25 Nisan 2019 Perşembe

ELİTİST FAŞİZMDEN LÜMPEN FAŞİZME


ELİTİST FAŞİZMDEN LÜMPEN FAŞİZME
Bir 23 Nisan Çocuk Bayramı daha geride kaldı.
Çocukların sevinci, neşesi okul bahçeleri ve şehir stadyumlarında kalmayıp, ekranlardan evlerimize taştı. Renk cümbüşü içinde çiçek çiçek, cıvıl cıvıl çocukların coşkusunu hissetmek ferahlatıcıydı. Çocuksu sevinci bastıran büyüksü kabalık ve faşizan hamaset ise iç karartıcıydı.
Bizim çocukluğumuz ve gençliğimiz Soğuk Savaş döneminde harcandı. Soğuk Savaş bayramlarının da en önemli ritüeliydi bayrak geçişleri. Ses yükselteçlerinden tok sesle haykırılan dizelerle bayrağa saygı(!) gösterilir, çocuk kalplere bayrak sevgisi(!) aşılanırdı:
Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım
Seni selamlamadan uçan kuşun 
Yuvasını bozacağım
Çocukluğumuzun üzerinden on yıllar geçti. Soğuk Savaş bitti ama faşizan hamaset bitmedi. Çocukların her sabah körpe varlıklarını armağan etmeleri yeterli değilmiş gibi hâlâ insana, doğaya, börtü böceğe, uçan kuşa düşmanlık yüklü dizelerle, çocuk kalplere sözüm ona bayrak sevgisi aşılanıyor. Çocukların bayramı, evrimleşmemiş içgüdülere kurban ediliyor. Hâlâ mezar kazdırılıyor, yuva bozduruluyor, kanlı sermaye birikiminin üzerine şehitlik örtüsü seriliyor. Bu akıl tutulması bir de “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır” diye kutsanıyor.
Bayrak sevgisinin şairane ifadesi sanan yanılır. Hiçbir şair böyle apaçık hastalıklı ruh halini yansıtan dizelere imza atmaz. Aklı başında, sevgisi yüreğinde şair, en fazla sevdiğini kıskanması gibi bayrağını ve vatanını kıskandığını, sakınmak istediğini belli eder; kan dökmekten, mezar kazmaktan, yuva bozmaktan söz etmez.
Akıl ve ruh sağlığı yerinde bir toplum da böyle mezar kazma, yuva bozma, kan dökme tekerlemeleriyle körpe dimağlara bayrak ve ülke sevgisi aşıladığı yanılgısına düşmez. Sağlıklı toplum, bayrağı bayrak yapmak için kan değil, alın teri dökmenin daha akıl kârı olduğunu bilir…
* * *

Bu hamaset atmosferi, verili düzenin egemenleri, askerî ve siyasî elitleri, akademisyenleri, gazetecileri ve edebiyatçıları tarafından elbirliğiyle pompalanıyor. Ve elbette hamaset ikliminin sürdürülmesinin ekonomik, politik, ideolojik nedenleri var. “Varsıllara han hamam servet / yoksullara din iman milliyet” derken, farklı kimlik, inanç ve düşüncedeki insanların üzerine saldırtılan çocuklar, gençler hep bu hamaset/habaset ikliminde yetişiyorlar. Dün, “devlete yardımcı olan vatanseverler” diye sırtları sıvazlanıyordu; bugün, işledikleri cinayetler, ellerine tutuşturulmuş Türk bayrağıyla fotoğrafları çekilerek meşrulaştırılıyor. Başbakan ise “Vatandaşlarıma sabır tavsiye ederim. Fakat bu sabır nereye kadar olacak?” diye göz kırpıyor…
Başbakan’ın sözleri dil sürçmesi değil, bilinçaltının dışa vurumu. Başbakan çok sık olarak bilinçaltını dışavuruyor. Zaten boş bulunup söylenen sözler çoğu kez fikrin zikridir; düşünülüp söylenemeyecek, söylendiğinde zor durumda bırakacak yalın ruh halinin ağızdan kaçırılmasıdır.
Başbakan Erdoğan, Çocuk Bayramı dolayısıyla koltuğunu ilköğretim 4’üncü sınıf öğrencisi Elgin Koçubaba’ya bırakırken bir kez daha yalın ruh halini dışavurdu.
Elgin’in çocuk başbakan olarak söze başlamakta tereddüt etmesi üzerine Başbakan Erdoğan’ın verdiği yanıt, bayrak şiirinden geri kalmadı: “Artık yetki sende. İster asar, ister kesersin.”
Öyle bir söz ki, Başbakan’ın her sözünde keramet keşfetmeyi başaran besleme medyası bile utançtan sayfalarını, ekranlarını kararttı, Başbakan’ın sözlerini görmezlikten geldi.
Neyse ki çocuk başbakan, akıllı ve kibardı; Başbakan Erdoğan’a “Siz başbakan olarak hep asıp kesiyor musunuz?” diye bir soru sormadı.
Çocuk başbakan gerçekten akıllıydı, olgundu. Bir gazetecinin “Başkanlık sistemi hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuna değme siyasetçiden daha olgun bir karşılık verdi: “Bu konuda Sayın Başbakan’a katılmıyorum. Atatürk ülkemiz için en iyi yönetim şeklini cumhuriyet olarak öngörmüştür. Ben de cumhuriyetin ülkemize çok yakıştığını düşünüyor ve kalmasını istiyorum.
Besleme medya, çocuk başbakan Elgin’in bu yanıtını “Minik Başbakan’dan başkanlık gafı!” olarak duyurdu; Başbakan Erdoğan’ın Elgin’i ikna ettiği palavrasını da eklemeyi ihmal etmedi.
‘Müstakbel başkan’ın medyasından başka türlüsü beklenemezdi.
* * *

 Her ülkede olduğu gibi ülkemizde de bu gibi törenler, çocuklara sözüm ona demokrasi bilinci aşılamayı, bir gün devralacakları koltuklara şimdiden hazırlamayı amaçlıyor.
Ne ki, pek gün yüzü görmeyen ülkemizde verilen bilinç, dünden bugüne değişmedi. Mezar kazdıran, yuva bozduran şiir çocuklara ne kadar bayrak bilinci ve sevgisi kazandırıyorsa, Erdoğan’ın “asarsın kesersin” sözleri de o kadar demokrasi bilinci kazandıracak demektir.
Asmak kesmek, eskiden krallara, padişahlara mahsustu, günümüzde faşist diktatörlere.
Hikmetinden sual olunmayan krallar, padişahlar nasıl ki, belirli tarihsel toplumsal koşullardan güç aldılarsa; günümüzün diktatörleri de güçlerini kendilerini destekleyen egemen sınıfa ve ‘küresel köy’ün ağalarına borçlular. Küresel ağalık düzeni, kendisini köyün sakinlerine onaylatmanın yollarını biliyor; sadaka düzenini, sadaka demokrasisiyle meşrulaştırıyor.
Şimdi Erdoğan’ın “asarsın, kesersin” sözleriyle zikrettiği fikir, sınıf diktatörlüğünü meşrulaştıran sadaka demokrasisinde başkanlık (siz ‘kişisel diktatörlük’ diye okuyun) sistemine geçişin hedeflendiğini gösteriyor.
12 Eylül darbecilerinin kalıtı diktatörlük anayasası bu amaçla demokratikleştiriliyor!
Elitist faşizmden lümpen faşizme götürecek taşlar bu amaçla diziliyor.
* * *

Anayasa değişirken, önde gelen politik ve entelektüel aktörler farklı görüşler seslendiriyorlar.
Besleme liberaller demokratik bir değişiklik olacağına yemin ediyorlar.
Başkanlığa hazırlanan Başbakan’ın rahatça hükmedebilmek için ele geçirmeyi tasarladığı yargı kurumunun temsilcilerinden YARSAV Başkanı Emine Ülker Tarhan ise cumhuriyetin 100’üncü yılını kutlamak istediğini söylüyor. Tarhan bir de diyor ki: “Demokrasiye gidiyor gibi gösterilen gemiye bir hevesle binen bazı aydınlar denizin ortasında kaçak yolcu muamelesi görebilir ve gemiden atılabilirler, kanımca bunun farkında değiller.” (Hürriyet, 18 Nisan 2010).
Umulur ki, Emine Ülker Tarhan, temsilcisi olduğu yargı kurumunun farklı görüş ve inanç sahiplerine, demokratlarına ne acılar çektirdiğini bilerek böyle bir uyarıda bulunmaktadır.
Öyle ya da böyle, “kaçak yolcu” benzetmesi retorik parıltı taşısa da yanılgıdan başka bir şey değildir. Ülker Tarhan bilmelidir ki, Türkiye’nin siyaset ormanında “kırmızı şapkalı demokrat” rolü oynayan liberal aydın yoktur. Kamu mülkiyetindeki ekranlarda program ulufesiyle, yandaş sermayenin mülkiyetindeki medyada köşe bahşişiyle ödüllendirilen besleme liberaller, siyaset gemisinin hangi limana demirleyeceğinin elbette farkındadırlar.
Ahmet Altan ikide bir, AKP’nin gerici yüzünü değil, ilerici yüzünü desteklediğini yazarak konumunu meşrulaştırma çabasındadır.
Daha dün, liberal diye tanınan bir akademisyen de, siyaset gemisinin kaptan köşkünü ve hizmet birimlerini dolduran kalabalığı şöyle tanımlamıştı: “AKP’nin teşkilat yapısının da, tabanının da demokrat olduğu söylenemez. AKP’nin çekirdek tabanının temel problemi, 28 Şubat’ta gördükleri baskıdan kurtulmaktır. Bu taban, demokratikleşmeyi, kendisini baskıdan kurtardığı ölçüde ister. Bu tabanın önemli bir kısmı, kendisi baskı altında değilse, iktidarın baskıcı olmasına pek karşı çıkmaz. Otoriter yönetime ‘hayır’ diyen bir taban değil bu. (…) Bu gelenekte eleştirmek ve muhalefet etmek yerine itaat var.” (Neşe Düzel’e konuşan Prof. Dr. Mustafa Erdoğan, Taraf, 1 Şubat 2010).
Demek ki, ne olup bittiğinin farkındalar. Ama itiraz etmiyorlar. Çünkü besleniyorlar. Kaçak yolcu muamelesi gündeme geldiğinde asli yolcu kimliğine geçeceklerine ve menzile varıldığında cülus akçesiyle ödüllendirileceklerine de kuşku yoktur.
Her şeye karşın Ülker Tarhan’ın “kaçak yolcu” metaforunu haklı çıkartacak entelektüeller de vardır. İstanbul Milletvekili Ufuk Uras herhalde böyle bir yolcudur.
Ufuk Uras, ülkeyi lümpen faşizmin başkanlık limanına taşıyacak paket için “Paketin 330’un altında kalması, Ergenekon’un zaferi olur.” diye fetva vermiş (Zaman, 24 Nisan 2010).
Belirtmeli ki, anayasa değişikliğinin Türkiye’yi nasıl bir limana götüreceği konusunda farklı düşünen ve endişe eden herkesi ‘Ergenekon’ diye kodlanan faşist güruhla aynı kategoriye sokmak, entelektüel dürüstlükle bağdaşmaz, sosyalist kimlikle hiç bağdaşmaz! Ufuk Uras böyle demagojik sınıflamalar yapacağına, neden bir Kamer Genç kadar muhalefet yapamadığını, neden kendisini TBMM’ye gönderen sosyalistlerin sesi olamadığını açıklamalıdır…
Yine belirtmeli ki, böyle bir usavurmada Ufuk Uras yalnız değildir. Kimi liberal ve dinci beslemeler de demokrat vicdanlara, “PKK de değişikliğe karşı çıkıyor” tuzağı kurdular. Ne ki, Abdullah Öcalan, son haftalık olağan görüşmesinde değişikliğe yeşil ışık yaktı. Yine de demokrat vicdan, “Kurdukları tuzağa düştüler” diye akıl yürütmemelidir.
* * *

Anayasa değişse de değişmese de,
Elitist faşizmden lümpen faşizme geçilse de geçilmese de,
Bayrak sevgisi uğruna hâlâ mezar kazılacaksa,
Selamlamadan uçan kuşun yuvası bozulacaksa,
Bayrağı bayrak, toprağı vatan yapmak için alın teri yerine kan dökmeye öncelik verilecekse,
Anayasa değişse ne olur değişmese ne olur!
Burjuva diktatörlüğünün elitist ya da lümpen olanı arasında seçim yapmak yerine,
Emek demokrasisini kurmanın koşullarını düşünmenin zamanı değil mi?
Rahmi Yıldırım
26 Nisan 2010
NOT: Fark edileceği üzere 26 Nisan 2010 tarihlidir.
Daha önce aşağıdaki adreslerde yayımlanmıştı.
http://www.bizhaberiz.net/index.php?Did=2661
http://www.suvaridergi.org/content/view/1537/1/
http://www.habercek.com/
http://www.mersinyasam.com/category/41.html

2 yorum:

  1. Zaman nasıl da çabuk geçmiş ve herşey daha da kötüye gitmiş.Yazının her satırına katılmama izin ver,can kardeşim.

    YanıtlaSil