6 Eylül 2017 Çarşamba

OTURAN BOĞA'NIN ÇILGIN AT'IN ANILARINA SAYGIYLA

SEYAHATNAME-İ RAHMİ ÇELEBİ
OTURAN BOĞA'NIN ÇILGIN AT'IN ANILARINA SAYGIYLA
Amerika’yı yeniden keşif gezimizin üçüncüsünde, ABD’nin en zengin eyaleti Kaliforniya’yı, Yosemite, Yellowstone, Grand Canyon  ve Grand Teton parklarını dolaşırken, bölgenin antropolojisini etnolojisini aklımızdan hiç çıkarmadık. Nereye gittiysek, Kolomb’un Hindistan zannederek Indians (Hintli) olarak adlandırdığı yerli halkların nasıl bir soykırıma maruz kaldıklarına ilişkin işaretlerle karşılaştık. Yosemite’nin bulunduğu Kaliforniya’nın, Grand Canyon’un bulunduğu Arizona’nın yanı sıra Yellowstone’nun bulunduğu Montana, Idaho, Wyoming eyaletlerindeki yerli halklar da ABD’nin kuruluş sürecindeki katliamdan nasiplerini almışlar. Bunu öğrenmemiz, Indians (daha çok bilinen bir adlandırmayla Kızılderili) soykırımına ilişkin düşüncemizin daha da netleşmesini sağladı.
Esasen, ABD temelde iki paralel savaşla kurulmuş: Doğuda Britanya Krallığı güçleriyle savaş, batıda Kızılderililerle savaş. Missisipi Nehri’nin doğusundaki savaşta Kızılderililerin çoğu nedense Britanyalılarla aynı safta yer almışlar. ABD’nin kuruluş sürecinin en yıkıcı savaşları ise batıda Kızılderililere karşı verilmiş. Montana’da 1862–1863 Altına Hücumu ile başlayan savaş Idoha, Orgeon ve Wyoming eyaletlerine de sıçramış. Savaş 1879’da Kızılderililerin kesin yenilgisiyle sona ermiş. Savaşlar, zorunlu göç ve iskânlar, salgın hastalıklar nedeniyle Kızılderililerin nerdeyse kökü kazınmış. Kızılderililer bugün 3 milyona yaklaşan nüfuslarıyla ABD’nin toplam nüfusu içinde yüzde 1’in de altındalar ve rezervasyon denilen “koruma” alanlarında kültürel soykırım yaşıyorlar.
Kızılderililer, çocukluğumun gençliğimin western filmlerinde ve çizgi romanlarında hep ‘kahraman kovboy’a karşı savaşan, kafa derisi yüzen, vahşiler olarak resmedilmişlerdi. Oysa ‘beyaz adam’ ile karşılaştıklarında ilkel kabileler halindeydiler ama hiç de vahşi değillerdi; doğayla ve birbirleriyle barış içinde kolay bir yaşamları vardı. Yemek, barınmak ve yaşamlarını sürdürmek için ihtiyaç duydukları her şeyi, yaşadıkları doğa onlara cömertce sunmuştu. İnsanın insanı sömürmesi fikrine bile yabancıydılar. Toprağı gerçek ana belleyip kutsayan, o yüzden ölüme inanmayan Kızılderililer, bir çiçeğin açarken mırıldandığı şarkıyı, kelebeğin kanatlarını çırpmasını, bir su birikintisinde toplanmış kurbağaların vraklamasını, ağaçlardaki kuşların cıvıltılarını, ormanların uğultusunu, fundalıklarda yükselen dolunayın hışırtısını, bulutları dağıtan otları dalgalandıran rüzgârın sesini ve kokusunu duymadan yaşamı duyumsamıyorlardı. Kolomb seyir günlüğüne Kızılderililer  için “keskin silahları ilk kez gören, kötülüğü hiç tanımayan ve hiç silahı olmayan bir halk” demişti. Toplumsal belleklerinde sınıf savaşımları ve sömürüye başkaldırı yöntemleri değil, sadece ve sadece doğanın bir parçası olarak doğayla ve birbirleriyle uyum içinde yaşamak vardı. O yüzden ‘beyaz adam’ geldiğinde dostça karşıladılar; yemek verdiler, mısır yetiştirmeyi, dağların çetin koşullarında hayatta kalmayı öğrettiler. Sahip oldukları zenginlikleri hiç düşünmeden sundular ‘beyaz adam’a.
Oysa ‘beyaz adam’ kendi ülkelerinden çeşitli nedenlerle kaçan kişilerden oluşuyordu. Suçlular, engisizyondan kaçanlar, hiçbir işte tutunamamış bir baltaya sap olamamış serseriler, aç kalmış yoksullar, geleneklerin baskısından kurtulmak ve yeni bir hayat kurmak isteyen maceraperestler, kıtadaki altın madenlerinin hayaliyle kısa sürede zenginleşme peşindeki para avcıları ...

Kızılderililerin ülkesine ‘demir at’ı, ‘gürleyen çubuk ve kaval’ı, ‘ateş suyu’nu ‘beyaz adam’ getirmişti. Bilmedikleri hastalıklar da ‘beyaz adam’la birlikte gelmişti. ‘Soluk benizli beyaz adam’ saldırıya geçtiğinde, bilmedikleri hastalıklara yakalandıklarında, yurtlarından sürüldüklerinde, Kızılderililer çaresizce öldüler binlerce, on binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca...
Sadece kıta Amerikası yerlilerinin kökü kazınmadı. Kıtanın adalarında da aynı soykırım yaşandı. Kolomb, 1492 yılında ilk olarak Küba’ya ayak bastı, adanın İspanya krallığına ait olduğunu ilan etti. Adaya 1511 yılında yerleşmeye başlayan İspanyollar öylesine vahşiydi ki, silahsız yerli halk içinde intihar salgını başladı. Dağlara çekilen yerliler sömürgecilerle karşılaştıklarında kendilerini en derin uçurumlara attılar. İspanyollar çiftliklerde çalıştıracak yerli köle kalmayınca Afrika’nın siyah derili insanlarını köleleştirip Küba’ya taşıdılar. Küba’da yerli halktan artakalan nüfusun bugün adanın doğusundaki birkaç aileden ibaret olduğu söyleniyor... 
Bir Afrika atasözü olarak söylendiği üzere, “Ellerinde tüfek olduğu müddetçe aslanların tarihini avcılar yazar.” Amerikan tarihi de, daha genelde Batı tarihi, “vahşi ama zayıf yerliler” üzerine yazılmış “uygar beyaz adam” tarihidir! Dört hafta süren gezimizde bu tarihin dışında hakikatin peşinde olduk. Vurgulamalı ki, Kızılderililerin kökünün kazındığı “vahşi batı”, ABD’nin gerçek kuruluş öyküsüdür. Bu ülkenin harcı yerlilerin kanı ve köle zencilerin alınteri ile karılmıştır. Kurucu Başkan George Washington, Kızılderililer için “Bu vahşi hayvanların tamamen imha edilmesi gerekiyor” demişti.
Kurucu Başkan’ın dediği oldu, ABD Kızılderililer başta olmak üzere zayıf ve güçsüz olanların kanı ve gözyaşı üzerine kuruldu. Soykırımdan geriye Cherokee, Apache, Comanche, Chevrolet, Pontiac, Fox, Chayanne, Navajo, Sioux, Iroqois, Seminol gibi Kızılderili kabile isimleri kaldı. Amerikan sermayesi onların isimlerini de metalaştırdı; savaş gemilerine, helikopterlere, otomobillere verdi. Şehirlerin cadde ve sokak tabelalarında da bu isimlere rastlamak mümkün.
***

Zulüm nerede ve kime yönelik olursa olsun direnişle karşılaşır. Ezilen halkların tarihinde zalimlerin hizmetine giren işbirlikçiler kadar zulme karşı direniş kahramanlarına da yer vardır. Amerikan yerlilerinin tarihinde de nice direniş kahramanı gelip geçmiş. Amerika kıtasına bu üçüncü yolculuğumuz boyunca Kızılderili soykırımına direnişin efsane kahramanları Oturan Boğa’yı ve Geronimo’yu, Çılgın At’ı saygıyla andık.
Western filmlerinde sıkça temsil edilen Oturan Boğa (Tatanka İyotake), 1831’de Güney Dokato’da Sioux kabilesinin  üyesi olarak doğdu, Gençliğinde cesareti, cömertliği ve bilgeliği ile nam saldı; 1867’de Sioux kabilesinin reisi oldu. Altına Hücum, Oturan Boğa’nın bölgesine de sıçradı; maden arayıcıları ABD ordusunun güvencesiyle Kızılderililere saldırdılar.
Kızılderililere 1876 yılında bölgeyi terketmeleri ve “koruma” altına alınmış alanlara, bir tür toplama kamplarına yerleşmeleri emredildi. Ömrü eyersiz at üstünde geçen, geyiklerle yarışan, bufalolarla güreşen, yaban hayvanlarıyla dost olan ‘Güneşin ÇocuklarıSioux kabilesi, telörgülerle çevrili hayatı reddetti. Çıkan savaşta ordu ağır kayıplar vererek yenildi. Oturan Boğa, Amerikan 7. Süvari Alayı’nı yenen kabile reisi olarak tarihe geçti. Savaşta Amerikan askeri tarihinin ünlü generallerinden George Custer da öldürüldü.
Kazandığı savaşın ardından vuruşa vuruşa çekilen Oturan Boğa nihayet Montana’da yakalandı, hapse atıldı. Hıristiyan olması önerildi, reddetti. İki yıl hapis yattıktan sonra serbest bırakıldı; 1885’te Amerika yerlilerine karşı yürü­tülen savaşlardaki kılavuzluğu ile ün kazanmış bizon avcısı şovmen ve asker Buffalo Bill’in ‘Vahşi Batı Gösterisi’ne katılıp ABD ve Kanada’yı dolaştı. Tek başına 4 bin bizonu öldürmekle övünen buffalo katilinin şovlarına malzeme olmak, halkını korumak için katlandığı bir fedakârlık idi. Şovlarda kendi dilinden beyaz seyircilere küfretti, beyaz seyirciler alkışlarla karşılık verdi. Bu gezisi sırasında, Kızılderililer arasında Hayalet Dansı başladı. ‘Güneşin Çocukları’ yüzlerini boyayıp, rengârenk boncuklarla işlenmiş elbiselerini giyip, yorgunluktan bayılıncaya değin sessizce dans ettiler. Sessiz protestoya katlanamayan Amerikan hükümeti, Oturan Boğa’nın başlattığını düşündüğü dansı yasakladı; yasağa uymayan Oturan Boğa ve oğlu Karga Ayak, 1890’da kendisini kuşatan polislerle girdiği çatışmada öldürüldüler. Öldüren polisler kendi halkından, bir zamanlar kendisiyle birlikte beyazlara karşı savaşmış, sonra beyazların hizmetine girmiş eski yoldaşlarıydı. Ne acı bir kader! Halkların tarihi buna benzer nice acılarla dolu.
Apache savaşçısı Geronimo (Gokhlayeh)’nun öyküsü de Oturan Boğa’nın öyküsü kadar tirajik. 1829’da New Mexico olarak adlandırılan bölgede doğdu. Otuz yaşındayken eşi, annesi ve çocukları İspanyolların düzenlediği katliamda öldü. Yüreğine intikam ateşi düşen Geronimo, Arizona ve New Mexico’ya yerleşen beyazların korkulu rüyası oldu; cesareti ve kahramanlığıyla Apache şeflerinin de saygısını kazandı. Defalarca yakalandı ama özgür ruhlu bir Apache olarak her defasında kaçmayı başardı. En son 1885’te kaçtı ve 1894 yılına kadar yakalanamadı. Her yanı didik didik arayan süvariler Geronimo’nun izine bile rastlayamadılar. Sonunda askerler Geronimo’ya olan öfkelerini halktan çıkardılar; köyleri basıp yaşlıları, kadınları, çocukları öldürmeye başladılar. Bunun üzerine Geronimo teslim oldu ama katliamlar durmadı. Geronimo 1909 yılında Oklahoma’da işkence ile öldürüldü. Kahramanlarının ölümünü kabullenemeyen halkların tarihleri birbirlerine öyle benziyor ki. Apacheler de, Geronimo’nun ölümünü kabullenmediler, Dumanlı Dağlara kaçıp yaşamaya devam ettiğini anlatageldiler...
Yüzyıllar süren Kızılderili direnişi, işbirlikçiliklerin yanısıra kahramanlık öyküleriyle de doludur. Kızılderili halkların efsaneleştirdiği başka direniş kahramanları da vardır: Crazy Horse (Çılgın At, Lakota / Sioux), Red Cloud (Kırmızı Bulut, Lakota /Sioux), Red Horse ( Kırmızı At, Lakota / Sioux), Little Crow ( Küçük Karga, Lakota / Sioux), Little Big Man ( Küçük Dev Adam, Oglala/ Lakota), Crow King ( Karga Kral, Hunkpapa)...
Bunca direnişe karşın ‘beyaz adam’a güç yetiremedi Kızılderililer, vahşet karşısında daha fazla tutunamadılar. Doğal yaşamlarından kopartılan Güneşin Çocukları, Toprak Ananın Evlatları bugün Amerika’nın dört bir köşesinde, “rezervasyon alanı” denilen toplama kamplarında yaşıyorlar. Ama beyaz adamın gözü doymuş değil. Vahşetini çağdaşlaştırma kisvesi altında asimilasyon politikasıyla sürdürüyor. Altın ve para hırsının erittiği Kızılderili kültürü heba olup gidiyor.
Altın ve para hırsıyla heba olup giden sadece Kızılderili kültürü değil. Kızılderili atasözüyle “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”
Dört hafta süren gezimizde Kızılderili olarak bildiğimiz Amerikan yerlilerinin yurtlarını dünya gözüyle görmenin yanısıra, acıklı öykülerini de daha net kavradık. Nereye gittiysek, Çılgın At, Oturan Boğa ve Geronimo karşıladı bizi. En son Yellowstone ve Grand Teton’u dolaşırken iç sesimizden “Süper volkan patlayacaksa, bu kez ‘beyaz adam’ın kendisinden zayıf savunmasız insanları vahşice katletmesine duyduğu öfkeyle patlayacak” cümlesini duyduk!
***

Amerika’yı yeniden keşif gezimizin üçüncüsü de sona erdi. Dördüncüsü ne zaman kısmet olur, nereleri gezerim, ne gibi izlenimler ve bilgiler edinirim, bilemiyorum.
Amerika’ya ilk yolculuğum 30 Mayıs 2013 günü başlamıştı. Üç hafta süreyle telefon kapalıydı, gazete televizyon sosyal medya boykotundaydım. Döndüğümde ne göreyim, Türkiye Gezi Direnişine sahne olmuş, memleket altüst olmuş. On günde ancak kavrayabilmiştim olan biteni. Bu ilk gezi izlenimlerini Gezi Direnişi’nin dışında kalmış olma mahcubiyetinden yazamamıştım.
İkinci yolculukta Küba’daydım. Telefon yine kapalıydı, ister istemez gazete televizyon sosyal medya boykotundaydım. Çünkü, Küba’da internet erişimi yok denecek kadar sınırlıydı. Yani memleketten haber alamamıştım. 1 Mayıs’ı Havana’da kutlamak güzeldi. Döndüğümüzde ne göreyim, Sadrazam Davutzade, saray darbesine kurban gitmiş.
Üçüncü yolculukta da telefon kapalıydı, yine medya boykotundaydım, memleketten haber almamıştım. Dönüp dolaşan tilki hesabı kürkçü dükkânındayım. Dostlar “değişen bir şey yok” diyorlar. Alışkanlıktan olsa gerek, 694 khk seri nolu faşizmi değişimden saymıyorlar.

Dördüncü yolculuk ne zaman kısmet olur bilemiyorum. Umarım dördüncü yolculuk dönüşünde Türkiye çok köklü değişmiştir, dindar kılıklı mafyozo faşizmin enkazında demokrasi çiçeği açmıştır!

2 yorum: