi; (Cumhur İttifakı’nın ifadesiyle) “demokratikleşme ve yasal düzenleme evresi” yani. Bu evrede anayasa değişikliği gündeme gelecek. Kaldı ki, AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan daha bugünden anayasa değişikliği için kolları sıvadı.

Ayrıntıya girmeden söylemek gerekirse, sürecin anayasa değişikliği aşamasına ilerleyeceği bile kuşkulu ama o aşamaya gelinebilirse, pazarlık, Cumhurbaşkanı seçimini düzenleyen maddede değişiklik ile Kürtler için statü maddelerinde düğümlenecek.

TBMM’de Cumhur İttifakı ve DEM Parti milletvekili sayılarının toplamı, referanduma gitmek koşuluyla, anayasayı değiştirmeye yetiyor. Referandumsuz anayasa değişikliği için en az 400 milletvekilinin oyu gerekiyor ki, bugünkü konjonktürde mümkün görünmüyor. Anayasanın diğer maddelerinde, CHP’nin desteğiyle 400 barajı geçilse bile, Erdoğan’ın yeniden CB adaylığının önünü açacak, Kürtler için statü sağlayacak maddelerin referandumsuz kabulü çok ama çok zor. Cumhur İttifakı’nın bu maddeleri referanduma götürmeyeceğini bilmek için uzman siyasi analist olmak gerekmiyor.

***

ERDOĞAN MASAYI NE ZAMAN DEVİRİR?

Süreci sadeleştirmek gerekirse. En zorlu evrede bir yanda Erdoğan’ın önündeki anayasal engelin kaldırılması, diğer yanda PKK’nin kendisini feshetmesi karşılığında Abdullah Öcalan’ın koşullarının iyileştirilmesi, Türkiye’deki Kürtler için statü ve Suriye’de Rojava’daki fiili durumun kabul edilmesi...

ABD’nin zorlamasıyla olsa da Rojava’daki fiili durumun kabul edilmesinde sıkıntı görünmüyor. Süreç başlayana değin Erdoğan’ın söyleminde PYD Pi Vay Di, YPG ise Way Pi Ci idi. Süreç başladıktan bu yana bu ifadelerin yerini Suriye Demokratik Güçleri SDG aldı, Rojava için “teröristan” ifadesi dolaşımdan kalktı. Devlet Bahçeli ise açık açık, PKK’nin feshini, “PKK’dan PYD/YPG’ye muhtemel geçiş ve intikallerin denetim ve kontrolünün eşzamanlı ve eşgüdüm halinde temin edilmesi” olarak tanımladı.

Esasen 12 yıl önceki sürecin esas hedeflerinden biri silah bırakma adı altında Türkiye’deki PKK güçlerinin Irak ve Suriye’ye çekilmesi; asıl amaç ise Türkiye’de çatışmasız bir ortamda anayasa değiştirilerek başkanlık sistemine geçmek idi. Ne zaman ki Erdoğan Öcalan ile pazarlığın kendisine seçim kaybettireceğini gördü, masayı devirip Dolmabahçe Mutabakatı’nı rafa kaldırdı. Erdoğan Haziran 2015 seçimini kaybetti. Daha seçim sonuçları açıklanmadan Devlet Bahçeli yeniden seçim çağrısında bulundu. Erdoğan hükümet kurdurmayarak seçimi tekrarlattı; çok kanlı bir ortamda Kasım 2015 seçimlerini kazandı. Başkanlık sistemine de hileli bir referandum ile geçildi...

Vurgulamalı ki, Tayyip Erdoğan Kürt sorunundaki duruşu ve takvimiyle kendisini uğursuz şekilde tekrarlaya geldi. Erdoğan’ın Kürt sorununu demokratik çözüme kavuşturmak gibi ulvi bir amacı yok; böyle bir amacı olsa, Kürtlerin özgürlük eşitlik haklarını ve kültürel taleplerini, şahsi iktidarını sürdürme uğruna Abdullah Öcalan ile pazarlık konusu yapma ayıbına tenezzül etmeden parlamentoda çözer. TRT'de Kürtçe kanal açmak gibi örneğin.

Erdoğan’ın amacı Kürt meselesini çözmek değil, duvara toslayan iktidarına çıkış yolu bulmak için TBMM’de DEM Parti’nin desteğini alabilmek. Pazarlığın çıkmaza girdiği anda, bir kez daha masayı devireceğini öngörmek kâhinlik gerektirmiyor.

Masayı devirdikten sonra tutturacağı  söylemi tahmin etmek de zor değil: “Analar ağlamasın dedik. Kendilerine o kadar el uzattık ama uzattığımız eli tutmadılar. PKK adıyla yürütülen faaliyeti sonlandırıyoruz diyerek hile yoluna saptılar. Devletimize soykırım iftirası attılar, tapu senedimiz Lozan Antlaşması’na dil uzattılar. Bu çirkinliklere daha fazla tahammül edemezdik...”

***

Geçmiş süreçte Kürt siyasetçi Ahmet Türk, “Sosyalist dostlarımız ‘Kürtler bizi satıyor’ demesin. Biz çok acılar çektik, bizi anlayın. Bu fırsatı kaçıramayız.” diyordu; bugün infaz affı ertelemesinin hayal kırıklığı içinde. Anımsatmalı ki, ülkeyi demokrasiyle değil ekonomik politik soykırımla yöneten ırkçı ümmetçi iktidar ortaklarından Kürt sorununa demokratik çözüm beklemek, olmayacak duaya amin demekten farksızdır.

Ölü gözünden yaş,

İmamevinden aş,

Eğri cetvelden doğru çizgi,

Cumhur İttifakı’ndan da demokrasi çıkmaz.

“Modası geçmiş sol slogan” diye karşılanacak olsa da,

Bu düğüm ancak Türk ve Kürt emekçilerinin birleşik devrimci mücadelesiyle çözülür!

NOT:Aşağıdaki adreslerde kayıtlı yazılarla birlikte okunması dileğiyle
https://rahmi-yildirim.blogspot.com/2024/10/abdullah-ocalanin-tbmmye-davet-edilmesi.html

https://rahmi-yildirim.blogspot.com/2025/05/trajedi-hep-bize-mi-karl-marksn-unlu.html