2 Ekim 2016 Pazar

ERGENEKON’DAN 15 TEMMUZ’A MEDYA

Ergenekon diye kodlanan operasyon ve soruşturma, topluma derin acılar çektirmiş derin devlet örgütlenmesinin ve darbecilerin tasfiyesi olarak akıllarda yer ettiyse de aslında sermaye sınıfının iç savaş muharebelerinden biriydi. Sermayenin iç savaşı sürecinde derin devlet örgütlenmesi tasfiye edilmedi, devletin diğer birimleriyle birlikte yeniden yapılandırıldı.
Türkiye sermaye sınıfı durup dururken kendi içinde hesaplaşmaya tutuşmadı. Neo liberalizmin miladı sayılan 1980’e değin “İstanbul aslanı laik Atatürkçü” sermaye grupları silahlı-silahsız bürokrasiyle kol kola tek başına iktidarın keyfini yaşar ve hep iktidarda kalacakmışçasına rehavet içindeyken, Türkiye küreselleşmesinin en gözü kara aktörü “Anadolu kaplanı mütedeyyin İslamcı” sermaye grupları daha yoğun bir sömürü ve birikim gerçekleştirdi. Daha yoğun sömürü ve birikimin sonucu olarak önce 1990’larda yerel yönetimlerde iktidara geldi, 2002’de de merkezi hükümeti ele geçirdi. Birikim kanallarının İstanbul sırtlanlarından Anadolu çakallarına çevrilmesi, ikisi arasında iç savaşın tohumlarını yeşertti. Sermaye sınıfındaki yarılma ve iç savaş, devlete, siyasete, uluslararası ilişkilere ve kültürel düzleme de yansıdı.
***

Medya: Dördüncü kuvvet değil yardımcı kuvvet
Sermaye sınıfının “laik” ve “mütedeyyin” hizipleri arasındaki iç savaşın en önemli psikolojik harp mecralarından biri de medya oldu.
Malum, medya veya daha somut bir adlandırmayla kitle iletişim araçları, en genel anlamıyla temsil sistemidir. Medyadaki temsil, daha somut ifadeyle medyada dolaşıma sokulan mesajlar, yani haber ve bilgi metinleri, mülk sahibi sınıfın hegemonyasını yeniden üreten mesajlardır. Marks ve Engels’in deyişiyle, “Egemen sınıfın fikirleri her dönemde egemen fikirlerdir. Maddi gücü yöneten sınıf, aynı zamanda entelektüel gücü de yönet­ir. Zihinsel üretim araçlarından mahrum kalanların fikirleri, egemen sınıfın fikirlerinin etkisi altında kalırlar.”
Çağdaş iletişim kuramcılarından Noam Chomsky de, medyanın işlevini “propaganda modeli” ile açıklar. Chomsky’ye göre, “Totaliter bir devlet için sopa neyse, demokrasi için de propaganda odur.” Medya ve üniversiteler bağımsız olmayıp, şirketler dünyasına ve hükümete bağımlıdırlar. Medya içerikleri sahiplik yapısının, reklam verenlerin, siyasî ve askerî elitin süzgecinden geçerek kitleye ulaşır. Bu yüzden demokrasi se­yirliktir. Şirketler, akademi, siyaset ve medya dünyasının aktörleri, halkı “kamusal alanın dışında tutulması gereken, katılımcı değil izleyici olmakla yetinmesi gereken, olan biteni kavrayamayacak derecede aptal, cahil ve iş­güzar takımı” olarak görürler. Bu şaşkın sürüyü evcilleştirmek için rıza üre­tirler ve rıza üretimini “demokrasi sanatında devrim” olarak nitelendirirler.
Marksizm’in ve Chomsky’nin önermeleri, Ergenekon ve Balyoz operasyonlarının medyadaki temsiliyle de doğrulandı. Türkiye’de matbuat basın medya ontolojik olarak iktidarın ve egemen sınıfın eklentisiydi, kamunun değil devletin dördüncü gücüydü zaten. Fıtrata ilişkin bu hakikat, 1939 yılında toplanan Türk Basın Birliği kurultayında, dönemin İçişleri Bakanı tarafından “Dördüncü kuvvet değil yardımcı kuvvet” diye ifade edilmişti. Yardımcı kuvvet rolü, egemen medya tarafından hiçbir zaman reddedilmedi. Ontolojik hakikate uygun olarak, 2007 yılında başlayan operasyonlar ve yargılamaların medyadaki temsili de, Türkiye’nin ekonomisinde ve siyasetindeki saflaşmayla doğrudan ilişkili olarak gerçekleşti. Sermaye grupları ve siyasi temsilcileriyle simbiyotik ilişki, yani ortak yaşam ilişkisi içindeki egemen medya bu operasyon ve yargılamaların gözlemcisi değil tarafı oldu.
***

Ergenekon: Siyasal İslam’ın orduyu ele geçirme operasyonu
Kısaca anımsatmak gerekirse, “laik” ve “mütedeyyin” sermaye hiziplerinin iktidar kavgası, 2002’de merkezi hükümetin el değiştirmesinden sonra 2007 yılında Cumhurbaşkanı seçimiyle zirveye çıktı. Ergenekon operasyonunun başlamasından sadece bir buçuk ay önce “laik” sermayenin has müttefiki TSK’nin Genelkurmay Başkanı, 27 Nisan’da bir muhtıra yayımladı, “sözde” değil “özde” Atatürkçü bir cumhurbaşkanı seçilmesi isteğini ifade etti. Hemen ardından 3 Mayıs’ta İstanbul Dolmabahçe’deki Başbakanlık ofisinde Genelkurmay Başkanı ile Başbakan baş başa görüştüler, “mezara kadar saklanacak” sırlar, daha doğrusu dosyalar paylaştılar. 11 Haziran genel seçiminde “mütedeyyin” sermayenin siyasi temsilcisi AKP, oy oranını artırarak iktidarını korudu. 12 Haziran 2007’de İstanbul Ümraniye’de bir evde el bombaları, patlayıcı madde ve fünyelerin ele geçirilmesiyle Ergenekon operasyonu başladı. Ergenekon operasyonu, 2010 yılında başlayan Balyoz operasyonuyla devam etti. Ergenekon davasında emekli askerlerin yanı sıra siyasetçiler, akademisyenler, gazeteciler, kimi sivil örgüt yöneticileri de yargılanırken, Balyoz davasında 2003 yılında İstanbul 1’inci Ordu karargâhındaki seminere katılan  askerler yargılandı. Ergenekon ve Balyoz davalarına sokulamayan askerler için de casusluk davaları açıldı.
Ergenekon ve Balyoz operasyonları dar anlamıyla, TSK içindeki “Kemalist laik” Soğuk Savaş artığı kadroların tasfiyesi, geniş anlamıyla siyasal İslam’ın sivil bürokrasi ve yargıdan sonra orduyu da ele geçirme operasyonuydu. NATO’nun “en güçlü” sayılan ordularından TSK’deki bu tasfiye operasyonu, NATO’nun patronu Pentagon’un desteğiyle yürütüldü. Soğuk Savaş döneminde  komünizmin iç işgaline karşı iç savaş ordusu” olarak yapılandırılan TSK’den artık “ülkesinin en iyi ihraç malı” olması, yani Batı kapitalizminin bölgesel savaşlarında rol alması isteniyordu. TSK’nin yeni konsepte isteksizliği 2003 yılında Irak işgal edilirken en belirgin şekliyle ortaya çıktı. İşgale bilfiil katılmaya isteksiz ordunun Irak’ın Süleymaniye kentindeki irtibat birliğinin başına çuval geçirilerek en ağır mesaj verildi. Bu ağır mesajı algılamayan ve Avrasya seçeneğinden söz etmeye başlayan Soğuk Savaş artıklarına yanıt, Fetullah Cemaati’nin koçbaşı olarak kullanıldığı Ergenekon ve Balyoz operasyonlarıyla verildi; TSK, “Atatürk ilke ve inkılaplarının bekçisi” kadrolardan arındırıldı.
Bu operasyonlar sırasında, sermaye sınıfının “Atatürkçü laik” ve “İslamcı mütedeyyin” olarak yarılmasına paralel olarak siyasi yapı da saflaştı, kutuplaştı. Siyasal İslam’ın partisi AKP, Fetullah Gülen Cemaati’yle ittifak halinde, iktidarın tüm olanaklarıyla operasyonları sahiplendi; dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan kendisini “Ergenekon’un savcısı” ilan etti. Siyasi rakibi CHP doğallıkla Ergenekon operasyonlarının karşısında mevzilendi, o tarihteki lideri Deniz Baykal kendisini “Ergenekon’un avukatı” ilan etti. Baykal’dan sonraki genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu da “Gösterin bu Ergenekon örgütünü, gidip üye olacağım” söylemiyle misyonu sürdürdü.
***

Yandaş Medya veya Ergenekon Medyası
Egemen medya da benzer şekilde saflaştı. Yukarıda da vurguladığımız gibi, sermaye grupları ve siyasi temsilcileriyle ortak yaşam ilişkisi içindeki egemen medya, Ergenekon ve Balyoz operasyonlarını, liberal kuramın mirası “kamu gözcüsü” olarak değil, doğrudan “taraf” olarak temsil etti. Böyle davranırken de hukuki ve ahlaki hiçbir kaygı gözetmedi, adeta “siyasi çıkar varsa gerisi teferruattır” oportünizmiyle hareket etti.
Kısaca ayrıntılandırmak gerekirse, Ergenekon sürecinde AKP iktidarı tarafından beslenen SABAH grubu, Yeni Şafak, el değiştirdikten sonra AKŞAM ve Star grupları, FG Cemaati’nin yayın organları ZAMAN ve Bugün, ağız birliği içinde operasyonları sahiplendiler. Genel bir ifadeyle YANDAŞ MEDYA olarak adlandırılan bu grupların haber ve yorumlarında darbecilerden hesap sorulduğu, askeri vesayetin sona ermekte olduğu propagandası yapıldı. Psikolojik harp ve propaganda icabı, AKP’nin ve muhafazakâr kesimin hazzetmediği her olayın altında Ergenekon arandı. Öyle ki PKK, DHKP/C, İBDA/C eylemleri ve Sivas Katliamı bile Ergenekon’a mal edildi. Ergenekon öyle sinsi bir örgüt idi ki, bir kimse bilmeden de bu örgütün üyesi olabilirdi!..
Yayın hayatına 2007 yılında atılan, Ahmet Altan ve Yasemin Çongar yönetimindeki Taraf gazetesi bu süreçte, Yandaş Medya saflarında özel bir misyon üstlendi. Operasyona ilişkin manipülatif belge ve sahte oldukları sonraları ortaya çıkan deliller genellikle önce Taraf gazetesine sızdırıldı. Ardından yandaş medyanın sayfalarında ekranlarında değerlendirildi.
Operasyonları sahiplenen Yandaş Medya karşısında Ergenekon sanıklarını sahiplenen grupların başında medyanın amiral gemisi Hürriyet vardı. Yanı sıra, askerlere yakınlığıyla bilinen Milliyet, imtiyaz sahibi ve Ankara temsilcisi tutuklanan Cumhuriyet, Posta ve Sözcü gazeteleri de Ergenekon sanıklarının safında mevzilendiler. Bu gruplar da genel bir ifadeyle ERGENEKON MEDYASI olarak adlandırıldı. (O tarihlerde Hürriyet, Milliyet ve Posta ile aynı sahiplik yapısı içindeki Radikal gazetesi orta yolcu bir tutum izledi. Sahip değiştirdikten sonra Milliyet de benzer orta yolcu tutum izlemeye başladı.) Bu grupların yayınlarında özel olarak soruşturmalardaki hukuksuzluk vurgulandı. Ergenekon sanıkları için gösterilen hassasiyetin Hrant Dink ve benzeri cinayetler için gösterilmemesi dikkat çekiciydi.
(Geçerken belirtelim, Yandaş Medya ve Ergenekon Medyası ifadeleri, tarafların birbirlerine yakıştırdıkları adlandırmalardır.)
***

Medyalar arası psikolojik harp ve propaganda
Bu süreçte medya öylesine saflaştı ki, gün geldi birbirlerini düşman kabul etmeye başladılar. Taraflar birbirlerini, hukuk ve medya etiğini bir kenara iterek en acımasız şekilde suçladılar, teşhir ettiler. Manşetler mitralyöz gibi, ekranlar (Necmettin Erbakan’ın ruhunu şad edercesine) hava kuvvetleri gibi kullanıldı. Yandaş Medyada sık sık Ergenekon’un medya ayağına operasyonlar yapılması önerildi, (ihbarcı bir tutumla) tutuklanacak gazetecilerden söz edildi, isim listeleri yayımlandı. İktidar bu önerilere ve isim listelerine sessiz kalmadı. Doğan Medya Grubu mali kıskaç altına alındı, nihayet gazeteciler tutuklandı. Sadece Cumhuriyet’in imtiyaz sahibi İlhan Selçuk ve Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay değil, Ergenekon’u deşifre eden kitaplara imza atmış Ahmet Şık ve Nedim Şener, ODA Tv yöneticisi Soner Yalçın ve arkadaşları da tutuklandılar. Dönemin Başbakanı Erdoğan, “Kitap bombadan daha etkili bir silahtır” diyerek tutuklamaları savundu.
Döneme, operasyonlara ve davalara ilişkin manşetler programlar kitaplara, master ve doktora araştırmalarına konu olması gereken zenginliktedir. Dolayısıyla, üç beş örnekle de olsa üzerinde durulması kısacık bir anımsatma yazısının hacmini aşar. Her şeye karşın, medyatik yargılama ve infazın iki başlığı bu satırların yazarı için unutulmayacak önemdedir.
Soner Yalçın, Ahmet Şık, Nedim Şener ve Yalçın Küçük’ün de aralarında oldukları 10 gazeteci yazarın gözaltına alındıkları günlerdi. Değil yargılama, haklarında henüz iddianame bile yoktu. Ama Ahmet Altan ve Yasemin Çongar yönetimindeki Taraf gazetesi hükmünü çoktan vermişti. Operasyon başsavcısının söyledikleri, hüküm için yeterliydi. Gazetenin manşetinde “Gazetecilikten tutuklanmadılar” başlığı altındaki metinde hüküm verilmekle kalınmamış, infaza da başlanmıştı (Taraf, 7 Mart 2011).
Hukuk ve meslek ahlakına ilişkin kaygılar bir kenara bırakıldığında, ahlaki düşüş başladığında bir yerlere takılıp durması zordur! Fikir ve haber namusu entelektüelliğin başlıca göstergesi sayılsa da ahlaken düşmenin dibi yoktu. Aynı günlerde Yandaş Medyanın lokomotifi, FG Cemaati’nin sözcüsü Zaman’ın birinci sayfasındaki metnin başlığında, “Medyada gözaltı tartışması: Yargı sürecini beklemeden zanlıları suçsuz ilan etmek doğru değil” cümlesi vardı (Zaman, 5 Mart 2011).
***

Ergenekon’dan 15 Temmuz’a
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Ergenekon operasyonu ve davası, Pentagon’un da desteğiyle siyasal İslam’ın sivil bürokrasi ve yargıdan sonra orduyu da ele geçirme dönüştürme operasyonuydu. Tasfiye operasyonu başarıya ulaştıktan sonra rakip kalmayınca, İslamcı ortaklar birbirlerine düştüler. Birbirlerini yokladıkları öncü muharebelerin ardından hırsızlık yolsuzluk dosyalarının ortalığa saçıldığı 17/25 Aralık 2013 ertesinde topyekûn boğazlaşmaya başladılar. Bu vesileyle görüldü ki, meğer sırt sırta verdikleri dönemde bile birbirleri hakkında cephane biriktirmişler. Görüldü ki, dini duyguları istismar etmeye dayalı İslamcı siyaset de o denli ikiyüzlü, oportünist, entrikacı, hilekâr, ilkesiz ve sermaye birikimcisidir. Daha acısı, hukuk hiç umurunda değildir.
İslamcı siyasetin doğası gereği hukuku hiç umursamadığı Ergenekon sürecinde en çıplak haliyle görüldü. Operasyon ve dava, İslamcı ortaklar tarafından hukuk cellatlarına ihale edildi. Sadece darbe dönemlerinde rastlanabilecek hoyratlıkla sabahın köründe insanların evleri basıldı, sahte deliller üretildi, derin devletle yan yana getirilemeyecek muhalifler de suçlandı. Fırsat bu fırsat, ordu içindeki alevi kökenli askerler de operasyona kurban edildi, birçoğu intiharı tercih etti. Sorgulamalarda ve yargılamalarda ülkenin kanlı geçmişi, faili meçhul cinayetler ve katliamlar hiç sorgulanmadı. Bu hakikate karşın Yandaş Medya, yargılamaları “Ülkenin bağırsaklarının temizlenmesi” olarak propaganda etti. Nihayet İslamcı iktidar ortakları birbirlerinin gırtlağına sarıldıklarında, yeni ittifaklar gündeme geldi. Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay’ın kararlarıyla Ergenekon ve Balyoz davaları düşürüldü. Peşinden, FG Cemaati’nin sivil kadrolarının tasfiyesine başlandı.
Polis ve sivil bürokrasideki Cemaat kadroları tasfiye edilirken Cemaat medyası nasıl da ağlamaklıydı. Operasyon haberleri ve köşe yazıları çok ama çok dokunaklıydı: Hırsızları yakalayınca böyle oldu. Rezalar dışarıda yakalayan polisler içerde. Haram lokma yemediler, kanunsuz iş yapmadılar, algı operasyonuna maruz kaldılar. Türkiye evrensel hukuktan uzaklaşıyor. Gözaltındaki polislere insanlık dışı muamele ediliyor. Oruçlu polislerin sorgusu sırasında lahmacun ziyafeti çekiliyor. Mahkeme kararı olmadan insanlar suçlu ilan ediliyor...
Bu satırların yazarı bu dokunaklı haber ve yorumları her okuyuşunda biraz önce aktardığı manşetleri anımsadı. En güçlü en şaşmaz en gerçekçi yargıç hayatın ironisinin ne denli çarpıcı öğretici olduğunu düşündü...
Hayat devam etti. Cemaat, gırtlağına yapışan Reis’e karşı can havliyle askeri darbe girişiminde bulundu. Ancak, AK/Saray ve Reis’e karşı onca nefrete karşın, toplumda darbe isteği ve beklentisi olmadığından, kırk yıldır “altın nesil” yetiştiren Cemaat “altın vuruş” yapmakla kaldı. Devletten ayıklandığı gibi, şirketlerini, okullarını ve medyasını da yitirdi.
Şimdi artık yeni bir ittifak var. AK/Saray ve Reis, dünün Ergenekoncularıyla kol kola. Bu ittifak, Cemaat’e karşı görünse de özünde iş cinayetlerine kurban giden emekçilere, eski ve yeni işsizlere, katliama dönüşen kadın cinayetlerinin kurbanlarına, anadilini konuşmak kimliğine kültürüne sahip çıkmak istediği için zindanlara tıkılanlara, inancından ötürü dışlanan Alevilere gayrimüslimlere, farklı cinsel kimlik sahiplerine, solculara sosyalistlere karşı yükseliyor.
Ve elbette güncel yakın tehdit olarak artık her taşın altında FETÖ aranıyor. Öyle ki, adı lazım olmayan Başbakan Yardımcısı’nın deyişiyle “yolda arabanın lastiği patlasa, FETÖ’den biliniyor”.
Etme bulma dünyası işte. En güçlü en şaşmaz en gerçekçi yargıç hayatın ironisi ne denli çarpıcı ve öğretici değil mi?
FETÖ’nün bir dönem en dokunulmaz sanılan kişileri ve makam sahiplerini titreten savcıları yargıçları firarda. Firara fırsat bulamayıp yakalanan mensuplarının nasıl yargılanacaklarını bilen bilir. Bu ülkenin dürüst namuslu demokrat solcu sosyalist insanları on yıllarca boşuna dil dökmediler, hukuk herkese lazımdır diye...
Evet evet! Hukuk herkese lazımdır. Gün gelir Başkan’a, Reis’e, Başbakan’a, muktediri muhalifi her siyasetçiye, yandaşı liberali medya esnafına da lazım olur!

NOT:  Çağdaş Gazeteciler Derneği Bursa Şubesi'nin yayın organı Çağdaş'ın Eylül 2016 tarihli 17'nci sayısında yayımlanmıştır.

4 yorum:

  1. güzel kapsamlı ve doyurucu bir yazı olmuş..eline aklına yüreğine sağlık Rahmi

    YanıtlaSil
  2. Sevgili Rahmi, yazdıklarını keyifle okuyorum ama inan zaman zaman sıkılıyorum, çünkü çok uzun. İnternet olanakları gazeteye göre avantajlı sanılır ama tam tersidir. Kısa, öz yazmak hedefe ulaştırır. yoksa, boşa atılmış mermi olabilir. Sevgiyle...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Haklısın Mustafa. Bu yazı çok uzun. Dergi yazısı olunca, yazı konusu geniş tutulunca uzadı. Çok selam.

      Sil