25 Ağustos 2022 Perşembe

ALİM İLİMLE ZALİM ZULÜMLE YÖNETİR

Süleyman Soylu (SS) adında bir TC yurttaşı var. Özel bir tanışıklığım yok. Yazıya konu etmeye değmez ama ne yapalım ki İçişleri Bakanı olarak hayatımıza hükmediyor. Bu da yeterince can sıkıcı. 

Can sıkıcı olması şundan. Adam içişleri bakanı. En sıradan kapitalist demokraside bile siyasetçi dediğin biraz makamını hak etmeli, makamın gerektirdiği vakar, ciddiyet ve donanıma sahip olmalı değil mi? Benim kızmamın nedeni tam da bu. Yani adam içişleri bakanı olacak vakar, ciddiyet, tutarlılık ve donanıma sahip değil. Bu yüzden sokakta karşılaşsak, selam vermeden geçer giderim. Daha doğrusu hak ettiği en ağır lisan ile muaheze eder, öyle geçerim.

***

SİYASİ VE AHLAKİ TUTARLILIK FUKARASI 

Sokakta karşılaşmak kısmet olur mu, bilemiyorum. Yazı ile muaheze edeyim hiç olmazsa.

En başta siyasi ve ahlaki tutarlılık fukarası. Siyasete 1987’de DYP Gençlik Kolları’nda başlamış. DYP ile ANAP 2000’li yıllarda birleşip Demokrat Parti (DP) adını alınca, olmuş partiye Abdurrahman Çelebi; 2008’de bu partinin genel başkanı seçilmiş. DP genel başkanı olarak nasıl da iddialıymış o yıllarda; kendisine rakip olarak dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ı seçmiş, vermiş veriştirmiş:


“Başbakan at üstünde durmayı nasıl beceremediyse, ülke yönetmeyi de aynı şekilde beceremiyor.”

“Paçalarından yolsuzluk akıyor.”

“Başbakan kendisini padişah olarak görmek istiyor. Ülkemizde sadaka kültürü var.”

Recep Tayyip Erdoğan’a bunları söyledikten sonra çok geçmemiş, 5 Eylül 2012’de AKP’ye katılmış. Sonrası bilinen hikâye: “Recep Tayyip Erdoğan’ın bir neferiyim. Hangi görevde olursam olayım Recep Tayyip Erdoğan’ın neferi olarak hayatıma devam edeceğim.

O sadakatle önce Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı, altı yıldır da İçişleri Bakanı…

Metamorfozun bu kadarı doğanın sevimli canlısı bukalemuna yaraşır da akıl, idrak, bilgelik, vicdan ve onur sahibi olduğu varsayılan homosapiens’e yaraşır mı? Yaraşmadığını anlatsam SS ibret alır mı? Boşuna bir çaba olur sanırım!

***

GÜVENLİK BİLMEDEN İÇ GÜVENLİK BAKANI


SS’e sadece siyasi bukalemunluğundan dolayı kızmıyorum. Kızgınlığımın asıl nedeni, SS’in içişleri bakanlığı yapacak donanıma ve kültüre sahip olmaması. Böyle bir donanım ve kültüre sahip olmadığını zaten kendisi itiraf etti. Aynen “Sayın Cumhurbaşkanımız içişleri bakanlığı görevine getirdi beni. Ben ömrümde bir tek güvenlik makalesi okumamış bir adamım. Okumadım yani. Ben içişleri bakanlığı ile ilgili bir şey biliyorum dersem yanlış olur” diye anlattı. Hani derler ya, ilim sahibi ilimle, zulüm sahibi zulümle idare eder; SS’inki de o hesap. İçişleri Bakanı olarak asli görevi ülkenin iç güvenliği ama güvenlikten anladığı devlet şiddetinden ibaret. Hukuk devletinin değil, kanun devletinin bile değil zorbalık rejiminin nazırı. Kendini bilen bir içişleri bakanı, “Metruk bina var ama muhtar ‘mahkeme kararı var, yıkamıyoruz’ diyor. Arkadaş sen gece yık, mahkeme kararı arkamızdan gelsin!” şeklinde bir cümle kurmaz ama SS pervasız, böyle talimat verebiliyor. 

Anayasa Mahkemesi (AYM), Edirne’de ÖDP il binasına asılan “Hırsız katil AKP” yazılı pankartı düşünce ve ifade özgürlüğü saydı. SS, “AYM’nin kararı Türkiye’ye ait değil, Norveç’e ait. AYM’nin kararları terörle mücadelede bizi gönülsüzleştiriyor” diyerek tepki gösterdi. Böyle derken Türkiye’yi Norveç’teki özgürlüklere layık görmediğini itiraf ettiğinin farkında değil. Pervasızlık, donanımsızlık ve gaflet bu denli yani.

O pervasızlık ve nobranlıkla Ankara Yüksel Caddesi’ndeki insan hakları anıtını bir ara çepeçevre kuşattı. Oysa o anıt, dert anıtı olmuştu. Kim ne derdi var, anıtın etrafında toplanıp anlatıyordu. Ben de ADAM-DER Kurucu Başkanı olarak kaç kere o anıt önünde darbezede asker yoldaşlarla toplanıp, kitlesel basın açıklaması yapmıştım. SS anıtı çepeçevre kuşattı, derdini dökmek isteyenleri coplattı, coplatıyor. SS gelinceye değin sadece İnsan Hakları Anıtı değil, TBMM’nin Dikmen ve Çankaya kapıları da dert kapıları olmuştu. Şimdi değil bu yerlerde, neredeyse hiçbir yerde derdini anlatamıyorsun. Norveç’te anlatabilirsin ama kendi memleketinde anlatamazsın!

***

SS’İN SUÇLULAR ALBÜMÜ


Bunların her biri akıl, idrak, bilgelik, vicdan ve onur sahibi bir sapiensi utancından yerin dibine sokmaya yeter ama ne yapalım ki burası Türkiye, yetmiyor işte! İçişleri Bakanı olarak iç güvenlikten sorumlu, polislerin amiri ama nerede bir suçlu yakalansa SS ile fotoğrafı çıkıyor. Mafyadan aylık alan siyasetçi olduğunu söylüyor, yakalaması gerekirken kim olduğunu gizliyor. Bu suskunluk nedense AKP yöneticilerini ve milletvekillerini hiç rahatsız etmiyor…

Bir de akçalı söylentiler var ki, gelmiş geçmiş hiçbir içişleri bakanı bu gibi söylentilere konu olmamıştı. Medyada çokça yazıldı. Gazeteci Yazar Mehmet Yılmaz “mübarek cuma soruları” başlığı altında yıllardır yazıp soruyor. Ben özetleyerek anımsatayım.


Söz konusu akçalı iş, iş adamı (SBK kod) Sezgin Baran Korkmaz’la ilgili. SBK hakkında, kara para aklama ve dolandırıcılık suçlamasıyla soruşturma açılıyor; yurtdışı ve mal varlığı yasakları peş peşe geliyor. Derken, (sonradan Adalet Bakanı Yardımcısı yapılan) bir savcı ile bir hâkim, olmayan bir MASAK raporunu gerekçe gösterip, SBK’nin mal varlığı üzerindeki tedbiri ve yasağı kaldırıyorlar. SS de, SBK’yi bakanlığa çağırıyor; sadece bir gün sonra SBK yurtdışına çıkıyor; çıkışın ardından tekrar dava açılıp hakkında arama ve tutuklama kararı çıkarılıyor. Avusturya’da tutuklanan SBK, ABD’ye veriliyor. Bu süreçte gazeteci kılıklı birisi, kendisinden SS’e verilmek üzere 10 milyon Euro istemiş. Mehmet Yılmaz’ın yazdığına göre SS, 10 milyon Euro istemekle kalmamış, devletin polisini mafya tetikçisi olarak kullanmış…

SS’in 2017 referandum kampanyasında SBK’ye ait lüks uçakla seyahat ettiğini de bu vesileyle anımsatmış olayım.

***

VATANA MİLLETE GEÇMİŞ OLSUN

Bu söylentiler aylardır yıllardır ulu orta konuşuluyor yazılıyor ve SS hâlâ bakanlık koltuğunda oturuyor. Bir de sütten çıkmış ak kaşık gibi onu bunu vatana ihanetle, FETÖ’cülükle suçluyor, kendisine bağlı kurum ve tesislerde içkiyi yasaklıyor, din ticareti yapmaktan da geri durmuyor. Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi Subay ve Astsubay Öğrencileri Mezuniyet Töreni’nde mezunlara seslenmiş: “Benim sizden isteyeceğim bir tek şey var. Bir arkadaşınız, bir ağabeyiniz olarak söylüyorum, Allah rızası için abdestli çıkın, Ayet’el Kürsi'lerle çıkın. Biliniz ki Allah sizin muhafızınızdır.

Dağarcığında hukuk ve ilim olmayan vasıfsız siyasetçilerin ucuz söylemine sarılmış SS de. Hani yanmaz kefen ve rüyada peygamberi gösteren terlik satan din tüccarı cüppeli bir şarlatan var ya, ondan başkası sahip çıkmamış SS’in dindarlık şovuna. “Bize böyle imanlı ve Kur’an’lı bir Bakan nasip ettiği için Yüce Rabbimize hamdederiz” diye sallamış cüppeli soytarı. SS için övgü müdür utanç mıdır, kendisi karar versin. Ben, din tacirleri arasında meslek dayanışması diyeyim.

Şimdilerde gözüne kestirdiğini FETÖ’cülükle suçlayan SS’in bir de Fetullah Gülen övgüsü var ki, dileyen (https://www.youtube.com/watch?v=rUaQWhk5e7c) adresinden izleyebilir.

Ben yazıyı daha fazla uzatmayayım. Ahlak, din, iman borsasında tekel kurmuş AKP’lilerin bu siyasi sicil ve vukuattan neden rahatsız olmadıkları sorusu ve yanıtı galiba biraz da psikiyatrinin alanına giriyor. AKP Genel Başkanı’nın eski doktoru, 22. Dönem Balıkesir Milletvekili Turhan Çömez çirkinliklere duyarsızlığı değerlendirmiş. SS’in “Erdoğan’ı kaybetmekten korkuyorum” sözlerini anımsatmış Çömez ve şu teşhisi koymuş: “Anksiyete bozukluğu. Akıllardan kolayca çıkmayan düşünce. Kaybetme korkusu. Ağır bir psikolojik travma halinde hepsi. Seçimi kaybettiklerinde bunları nasıl tedavi edeceğiz bilmiyorum.

Böyle bir hastalığa yakalanmışlarsa, vatana millete geçmiş olsun!


19 Ağustos 2022 Cuma

ERDOĞAN 2023 SEÇİMİNİ DE KAZANIR MI?


AKP 21’inci yaşını kutluyor. Türkiye AKP iktidarında, daha doğrusu Recep Tayyip Erdoğan yönetiminde 20 yılı geride bıraktı. Erdoğan 20 yılda yapılan milletvekili, belediye ve cumhurbaşkanı seçimleriyle referandumların tamamını (toplam 15 seçim) önde bitirdi, sadece 2019 İstanbul belediye seçimini yitirdi.

Siyasette bilinir ki, tek başına kesintisiz 20 yıllık iktidar bir partinin devletleşmesi için yeterlidir. Erdoğan ve partisi devletleşmekle kalmadı, kurduğu tek adam rejimiyle Türk siyaset tarihinde istisnai bir konum edindi. 

İktidarının 20’nci yılında Erdoğan’ın yaklaşan 2023 seçimlerini de kazanıp kazanmayacağı tartışılıyor. Uzun süren iktidar deneyiminin yol açtığı yıpranma, metal yorgunluğu ve ekonomik kriz koşullarında Erdoğan’ın seçimleri yitireceği ciddi olarak öne sürülüyor. Bununla birlikte seçimlerin yapılıp yapılmayacağı, seçimler yapılır da Erdoğan yitirirse iktidarı devredip devretmeyeceği daha ciddi olarak konuşuluyor.

***

Fiyatları yükselten Allah, düşüren Tayyip!


Bugün ekonomi 2001’dekinden daha derin bir kriz içinde. Kriz, en başta kişi başına milli gelire yansıyor. Resmi verilere göre, kişi başına milli gelir sekiz yıldır düşüyor; 2013 yılında 12 bin 582 dolar idi; 2021 yılında 9 bin 539 dolar’a geriledi. Kişi başına gelir, Cumhuriyet tarihinde ilk kez sekiz yıl aralıksız azaldı. Yani enflasyona bağlı fiktif artışa karşın aslında gelir azalıyor, emek sömürüsü artıyor, emekçiler daha yoğun yoksullaşmaya maruz kalıyor. 

Sömürü artar gelir azalırken, açlık sınırı ilk kez asgari ücretin üzerine çıktı. Asgari ücret temel ücret haline geldi; çalışanların yarısı asgari ücrete talim ediyor. Dört kişilik bir ailenin tüm bireyleri asgari ücretle çalışsa bile ailenin toplam geliri yoksulluk sınırına ulaşamıyor. 

Reel işsizlik yüzde 20’lerin üzerinde. Gençlerde ve kadınlarda bu oran yüzde 30’larda. Nüfusun 4’te 1’i sosyal yardımla ayakta durabiliyor. Resmi verilere göre, sosyal yardım yapılan hane sayısı 2019’da 3 milyon 282 bin 975’ten 2020’de (salgının da etkisiyle) 6 milyon 630 bin’e yükseldi. TÜİK verilerine göre Türkiye’de bir hanenin ortalama 3,3 kişiden oluştuğu göz önüne alındığında sosyal yardım alan nüfus 22 milyona dayanıyor. 

Ekonomide krizin en önemli göstergelerinden biri de enflasyondur, yani fiyatlarda artıştır. Ülkenin 2001 krizine sürüklendiği süreçte yıllık enflasyon Tüketici Fiyatları Endeksi’nde yüzde 39, Toptan Eşya Fiyatları Endeksi’nde yüzde 32,7, idi. Bugün (inanılırlığını yitirmiş) TÜİK’in açıkladığı oranlar bile sırasıyla yüzde 79,6 ve 144,6’dır. Bağımsız araştırma kurumu ENAG’a göre ise Tüketici Fiyat Endeksi’ndeki 12 aylık artış yüzde 176,04’tür.

Ekonomide kriz ülkenin dış ödemeler dengesini de olumsuz etkiler. Dış ödemeler dengesindeki facia gözler önünde. Merkez Bankası döviz rezervi eksi 55 milyar dolar civarında. Türkiye’ye yatırım sermayesi gelmiyor; Yunanistan yüzde 1, Türkiye yüzde 10 faizle borç alabiliyor.

***

Demokrat mı diktatör mü?

Ekonomideki krizle birlikte Türkiye demokrasi limanından daha da uzaklaşıyor. 


Demokrasinin tanımı malum. Diktatörlüğün de öyle. Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne göre diktatör “Bütün siyasi yetkileri kendinde toplamış kimse” demek. Diktatörlük de “Egemen ve mutlak siyasi gücün, bir veya birçok kişinin oluşturduğu bir yürütme organınca, denetimsiz olarak yürütüldüğü siyasi düzen.” Yine TDK Sözlüğü’ne göre demokrasi “Halkın egemenliği temeline dayanan yönetim biçimi.

Resmi sözlüğün ve siyaset biliminin bu terimlerine göre Türkiye’nin rejimi demokrasi olarak adlandırılabilir mi?

Tayyip Erdoğan bütün siyasi yetkileri kendinde toplamadı mı? Anımsanmalı ki mutlakıyette bile padişah tek egemen görünse de iktidarı sadrazam ile paylaşıyordu. Bugün ise ancak 12 Eylül darbesi dönemindeki Danışma Meclisi kadar etkili(!) olabilen TBMM’nin yürütme gücünü denetlediği söylenebilir mi? Yargı, medya ve üniversiteler darbe dönemlerindeki kadar baskı altında değil mi? Temel hak ve özgürlükler ne kadar kullanılabiliyor? En basitinden düşünce ve ifade özgürlüğü. Diktatör siyaset biliminin ve resmi sözlüğün hakaret içermeyen bir terimi ama “bütün siyasi yetkileri kendisinde toplayan” Erdoğan (adı anılsın anılmasın) kendisinden diktatör diye söz edilmesine katlanamıyor; diktatör diyenler hakkında absürt soruşturmalar açılıyor, hatta hapse atılıyor… 

Ekonomideki kriz, ülkenin demokrasi limanından çok uzaklara sürüklenmesine yol açmakla kalmıyor, sınıflar arası ilişkilere de yansıyor. 1980’li yıllarda patron sendikasının başkanı, grevleri yasaklayan, özgürlükleri rafa kaldıran darbeci faşistlere şükranını “Eskiden işçiler gülüyordu, biz ağlıyorduk; şimdi gülme sırası bizde” sözleriyle dile getirmişti. Bugün de Erdoğan, “Grev tehdidi olan yere anında müdahale ediyoruz” diyerek yerli yabancı sermayedarlara güvence veriyor.

***

Erdoğan 2023 seçimini kaybeder mi?

Erdoğan’ın 20 yıllık iktidarında ülkenin sürüklendiği ekonomi, rejim, dış politika ve kültürel krize ilişkin ne söylense eksik kalır. Siyasal İslam’ın devleti ele geçirmesine, halkın inanç ve hayat tarzı üzerinden kutuplaştırılmasına, eğitimin dinileşmesine, yaptırımsız kalan yolsuzluklara, Kürt ve Alevi sorunlarına, yargıya güvenin sıfırlanmasına, dış politikada yalpalamalara, sanata ve kültüre düşmanlığa, çevrenin tahribatına değinmedik bile. 

Her biri bir partiyi ve liderini yerin dibine geçirmeye yetecek bu sorunlar yumağına karşın AKP ve Erdoğan siyaset kulvarında en yakın rakibinin açık farkla önünde. Anketlere göre oy oranı yüzde 30’larda; Devlet Bahçeli ve Doğu Perinçek’in desteğiyle yüzde 40’ı buluyor. Ekonominin bu kadar kötü yönetilmesine, yoksulluğun can yakmasına, baskıcı rejime karşın çok yüksek bir oran. Siyasetin ve ekonominin bilinen şablonları, Erdoğan’ın hâlâ bu oranda bir oy potansiyeline sahip olmasını, hele de en çok yoksullar tarafından desteklenmesini açıklamaya yetmiyor. Ne yapalım ki Türkiye’nin ekonomik, siyasi, kültürel, dinsel dinamikleri siyaset biliminin bilinen kuramlarıyla açıklanamayacak kadar karmaşık…

Tekrar başlıktaki soruya dönersek. Asgari demokrasiyle yönetilen, (yani düşünce ifade ve basın özgürlüğü ile düşünceleri doğrultusunda toplanma ve örgütlenme hakkının kullanılabildiği, dürüst ve adil seçimlerin yapıldığı, yargının bağımsız olduğu) ülkelerde, ekonomi iyi yönetilmiyorsa, insanlar geçim sıkıntısı çekiyorsa, iktidarın seçimi yitirmesi kaçınılmazdır. Hatta, bu kadar demokrasi olmasa bile ekonomiyi iyi yönetemeyen iktidarlar dürüst bir seçimde sandıktan çıkamazlar. Türkiye’de bile bugüne değin böyle olageldi. Süleyman Demirel’in “Boş tencerenin yıkamayacağı iktidar yoktur” aforizması bunun ifadesiydi. Nitekim, ülkeyi 2000/2001 ekonomi krizine sürükleyen Ecevit hükümeti 2002 seçimlerinde sandıktan çıkamadı, AKP tek başına iktidara geldi.

Bugün ekonomi 2001’dekinden daha derin bir krizde; Erdoğan’ın oy yüzdesi de yüzde 40 dolayında. Bu oran seçimi kazanmasına yetmez ama seçimi yitireceği kesin bir dille söylenemiyor. Erdoğan 20 yılda 15 seçimin tamamını kazanmış olsa da yenilmez değil; asgari dürüstlük koşullarıyla seçim yapılabilirse, İstanbul seçimini kaybettiği gibi genel seçimi de kaybeder.


11 Ağustos 2022 Perşembe

TSK SINAV HIRSIZLIĞIYLA TESLİM ALINDI

Kamu Personeli Seçme Sınavı KPSS’nin üzerinden iki hafta geçti. Sınavın şaibeli olduğu, bir kısım soruların KPSS’ye hazırlık kursu veren bir dershanenin deneme sınavındaki sorularla aynı olduğu iddia edildi. Bir iddiaya göre 38, başka bir iddiaya göre 20 soru deneme sınavında sorulmuş. 

Şaibe iddiaları üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan, sürpriz şekilde Devlet Denetleme Kurulu DDK’yi harekete geçirdi; ÖSYM başkanını görevden uzaklaştırdı. Yüksek Öğretim Kurumu YÖK inceleme başlattı, sınav iptal edildi. 

Savcılığın soruşturması kapsamında adı geçen yayınevi ve dershanede aramalar yapıldı. Ancak, aradan yeterince süre geçmesine karşın kamuoyunu ve sınava katılan 1 milyon 500 bin dolayında kişiyi tatmin edecek bir açıklama yapılmadı. Kaç soru benzer veya aynıdır, sorular çalınmış mıdır, çalınmışsa kimler tarafından ne şekilde çalınmıştır? Bugünün teknolojisiyle kolayca bulunabilecek yanıtlar nedense açıklanmıyor.

Naçizane kanaatim, yürütülen soruşturmadan araştırmadan ciddi bir sonuç çıkmaz. Muhalefet, somut kanıt olmadan bir iddia ortaya atıp AKP’yi suçladı; mağduriyet istismarı ustası Erdoğan somut kanıtsız iddiayı fırsata çevirdi. Yarın öbür gün, soruşturma sonucu bumerang gibi muhalefete çevrilirse şaşırmamalı.

***

DEVLETİ ELE GEÇİRMENİN YÖNTEMİ OLARAK SINAV HIRSIZLIĞI 

Soruşturmanın sonuçsuz kalacak olması, 2022 KPSS’nin şaibesiz olduğu anlamına gelmemeli. Dahası, sadece 2022 KPSS değil, geçmiş sınavlarda da hırsızlık yapıldı. Yine de insaf ile söylemeli ki, geçmiş sınavlardaki hırsızlık münferit idi; AKP iktidarı döneminde sıradanlaşıp örgütlü suç haline geldi. Dinci cemaatler tarikatlar, sınav hırsızlığını devlet kadrolarını ele geçirme yöntemi olarak benimsediler; soruları çalmayı “dâru'l harbte kâfir ile savaş” diye meşrulaştırdılar.

Dinci cemaatler tarikatlar soruları çalar ve sınav hırsızlığını meşrulaştırırken elbette siyasi iktidardan güç alıyorlardı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 2010 KPSS’de soruların önceden dağıtıldığı iddiaları üzerine, “KPSS’yi terörize etmeyin, sınav son derece başarılı, temiz ve sorunsuz geçti” demişti. Oysa ki, sınav Fetullah Gülen Cemaati’nin hırsızlığından başka bir şey değildi. Erdoğan ile Fetullah Gülen’in yolları ayrıldıktan ve 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra 2010 KPSS soruşturmaları kapsamında çok sayıda dava açıldı. Ne ki, davalardan sınav hırsızlarına ibret olacak bir sonuç çıkmadı; çıktıysa da ben bilmiyorum.

Bu arada Gökçer Tahincioğlu’nun araştırmasına göz atmakta yarar var. “İstihbarat birimlerinin, Ankara Başsavcılığı’nın talebi üzerine yaptığı istatiksel analizlere göre, Gülen cemaati 2002-2013 yılları arasında, yani 17-25 Aralık 2013 sonrasına kadar tüm ÖSYM sınav sorularını çaldı; 500 bin kişi çalıntı sorularla devlete sokuldu.

***

TSK’Yİ ELE GEÇİRMENİN YÖNTEMİ OLARAK SINAV HIRSIZLIĞI

Dediğim gibi sadece 2022 KPSS değil, geçmiş sınavlarda da hırsızlık yapıldı. Sınav hırsızlığı AKP iktidarında vaka-i adiye olarak sıradanlaştı, örgütlü suç haline geldi. FG Cemaati (ya da güncel adıyla FETÖ) son 40 yıla yayılan zaman diliminde Türk Silahlı Kuvvetleri’ni sınav hırsızlığı yoluyla ele geçirdi ve darbeye girişecek derecede güç devşirdi.

FETÖ’nün TSK’de mevzi kazanmasının öyküsü, TBMM 15 Temmuz Darbe Araştırma Komisyonu Raporu’nda, 15 Temmuz dava iddianamelerinde ve Hulusi Akar’ın Genelkurmay Başkanı iken kurduğu bilirkişi heyetinin raporunda ayrıntısıyla anlatılmıştır.

İlgili raporlara göre FETÖ’nün TSK’de örgütlenmesi 1970’lerde başladı. Örgütlenme 2000’li yıllara değin sızma şeklindeydi. Sızmalara karşı zaman zaman soruşturmalar yapıldı. Kuleli Askeri Lisesi’nde 1982’de yapılan ilk soruşturmada 86 öğrencinin ilişiği kesildi. (1) 

15 Temmuz Genelkurmay Çatı İddianamesi’ne göre, ikinci soruşturma1986’da Maltepe Askeri Lisesi’nde yapıldı; soruşturulan 250 öğrenciden 30’u Fetullahçı oldukları gerekçesiyle okuldan atıldı; atılmayan öğrencilerin tamamı 15 Temmuz darbe girişimine general veya albay rütbesiyle katıldılar.

***

FG ÇETESİ’NE TSK’DE NE İSTEDİYSE VERİLDİ 

FETÖ’nün askeri okullara ve TSK’ye sızması YÖK bünyesinde ÖSYM tarafından yapılan bir araştırma (2)  ile de mercek altına alınmıştır. ÖSYM’nin Askeri Liseler Sınavları (ALS) ile ilgili incelemesine göre, matematik sınavında 30 sorunun 30’unu birden doğru yapan adayların sayısı 2004 yılından itibaren patladı. Matematik testinde tam puan alan öğrenci sayısı 2000’de 34, 2001’de 35, 2002’de 60, 2003’te 52’dir. Bu tarihten sonra tam puanlı öğrenci sayısı artık yüzlercedir; 2004’te 234, 2005’te 168, 2006’da 491... Matematik testinde tüm sorulara doğru cevap veren aday sayısı rekoru 2010’da kırıldı, tam 1.214 aday 30 matematik sorusunun 30’una da doğru cevap verdi! 2011, 2012, 2013 sınavlarında tam doğru cevap verenlerin sayısı da ‘hayatın olağan akışı’na uygun değildir. Zaten o yıllarda askeri liselere yerleşmiş adayların çoğunluğu FETÖ’ye yakın özel eğitim kurumlarından mezundur. (3)

O yıllarda sınav hırsızlığı öylesine sıradanlaştı ki, sorular ailecek çalındı. Gazeteci Mehmet Yılmaz’ın ısrarla yazdığına göre, 2010 yılındaki KPSS’de “doğru yanıtları bilerek” öğretmen olan 102 kadının kocaları, 15 Temmuz darbe girişiminde aktif rol oynayan subaylardan başkası değildi.(4) 

17-25 Aralık 2013 sonrası FETÖ’ye karşı operasyonlar başlayıp ÖSYM’de ciddi değişiklikler olunca, durum değişti; 2014 ALS’de matematik sınavında 30 sorunun 30’una birden doğru cevap verenlerin sayısı 2’ye düştü. Oysa 2013’te bu sayı 262’ydi. 2015’te hiç kimse 30’da 30 yapamadı, 2016’da ise sadece 4 kişi. Tek başına bu çarpıcı düşüş bile çok anlamlıdır. 


Tolga Şardan’ın haberine göre de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, tüm askeri liselerin 2000-2016 yılları arasındaki sınav sonuçlarını inceledi. 2014’e kadar olan dönemde Türkçe, matematik, sosyal ve fen sorularının bulunduğu testlerdeki doğru yapanların öğrenci sayısı yüzlü rakamlardayken, 2014’ten sonra bu sayı 0-10 öğrenci arasında kaldı. Savcılığın tespitlerinde 2000-2016 yılları arasında askeri lise sınavlarıyla TSK çatısı altına girenlerin yüzde 97’nin FETÖ’cü olduğu görüşüne ulaşıldı. Sınav sorularının çalınmasıyla, sınavı başarmış gibi görünerek TSK mensubu yapılan yaklaşık 7 bin 700 öğrencinin ilk ve orta öğretim geçmişlerinin askeri lise sınavlarını desteklemediği tespit edildi.(5)


ÖSYM'nin ve savcılığın araştırması tam da şu anlama geliyor: Askeri liseler, TSK’nin ana subay kaynağıdır, başka bir ifadeyle ordunun ana rahmidir. Genelkurmay’ın raporunda da itiraf edildiği üzere 1986’dan itibaren FG Çetesi sistemli bir şekilde subay kaynağına sızdı. Özet bir cümleyle, FG Çetesi 1986’dan başlayarak 2014 yılına kadar, yani 28 yıl boyunca soruların önceden verilmesi yoluyla ordunun ana rahmine sızdı, örgüt mensubu olmayan öğrencileri de şok mangası uygulamalarıyla tasfiye ederek, okulları ele geçirdi. Çatı iddianamesinde paylaşılan istatistiki tabloya göre, 2007-2013 yılları arasında harp okullarından ihraç edilen öğrenci sayısı Cumhuriyet tarihi boyunca ilişiği kesilen öğrenci sayısından daha fazladır. Genelkurmay’ın bilirkişi raporunda da itiraf edildiği üzere, bu yolla okullarda çoğunluğu sağlayan öğrenciler kıta yaşamlarında kurmay heyetinin ve general kadrosunun çoğunluğunu da ele geçirdiler. Benzetmek gerekirse, emniyet, yargı ve sivil bürokraside “ne istediyse verilen” FG Çetesi’ne TSK’de de ne istediyse verildi. Bütün bu süreç, TSK’nin sözüm ona “Atatürkçü” üst komuta heyetinin gözleri önünde yaşandı. Hulusi Akar ise 2002-2005 yıllarında Kara Harp Okulu komutanı, 2005-2007 yıllarında Kara Harp Akademisi Komutanı, 2011-2013 yıllarında Genelkurmay İkinci Başkanı olarak, etrafına topladığı FETÖ’cü subaylarla birlikte, söz konusu sürecin seyircisi değil, asli failleri arasındadır.

***

28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısıyla başlayan süreçte FG Çetesi TSK’deki mensuplarını seküler yaşam tarzına yönlendirerek varlığını korudu. 

AKP’nin tek başına iktidara gelmesinden sonra ise FETÖ daha sistemli bir şekilde TSK’ye yerleşti. Bu dönemde FETÖ personel, atama ve tayin başkanlıkları, istihbarat ve istihbarata karşı koyma, kurmay şube müdürlüğü, bilgi işlem başkanlıkları, muhabere bilgi sistemleri, askeri okullar ve harp akademileri, karargâh emir subaylığı, özel kalem müdürlüğü, askeri mahkemeler, savcılıklar ve adli müşavirlikler ve GATA’da örgütlenmeye özel önem verdi. “Harp okullarına atanma, askeri okullara öğrenci alımı, sözleşmeli personel temini, yurtdışı ve yurtiçi yükseköğrenime personel gönderme, harp akademilerine personel seçimi, GATA’daki öğretim üyesi atamaları, askeri hâkim ve savcı temini, askeri yüksek yargı üyelerinin seçimi FETÖ yapılanmasının kontrolüne geçti.”(6)

Ergenekon, Balyoz, askeri casusluk vs gibi kumpas davalarının başlamasıyla birlikte FETÖ, ordu içerisinde kendisine rakip ya da engel olarak gördüğü personeli de çeşitli yollarla tasfiye etmeye başladı. Askeri yargıda, askeri tıpta, kuvvetlerin personel başkanlıklarında örgütlü olmanın verdiği güçle FETÖ, sağlık muayenelerini, disiplin soruşturmalarını, idari ve cezai yargılamaları, örgüt mensubu olmayan personel aleyhine uyguladı. Başta pilotlar olmak üzere binlerce asker ordudan ayrılmak zorunda bırakıldı ya da sağlık muayenelerinde elendi, idari cezai davalarda mahkûm edildi. Sonuçta örgüt mensupları TSK hiyerarşisinde hızla yükseldiler. 2011, 2012, 2013, 2014 ve 2015 YAŞ’larında terfi ettirilen personelin çok büyük kısmı 15 Temmuz’da FETÖ mensubu olduğu ortaya çıkan subaylardır. 

FETÖ TSK’de mevzilenirken harp akademilerini ihmal etmedi. Gerek akademi sınav sorularının çalınması gerekse YAŞ’larda örgüt mensubu albaylar ile general ve amirallerin terfi ettirilmeleri sonucu, TSK’nin general amiral mevcudunda örgüt devasa bir sayıya ulaştı. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında 166 general ve amiral ihraç edildi, tutuklandı. Anılan dönemde TSK’de 358 general ve amiral olduğu düşünüldüğünde toplam general/amiral mevcudunun yüzde 46’sının FETÖ ile ilişkili veya darbeci olduğu ortaya çıktı.

***

TÜRKİYE İSLAMCI VESAYETTEN DE ARINMALIDIR

Yazıyı bitirirken daha fazla ayrıntıya girmeden söyleyelim, “darbeciler temizleniyor” gerekçesiyle FG Çetesi tasfiye edilirken TSK’nin başka tarikatların kontrolüne girmesi de kabul edilemez. Ordunun darbelere elverişli zemin sunan özerkliği elbette sınırlandırılmalıdır. Ordu-siyaset terazisinde sivil hükümetin ağır basması, burjuva demokrasisinin asgari gereğidir. Kuşkulu olan, sivil hükümetin bu denklemin burjuva demokrasisinin asgari standartlarına sadakat düzeyidir. İşte bu temel eksiklikten dolayı, yani “sivil demokrasi” eksikliğinden dolayı, ordu güç kaybetti diye Türkiye daha fazla demokratlaşmadı. Çünkü Türkiye’nin “sivil” denetçileri ne yeterince sivildir ne de demokrat. Kışla merkezli militarizm geriletildi. Ancak militarizmden boşalan alan, sivil demokrasi zafiyeti nedeniyle, toplumun tüm sınıf ve katmanlarının kendileri için sürece ve yönetime katıldıkları bir demokrasiyle dolmadı. Militarizmin yerini aynı ölçüde katı, inancı araçsallaştıran siyasal İslam aldı.

Eklemek uygun olur. Bir kurumda dindarlık yarışı başladı mı, fazla uzak olmayan son durak selefiliktir. Ordunun toplumsal ve siyasal yaşam üzerindeki egemenliği kırılmadan Türkiye’de ciddi bir demokratikleşme yaşanamayacağı tezi ne kadar doğru idiyse, siyasal İslam etkisizleşmeden demokratikleşme olamayacağı tezi de o kadar doğrudur. 

Türkiye’nin gerçekten demokratikleşmesi, yani ortak vatanda eşit ve özgür yurttaşlık çatısı altında herkesin kimliği, dili, kültürü ve inancıyla özgürce yaşayacağı, birbirine üstünlük kurmayacağı, ortak evin nimetlerini hakça paylaşacakları demokratik ülke olabilmesi için militarizmin geriletilmesi ne kadar gerekli ve zorunlu idiyse, dini araçsallaştıran siyasal İslam’ın geriletilmesi de o kadar gerekli ve zorunludur.

Not: Bu yazı, Hulusi Akar’a hakaret suçlamasıyla açılan ve beraat kararıyla sonuçlanan davada yaptığım açıklamaların kısmi bir özetidir.

Dipnotlar:

  1. TBMM 15 Temmuz Darbe Araştırma Komisyonu Tutanak Dergisi, 19 Ekim 2016, s: 58.

  2. Aktaran İsmet Berkan, Türk ordusu böyle ele geçti, Hürriyet, 17 Ağustos 2016.

https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ismet-berkan/turk-ordusu-boyle-ele-gecti-40196965

Erişim tarihi 25 Aralık 2019.

  3. Söz konusu dönemde sorular adeta ailecek çalınmıştır. “Eşi KPSS soruşturmasında şüpheli olan toplam 487 personel bulunmaktadır. Bunlardan 90’ı KKK mensubu karacı kurmay subaydır. KKK mensubu kurmay subayların genel mevcuda oranının yüzde 5.62 olduğu göz önünde bulundurulduğunda, eşi KPSS soruşturmasında şüpheli bulunan kurmay subaylar tüm şüpheli personele oranının (yüzde 19) hayatın olağan akışına aykırıdır.” (Genelkurmay Çatı İddianamesi, s: 415.)

  4. https://t24.com.tr/yazarlar/mehmet-y-yilmaz/yardim-ve-yataklik-edeni-de-unutma,35627

  5. https://t24.com.tr/yazarlar/tolga-sardan-buyutec/feto-nun-suc-sayilmadigi-donemdeki-askeri-lise-sinavlari-sonuclari,25634

  6. Genelkurmay’ın FETÖ ve TSK Raporu, 2 Şubat 2017, s: 39.

3 Ağustos 2022 Çarşamba

DARBE YARGISINDAN AK YARGIYA

Gezi davalarının üçüncüsünde verilen mahkûmiyet ve tutuklama kararının üzerinden 100 gün geçti. Önceki davalardan beraat eden Mücella Yapıcı, 100’üncü günde, kendisi ve tutuklu arkadaşları adına “Daha kaç kere beraat etmemiz gerekiyor?” diye sormuş.

Öte yandan, kriminal bir yaratık, covid19 salgınında bilimsel açıklamalarıyla tanınan Prof. Dr. Esin Davutoğlu Şenol’u ölümle tehdit etmiş ve ofis kapısı önündeki basamaklara dana dili bırakarak tehdidini güçlendirmiş. 

Yaratık, usulen ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılmış; bu kez “Adliyeye davet edildik. Gereğini yaptık ve kaldığımız yerden durmak yok, yola devam” diyerek Türk Tabipler Birliği Başkanı Şebnem Korur Fincancı ile gazeteciler Zafer Arapkirli ile Ayşenur Arslan’ı da hedef tahtasına yerleştirmiş. Zafer Arapkirli, yaratığın öldürme planı yaptığını açıkça ilan etmesine karşın serbest bırakıldığına dikkati çekerek, “İşi tamamlaması mı isteniyor?” diye sormuş.

Bunlara benzer nice olayla her gün her saat karşılaşmak mümkün. Doğu Perinçek adlı yaratığın “devlet adına bin operasyon” yapan Mehmet Ağar’a kefil olması, Necip Hablemitoğlu cinayetinin faili olarak aranan Albay Levent Göktaş’ın sekiz haftadır yakalan(a)maması da bu tablonun parçası olarak görülebilir. Daha açık bir ifadeyle; bu tablo, yargı, güvenlik ve ciheti askeriyedeki çürümenin resmidir. 

Elbette bilinir ki, bir toplumda devlette, hiçbir kurum tek başına çürümez. 

Yine bilinir ki, sınıflı toplum düzeninde çürüme ezelidir; dünden bugüne mirastır.

AKP döneminin sözüm ona ileri demokrasisi de 12 Eylül faşizminin torunudur.

Bu vesileyle, 12 Eylül faşizminin “hukuk” düzeni ile AKP devrinin hukuk düzenini kıyaslayan eski tarihli bir yazıyı paylaşmadan edemedim.

Okuyucunun sabrına saygıyla.

***

12 EYLÜLDE BİLE…

Başlıktaki ifadeyi, yani “12 Eylül’de bile…” ifadesini son yıllarda ne çok duyuyoruz değil mi?

Medyada bu ifadeyle başlayan bir cümleyle karşılaştığımda duygu ve düşüncelerim karmakarışık oluyor.

 “Sen 12 Eylül’ü yaşadın mı ki böyle konuşuyorsun!” diye ağzının payını mı vereyim, yoksa hak mı vereyim, tereddüt ediyorum.

O tereddüt içinde nefesim daralıyor, acı acı iç çekiyorum.

Bir de görüyorum ki, bu cümleleri kuranlar 12 Eylül felaketini yaşamış insanlar.

Mesela Ahmet Türk. 12 Eylül faşizmini Diyarbakır Cezaevi’nde yaşamış. Gördüğü işkenceyi anlatmaya kalemin ve belagatin gücü yetmez. Neredeyse günün her saatinde dayak ve hakaret, çırıl çıplak soyulup cop ve kalasla dayak, foseptik çukurunda pislik banyosu, banyo yetersiz görülmüşse tekrar dayak… Kendi kendine “Ya rabbi, canımızı al da, bu işkenceden kurtulalım” diye dua etmiş. İşte o Ahmet Türk, “Geçmişi de yaşadım, bugünü de yaşadım... O dönemin işkence ve zindan tarifi mümkün değil.” demiş ve eklemiş: 

Hukuk açısından, sıkıyönetim olmasına rağmen inanın ki, bugünkü hukuksuzluk o dönemde yoktu. Tutukluluk süresi o dönemden çok uzun. Hukuk açısından geçmişle bugünü karşılaştırdığımız zaman çok daha kötü bir noktada olduğumuzu ifade etmek istiyorum.” (Vedat Çetin, Hukuksuzluk 12 Eylül’ü aştı, Özgür Gündem, 31 Ocak 2012.)

Sadece Ahmet Türk değil böyle düşünen. KCK davası tutuklusu akademisyen Deniz Zarakolu da aynı düşüncede. 12 Eylül zorbaları ülkenin üstüne çullandıklarında Deniz henüz 6 yaşında. Annesi Ayşe’yi Metris Cezaevi’ne kapatmışlar. Deniz çocuk duyarlığıyla dışarıdan tünel kazıp annesini Metris’ten kaçırmayı düşlemiş. Aradan 30 yıl geçmiş, Deniz’i de Metris’e kapatmışlar. Deniz, “Komik, ironik, öğretici” başlığı altında o günden bugüne geliyor: 

Otuz yıl önce bizimkiler Metris’teydi ve ben ziyaretçiydim, otuz yıl sonra yine Metris’teydim ve bu kez tutukluydum. Hiçbir şeyin değişmediğini görmek üzücü. Fakat ailemin yollarının nereden geçtiğini bizzat görmek açısından da öğretici.” (12 Eylül Ve 28 Şubat “yargılanıyor” Bir Recep şakası, Express Dergisi, Sayı: 128, Mayıs 2012.)

***

Ahmet Türk ve Deniz Zarakolu dışında da 12 Eylül’ü yaşamış olup da “Hukuksuzluk 12 Eylül’de bile bu kadar değildi” diye düşünen çok sayıda insan var.

Hak mı vereyim, yoksa “abartmayın arkadaşlar” mı diyeyim, tereddüt ediyorum.

O tereddüt içinde yüreğim kanıyor, derin derin soluklanıyorum.

12 Eylül faşizmini yaşamış biri olarak ben ne söylemeliyim?

12 Eylül felaketini önce teğmen rütbesiyle Çanakkale’nin Çan ve Yenice ilçelerinde sıkıyönetim komutanı olarak yaşadım. Ne mutlu ki kimsenin canını yakmadım.

Sonra 1982 yılında üsteğmen rütbesindeyken önce Ankara İstihbarat ve Dil Okulu’nda; sonra sırasıyla Bursa, İstanbul ve Ankara emniyet müdürlüklerinde toplam 150 gün süreyle işkenceyle sorgulandım. Sanıklarının dörtte üçü askerlerden oluşan THKP/C Üçüncü Yol soruşturması kapsamında, anayasal düzeni zorla değiştirmeye teşebbüs suçlamasıyla tutuklandım. 

İşkence altında sorguyu işkence altında yargı süreci izledi. Ünlü Metris Cezaevi’nde iki yılım geçti. Cezaevindeki zulüm ve direniş tektip elbisede simgeleşmişti. Zulmün ve onursuzlaştırmanın simgesi olarak dayatılan tektip elbiseyi reddediyorduk... Kış ortasında koğuşlarımıza baskın yapıldı, tüm giysilerimiz alındı, koğuşlarda atlet külot bırakıldık. Avukat ve yakınlarımızla görüşemediğimiz için kamuoyunu haberdar etmemiz mümkün değildi. 



Rastlantı bu ya, ilk duruşma tarihimiz baskından üç gün sonrasıydı. İşkenceyle tektip elbise giydirildikten sonra Metris yerleşkesindeki duruşma salonuna götürüldük. Saniyeleri hesaba katan bir zamanlama yapmak gerekiyordu. Salonda zincirler ve kelepçeler çözüldükten sonra, izleyicileri, avukatları, mahkeme heyetini beklemeden tektip cezaevi elbisesini yırtıp atmak, sesini duyuramamakla sonuçlanacaktı. Bu durumda, yeniden koğuşlara ve hücrelere götürülecektik. İzleyiciler, avukatlar ve gazetecilerin salona alınmalarından sonra, tam mahkeme heyeti salona girerken tektip elbiseleri yırtıp attık, atlet külot kaldık. Mahkeme heyeti yerini aldığında yırtma işlemi tamamlanmıştı. Cumhuriyet gazetesi muhabiri Deniz Teztel o sırada fotoğraf çekmeyi başardı, ama fotoğrafa yayın yasağı kondu. Yine de zulme ve tektip elbiseye karşı direniş ilk kez kamuoyuna duyurulmuş oldu. 

Tutuklu yoldaşlar, cezaevinde olan bitenleri anlatma görevini bana vermişlerdi. Duruşma yargıcı tutanağı yazdırmaya başladığında elimi kaldırıp söz istedim. Mahkeme başkanı Albay’ın emriyle inzibatlar beni karga tulumba salondan çıkarttılar. Tam mahkeme heyetinin önünden geçerken parmağımı sallayarak “İşkence altında sorguladınız işkence altında yargılayamazsınız” diye bağırdım. Tutuklu arkadaşlar da “Kahrolsun Faşizm”, “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek” diye slogan attılar. Ocak ayının ortasında hep birlikte cezaevi avlusuna atıldık. İkinci duruşmada aynı sahne yinelendi ve bir daha da duruşmaya alınmadık. 

Gerek sorgulanırken gerekse yargılanırken, cunta lideri Kenan Evren, asker sanıklar olarak bizi vatana ihanetle suçluyor, açıkça hedef gösteriyordu. Evren “Evvela silahlı kuvvetlerden atılmışlardır, ondan sonra da adaletin pençesine teslim edilmişlerdir. Cezalarını göreceklerdir. Ama, ben onlara hainlik lafını bile az bulurum.” diyordu. 

Cunta lideri ve devlet başkanının bu açık suçlamasına ve hedef göstermesine karşın, bizi yargılayan sıkıyönetim mahkemesi, 123 sanıktan 116’sı hakkında berat kararı verdi. 

Sıkıyönetim mahkemesinin gerekçeli kararında, “Kanıtların Değerlendirilmesi” başlıklı bir bölüm var ki, olabilecek en geniş şekilde fotokopi çekip bugünün mahkemelerine kapak yapmalı. 

Düşünebiliyor musunuz, sanıklar iddianamede birçok silahlı bombalı eylemle suçlanmışlar; suçlandıkları eylemleri, emniyet ve savcılık sorgularında, yer gösterme tatbikatında kabul etmişler. Ama sıkıyönetim mahkemesi bunları delil olarak kabul etmemiş. Çünkü sanıkların eylem tarihinde olay yerinde olmadıkları ortaya çıkmış; hatta eylem tarihinde gözaltında oldukları anlaşılmış… Mahkeme bu gibi çelişkileri tek tek analiz ettikten sonra şu hükme varmış: “Yukarıda açıklanan duruma göre kanıtların değerlendirilmesi sırasında sanıkların zora dayalı olduğunu belirttikleri ve İstihbarat ve Dil Okulu’nda alındığını söyledikleri ifadeleri ile emniyet ifadelerinin ve iradeleri dışında düzenlenen yer gösterme tutanaklarının yalnız başına yeterli kabul edilmesi mümkün görülmemiş ve kuşku yaratır nitelikte bulunmuştur.”

***

DARBE YARGISINDAN AK YARGIYA

Tarihin hangi döneminde, hangi rejimde olursa olsun o rejim için en önemli ölçütlerin başında adalet sistemi gelir. Adalet sistemi de somut olarak mahkemelerin işleyişinden ve hapishanelerdeki durumdan anlaşılır. 

Bugün sözüm ona “ileri demokrasi” devrindeyiz. Cezaevleri ancak darbe devrinde rastlanabilecek şekilde dolu. Elbette darbe devrinin zindanı ve zulmüyle kıyaslanamaz. Böyle derken darbe devrinden çok sonra “sivil” hükümetler döneminde yapılan Ulucanlar katliamını, Hayata Dönüş katliamını anımsıyorum. Bugünkü iktidarın cezaevlerinde de tedavisi engellendiği için ailesine cenazesi teslim edilenler, sevk sırasında cezaevi aracında diri diri yananlar, çocuk koğuşlarında tecavüze uğrayanlar geliyor aklıma. 

Her şeye karşın bugünün cezaevleri darbe devrinin zindanı ve zulmüyle kıyaslanamaz. Peki ya mahkemeler ve kanunlar?

Erdoğan’a ve taklacı (eski) İçişleri Bakanı’na göre “Resim yaparak, şarkı besteleyerek, şiir yazarak da terörist olunabilir! Kitap ise, bombadan daha etkili bir silahtır.

Ucube zihniyet, ucube yasalar ve özel yetkili mahkemeler marifetiyle en barışçı muhalif her eylem ve söz bile terör olarak görülüyor; darbe devrini aratmayan operasyonlarla on binlerce insan tutuklanıyor. 

Tutukluluk peşin cezaya dönüşmüş. 

Milletvekilleri tutuklu. 

Onlarca gazeteci tutuklu. 

Parasız eğitim isteğiyle pankart açmak dışında eylemi olmayan yüzlerce öğrenci tutuklu.

Hatta oğlu İbrahim Kaypakkaya’nın mezarını ziyaret eden anneden bile suçlu üretilebiliyor. 

Mahkemeler, avukatları jandarma zoruyla salondan attırıyorlar: delilleri değerlendirmeye gerek görmeden, kim oldukları belirsiz gizli tanıkların ifadesiyle akıl almaz mahkûmiyet hükmü kuruyorlar. 

***

SÖZÜN BİTTİĞİ YER

Darbelerle hesaplaşma retoriğiyle açılan davalar, sermayenin iç savaşında tiksindirici bir oportünizmle harcanıyor, torba operasyonlar zorba operasyonlara dönüşüyor, darbeci faşistlerin yanında çok ama çok sayıda masumun da canı yakılıyor. 

Yine de “12 Eylül’de bile” ifadesiyle başlayan bir cümle kurmak gelmiyor içimden. 

Böyle bir cümle kurmuyorum; ama, “İyi ki, 12 Eylül’ün sıkıyönetim mahkemesinde yargılanmışım” demekten de kendimi alamıyorum. 

Düşünüyorum da, darbe devri olmasına karşın, emniyetten adliyeye çıkarılanlar gelişigüzel tutuklanmıyordu.

Sıkıyönetim mahkemesinde yargılamanın nasıl gelişeceğini, hangi duruşmada tahliye kararı çıkacağını, kararın ne yönde olacağını neredeyse tam isabet öngörebiliyorduk.

Cunta lideri ve devlet başkanının açık suçlamasına ve telkinlerine karşın beraat etmiştik.

Sıkıyönetim mahkemesinin beraat kararı verdiği iddianameyle bugünün özel yetkili mahkemesinde yargılansam, duruşmada tektip elbiseyi yırtıp attığım için iyi hal indirimi de olmayacağından, 15 yıl hapis cezasına çarptırılırdım herhalde. Hatta, suç vasfı değişikliğinden ağırlaştırılmış müebbet de mümkündür.

“12 Eylül’de bile bu kadar değildi” diye düşünen çok sayıda insan var.

Hak verip vermemekte tereddüt içindeyim.

Şaşırma refleksimi yitireli o kadar çok zaman geçti ki. 

İki yıl önce bir gazetenin birinci sayfasındaki haberi okuyunca ben bile şaşırdım. 

Gazetecilerin gözaltına alınmalarıyla ilgili haberin başlığı aynen şöyleydi: “Medyada gözaltı tartışması: Yargı sürecini beklemeden zanlıları suçsuz ilan etmek doğru değil” (abç)

Ben bile şaşırdım, “12 Eylül’de bile bu kadar değildi” diye düşünmekten kendimi alamadım.

(Gazetenin adını yazmak gelmedi içimden. Merak eden kütüphanelerin efendisi bir arama motoruna sorup bulabilir.)


Rahmi Yıldırım

Nisan 2013  

Not: Çağdaş Gazeteciler Derneği Bursa (Güney Marmara) Şubesi'nin yayın organı Çağdaş'ın Nisan 2013 sayısında yayımlanan yazıdır.