24 Ağustos 2016 Çarşamba

DEVLET YÖNETİMİ ERDOĞAN’A BIRAKILAMAZ!

Ülkemiz yakın tarihin en sıkıntılı dönemini yaşıyor. Bir nebze nefeslenme olanağı veren 7 Haziran 2015 seçimlerinden bu yana bombalı katliamlarla, sokağa çıkma yasaklı operasyonlarla ülkenin dört bir yanı yangın yeri. Nihayet İslamcı faşist iktidar ortakları arasında boğazlaşmaya dönüşen darbe süreci, daha açık deyişle F tipi darbenin T tipi darbeye dönüşmesi, sözcüğün gerçek anlamıyla ülkemizin kimyasını değiştirdi. Darbe süreci ülkemizin kimyasını değiştirmekle kalmadı, toplumsal belleği, siyasal eleştiri ve sorgu refleksini de sıfırladı. Toplumsal barış, akıl, ahlak ve utanma duygusu ise dinci iktidar döneminde zaten sıfırlanmıştı.
Darbe süreci toplumsal siyasal belleği sıfırladı. Örneğin, darbe girişimi öncesinde hep tartışma gündeminde olan rüşvet ve yolsuzluk olayları, zekât hırsızlıkları, evde yığılan dolar tepeciği, rüşvet ve hırsızlıkların Meclis’te sayısal ve siyasal çoğunluk oylarıyla, yargıda savcı marifetiyle örtbas edilmesi artık hatırlanmıyor. Siyasal güç dengesi emek barış ve demokrasi güçleri lehine değişmedikçe bir daha da hatırlanmaz. Keşke unutulmasaydı bu ahlaki yozlaşma ve yoksullaşma.
Toplumsal siyasal bellekte unutulsa da, - nasıl bir zekâ eseridir, belki de bilinçaltı suçluluk duygusunun dışavurumudur- Başbakan Binali Yıldırım ikide bir, FETÖ ile mücadelede milat olarak 17/25 Aralık 2013 tarihini esas alacaklarını söylüyor. Sanki FETÖ, darbeye kalkışacak güce o tarihten sonra ulaşmış gibi.
Zaten darbe süreci esas olarak Başbakan’ın hatırlatmadan edemediği tarihte hırsızlık ve yolsuzlukların kurcalanmasıyla başladı. Yolsuzluklar kurcalanmadan önce İslamcı iktidar ortakları arasında hasret ve muhabbet nutukları atılıyor, bazen de “Ne istediniz de vermedik” diye sitemler ediliyordu. 15 Temmuz boğazlaşmasıyla birlikte hasret ve muhabbet nutukları unutuldu gitti.
Unutulan, anımsanmayan çok şey var. Hangi birini saymalı? Örneğin, Ergenekon, Balyoz, casusluk filan gibi isimlerle Türk Silahlı Kuvvetleri’ne kurulan tuzaklar, bir başbakan yardımcısının “Milli orduya kumpas kurmuşlar” itirafıyla ancak hatırlanabilmişti. İslamcı suç ortakları, ülkenin kanlı geçmişiyle yüzleşme fırsatı olması gereken o davaları elbirliğiyle hukuk cellatlarına teslim ettiler. 15 Temmuz sonrasında bu kumpaslar ve “Ben Ergenekon’un savcısıyım” diye itiraf edilen suç ortaklığı da unutuldu. Daha tuhafı, bir ikisi dışında, bu kumpas ve tuzaklarla hayatı karartılanlar da pek hatırlatma gereği duymuyorlar. Nasıl bir ittifak içine girdilerse artık...
İstanbul Kabataş İskele Meydanı’nda acayip kılıklı yetmiş seksen kişilik bir topluluğun başörtülü bacıyı taciz ettikleri, üzerine işedikleri, bebeğini yere attıkları yalanı da unutuldu. İyi ki unutuldu bu yalan. İyi ki halkımız bu yalanı, meydanlarda kürsülerde döne döne yinelenen bu ahlaksız provokasyonu ciddiye almadı, yoksa ülkemizin tarihine hiç silemeyeceğimiz bir utanç kazınırdı.
Camiye bomba koyacaklardı, camide içki içtiler yalanları, babanın kızını şehvetle öpebileceğine dair Diyanet fetvaları, çocuk pornocusu ilahiyatçılar da unutuldu.
Şam’da zafer namazı rüyası, Ortadoğu’da bizden habersiz yaprak kımıldamaz” palavrası, savaş bahanesi için Suriye’den Türkiye’ye füze atma projesi de unutuldu gitti.
Suriye çöllerinden kopup Ege’nin mavi sularında boğulan insanlık, Kürt illerinde kokmasın diye bebeğinin cesedini buzdolabında saklayan annelerin dramı da unutulanlar arasında. Ancak Başbakan Yardımcısı’nın “Başımıza gelenler Suriye politikasının sonucu” demeciyle veya iğrenç tecavüz haberleriyle hatırlanabiliyor.
İŞİD ve diğer cihatçı çetelerin Türkiye’deki din kardeşi iktidar tarafından “Bölgedeki hoşnutsuzluğa tepki” söylemiyle meşrulaştırılması, el altından silahlandırılması, şartlar değişince şeytanlaştırılması da unutulanlar arasında. Sahi, IŞİD’in ülkemiz topraklarında patlattığı bombaları, kasabalarımıza köylerimize fırlattığı füzeleri kim vermiş olabilir?
Unutulan, artık üzerinde durulmayan ne çok toplumsal yara var. Katliama dönüşen kadın cinayetleri, “fıtratın icabı” denilerek olağanlaştırılan iş cinayetleri, çevre ve doğa katliamı, sesi soluğu kesilmiş üniversiteler, her geçen yıl daha da gericileşen eğitim sistemi, hak arama kapısı olmaktan çıkan mahkemeler, haber ve yazılarından dolayı cezaevlerine atılan gazeteciler yazarlar, temsil ettikleri kitleye yabancılaşmış sendikalar...
Ülkemizin sivil direniş tarihine altın harflerle yazılan Gezi Parkı’nda kopartılan fidanlar da tartışma platformlarında unutulanlar arasına girdi, her birini saygıyla sevgiyle anıyorum.
***

Toplumsal bellek sıfırlandığı gibi, siyasal eleştiri ve sorgulama refleksi de sıfırlandı. Meclis’in iktidar partisi, ana muhalefet partisi, yavru muhalefet partisi, milli birlik beraberlik ruhu içinde aynı dilden konuşuyorlar artık.
Öyle ki, İçişleri Bakanı Efkan Ala, “Bir dönem 81 validen 74’ü FETÖ’cüydü” diyor. Başbakan Binali Yıldırım da generallerin yarıdan fazlasının ve binlerce subayın atılmasından sonra bile subay kadrosunun yüzde 60-70 oranında FETÖ’cü olduğunu söylüyor.
Yani devletin yargısı, bürokrasisi, askeriyesi, emniyeti alenen Cemaat’e teslim edilmiş. Cumhurbaşkanı Erdoğan FG Cemaati ile ortaklığını “Allah dedikleri için destek olduk, Allah affetsin” diyerek tekraren itiraf ediyor.
Eski Başbakan Yardımcısı eski Meclis Başkanı Cemil Çiçek, “FETÖ günahının yüzde 90’ı bize ait” diyerek itirafı sürdürüyor.
Ancak ne bu itiraflar siyasal eleştiri ve hesap sormaya dönüşüyor; ne de “Cemaat devleti ele geçirdi” iddialarına eski AKP sözcüsü Hüseyin Çelik’in “Buna kargalar bile güler” diye karşılık verdiği hatırlanıyor. Şimdilerde FG’ye kaplan kesilen Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın “Fetullah Gülen Türkiye’nin yetiştirdiği bilge bir insandır” sözleri de hatırlanmıyor.
Siyasal yapıdaki sersemlik ekranlarda gazete sayfalarındaki sersemlikle tamamlanıyor. Toplam tirajın yüzde 2’sini ancak bulan sol sosyalist gazeteler dışında medya ancak darbe dönemlerinde rastlanabilecek tek seslilikle, F tipi darbenin T tipi darbeye dönüşmesini alkışlıyor.
***

Özetle siyasal İslamcı suç ortaklarının yönetiminde Türkiye iflas etti. 15 Temmuz sürecinde dönülen iflas kavşağında toplumsal bellek, siyasal eleştiri ve sorgu refleksi sıfırlandı.
İflas çukurunda ancak darbe dönemlerinde görülebilecek bir sersemlik durmadan yeniden üretiliyor. FETÖ, ikiz kardeşi “Reis” için yıllarca sarılacağı can simidi oldu. Yaşanan yaşanacak kötülüklerin faturası medyada, meydanlarda, minberlerde, siyaset kürsülerinde FETÖ’ye çıkarılıyor. Öyle ki, bir başbakan yardımcısının ifadesiyle yolda arabanın lastiği patlasa FETÖ’den biliniyor. Akla dayalı siyasal eleştiri ve hesap sorma refleksi öylesine sıfırlandı yani. Nispi toplumsal iç barış, ahlak ve utanma refleksi zaten sıfırlanmıştı. Kavga etmedik komşu ve bölge ülkesi bırakmayan AK/Saray iktidarı, nihayet Suriye bataklığına doğrudan daldı, rezil iç savaşın doğrudan parçası oldu.
İflas kavşağında Cumhurbaşkanı Erdoğan, devleti sıfırdan yeniden kurmaktan söz ediyor.
Devleti sıfırdan yeniden kurmanın zorunluluğu tartışılmaz. Ancak genel iflasın birinci derecede sorumlusu olarak Erdoğan’ın devleti yeniden kurmaya hakkı yok. Erdoğan’ın entelektüel donanımının ve beşeri sermayesinin değil devleti yeniden kurmak, devlet yönetmeye bile yeterli olmadığı yeterince görüldü; on dört yılda ülkeyi ve devleti getirdiği nokta ortada. Erdoğan’a ve “dava” arkadaşlarına düşen tek görev, hesap vermektir. Bu hesap “Allah affetsin” denilerek geçiştirilemez.
Kendisinden hesap sorulmayıp devleti yeniden kurmasına seyirci kalındığı takdirde, Erdoğan’ın kuracağı devlet FG Cemaati yerine başka cemaatlere yaslanacak demektir. Nitekim öyle olmakta, Türk Silahlı Kuvvetleri AK Silahlı Kuvvetlere evrilip hassa ordusuna dönüşüyor, FG Cemaatinden boşalan sivil kadrolara başka cemaatlerden “alnı secdeli” müritler dolduruluyor.

Yinelemeli ki devleti sıfırlayanın devleti yeniden kurmasına seyirci kalınamaz. Devlet yönetimi Fetullah Gülen’e bırakılmadığı gibi Recep Tayyip Erdoğan’a da bırakılmamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti, cemaatlerin tarikatların, hayata dair bilgisi bilinci bin dört yüz yıl önceye ait müritlerin değil, ezilenlerin yoksulların emekçilerin kadınların çocukların ve gençlerin devleti olmalıdır.

10 Ağustos 2016 Çarşamba

Türk Silahlı Kuvvetleri’nden AK Silahlı Kuvvetlere

Kendisine karşı tertiplenmiş darbe girişimlerini okyanus ötesi destekle savuşturup karşı darbeye çeviren AKP, ekonomide sadaka düzenini derinleştirdi, siyasette ise 12 Eylül darbesinin mirasçısı olarak sadaka demokrasisini tahkim etti. AK darbenin mimarı Recep Tayyip Erdoğan, sadaka demokrasisini tahkim ederken, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni etkisizleştirmeyi, hâki vesayetin yerine kendi vesayetini ikame etmeyi başardı.
Gelinen noktada Türk ordusunun hegemonik gücü ve ağırlığı gözle görülür ölçüde azaldı. TSK’nin hükümet politikalarını veto etme, kendi politikasını dayatma gücü tükendi; idari, mali, adli özerkliği sınırlandı. Ordunun devletin kurucu değerleri olarak dogmalaştırdığı kendi ezberini yeniden üretme ve dayatma gücü de azaldı.
Olağan koşullarda ordunun siyasi ve sosyal hayatta güç kaybı ve kışlaya çekilmek zorunda kalması demokratikleşme olarak alkışlanır. Ne yazık ki, TSK’nin hegemonik gücünün azalması, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde yol aldığını göstermiyor.
Türk ordusu durduk yerde mevzi ve güç kaybetmedi. Ordu, Türk sermaye sınıfının iç kavgasının zorlaması ve emperyalizmin yeni yönelimleri nedeniyle güç kaybetti. Başına geçirilen çuval, hem cezalandırma hem de yeni dönemdeki rolünü hatırlatma amaçlıydı. Gücü sadece solculara yeten Soğuk Savaş artıklarını terhis etme amaçlı Ergenekon, Balyoz operasyonları peşinden geldi. Ordu, başta CHP ve yargı olmak üzere geleneksel müttefiklerini de yitirdi, yalnızlaştı.
***

Türk Silahlı Kuvvetleri’nden AK Silahlı Kuvvetlere
Bir cümleyle özetlemek gerekirse, Türkiye’nin ekonomi politiğinde nasıl ki AK sermayenin egemenliği kurulmaktadır; Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de AK Silahlı Kuvvetler’e evrilmesi eşyanın tabiatı gereğidir. Bu evrim, liberal pencereden “vesayetin sona ermesi”, “Türkiye’nin demilitarizasyonu”, “nihayet demokratikleşme” olarak resmedilmektedir. Muhafazakâr pencerelerden ise “yeniden Peygamber Ocağı” ilahileri yükselmektedir. 
Ordu-siyaset ilişkisinin yeniden tanımlanması, ordu-siyaset terazisinde hükümetin ağır basması kuşkusuz, asgari burjuva demokrasisinin gereğidir. Kuşkulu olan, bu denklemin yerli müteahhidi siyasi aktörün, yani Başbakan Erdoğan’ın burjuva demokrasisinin asgari standartlarına sadakat düzeyidir.  
Ordu-siyaset denkleminde değişiklik tartışmalarında sık sık referans verilen ABD’li siyaset bilimci Robert Dahl, ordunun güç kaybının demokratikleşme olabilmesi için iki temel koşuldan söz eder: “1) Askeri organizasyonlar ve polis organizasyonları olacaksa, ki kesinlikle olacaktır, o halde bunlar sivil denetime tâbi olmalıdır. Ancak sivil denetim, gerekli olmakla birlikte yeterli değildir, demokratik olmayan pek çok rejim aynı zamanda sivil denetimi muhafaza eder. Bu yüzden 2) askeriyeyi denetleyecek sivillerin ve polis örgütünün de demokratik sürece tâbi olması gereklidir.” (Robert A. Dahl, Demokrasi ve Eleştirileri, çev. Levent Köker, Türk Siyasi İlimler Derneği-Türk Demokrasi Vakfı, Ankara 1993, s: 310)
İşte süreçteki temel eksiklikten dolayı, yani “sivil demokrasi” eksikliğinden dolayı, ordu güç kaybetti diye Türkiye daha fazla demokratlaşmadı. Çünkü Türkiye’nin “sivil” denetçileri ne yeterince sivildir ne de demokrat.
Kışla merkezli militarizm nispeten geri çekilmektedir. Ancak sivil demokrasi zafiyeti nedeniyle, militarizmden boşalan alan, ülkenin tüm sınıf ve katmanlarının kendileri için sürece ve yönetime katıldıkları bir demokrasiyle dolmamaktadır. Militarizmin yerini aynı ölçüde katı, inancı araçsallaştıran siyasal İslam almaktadır. İslamcı söylem siyaset retoriği olmakla kalmayıp, günlük hayatın referansı olarak da toplumu kuşatmakta, kurucu ideoloji gücü kazanmaktadır.
Elbette ordunun toplumsal ve siyasal yaşam üzerindeki egemenliği kırılmadan Türkiye’de ciddi bir demokratikleşmeden söz edilemez. Ancak, askerî vesayeti kırma iddiasındaki AKP ile temsil olunan siyasal İslam’ın sorunu, liberallerin propaganda ettiklerinin tersine, devleti demokratlaştırmak değil, ele geçirmek ve dönüştürmektir.
AKP ve liderinin devleti demokratlaştırmak değil, ele geçirme niyeti 10 yıllık icraatında apaçık bellidir. Çok derin analizlere girmeden adalet sistemi ve medyanın konumuna bakmak, AKP iktidarı döneminde sivil demokrasinin inşa edilemediğini görmeye yeterlidir.
Tarihin hangi döneminde, hangi rejimde olursa olsun o rejim için en önemli ölçütlerin başında adalet sistemi ve medyanın konumu gelir. Adalet sistemi somut olarak mahkemelerin işleyişinden anlaşılır. Bugün 12 Eylül darbesiyle oluşturulan vesayet kurumları yerli yerindedir. Mahkemeler 12 Eylül darbesi dönemindeki kadar siyasaldır, kanunlar 12 Eylül dönemindeki ölçüde keyfi uygulamalara açıktır.
Başbakan’ın orkestra şefliğinde 12 Eylül dönemindeki kadar keyfileşmiş siyasallaşmış yargı pratiğinde, özel yetkili mahkemeler marifetiyle en barışçı muhalif her eylem ve söz bile terör olarak görülmekte, darbe devrini aratmayan operasyonlarla binlerce insan tutuklanmaktadır.  Sözüm ona darbe davalarına bakan mahkemeler, 12 Eylül döneminde bile rastlanmamış şekilde avukatları jandarma zoruyla salondan attırabilmekte, delilleri değerlendirmeye gerek görmeden, kim oldukları belirsiz gizli tanıkların ifadesiyle akıl almaz mahkûmiyet hükmü kurabilmektedirler. Darbelerle hesaplaşma retoriğiyle açılan davalar, sermayenin iç savaşında tiksindirici bir oportünizmle harcanmakta, torba operasyonlar zorba operasyonlara dönüşmekte, darbeci faşistlerin yanında çok sayıda masumun da canı yakılmaktadır.
Düşünce ifade bilim ve sanat özgürlüğü pratiği de Türkiye’nin içinde debelendiği içler acısı durumu tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. Darbe devirlerinin ayırt edici uygulamalarından sansür, AK darbe döneminde Yunus Emre şiirlerinin, dünya edebiyatı klasiklerinin sansürüne kadar varabilmiştir. Onlarca gazeteci tutukludur. Daha vahimi, Başbakan’ın ve taklacı (eski) İçişleri Bakanı’nın ifadesiyle “Resim yaparak, şarkı besteleyerek, şiir yazarak da terörist olunabilir! Kitap ise, bombadan daha etkili bir silahtır.”
Medyanın iktidar karşısında konumunu bir cümleyle özetlemek gerekirse, önceki darbeler döneminde ve 28 Şubat sürecinde “Emret komutanım!” gazeteciliği yapılıyordu; şimdi de “Emret Başbakanım!” gazeteciliği yapılmaktadır.
Yargı ve medya gibi sendikalar ve üniversiteler de ancak darbe dönemlerinde rastlanabilecek yoğunlukta iktidarın baskısı altındadırlar. Gayrimüslim azınlıkların durumu iyileşmediği gibi 12 Eylül darbesi döneminde olduğu gibi Alevilere yönelik zorla asimilasyon, seçmeli derslerle takviye edilen zorunlu din dersleri, Alevi köylerine cami politikası da ısrarla sürdürülmektedir. İslamiyet’i siyaset olarak değil, kendini Tanrı’ya adama, Tanrı’ya ulaşma inancı olarak benimseyen ve yaşayan dindarların bu ayrımcılıkları ve baskıyı tasvip ettikleri düşünülemez.
***

Recep Tayyip Evren
Ekonomisiyle politiğiyle 12 Eylül darbesinin devamı niteliğindeki keyfi iktidar en başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın eseridir. Başbakan Erdoğan otoriter keyfi yönetim isteğini gizlemeye gerek duymamaktadır. Muhalefetteyken “Demokrasi bizim için amaç değil, araçtır. Amacımıza ulaşana kadar demokrasiye bağlıyız.” “Demokrasi bizim için bir tramvaydır. İstediğimiz durağa gelince ineriz.” diyordu. Bu söylediklerini iktidarında reddetmedi, demokrasiyi araç olarak gördüğünü yeri geldikçe yineledi; amacının insanın mutluluğu olduğunu söyledi durdu. Hatta bu bağlamda insanın refah ve saadeti için dinin de araç olduğunu söyledi. Demokrasiyi ve dini araç olarak gören kişi elbette amacı için otoriter yönetimi de uygun araç olarak görebilir. Tayyip Erdoğan’ın içinde yetiştiği biat kültürü, otoriter yönetimle barışık bir kültürdür. Bu kültür Erdoğan’ın söylemine de yansımaktadır. Erdoğan bir Çocuk Bayramı’nda koltuğunu ilköğretim öğrencisine bırakırken, “Artık yetki sende. İster asar, ister kesersin” demişti. Başbakan’ın sözleri dil sürçmesi değil, bilinçaltının dışa vurumuydu, daha doğrusu fikrinin zikriydi.
Sonuç olarak ordunun güç kaybı dolayısıyla demokratikleşme sanılan şey, gerçekte gücün el değiştirmesidir. Gelinen nokta Neyzen Tevfik’in, “Türkü yine o türkü, sazlarda tel değişti. Yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti”dizeleriyle de anlatılabilir.
Güç ve yumruk el değiştirmiş olsa da sadakanın varlığıyla AKP, halk nazarında önceki vesayet partilerinden, özellikle CHP’den daha çok sempatik olmayı başarabilmiştir.
AKP’nin önceki hâki vesayet partilerinden daha sempatik olabilmesinin nedenleri çok yönlü bilimsel araştırma konusu olması gereken önemdedir. Kısaca değinmek gerekirse, Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte kurgulanan tektipleştirici, tektipleştiremediğine karşı gaddar ayrımcı üvey baba vesayeti, toplumun büyümesine, olgunlaşmasına izin vermedi, toplum cemaat olmaktan çıkıp cemiyete dönüşemedi. Cemiyet olamayan toplumun yeryüzü tanrılarına biat eden kulları da özgür özerk bireylere evrilemediler. Bu ortamda siyaset talan pratiğine dönüştü, siyasal partiler “demokratik hayatın vazgeçilmezi” akılcı örgütler olarak yapılanmak yerine, devletin etekleri altında, kamusal serveti yağmalama peşindeki tekkeler olarak yapılandılar.
CHP’nin tek parti (tekke) olduğu devrin müritleri “Kâbe Arabın olsun, bize Çankaya yeter” diyorlardı. Aradan 80 yıl geçti, vesayet postu da el değiştirdi.  AKP tekkesinin müritleri “Başbakanımız bizim için adeta ikinci peygamber gibidir”, “O’na dokunmak ibadettir”, “O’nun doğmasına vesile olan şehirler mübarektir”, “Başbakan benim atamdır” diyorlar; Erdoğan’ı nevzuhur ebedi şef ilan ediyorlar. Hatta, tekkenin milletvekili ve bakan sıfatlı bir müridi “Başbakanımız uçurumdan aşağı atlarsa ben de atlarım. Türk töresi böyledir.” diyerek kendisini ahlaki uçuruma yuvarlamıştı.
Birilerine peygamber diye bağlanmak, onu “atam” diye yüceltmek, büyümemiş, çocuk kalmış, olgunlaşmamış kişi ve toplumlara özgü bir davranış bozukluğudur. Esasen Tayyip Erdoğan da “Ben AK Parti’nin hem anasıyım hem babasıyım” diyerek, yandaşlarının bu davranış bozukluğunu kendince meşrulaştırmakta, bunu keyfi otoriter yönetimi için teşvik etmektedir.
Şimdi gelinen noktada, seçmen desteğini aldığı için sermayedar sınıfın diktatörlüğünü meşrulaştıran sadaka demokrasisinden başkanlık (siz ‘kişisel diktatörlük’ diye okuyun) sistemine geçiş hazırlığı yapılmaktadır. Tasavvur gerçekleştiğinde burjuva muhalefetin bir parça nefes alıp verebildiği TBMM tamamen devreden çıkacak, ülke anayasal denetime tabi olmayan kararnamelerle (siz ferman diye okuyun) yönetilecektir. Hatırlanmalı ki, 12 Eylül darbesinin askeri döneminde de Türkiye aynen böyle yönetiliyordu.
Türkiye’nin gerçekten demokratikleşmesi, ortak vatanda eşit ve özgür yurttaşlık çatısı altında herkesin kimliği, dili, kültürü ve inancıyla özgürce yaşayacağı, birbirine üstünlük kurmayacağı, ortak evin nimetlerini hakça paylaşacakları demokratik ülke olabilmesi için militarizmin geriletilmesi ne kadar gerekli ve zorunluysa, bugün Tayyip Erdoğan’ın temsil ettiği dinin araçsallaştırıldığı siyasal İslam’ın geriletilmesi de o kadar gerekli ve zorunludur. 

NOT: Güneşin altında yeni bir şey yazmadım.
Bu yazı 5 yıl önce aşağıdaki adreslerde,


Üç yıl önce de aşağıdaki adreslerde yayımlanmıştı.

3 Ağustos 2016 Çarşamba

TSK’NİN KÖKÜNÜ KAZIMAK!

Kendi aralarında savaşa tutuşan sermaye gruplarına psikolojik harp neferi yazılan liberal ve oportünist kanaat esnafının düne kadar kapıkulluğu ettikleri orduya piranhalar gibi saldırmaları ne kadar da ibret verici.
Ergenekon iddianamesine göre, gazeteci Tuncay Özkan “Harbiye’yi kökünden kaldırmadıkça bu ülke düzelmez.” demişti.
Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne de, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) toptan tasfiye edilip, yerine Nizam-ı Cedit ordusu kurulmasını istedi.
Tuncay Özkan malum. Genç yaşında “star” gazeteci ve televizyon sahibi oldu. Ergenekon iddianamesinin belgelerine göre, Çukurova Grubu’nda işten çıkarılınca Tuğgeneral Levent Ersöz grubun patronu Mehmet Emin Karamehmet’i makamına çağırıp, Orgeneral Şener Eruygur’un “Bunu beklemezdik” sitemini iletmiş. Karamehmet de, “Maliyeti vergiler dahil dokuz milyon dolar. Kendisi ayrıldı.” diye yanıt vermiş.
Mümtaz’er Türköne’nin sicili biraz daha kabarık. Türk gladyosunun paramiliter uzantılarından Ülkü Ocakları’nda Muhsin Yazıcıoğlu başkanlığındaki yönetim kurulunun üyesi.
Aynı yönetim kurulunda başkan yardımcısı Abdullah Çatlı’nın kankası.
Bahçelievler’de 7 üniversite öğrencisini boğarak, kurşunlayarak katleden ekipten Haluk Kırcı’nın oda arkadaşı olduğunu kendisi söylüyor; ama röportajcı kıza söylediğine göre Kırcı’yı “hayal meyal hatırlıyor.”
Yine söylediğine göre 1983’te cezaevinden çıktığında “mafya olacakken akademisyen olmuş.”
Gladyonun en yoğun mesai yaptığı 1990’larda Başbakan Tansu Çiller’in danışmanı. Abdullah Çatlı için Başbakan’a “Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir.” dedirten akıl hocası.
2000’lerde ise Fettullah Gülen cemaatinin has uleması, Zaman gazetesi yazarı.
“Laikliğe aykırı faaliyetlerin odağı” iktidar partisinin -şimdilik-  fanatik yandaşı.
O fanatizmle yaptığı öneriyi, Başbakan Erdoğan, Çiller gibi ciddiye alsa, ülkede iç savaş çıkar.
* * *

Mümtaz’er Türköne, AKP ile TSK arasında çıkan sürtüşmede, “İrticayla Mücadele Eylem Planı”nı “Yeniçeri ordusunda bile kimsenin aklına gelmeyecek türden desise” olarak nitelendirdi. Genelkurmay Başkanı’nın emekli edilmesinin bile yeterli olmayacağını savunan Türköne, ordunun kurumsal olarak tasfiye edilip yeni bir ordu kurulmasını önerdi. Önerisini yazısının başlığında “Bize Nizam-ı Cedit ordusu lazım…” diye vurguladı. (Zaman, 29 Ekim 2009)
Türköne, gelen tepkiler üzerine, geçmişte hizmet verdiği odağı hedef almakla yetindi; “Subaylarımızın % 90'ı birliğinin ve silahının başında, savaşa hazır bekliyor. Sorun karargâhta ve komuta kademesinde.” diyerek, tasfiye önerisini yüzde 90 oranında daralttı. (Zaman, 1 Kasım 2009)
Önerisini geri alırken yiğitliğini de yüzde 90 oranında iskonto eden Türköne, son derece ciddi bir öneriyi güncel iktidar tepişmesine meze yapmak ve kafa karıştırmakla kalmadı, akademik unvanıyla bağdaşmayacak bir cehalet de sergiledi. Öyle bir cehalet ki, tartışmaya katılan kimi kalem sahipleri, ilköğretim tarih kitaplarında bile bulunacak bilgiyi hatırlama zahmetine katlanmadan aynı cehalete kalem sallamaktadırlar.
* * *

Her şeyden önce Nizam-ı Cedit metaforu böyle bir tartışmada isabetsizdir. Arapça ‘yeni düzen’ anlamındaki Nizam-ı Cedit, Osmanlı Padişahı III. Selim’in reform programının adıdır. Terim, daha sonra yalnızca, batılılaşma reformu kapsamında, Yeniçeri ordusuna alternatif yeni ve düzenli orduyu ifade etmek için kullanılmıştır.
Türköne de yazısında “yeni düzen” anlamında değil, “yeni ordu” anlamında Nizam-ı Cedit demektedir. Ancak Nizam-ı Cedit, başarısızlık öyküsüdür. Yeniçeriler, 1807’de Şeyhülislam’dan aldıkları fetva ile Nizam-ı Cedit’i dağıtmakla kalmadılar III. Selim’i de katlettiler. Yani Allah korusun, Türköne de Tayyip Erdoğan için benzer bir akibet mi tasarlamıştır, bilinmez!!!
Silahlı esnaf zümresine dönüşmüş Yeniçeri ordusunu tasfiye etme başarısı, Osmanlı tarihinin en önemli padişahlarından II. Mahmut’a nasip oldu. O da Nizam-ı Cedit’in yerine kurduğu Sekban-ı Cedit’in 1808’de yine Yeniçeriler tarafından dağıtılması üzerine 18 yıl sabretti. Nihayet 1826’da Sultan Mahmut, Yeniçeri Ağası Hüseyin Paşa’yı, kuracağı yeni ordunun başkomutanlığına atama sözü vererek, kendi yanına çekti; Şeyhülislam’ın fetvasını alarak eğitimin zorunlu olduğu Eşkinci Ocağı’nı kurdu. Kazan kaldıran Yeniçerileri halkın da katıldığı Vaka-i Hayriye ile tasfiye ederek Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusunu kurdu. Bu orduyu eğitecek ve komuta edecek subayları yetiştirmek üzere 1834 yılında Mekteb-i Harbiye’yi açtı.
Yani illa tarihsel bir olay metafor olarak anılacaksa, anılması gereken Nizam-ı Cedit değil, 1826’daki Vaka-i Hayriye’dir.
* * *

Nizam-ı Cedit metaforu doğru kabul edilse bile, değişim ve ilerleme hamlesi, siyasi kadro değişikliğiyle, yani padişah değişikliğiyle başlamıştır. Siyasi kadro değişiminden söz etmeden doğrudan ordunun tasfiyesini öneren Türköne, herhalde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı Padişah III. Selim olarak görmüyordur.
İkincisi, Türköne’nin tasfiyesini önerdiği ordu zaten Nizam-ı Cedit ordusudur, daha doğrusu Nizam-ı Cedit’in mirasçısıdır, aynı yolun yolcusudur.
Nizam-ı Cedit hareketinin tarihsel misyonu, Osmanlı modernleşmesinin önündeki feodal engelleri kaldırmaktı. Modernleşmenin, yani kapitalistleşmenin önündeki engel Vaka-i Hayriye ile kaldırıldı ve yeni ordu kışlasında sadece askerlik yapmakla yükümlü kılındı.
Ne ki asgari batı standartlarına göre kurulan ordu, modernleşmeyi sahiplenecek sınıf, yani sermaye sınıfı gecikince, Vaka-i Hayriye’de yitirdiği inisiyatifi ve etkinliği 1860’lardan itibaren yeniden kazandı. Birinci Meşrutiyet, İkinci Meşrutiyet ve Kurtuluş Savaşı sonunda modernleşme süreci cumhuriyetle taçlandı. Cumhuriyet, “ordunun devleti” olarak yapılandırıldı.
Osmanlı’nın modernleşme serüveni sömürgeleşme sürecine dönüşmüş, ordu da son döneminde Alman Genelkurmayı’nın kuklası haline gelmişti. Osmanlı ordusu Birinci Dünya Savaşı’nda Alman generallerinin komutasında savaşıyordu. Atatürk’ün liderliğindeki Kurtuluş Savaşı ile modernleşme sürecinde bağımsızlık parantezi açıldı, Cumhuriyet kuruldu, kısmi laiklik reformu yapıldı.
Bağımsızlık parantezi İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kapandı. Türkiye, Osmanlı’yı aratmayacak derecede yeni sömürge bağımlı bir ülke oldu. Bağımlı ülkede askerî yapı bağımsız kalamaz. Kaçınılmaz tecelli olarak Cumhuriyet ordusu da NATO ordusuna dönüştü. Ordunun “our boys” diye sırtları sıvazlanan generalleri “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aşmasın” diye NATO’ya bağlılık yeminleriyle darbe üstüne darbe yaptılar; emek ve demokrasi güçlerini fiziken de ezerken, halkın bilincine süngü ucuyla yeşil kuşak düğümleri attılar.
Bu arada 2000’li yıllarda bir de “ihraç malı ordu” ihtiyacı doğdu. Yani, Soğuk Savaş dönemindeki gibi ülke içi darbelerle kalmayıp, NATO şemsiyesi altında dünyanın kriz bölgelerine de müdahale edecek bir ordu…
Şimdi, Nizam-ı Cedit’in yolculuğunu sürdüren ordunun tasfiyesi önerilmekte, ordu-siyaset ilişkisi yeniden tanımlanarak, “ordunun devleti” denkleminin yerini “devletin ordusu” denkleminin alması istenmektedir.
Denklem değişikliği kuşkusuz, asgari burjuva demokrasisinin gereğidir. Kuşkulu olan, bu denklemin yerli müteahhidi siyasi aktörün, yani Başbakan’ın burjuva demokrasisinin asgari standartlarına sadakat düzeyidir, “tramvay demokratı” olmasıdır. Daha vahimi, Okyanus ötesinde güvensizlik rüzgârı estiğinde, danışmanını gönderip, “devirmeye çalışmak, delikten aşağı koymak yerine kullanın” diye ricada bulunan komprador karakteridir.
* * *

Türköne’nin önerisi, sermayedar sınıfın iç savaşı bağlamında anlam ifade etse de, yersiz bir öneridir. Küresel sermaye ile bütünleşmekten yana çok daha becerikli çıkan yeşil sermaye hizbinin bekası için, geleneksel beyaz sermayenin müttefiki ordunun tasfiyesine gerek yoktur. Zira, anlaşıldığı kadarıyla “laik” ordu, Türkiye’nin ılımlı İslam eşiğini aştığını kabullenme, ılımlı İslam düzeninde kendisine biçilen koordinatları hazmetme, normalleştirme noktasına gelmiştir.
Ergenekon savcılarına cunta ihbarında bulunan meçhul subayın gönderdiği, Genelkurmay Harekât Başkanı Korg. Nusret Taşdeler imzalı, yalanlanmayan belgede, TSK’nin yeni yöneliminin ipuçları vardır. “Genelkurmay Başkanı emriyle” kaydını taşıyan Eylül 2007 tarihli belgede, 22 Temuz seçimleri ılımlı İslami dönüşüm için milat kabul edilirken, AKP’den memnuniyetsizlik vurgulansa da, umutsuzluğun zorladığı uzlaşma ve teslimiyet isteğine de yer verilmektedir:
“Gelinen noktada, hükümetin tutumundan çok fazla taviz vermeyeceği ve kendi tabanının beklentilerini karşılamak için sınırları zorlayacağı anlaşılmaktadır. TSK’nın bu gelişmeleri etkilemeye ne derece muktedir olduğu ayrıca düşünülmelidir.”
“TSK’yı destekleyebilecek kesimler son derece azalmıştır. Tam tersine basın, iş dünyası, ticaret odaları, sendikalar, üniversite camiasının bir kısmı TSK’nın karşısındadır.”
“Esas mesele, ılımlı İslam veya demokratik İslam olarak nitelendirilen yeni devlet düzeni içinde cumhuriyetin temel niteliklerine bağlı TSK’nın, kendisine nasıl bir yer bulabileceği ve burada nasıl barınabileceğidir.”
“Türkiye’deki güvenlik, siyaset, ekonomi ve sosyal hayatla ilgili gelişmelerde AB ve ABD’nin önemli rol oynadığı şüphesizdir. Her ikisi ile de duygusallıktan uzak, gerçekçi ve birebir bir diyalog kurulmasına ihtiyaç bulunmaktadır.”
Özetle, TSK üst yönetimi, yerli-yabancı müteahhitlerce inşa edilen ılımlı İslami düzende kendisine yer bulabilmek için uzlaşma ve teslimiyet arayışındadır. Bu derece yılgın bir orduyu, üstelik onca devlet istihbaratına karşın, toptan tasfiye etmeyi önermek, adı geçen prof’un süreci doğru okuyamadığını, taşıdığı unvanı hak etmediğini gösterir.
* * *

Sermayenin iç kavgasının selameti bakımından orduyu tasfiye etme önerisi lüzumsuz ve yersiz olsa da tartışma bitmeli midir?
Vurgulanmalı ki, Osmanlı ve Türkiye modernleşmesi cumhuriyetle taçlandı; ama, demokrasi inşasında aynı başarıyı gösteremedi. Cumhuriyet paradigması, bir de bağımsızlığını yitirdikten sonra, demokratikleşmenin önünde engel haline geldi.
Modernleşmenin önündeki engel Vaka-i Hayriye ile aşılmıştı.
Peki, demokratikleşmenin önündeki engel nasıl aşılacaktır?
Tarihsel olaylar aynen tekrarlanmaz. O halde demokratik iradeyle gerçekleşecek, kesinkes ve hatta öncelikle siyaset kurumunu da kapsayacak yeni bir Vaka-i Hayriye’ye ihtiyaç yok mudur?
Ama, sermaye demokrasisini değil, emek demokrasisini hedefleyen,
Sermaye sınıfı için askerliğe ve siyasete son verecek bir Vaka-i Hayriye.
Rahmi Yıldırım
3 Kasım 2009

 NOT: Yedi yıl önce kaleme alınan bu yazı aşağıdaki adkeslerde yayımlanmıştı.