SEYAHATNAME-İ RAHMİ ÇELEBİ
Balkan gezimizin dördüncü günü
gün batımına yakın Dubrovnik’ten yola çıktık. Mostar’a 125 kilometre yol var. Giriştekinin
tersine Hırvatistan kapısından çıkarken teker teker sayılmadık. Bosna Hersek
Cumhuriyeti kapısında ise gümrük görevlisi, pek rastlanmayan bir görev aşkıyla ‘bavulları
arayacağım’ diye tutturmuş; bekliyoruz. Bavullarımızı aramaya hakkı ve yetkisi
var ama neden bizim valizler? Kaçak değiliz göçek değiliz, şunun şurasında
Balkanları gezmeye çıkmış turist kafilesiyiz.
Biz bu sorularla cebelleşirken rehberimiz,
kafilenin özel pasaportlu olduğunu söylemiş, sınır görevlisi ısrar etmiş, hatta
(rehber ayrıntısına girmek istemedi) daha ileri gitmiş. Bunun üzerine
rehberimiz blöf yapmış, ‘buyur indir valizleri ama sonrasını düşün!’ demiş.
Sınır görevlisi duraklamış, ısrarından vazgeçmiş. Neden vazgeçmiş olabilir ki?
Öyle ya da böyle artık Bosna
Hersek Cumhuriyeti sınırları içindeyiz. İki saat sonra da Mostar’a varmış
olacağız. Nedendir, kendimizi memleketimizde hissediyoruz. Mostara vardığımızda
saat 21.00 gibiydi, karanlık iyice bastırmıştı. Boşnak rehberimizin torpiliydi
herhalde, otel yönetimi açık büfe güzel bir akşam yemeğiyle karşıladı
kafilemizi. Gün boyu yolculuğun yorgunluğu o anda bitti.
***
Mostar, sosyalist Yugoslavya’dan
arta kalan Bosna- Hersek Federasyonu’na bağlı Hersek- Neretva Kantonu’nun başkenti.
Nüfusu 105 bin, İçinden Neretva nehri geçiyor. Yugoslavya’nın dağılma sürecinde
iç savaşta çok büyük zarar görmüş; şehrin etnik haritası değişmiş. Savaş
öncesinde etnik ve dini topluluklar içiçe yaşarken, savaşın ardından Müslüman
Boşnaklar nehrin doğusunda, Hıristiyan Hırvatlar batısında toplaşmışlar, Sırplar
ise kentten ayrılmış. Artık öyle farklı dini ve etnik topluluklara mensup olup
barış içinde içiçe yaşamak yok; herkes kendi köyüne mahallesine!
Bu ayrışma ve kıyım yüzünden Mostar,
insanları birbirlerinin avcısı ve acı yapan içsavaş vahşetinin simgesi olmuş bir
bakıma. Vahşetin izleri simgeleri kent gezisinin daha ilk adımlarında kendini
gösteriyor. Kaldığımız otelden alışkanlıkla sabah yürüyüşe çıkar çıkmaz ayrışmanın
en hegemonik mesajını tepemde dikili gördüm. Karşıda Mostar’ı çevreleyen en
yüksek tepenin en yükseğinde devasa haç heykeli. Verilmek istenen mesaj, Üsküp
Şar dağlarındaki gibiydi.
Toplum yaşamında ve siyasette
diplomaside bu denli önemli mi haç dikmek! Karşısına düşen tepeye minare mi
dikilmeliydi? Nazım Hikmet’in dizeleri geldi aklıma:
Ne beş vaktin ezanı, ne anjelüs
çanları
Zincirden kurtarmadı biz yoksul
çalışanları
Yine biz köleleriz, efendilerimiz
var...
***
İÇSAVAŞ DEĞİL KATLİAM!
Nazım’ın dizelerini mırıldana
mırıldana Mostar sokaklarını arşınladım. İç savaşın yaraları tam anlamıyla
sarılmamış. Orda burda topçu ateşiyle harabeye dönmüş evler, sağlam kalmış
evlerin duvarlarında kurşun izleri. Bu izler arasında tarihi Mostar Köprüsü’nü bulmak
için dolanıp durdum. Burası Yunus Emre Kültür Merkezi, orası Türkiye
Cumhuriyeti konsolosluğu, burası Suudi Arabistan konsolosluğu, şurası
pazaryeri... Ama tarihi köprüye giden yolu bir türlü bulamadım. Aşağısındaki
yukarısındaki köprüleri buldum, Neretva nehrini kolyeleyen o köprülerden tarihi
köprünün fotoğraflarını da çektim ama Mostar köprüsünün kendisini bulamadım. Ne
acemi bir turistim değil mi!!! Kafilenin takvimine uymalıyım, otele döndüm.
Kahvaltının ardından kafilecek
Mostar’ı keşif turuna çıktık. Tura Hıristiyan mahallesinden başlayıp ünlü
köprünün ayağına geldik. Meğer sabah köprünün etrafından dolanıp durmuşum. Sadece
yayalara açık bir köprü; araç trafiğine kapalı çarşı yolundan ulaşılabiliyor.
Ben araç trafiğine açık bir köprü tahayyül ettiğimden bulamamışım. Neyse,
sonunda kafilecek Mostar köprüsündeyiz.
Tarihi Mostar köprüsü, sadece
kentin simgesi değil, 1990’lı yıllarda kenti kana ve gözyaşına boğan vahşetin
de simgesi. Rehberimizin anlattığına göre o vahşet deryasında sadece Bosna
Hersek Cumhuriyeti sınırları içinde 300 binden fazla insan can vermiş. Dil alışkanlığıyla
içsavaş diyoruz ama yerel rehberimiz infial içinde, içsavaş olmadığını, katliam
olduğunu vurguluyor. Rehberimiz etnik ve dini kıyım operasyonları, tecavüzleri anlatırken
duygulanıyor. Rehberimizin anlattıklarını dinledikçe, etnik ve dini kıyımların
nasıl bir vahşet olduğunu daha derinden duyumsuyoruz, köprüyü bu duygularla
adımlıyoruz.
Tarihi köprüyü 1557 yılında Mimar
Sinan’ın öğrencilerinden Mimar Hayreddin inşa etmiş. 1993 yılında Hırvatlar şehirde
Türk ve Müslüman izi kalmasın diye köprüyü tahrip etmişler, köprünün taşları Neretva’ya
gömülmüş. Etnik ve dini kıyım dalgası durulduktan sonran aralarında Türkiye’nin
de bulunduğu ülkelerin katılımıyla 2002 yılında köprü restore edilmiş. Bayburt’tan
gelen taş ustaları 2003 yılında son taşı koymuşlar; köprü 2004 yılında yeniden
açılmış. Yaya köprüsü 99 basamaklı; basamakların her biri Allah’ın 99 ismine
karşılık geliyor. Köprünün çarşı ayağındaki hediyelik eşya dükkânlarında ve müze-kütüphanede
köprünün ve kentin etnik kıyım sırasında bombalanmasına, kıyımdan sonra imarına
ilişkin kitapçıklar, kartpostallar ve diğer görsel eşyalar sergileniyor.
Köprünün açıldığı çarşının bitişiğinde
ise Koski Mehmet Paşa Camii bulunuyor; 1618 yılında yapılmış; Yugoslavya’nın
dağılma sürecinde büyük zarar görmüş, minaresi yıkılmış. Onarılıp ibadete
açılan caminin avlusunda Yunus Emre Enstitüsü bulunuyor. Türkiye Cumhuriyeti
konsolosluğu burada hizmet veriyor.
Mostar keşfimiz, çarşı gezintisiyle
sona erdi. Gezinti yorgunluğunu Neretva sahilinde köprü civarındaki kafelerde
attık. Menüdeki yaprak sarmayı canımız çekti. Biranın yanında iyi gider deyip
sipariş verdik. Bekle bekle yaprak sarma gelmez. Hatırlattık, ‘geliyor’ diye
karşılık verdi garson. Nihayet geldi, bir çukur tabakta haşlanmış sulu yaprak
sarma. Umduğumuz değildi, misafirdik!
***
Yeniden yola düşme vakti gelmiş.
Neretva nehri boyunca uzanan yemyeşil coğrafyada vadiden vadiye tepeden tepeye
kıvrılan yollarda ilerlemek nasıl da keyifli! Mareşal Tito’nun sosyalist
Yugoslavya’sı döneminde yapılmış barajlar nedeniyle Neretva nehir olmaktan
çıkmış, deryaya dönüşmüş. Usul usul aktığı vadinin doğal güzelliği unutulacak
gibi değil.
Yolda rehavet çökmüş, sadece biz
seyyahları değil rehberlerimizi de tutsak almış. Uyku ile uyanıklık arasında
rehberimizin sesi tonu değişmiş. Meğer rehberimiz dinlenme hakkını kullanmaya
koyulmuş, mikrofonu kafilemizden Hafize öğretmene teslim etmiş. Hafize öğretmen,
meslekten rehberi aratmıyor, Neretva Köprüsü filmindeki öykünün yaşandığı Jablanica’ya
geldiğimizi bildiriyor.
Neretva Köprüsü filmi, İkinci
Dünya Savaşı yıllarında Mareşal Tito önderliğindeki yurtsever partizanların
Nazi işgaline direnişini anlatır. 1943 yılında Nazi ordusu, yerli işbirlikçiler
Hırvat Ustaşi ve Sırp Çetnik milisleriyle birlikte (150 bin kişi dolayındaki
kuvvetle) partizanlara hücuma geçer. Hedef, Jablanica kasabasıdır. Amaç, burada
toplaşmış partizanları yok etmektir. Mareşal Tito, partizanları demiryolu
köprüsünden karşı kıyıya geçirdikten sonra köprüyü çökertir. Böylece Nazi
ordusunun ilerleyişi kesilir. Yugoslavya topraklarında savaşın dönüm noktasıdır
Neretva köprüsü. Devamında Nazi ordusu adım adım sökülür Balkanlar’dan.
Neretva savunması, faşizme karşı
Balkanlar’daki büyük direnişin dönüm noktasıdır; sonrasında sosyalist
Yugoslavya kurulur, her dil ve etnisiteden halklar birbirleriyle savaşmadan
yaşarlar ama... İşgalci Nazilerin o
tarihte başaramadığını, Tito öldükten sonra ABD, Almanya ve NATO’nun öncülüğündeki
koalisyon başarır, halklar birbirlerine kıyarlar; Mostar bu etnik ve dini
kıyımın başkentlerinden biri olur.
Yolculuğumuz sürüyor. Bundan
sonraki menzilimiz, etnik ve dini kıyımın diğer başkenti Sarajevo; Türkçe
deyişle Saraybosna.
Yazılarınızı keyifle okuyorum.. kolay gele..
YanıtlaSilhüzünle okudum...😯😞
YanıtlaSil