3 Ağustos 2016 Çarşamba

TSK’NİN KÖKÜNÜ KAZIMAK!

Kendi aralarında savaşa tutuşan sermaye gruplarına psikolojik harp neferi yazılan liberal ve oportünist kanaat esnafının düne kadar kapıkulluğu ettikleri orduya piranhalar gibi saldırmaları ne kadar da ibret verici.
Ergenekon iddianamesine göre, gazeteci Tuncay Özkan “Harbiye’yi kökünden kaldırmadıkça bu ülke düzelmez.” demişti.
Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne de, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) toptan tasfiye edilip, yerine Nizam-ı Cedit ordusu kurulmasını istedi.
Tuncay Özkan malum. Genç yaşında “star” gazeteci ve televizyon sahibi oldu. Ergenekon iddianamesinin belgelerine göre, Çukurova Grubu’nda işten çıkarılınca Tuğgeneral Levent Ersöz grubun patronu Mehmet Emin Karamehmet’i makamına çağırıp, Orgeneral Şener Eruygur’un “Bunu beklemezdik” sitemini iletmiş. Karamehmet de, “Maliyeti vergiler dahil dokuz milyon dolar. Kendisi ayrıldı.” diye yanıt vermiş.
Mümtaz’er Türköne’nin sicili biraz daha kabarık. Türk gladyosunun paramiliter uzantılarından Ülkü Ocakları’nda Muhsin Yazıcıoğlu başkanlığındaki yönetim kurulunun üyesi.
Aynı yönetim kurulunda başkan yardımcısı Abdullah Çatlı’nın kankası.
Bahçelievler’de 7 üniversite öğrencisini boğarak, kurşunlayarak katleden ekipten Haluk Kırcı’nın oda arkadaşı olduğunu kendisi söylüyor; ama röportajcı kıza söylediğine göre Kırcı’yı “hayal meyal hatırlıyor.”
Yine söylediğine göre 1983’te cezaevinden çıktığında “mafya olacakken akademisyen olmuş.”
Gladyonun en yoğun mesai yaptığı 1990’larda Başbakan Tansu Çiller’in danışmanı. Abdullah Çatlı için Başbakan’a “Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir.” dedirten akıl hocası.
2000’lerde ise Fettullah Gülen cemaatinin has uleması, Zaman gazetesi yazarı.
“Laikliğe aykırı faaliyetlerin odağı” iktidar partisinin -şimdilik-  fanatik yandaşı.
O fanatizmle yaptığı öneriyi, Başbakan Erdoğan, Çiller gibi ciddiye alsa, ülkede iç savaş çıkar.
* * *

Mümtaz’er Türköne, AKP ile TSK arasında çıkan sürtüşmede, “İrticayla Mücadele Eylem Planı”nı “Yeniçeri ordusunda bile kimsenin aklına gelmeyecek türden desise” olarak nitelendirdi. Genelkurmay Başkanı’nın emekli edilmesinin bile yeterli olmayacağını savunan Türköne, ordunun kurumsal olarak tasfiye edilip yeni bir ordu kurulmasını önerdi. Önerisini yazısının başlığında “Bize Nizam-ı Cedit ordusu lazım…” diye vurguladı. (Zaman, 29 Ekim 2009)
Türköne, gelen tepkiler üzerine, geçmişte hizmet verdiği odağı hedef almakla yetindi; “Subaylarımızın % 90'ı birliğinin ve silahının başında, savaşa hazır bekliyor. Sorun karargâhta ve komuta kademesinde.” diyerek, tasfiye önerisini yüzde 90 oranında daralttı. (Zaman, 1 Kasım 2009)
Önerisini geri alırken yiğitliğini de yüzde 90 oranında iskonto eden Türköne, son derece ciddi bir öneriyi güncel iktidar tepişmesine meze yapmak ve kafa karıştırmakla kalmadı, akademik unvanıyla bağdaşmayacak bir cehalet de sergiledi. Öyle bir cehalet ki, tartışmaya katılan kimi kalem sahipleri, ilköğretim tarih kitaplarında bile bulunacak bilgiyi hatırlama zahmetine katlanmadan aynı cehalete kalem sallamaktadırlar.
* * *

Her şeyden önce Nizam-ı Cedit metaforu böyle bir tartışmada isabetsizdir. Arapça ‘yeni düzen’ anlamındaki Nizam-ı Cedit, Osmanlı Padişahı III. Selim’in reform programının adıdır. Terim, daha sonra yalnızca, batılılaşma reformu kapsamında, Yeniçeri ordusuna alternatif yeni ve düzenli orduyu ifade etmek için kullanılmıştır.
Türköne de yazısında “yeni düzen” anlamında değil, “yeni ordu” anlamında Nizam-ı Cedit demektedir. Ancak Nizam-ı Cedit, başarısızlık öyküsüdür. Yeniçeriler, 1807’de Şeyhülislam’dan aldıkları fetva ile Nizam-ı Cedit’i dağıtmakla kalmadılar III. Selim’i de katlettiler. Yani Allah korusun, Türköne de Tayyip Erdoğan için benzer bir akibet mi tasarlamıştır, bilinmez!!!
Silahlı esnaf zümresine dönüşmüş Yeniçeri ordusunu tasfiye etme başarısı, Osmanlı tarihinin en önemli padişahlarından II. Mahmut’a nasip oldu. O da Nizam-ı Cedit’in yerine kurduğu Sekban-ı Cedit’in 1808’de yine Yeniçeriler tarafından dağıtılması üzerine 18 yıl sabretti. Nihayet 1826’da Sultan Mahmut, Yeniçeri Ağası Hüseyin Paşa’yı, kuracağı yeni ordunun başkomutanlığına atama sözü vererek, kendi yanına çekti; Şeyhülislam’ın fetvasını alarak eğitimin zorunlu olduğu Eşkinci Ocağı’nı kurdu. Kazan kaldıran Yeniçerileri halkın da katıldığı Vaka-i Hayriye ile tasfiye ederek Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusunu kurdu. Bu orduyu eğitecek ve komuta edecek subayları yetiştirmek üzere 1834 yılında Mekteb-i Harbiye’yi açtı.
Yani illa tarihsel bir olay metafor olarak anılacaksa, anılması gereken Nizam-ı Cedit değil, 1826’daki Vaka-i Hayriye’dir.
* * *

Nizam-ı Cedit metaforu doğru kabul edilse bile, değişim ve ilerleme hamlesi, siyasi kadro değişikliğiyle, yani padişah değişikliğiyle başlamıştır. Siyasi kadro değişiminden söz etmeden doğrudan ordunun tasfiyesini öneren Türköne, herhalde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı Padişah III. Selim olarak görmüyordur.
İkincisi, Türköne’nin tasfiyesini önerdiği ordu zaten Nizam-ı Cedit ordusudur, daha doğrusu Nizam-ı Cedit’in mirasçısıdır, aynı yolun yolcusudur.
Nizam-ı Cedit hareketinin tarihsel misyonu, Osmanlı modernleşmesinin önündeki feodal engelleri kaldırmaktı. Modernleşmenin, yani kapitalistleşmenin önündeki engel Vaka-i Hayriye ile kaldırıldı ve yeni ordu kışlasında sadece askerlik yapmakla yükümlü kılındı.
Ne ki asgari batı standartlarına göre kurulan ordu, modernleşmeyi sahiplenecek sınıf, yani sermaye sınıfı gecikince, Vaka-i Hayriye’de yitirdiği inisiyatifi ve etkinliği 1860’lardan itibaren yeniden kazandı. Birinci Meşrutiyet, İkinci Meşrutiyet ve Kurtuluş Savaşı sonunda modernleşme süreci cumhuriyetle taçlandı. Cumhuriyet, “ordunun devleti” olarak yapılandırıldı.
Osmanlı’nın modernleşme serüveni sömürgeleşme sürecine dönüşmüş, ordu da son döneminde Alman Genelkurmayı’nın kuklası haline gelmişti. Osmanlı ordusu Birinci Dünya Savaşı’nda Alman generallerinin komutasında savaşıyordu. Atatürk’ün liderliğindeki Kurtuluş Savaşı ile modernleşme sürecinde bağımsızlık parantezi açıldı, Cumhuriyet kuruldu, kısmi laiklik reformu yapıldı.
Bağımsızlık parantezi İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kapandı. Türkiye, Osmanlı’yı aratmayacak derecede yeni sömürge bağımlı bir ülke oldu. Bağımlı ülkede askerî yapı bağımsız kalamaz. Kaçınılmaz tecelli olarak Cumhuriyet ordusu da NATO ordusuna dönüştü. Ordunun “our boys” diye sırtları sıvazlanan generalleri “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aşmasın” diye NATO’ya bağlılık yeminleriyle darbe üstüne darbe yaptılar; emek ve demokrasi güçlerini fiziken de ezerken, halkın bilincine süngü ucuyla yeşil kuşak düğümleri attılar.
Bu arada 2000’li yıllarda bir de “ihraç malı ordu” ihtiyacı doğdu. Yani, Soğuk Savaş dönemindeki gibi ülke içi darbelerle kalmayıp, NATO şemsiyesi altında dünyanın kriz bölgelerine de müdahale edecek bir ordu…
Şimdi, Nizam-ı Cedit’in yolculuğunu sürdüren ordunun tasfiyesi önerilmekte, ordu-siyaset ilişkisi yeniden tanımlanarak, “ordunun devleti” denkleminin yerini “devletin ordusu” denkleminin alması istenmektedir.
Denklem değişikliği kuşkusuz, asgari burjuva demokrasisinin gereğidir. Kuşkulu olan, bu denklemin yerli müteahhidi siyasi aktörün, yani Başbakan’ın burjuva demokrasisinin asgari standartlarına sadakat düzeyidir, “tramvay demokratı” olmasıdır. Daha vahimi, Okyanus ötesinde güvensizlik rüzgârı estiğinde, danışmanını gönderip, “devirmeye çalışmak, delikten aşağı koymak yerine kullanın” diye ricada bulunan komprador karakteridir.
* * *

Türköne’nin önerisi, sermayedar sınıfın iç savaşı bağlamında anlam ifade etse de, yersiz bir öneridir. Küresel sermaye ile bütünleşmekten yana çok daha becerikli çıkan yeşil sermaye hizbinin bekası için, geleneksel beyaz sermayenin müttefiki ordunun tasfiyesine gerek yoktur. Zira, anlaşıldığı kadarıyla “laik” ordu, Türkiye’nin ılımlı İslam eşiğini aştığını kabullenme, ılımlı İslam düzeninde kendisine biçilen koordinatları hazmetme, normalleştirme noktasına gelmiştir.
Ergenekon savcılarına cunta ihbarında bulunan meçhul subayın gönderdiği, Genelkurmay Harekât Başkanı Korg. Nusret Taşdeler imzalı, yalanlanmayan belgede, TSK’nin yeni yöneliminin ipuçları vardır. “Genelkurmay Başkanı emriyle” kaydını taşıyan Eylül 2007 tarihli belgede, 22 Temuz seçimleri ılımlı İslami dönüşüm için milat kabul edilirken, AKP’den memnuniyetsizlik vurgulansa da, umutsuzluğun zorladığı uzlaşma ve teslimiyet isteğine de yer verilmektedir:
“Gelinen noktada, hükümetin tutumundan çok fazla taviz vermeyeceği ve kendi tabanının beklentilerini karşılamak için sınırları zorlayacağı anlaşılmaktadır. TSK’nın bu gelişmeleri etkilemeye ne derece muktedir olduğu ayrıca düşünülmelidir.”
“TSK’yı destekleyebilecek kesimler son derece azalmıştır. Tam tersine basın, iş dünyası, ticaret odaları, sendikalar, üniversite camiasının bir kısmı TSK’nın karşısındadır.”
“Esas mesele, ılımlı İslam veya demokratik İslam olarak nitelendirilen yeni devlet düzeni içinde cumhuriyetin temel niteliklerine bağlı TSK’nın, kendisine nasıl bir yer bulabileceği ve burada nasıl barınabileceğidir.”
“Türkiye’deki güvenlik, siyaset, ekonomi ve sosyal hayatla ilgili gelişmelerde AB ve ABD’nin önemli rol oynadığı şüphesizdir. Her ikisi ile de duygusallıktan uzak, gerçekçi ve birebir bir diyalog kurulmasına ihtiyaç bulunmaktadır.”
Özetle, TSK üst yönetimi, yerli-yabancı müteahhitlerce inşa edilen ılımlı İslami düzende kendisine yer bulabilmek için uzlaşma ve teslimiyet arayışındadır. Bu derece yılgın bir orduyu, üstelik onca devlet istihbaratına karşın, toptan tasfiye etmeyi önermek, adı geçen prof’un süreci doğru okuyamadığını, taşıdığı unvanı hak etmediğini gösterir.
* * *

Sermayenin iç kavgasının selameti bakımından orduyu tasfiye etme önerisi lüzumsuz ve yersiz olsa da tartışma bitmeli midir?
Vurgulanmalı ki, Osmanlı ve Türkiye modernleşmesi cumhuriyetle taçlandı; ama, demokrasi inşasında aynı başarıyı gösteremedi. Cumhuriyet paradigması, bir de bağımsızlığını yitirdikten sonra, demokratikleşmenin önünde engel haline geldi.
Modernleşmenin önündeki engel Vaka-i Hayriye ile aşılmıştı.
Peki, demokratikleşmenin önündeki engel nasıl aşılacaktır?
Tarihsel olaylar aynen tekrarlanmaz. O halde demokratik iradeyle gerçekleşecek, kesinkes ve hatta öncelikle siyaset kurumunu da kapsayacak yeni bir Vaka-i Hayriye’ye ihtiyaç yok mudur?
Ama, sermaye demokrasisini değil, emek demokrasisini hedefleyen,
Sermaye sınıfı için askerliğe ve siyasete son verecek bir Vaka-i Hayriye.
Rahmi Yıldırım
3 Kasım 2009

 NOT: Yedi yıl önce kaleme alınan bu yazı aşağıdaki adkeslerde yayımlanmıştı.

1 yorum:

  1. Şimdi geldik zurnanın zırt dediği yere.Bakalım halayın gidişatına halaycıların bütünü ayak uydurabilecek mi.Yoksa halay düğünü darma dağın edip bırakacak mı göreceğiz..

    YanıtlaSil