Koronavirüsün ülkemize de geldiğinin resmen kabul edilmesinin üzerinden hayli zaman geçti. Teşhis konan hasta ve ölü sayısı geometrik hızla artıyor.
Salgınla mücadelede herkese görev düşüyor. Tek tek yurttaşlar, Sağlık Bakanlığı’nın ve sağlık meslek örgütlerinin önerilerine, kararlarına uymakla yükümlüler. Yaşlılar sokakta ısrarlılar, gençler asker uğurluyorlar, güneşli havayı değerlendirmek isteyenler oluyor, karantinadan kaçanlara rastlanıyor ama açıklanan önlem ve önerilere ülke genelinde uyulduğu gözleniyor. Bazı Avrupa ülkelerindeki gibi yaygın bir panik havasının olmadığı söylenebilir. En azından marketlere hücum yok, tedarik amacıyla yapılan alışverişler absürt stokçuluk düzeyine varmıyor. Sokağa çıkma yasağı yok ama çalışmak zorunda olanlar dışında büyük çoğunluk gönüllü ev hapsine girdi. Evde kalmak istemeyen yaşlılara da sokağa çıkma yasağı geldi. Sosyal hayatımızın belki de en hassas noktasını oluşturan ibadete gecikerek de olsa kısıtlama getirilmesine dindar çoğunluğun itiraz etmemesi ayrıca kayda değer.
Salgınla mücadelede yurttaşlar üzerlerine düşeni yaparken, öncelikli görev ve sorumluluk elbette iktidara düşüyor. Ancak toplumun en az yarısının iktidara güvenmediği tahmin edilebilir. Çünkü iktidar, güveni hak edecek bir politika izlemiyor.
Korona sağcı-solcu, laik-dindar, zengin-yoksul ayırt etmiyor ama iktidar ayırt ediyor; böyle bir sorunda bile ayrımcı davranmaktan geri durmuyor. Örneğin, salgına karşı eylem planını kararlaştırmak üzere Cumhurbaşkanı Erdoğan başkanlığında eşgüdüm toplantısı yapılıyor. Toplantıya çağrılanlar arasında sağlık meslek kuruluşlarından kimse yok. AKP yöneticileri de katılıyor ama başka hiçbir partiden temsilci yok. Açıklanan kararların özü de, emeği ve halk sağlığını değil, sermayenin çıkarlarını önceliyor. Özetle toplantının bileşimi ve alınan kararlar ülkenin ve halkın tamamını temsil etmiyor. Bu durumda, diğer ortak sorunlardaki kutuplaşmaya paralel olarak, toplumun en az yarısının iktidara güvenmemesi ve tepki duyması son derece doğal ve haklı!
***
AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın toplantıda alınan kararları açıklarken kullandığı üslup da hayli sorunlu. Erdoğan aynen şöyle dedi: “Virüs ülkemize gelmekte niye geç kaldı diye dizlerini dövenler, yalan haberlerle milletimizin moralini bozmaya, kaos çıkarmaya çalışanlar da çıktı.”
İnsanın inanası gelmiyor böyle hasta ruhlu kişilerin var olabileceğine ama Erdoğan var olduğunu söylüyor. Erdoğan devlet başkanı, üstelik Müslüman adam, yalan söyleyecek değil herhalde. Gerçi doğruluğu kuşkulu, apaçık hilafı hakikat çok şey söyledi. Örneğin, seçimler öncesinde 28 Nisan 2018’de İzmir’de “Yahu bundan 15 sene önce şu koskoca İzmir’in doğru dürüst bir havalimanı var mıydı?” diye sordu ve kendisi yanıtladı: “Ya biz geldik, Adnan Menderes Havalimanı’nı yaptık.” Oysa yapımına 1984 yılında başlanan Adnan Menderes Havalimanı 1987 yılında Turgut Özal tarafından açılmıştı.
Aynı seçim kampanyasında, 27 Mayıs 2018’de Isparta mitinginde, “Üniversiteyi Isparta’da kim kurdu? Biz kurduk” dedi Erdoğan. Oysa Isparta’daki Süleyman Demirel Üniversitesi 1992 yılında Süleyman Demirel tarafından açılmıştı.
Aynı seçim kampanyasında, 1 Haziran 2018’de “Adıyaman’da havalimanı var mıydı? Biz yaptık biz.” dedi Erdoğan. Oysa, Adıyaman Havalimanı 1998 yılında hizmete girdi; 2001 yılına kadar hizmet verdi. Ancak Türk Hava Yolları 2001’de Adıyaman’a seferleri durdurdu; 2005’ten sonra yeniden başladı. Erdoğan’ın “Biz yaptık biz” dediği havaalanı değil, yeni terminal binasıydı; 2013’te Erdoğan tarafından açıldı.
Erdoğan bir keresinde de ekranda 1980 öncesini anlatırken şöyle konuşmuştu: “Büyük kızım bana serzenişte bulundu. Serzeniş eve niye geç geldin anlamında değildi. Tabii bize hasret, ben de onlara hasretim ama verdiğimiz mücadele zaman ayırmaya fırsat vermiyor. Geceleri bir iki gibi geliyoruz eve. O zaman da mücadeleler şimdiki kadar rahat değil. Ve bir gece yatak odamızın kapısına büyük kızım Esra ufak bir pusula asmış. Babacığım bir geceni de bize ayır! Duygulandım tabii.” Erdoğan böyle dese de 1980 öncesinde Esra’nın böyle bir not asması olanaksız. Çünkü, Esra 1983 yılında doğmuş. Kendisinden büyük abilerinin o notu astıkları ve Erdoğan’ın yanlış anımsadığı düşünülebilir ama bu da olanaksız. 1979 yılında doğan Burak ile 1980 doğumlu Bilal, babalarına böyle serzenişte bulunup kapısına not asmış olamazlar herhalde.
Erdoğan’ın bunlara benzer çok söylemi var. Biri var ki, unutulacak gibi değil. O da, 2013 yılında Taksim Gezi Parkı Direnişi sırasında, Kabataş’ta başörtülü bir kadına 70-80 kişilik bir topluluğun tacizde bulunduğu iddiasıydı ki, hâlâ ısrarla yineliyor. İddia çok vahimdi ama AKP medyasının da iddiayı gerçekmiş gibi köpürtmesine karşın Allah’tan dindar çoğunluk iddiayı inandırıcı bulmadı. Yoksa ülke geneline yayılabilecek bir çatışmanın fitili ateşlenmiş olabilirdi. Soruşturma aylar sürdü. Binlerce saatlik kamera kayıtları titizlikle tarandı; iddiayı doğrulayacak bir görüntü bulunamadı. O saatte Kabataş’ta olan kişiler de telefon sinyal bilgilerinden saptanarak ifadeleri alındı, iddianın ilk sahibi kadınla yüzleştirildiler. Kadın kimseyi teşhis edemedi. Gezi Direnişi soruşturmasında neredeyse uçan kuşları bile suçlayan savcı, Kabataş iddiasını iddianameye koymadı…
***
Devlet yöneten bir siyasetçi hesabına hiç de hoş olmayan bunca deneyime karşın AKP Genel Başkanı Erdoğan bugün, “Virüs ülkemize gelmekte niye geç kaldı diye dizlerini dövenler” bulunduğunu söylüyor.
Dediğim gibi, bu gibi ruh hastalarının var olabileceğine insanın inanası gelmiyor. Devletin bütün istihbarat olanakları elinde olduğuna göre Erdoğan söylediklerini iddia olarak bırakmamalı, somut konuşmalı; bu ruh hastalarını toplum vicdanında hep birlikte lanetleyip mahkûm etmeliyiz değil mi? Ama sanmıyorum ki, Erdoğan ortaya attığı iddiayı kanıtlasın. Geçmişteki gibi Erdoğan iddiasını kanıtlamaz ama besleme kalemler köpürttükçe köpürtürler.
Besleme kalemlerin son birkaç gündür yazdıkları ortada. Örneğin, yazılarını lağım çukurunda çıkaran personel, muhalefetin tamamını “Ölü sayısı on binlere vursun ki hükümet yıkılsın...” beklentisi içinde olmakla suçluyor ve küfürlerini sıralıyor. Sonra muhalif yazarların “On binlerce ölü varmış ama gizli tutuluyormuş” diye yazdıklarını öne sürüyor ve ekliyor: “Üzüntüleri, Niçin İtalya kadar olamadık? Olsa, onlar da mutlu olacaklar.”
Bir başkası, Türk Tabipler Birliği’ni (TTB) hedef tahtasına koymuş, teröre destek verdiğini, ayaklanma çağrısı bile yaptığını ama tıpla ilgili hiçbir konuda gündem olamadığını öne sürüyor ve ekliyor: “En azından kendi mesleklerine saygılı olmalarını beklerdik. O da yok. Duyduklarına göre vaka sayısı on binlerce ve devlet bunu saklıyor.”
Bir başkası TTB’yi dedikoduculukla suçluyor, doktorları tepki göstermeye çağırıyor: “Başta Sağlık Bakanı Fahrettin Koca olmak üzere sağlık camiası canını dişine takarak inanılmaz bir mücadele verirken, o camianın sivil toplum örgütü TTB dedikodu yapar gibi şöyle bir açıklama yapabiliyor: ‘Aldığımız duyumlara göre çok sayıda ölüm var...’ Dünya bu ülkenin aldığı önlemleri, sağlık alanındaki hazırlığını gıpta ile izlerken, doktorlarımızın buna sessiz kalmaması gerekir.”
Sadece bu üçü değil, neredeyse tamamı, muhalefete ve biat etmeyen demokratik kitle örgütlerine aynı kin ve nefret duyguları içinde yazıyorlar. Bunlarda gazetecilik meslek ahlakını aramak boşuna, iftira atmaktan, yalan yazmaktan hiç utanmıyorlar.
Bu vesileyle belirtmiş olalım, TTB’nin korona ortaya çıktığından bu yana yaptığı çalışmaları ve önerileri, kendi web sayfasından ve sosyal medya hesaplarından öğrenilebilir. TTB, korona ile mücadele önlemlerini çok önceden önermiş; iktidar hep gecikerek davranmış. TTB, “Vaka sayısı on binlerce ama devlet gizliyor. Duyumlarımıza göre çok sayıda ölüm var.” diye bir açıklama yapmış değil. TTB her defasında kriz yönetiminde görev almayı önermiş ama iktidar kabul etmemiş; sadece TTB’nin değil, sağlık alanındaki hiçbir sivil örgütün sürece katılmasını istememiş.
Sağlık alanındaki en yetkili sivil örgüt konumundaki TTB’nin ve öteki sivil örgütlerin iktidar tarafından dışlanması ve hedef tahtasına konması nedensiz değil. AKP iktidarı denetlenmeye, eleştiriye, saydamlığa tahammülsüz; halk sağlığını ve sağlık emekçilerini değil, kendi sağlık nurjuvazisini önemsiyor. Kur’an-ı Kerim’de de şöyle buyuruluyor: “Onlar, yalanı çok dinleyen, haramı çok yiyenlerdir.” (Sofra/Maide, 42)
Peki bu sınıf ayrımcı politika, korona ile mücadelede bizi başarıya götürür mü? İktidarın oluşturduğu Bilim Kurulu’nun üyesi Prof. Dr. Alpay Azap’ın söyledikleri bu sorunun yanıtı niteliğinde: “Türkiye kritik olgu eşiği olan 100’ü geçti. Az test yaptığımızı, hastaların %20'sinin hastaneye gelip tanı aldığını düşünürsek, kritik eşiğe günler önce ulaşmış olmamız da olası. Hong Kong, Singapur olma şansımızı kaybettik. Bundan sonra tüm enerjimizi İtalya olmamaya harcamalıyız.”
İktidarın sınıfsal ayrımcılığına, güvenilmezliğine karşın, salgını en az kayıpla atlatmak için yurttaş olarak üzerimize düşeni yapmaktan, kendi göbeğimizi kendimiz kesmekten başka çaremiz yok. Kendi göbeğimizi kendimiz keserken iktidarın ayrımcı politikalarını teşhir etmekten de geri durmayacağız.
Teşekkür ederim sevgiler
YanıtlaSil