Kendi aralarında savaşa tutuşan
sermaye gruplarına psikolojik harp neferi yazılan liberal ve oportünist kanaat
esnafının düne kadar kapıkulluğu ettikleri orduya piranhalar gibi saldırmaları
ne kadar da ibret verici.
Ergenekon iddianamesine göre,
gazeteci Tuncay Özkan “Harbiye’yi kökünden kaldırmadıkça bu ülke düzelmez.”
demişti.
Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne de,
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) toptan tasfiye edilip, yerine Nizam-ı Cedit
ordusu kurulmasını istedi.
Tuncay Özkan malum. Genç yaşında
“star” gazeteci ve televizyon sahibi oldu. Ergenekon iddianamesinin belgelerine
göre, Çukurova Grubu’nda işten çıkarılınca Tuğgeneral Levent Ersöz grubun
patronu Mehmet Emin Karamehmet’i makamına çağırıp, Orgeneral Şener Eruygur’un “Bunu
beklemezdik” sitemini iletmiş. Karamehmet de, “Maliyeti vergiler dahil dokuz
milyon dolar. Kendisi ayrıldı.” diye yanıt vermiş.
Mümtaz’er Türköne’nin sicili
biraz daha kabarık. Türk gladyosunun paramiliter uzantılarından Ülkü Ocakları’nda
Muhsin Yazıcıoğlu başkanlığındaki yönetim kurulunun üyesi.
Aynı yönetim kurulunda başkan
yardımcısı Abdullah Çatlı’nın kankası.
Bahçelievler’de 7 üniversite
öğrencisini boğarak, kurşunlayarak katleden ekipten Haluk Kırcı’nın oda
arkadaşı olduğunu kendisi söylüyor; ama röportajcı kıza söylediğine göre
Kırcı’yı “hayal
meyal hatırlıyor.”
Yine söylediğine göre 1983’te
cezaevinden çıktığında “mafya
olacakken akademisyen olmuş.”
Gladyonun en yoğun mesai yaptığı
1990’larda Başbakan Tansu Çiller’in danışmanı. Abdullah Çatlı için Başbakan’a
“Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir.” dedirten akıl hocası.
2000’lerde ise Fettullah Gülen
cemaatinin has uleması, Zaman
gazetesi yazarı.
“Laikliğe aykırı faaliyetlerin
odağı” iktidar partisinin -şimdilik- fanatik
yandaşı.
O fanatizmle yaptığı öneriyi, Başbakan
Erdoğan, Çiller gibi ciddiye alsa, ülkede iç savaş çıkar.
* * *
Mümtaz’er Türköne, AKP ile TSK
arasında çıkan sürtüşmede, “İrticayla Mücadele Eylem Planı”nı “Yeniçeri
ordusunda bile kimsenin aklına gelmeyecek türden desise” olarak nitelendirdi.
Genelkurmay Başkanı’nın emekli edilmesinin bile yeterli olmayacağını savunan
Türköne, ordunun kurumsal olarak tasfiye edilip yeni bir ordu kurulmasını
önerdi. Önerisini yazısının başlığında “Bize Nizam-ı Cedit ordusu lazım…” diye
vurguladı. (Zaman, 29 Ekim 2009)
Türköne, gelen tepkiler üzerine, geçmişte
hizmet verdiği odağı hedef almakla yetindi; “Subaylarımızın % 90'ı birliğinin
ve silahının başında, savaşa hazır bekliyor. Sorun karargâhta ve komuta
kademesinde.” diyerek, tasfiye önerisini yüzde 90 oranında daralttı. (Zaman, 1 Kasım 2009)
Önerisini geri alırken
yiğitliğini de yüzde 90 oranında iskonto eden Türköne, son derece ciddi bir
öneriyi güncel iktidar tepişmesine meze yapmak ve kafa karıştırmakla kalmadı,
akademik unvanıyla bağdaşmayacak bir cehalet de sergiledi. Öyle bir cehalet ki,
tartışmaya katılan kimi kalem sahipleri, ilköğretim tarih kitaplarında bile
bulunacak bilgiyi hatırlama zahmetine katlanmadan aynı cehalete kalem
sallamaktadırlar.
* * *
Her şeyden önce Nizam-ı Cedit
metaforu böyle bir tartışmada isabetsizdir. Arapça ‘yeni düzen’ anlamındaki
Nizam-ı Cedit, Osmanlı Padişahı III. Selim’in reform programının adıdır. Terim,
daha sonra yalnızca, batılılaşma reformu kapsamında, Yeniçeri ordusuna
alternatif yeni ve düzenli orduyu ifade etmek için kullanılmıştır.
Türköne de yazısında “yeni düzen”
anlamında değil, “yeni ordu” anlamında Nizam-ı Cedit demektedir. Ancak Nizam-ı
Cedit, başarısızlık öyküsüdür. Yeniçeriler, 1807’de Şeyhülislam’dan aldıkları
fetva ile Nizam-ı Cedit’i dağıtmakla kalmadılar III. Selim’i de katlettiler.
Yani Allah korusun, Türköne de Tayyip Erdoğan için benzer bir akibet mi
tasarlamıştır, bilinmez!!!
Silahlı esnaf zümresine dönüşmüş
Yeniçeri ordusunu tasfiye etme başarısı, Osmanlı tarihinin en önemli padişahlarından
II. Mahmut’a nasip oldu. O da Nizam-ı Cedit’in yerine kurduğu Sekban-ı Cedit’in
1808’de yine Yeniçeriler tarafından dağıtılması üzerine 18 yıl sabretti.
Nihayet 1826’da Sultan Mahmut, Yeniçeri Ağası Hüseyin Paşa’yı, kuracağı yeni
ordunun başkomutanlığına atama sözü vererek, kendi yanına çekti; Şeyhülislam’ın
fetvasını alarak eğitimin zorunlu olduğu Eşkinci Ocağı’nı kurdu. Kazan kaldıran
Yeniçerileri halkın da katıldığı Vaka-i Hayriye ile tasfiye ederek Asakir-i
Mansure-i Muhammediye ordusunu kurdu. Bu orduyu eğitecek ve komuta edecek
subayları yetiştirmek üzere 1834 yılında Mekteb-i Harbiye’yi açtı.
Yani illa tarihsel bir olay
metafor olarak anılacaksa, anılması gereken Nizam-ı Cedit değil, 1826’daki
Vaka-i Hayriye’dir.
* * *
Nizam-ı Cedit metaforu doğru
kabul edilse bile, değişim ve ilerleme hamlesi, siyasi kadro değişikliğiyle,
yani padişah değişikliğiyle başlamıştır. Siyasi kadro değişiminden söz etmeden
doğrudan ordunun tasfiyesini öneren Türköne, herhalde Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ı Padişah III. Selim olarak görmüyordur.
İkincisi, Türköne’nin tasfiyesini
önerdiği ordu zaten Nizam-ı Cedit ordusudur, daha doğrusu Nizam-ı Cedit’in
mirasçısıdır, aynı yolun yolcusudur.
Nizam-ı Cedit hareketinin
tarihsel misyonu, Osmanlı modernleşmesinin önündeki feodal engelleri
kaldırmaktı. Modernleşmenin, yani kapitalistleşmenin önündeki engel Vaka-i
Hayriye ile kaldırıldı ve yeni ordu kışlasında sadece askerlik yapmakla yükümlü
kılındı.
Ne ki asgari batı standartlarına
göre kurulan ordu, modernleşmeyi sahiplenecek sınıf, yani sermaye sınıfı
gecikince, Vaka-i Hayriye’de yitirdiği inisiyatifi ve etkinliği 1860’lardan
itibaren yeniden kazandı. Birinci Meşrutiyet, İkinci Meşrutiyet ve Kurtuluş
Savaşı sonunda modernleşme süreci cumhuriyetle taçlandı. Cumhuriyet, “ordunun
devleti” olarak yapılandırıldı.
Osmanlı’nın modernleşme serüveni
sömürgeleşme sürecine dönüşmüş, ordu da son döneminde Alman Genelkurmayı’nın
kuklası haline gelmişti. Osmanlı ordusu Birinci Dünya Savaşı’nda Alman
generallerinin komutasında savaşıyordu. Atatürk’ün liderliğindeki Kurtuluş
Savaşı ile modernleşme sürecinde bağımsızlık parantezi açıldı, Cumhuriyet
kuruldu, kısmi laiklik reformu yapıldı.
Bağımsızlık parantezi İkinci
Dünya Savaşı’ndan sonra kapandı. Türkiye, Osmanlı’yı aratmayacak derecede yeni
sömürge bağımlı bir ülke oldu. Bağımlı ülkede askerî yapı bağımsız kalamaz. Kaçınılmaz
tecelli olarak Cumhuriyet ordusu da NATO ordusuna dönüştü. Ordunun “our boys”
diye sırtları sıvazlanan generalleri “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aşmasın”
diye NATO’ya bağlılık yeminleriyle darbe üstüne darbe yaptılar; emek ve
demokrasi güçlerini fiziken de ezerken, halkın bilincine süngü ucuyla yeşil
kuşak düğümleri attılar.
Bu arada 2000’li yıllarda bir de
“ihraç malı ordu” ihtiyacı doğdu. Yani, Soğuk Savaş dönemindeki gibi ülke içi
darbelerle kalmayıp, NATO şemsiyesi altında dünyanın kriz bölgelerine de müdahale
edecek bir ordu…
Şimdi, Nizam-ı Cedit’in yolculuğunu
sürdüren ordunun tasfiyesi önerilmekte, ordu-siyaset ilişkisi yeniden
tanımlanarak, “ordunun devleti” denkleminin yerini “devletin ordusu” denkleminin
alması istenmektedir.
Denklem değişikliği kuşkusuz,
asgari burjuva demokrasisinin gereğidir. Kuşkulu olan, bu denklemin yerli müteahhidi
siyasi aktörün, yani Başbakan’ın burjuva demokrasisinin asgari standartlarına
sadakat düzeyidir, “tramvay demokratı” olmasıdır. Daha vahimi, Okyanus ötesinde
güvensizlik rüzgârı estiğinde, danışmanını gönderip, “devirmeye çalışmak, delikten aşağı koymak yerine kullanın” diye ricada
bulunan komprador karakteridir.
* * *
Türköne’nin önerisi, sermayedar
sınıfın iç savaşı bağlamında anlam ifade etse de, yersiz bir öneridir. Küresel
sermaye ile bütünleşmekten yana çok daha becerikli çıkan yeşil sermaye hizbinin
bekası için, geleneksel beyaz sermayenin müttefiki ordunun tasfiyesine gerek
yoktur. Zira, anlaşıldığı kadarıyla “laik” ordu, Türkiye’nin ılımlı İslam
eşiğini aştığını kabullenme, ılımlı İslam düzeninde kendisine biçilen
koordinatları hazmetme, normalleştirme noktasına gelmiştir.
Ergenekon savcılarına cunta
ihbarında bulunan meçhul subayın gönderdiği, Genelkurmay Harekât Başkanı Korg.
Nusret Taşdeler imzalı, yalanlanmayan belgede, TSK’nin yeni yöneliminin
ipuçları vardır. “Genelkurmay Başkanı emriyle” kaydını taşıyan Eylül 2007
tarihli belgede, 22 Temuz seçimleri ılımlı İslami dönüşüm için milat kabul
edilirken, AKP’den memnuniyetsizlik vurgulansa da, umutsuzluğun zorladığı
uzlaşma ve teslimiyet isteğine de yer verilmektedir:
“Gelinen noktada, hükümetin
tutumundan çok fazla taviz vermeyeceği ve kendi tabanının beklentilerini
karşılamak için sınırları zorlayacağı anlaşılmaktadır. TSK’nın bu gelişmeleri
etkilemeye ne derece muktedir olduğu ayrıca düşünülmelidir.”
“TSK’yı destekleyebilecek
kesimler son derece azalmıştır. Tam tersine basın, iş dünyası, ticaret odaları,
sendikalar, üniversite camiasının bir kısmı TSK’nın karşısındadır.”
“Esas mesele, ılımlı İslam veya
demokratik İslam olarak nitelendirilen yeni devlet düzeni içinde cumhuriyetin
temel niteliklerine bağlı TSK’nın, kendisine nasıl bir yer bulabileceği ve
burada nasıl barınabileceğidir.”
“Türkiye’deki güvenlik, siyaset,
ekonomi ve sosyal hayatla ilgili gelişmelerde AB ve ABD’nin önemli rol oynadığı
şüphesizdir. Her ikisi ile de duygusallıktan uzak, gerçekçi ve birebir bir
diyalog kurulmasına ihtiyaç bulunmaktadır.”
Özetle, TSK üst yönetimi, yerli-yabancı
müteahhitlerce inşa edilen ılımlı İslami düzende kendisine yer bulabilmek için
uzlaşma ve teslimiyet arayışındadır. Bu derece yılgın bir orduyu, üstelik onca
devlet istihbaratına karşın, toptan tasfiye etmeyi önermek, adı geçen prof’un
süreci doğru okuyamadığını, taşıdığı unvanı hak etmediğini gösterir.
* * *
Sermayenin iç kavgasının selameti
bakımından orduyu tasfiye etme önerisi lüzumsuz ve yersiz olsa da tartışma
bitmeli midir?
Vurgulanmalı ki, Osmanlı ve
Türkiye modernleşmesi cumhuriyetle taçlandı; ama, demokrasi inşasında aynı
başarıyı gösteremedi. Cumhuriyet paradigması, bir de bağımsızlığını yitirdikten
sonra, demokratikleşmenin önünde engel haline geldi.
Modernleşmenin önündeki engel
Vaka-i Hayriye ile aşılmıştı.
Peki, demokratikleşmenin önündeki
engel nasıl aşılacaktır?
Tarihsel olaylar aynen
tekrarlanmaz. O halde demokratik iradeyle gerçekleşecek, kesinkes ve hatta
öncelikle siyaset kurumunu da kapsayacak yeni bir Vaka-i Hayriye’ye ihtiyaç yok
mudur?
Ama, sermaye demokrasisini değil,
emek demokrasisini hedefleyen,
Sermaye sınıfı için askerliğe ve
siyasete son verecek bir Vaka-i Hayriye.
Rahmi
Yıldırım
3
Kasım 2009
Şimdi geldik zurnanın zırt dediği yere.Bakalım halayın gidişatına halaycıların bütünü ayak uydurabilecek mi.Yoksa halay düğünü darma dağın edip bırakacak mı göreceğiz..
YanıtlaSil