7 Eylül 2025 Pazar

ORDUSUNA GÜVENMEYEN BAŞKOMUTAN

30 Ağustos Zafer Bayramı törenlerine katılmak üzere Anıtkabir’e giden general subay astsubay askeri personelin polis tarafından aranarak içeri alınmaları, Türkiye koşullarında normal sayılabilecek bir olay değil. Polis tarafından üzerlerinin aranmasının gerek kışlada gerekse emekli askerler arasında nasıl bir tepkiye ve üzüntüye yol açtığı tahmin edilebilir.

Kışlada nasıl bir tepki öfke vardır, bilemiyorum ama internetteki emekli asker gruplarında öfkenin üzüntünün haddi hesabı yok. En sade tepki ifadesi olarak, “TSK’yi bu duruma düşürenler utansınlar!” gibi cümleler kuruluyor.

Emekli askerlerin üzüntüsünü kırgınlığını anlayabiliyorum. Kolay değil, telafisi olmayan ömürlerini asker olarak yaşadılar. İlk gençliklerinde girdikleri askeri okullarda kendilerine memleketin sahib-i aslisi oldukları telkin edildi. Bu koşullanma ile yaşadıkları öğrencilikleri ve mesleki ömürleri boyunca “Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti, Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız” diyegeldiler; sosyal statü hiyerarşisinin tepesinde oldular. Heyhat ki, ömürlerinin sonbaharında, asli sahibi ve nigâhbanı (bekçi gözcü) olduğunu sandıkları cumhuriyetin ellerinden kayıp gittiğine tanık oluyorlar. Sosyal statü hiyerarşisinde ise diyanet personelinin bile gerisine düştüler. “TSK’yi bu duruma düşürenlere yazıklar olsun!” derken içten bir üzüntüyü ve hayal kırıklığını dile getiriyorlar.

***

Benim de ilk gençliğim askeri mekteplerde ve kışlada geçtiyse de, TSK komuta heyeti ve genelkurmay başkanlarıyla yıldızım hiç barışık olmadı. 12 Eylül 1980 darbesinin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, benim de içlerinde olduğum genç askerleri işkenceci polislere teslim ederken, “Onlara vatan haini demeyi bile az bulurum!” demişti. Evren’e gereken yanıtı sıkıyönetim mahkemesinde vermiştim. Beraat kararıyla biten yargılamadaki savunmam “Harbiye’den Cephe’ye” başlığıyla kitaplaştı. 2010 referandumu sonrasında açılan göstermelik darbe davasının duruşmasında, ekran aracılığıyla da olsa Kenan Evren ile yüzleştim ve avukat dostlarım aracılığıyla sorularımı yönelttim.

2005 yılında, adları rüşvet iddialarına konu olan generalleri eleştirdiğim “İş bilenin kılıç kuşananın” başlıklı yazılar yazmıştım. Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ve İkinci Başkan İlker Başbuğ üzerlerine alınıp şikâyet ettiler. Mahkeme beraat kararı verdi. Mahkemedeki savunmam, “Sermayenin Paşaları” adıyla kitaplaştı.

2017 yılında “Genelkurmay Başkanı için çok üzülüyorum” başlıklı yazım üzerine, Hulusi Akar ile mahkemelik oldum. Mahkeme beraat kararı verdi. Mahkemedeki savunmam, “Su Uyur Hulusi Akar” adıyla kitaplaştı. Bu kitapta esas olarak, Hulusi Akar’ın 15/16 Temmuz darbe girişimindeki tutumunu irdeledim.

Sözün özü, sosyalist yurtsever devrimci bir yurttaş olarak, TSK ile ontolojik çelişki içindeysem de, Anıtkabir’e giden general subay astsubay askeri personelin polis tarafından aranarak içeri alınmaları benim de içime sinmedi; acı acı gülümsedim.

***

Yanlış anlaşılmasın, “TSK’yi bu duruma düşürenlere yazıklar olsun!” duygusu içinde değilim. Daha acı bir ifadeyle, (cumhuriyetçi demokrat yurtsever askerleri tenzih ederek) TSK’nin bu görüntüyü hak ettiğini, müstahak olduğunu bile söyleyebilirim. Sonuçta ordu devletin en seçkin en güzide kurumudur; devlet ise mülk sahibi sınıfın sömürü baskı ve zor aparatıdır! “TSK’yi bu duruma düşürenlere yazıklar olsun!” diye hayıflanmak, sosyalist devrimciye düşmez.

Her şeye karşın, “TSK’yi bu duruma düşürenler utansınlar!” ifadesiyle dışa vurulan onulmaz acıyı anlayabiliyorum. Bu acı, TSK’yi hâlâ “cumhuriyeti kuran, Atatürk ilke ve inkılaplarının nigâhbanı ordu” sanmaktan ileri geliyor. Oysa aradan asır geçti, köprülerin altında da çok sular geçti.

Hoş, “kanla irfanla kurulan cumhuriyet” bin yıllardır sömürülen katledilen halkların emekçilerin cumhuriyeti olarak kurulmadı; Osmanlı’nın son asrında filizlenen burjuvazinin cumhuriyeti olarak kuruldu. Ama burjuva cumhuriyetinin kuruluşunda hiç değilse, cılız da olsa emperyalizme karşı duruş, saltanat ve hilafetin kaldırılması, dinci şeriatın kamusal alanda geriletilmesi vs. reformlar vardı. Bu süreçte ordu, yani ebedi başkomutan Atatürk ve TSK, ulusal devletin kuruluşuna öncülük edecek burjuva sınıfı henüz bebeklik çağında olduğu için burjuvaziye vekâleten ulusal devleti kurma misyonu ile yükümlüydü. 

Hiç kuşkusuz, eskiye göre toplumsal ilerleme ve kazanım sayılması gereken bu süreç, İkinci Dünya Savaşı ertesinde tersine döndü. Kendi ayakları üzerinde doğrulan burjuvazi, sınıfsal içgüdüsüyle Batı emperyalizmine eklemlendi, 1950 seçimleriyle birlikte doğrudan iktidar oldu. Sürecin doğal istikametinde Türkiye, NATO’ya katıldı. Öyle ki, devletin en mahrem ve güzide kurumları MİT ve Özel Harp Dairesi’nin maaşları bile bir ara ABD tarafından ödenir oldu. Kimi çevrelerde hâlâ “ilerici” diye alkışlanan 1960 darbesi ertesinde tasfiye edilen 235 general ve 4 bin 171 subayın emeklilik ikramiyeleri ABD Hazinesi’nin bağışıyla karşılandı. Bu süreçte askeri elit, OYAK’ı kurarak, bebekken beşiğini salladığı sermaye sınıfına katıldı. Sermaye düzenini koruma ve tahkim etme amaçlı darbeler peşpeşe geldi. Holding ve NATO Paşaları, Cumhuriyet Paşaları’na galip geldi; darbeci paşalar, sola karşı bariyer olsun diye Yeşil Kuşak politikalarına omuz verdiler. Emekçi sınıfların payına ise “Her Türk asker doğar” sloganı ve “vatan uğruna şehitlik” imtiyazı düştü!.. 

***

ILIMLI İSLAMİ DÜZENDE TSK’NİN YERİ

Emekçilerin payına “vatan uğruna şehitlik” imtiyazı ile “Şehitler ölmez vatan bölünmez!” sloganı düştü ama darbeci paşaların solun başına geçirmek üzere süngü zoruyla ördükleri yeşil çorap da günü geldi kendi başlarına geçti.

Dediğim gibi, Anıtkabir’e giden general subay astsubay askeri personelin polis tarafından aranarak içeri alınmaları benim de içime sinmedi; acı acı gülümsedim. Bu gibi durumlarda her defasında olduğu gibi, Eylül 2007 tarihli, “Genelkurmay Başkanı emriyle” Genelkurmay Harekât Başkanı Korgeneral Nusret Taşdeler tarafından hazırlanan raporu anımsadım. İnternet ortamına düştükten sonra basılı medyada da paylaşılan bu rapordan daha önce de birkaç kere söz etmiştim. 

Kısaca özetleyeyim. Bu raporda, TSK’nin “kanla irfanla kurduğu, ölümüne nigâhbanı olduğu cumhuriyet” gemisinin “laikliğe aykırı faaliyetlerin odağı” AKP yelkeniyle “ılımlı İslam” limanına çekilmesinden duyduğu kaygı ve bu kaygı karşısında TSK’nin izlemesi gereken harekât tarzı irdeleniyor. Bu rapora göre özetle:

- 22 Temmuz 2007 seçimleri ılımlı İslami dönüşüm için milat kabul edilmelidir.

- TSK’yı destekleyebilecek kesimler son derece azalmıştır. Tam tersine basın, iş dünyası, ticaret odaları, sendikalar, üniversite camiasının bir kısmı TSK’nın karşısındadır.

- Esas mesele, ılımlı İslam veya demokratik İslam olarak nitelendirilen yeni devlet düzeni içinde cumhuriyetin temel niteliklerine bağlı TSK’nın, kendisine nasıl bir yer bulabileceği ve burada nasıl barınabileceğidir.

Özetle, yerli-yabancı müteahhitlerce inşa edilen ılımlı İslami düzende kendisine yer bulabilmek için uzlaşma ve teslimiyet arayışında bir TSK... Anımsanmalı ki, bu rapor öncesinde TSK’ye “Türkiye’nin en iyi ihraç malı” rolü verilmişti. 2003’te Irak istila edilirken bu role son bir cumhuriyetçi refleksle itiraz eden askerin başına ABD ordusu tarafından çuval geçirilmişti. Sahi o çuval ne oldu, baştan çıktı mı? Başlarına çuval geçirilen özel kuvvet timinden sorumlu Türk korgeneral, emekli olduktan sonra nasıl olup da çuvalcı Amerikan subaylarıyla birlikte ortak güvenlik şirketi kurabildi?

***

Sözü yazıyı uzatmayayım. Kışla dışında olup biten her şey kışlada karşılığını bulur. Türkiye, söz konusu raporda belirtilen “ılımlı” İslam Cumhuriyeti istikametinde hayli yol kat etti. Ağrılı sancılı gecikmeli olsa da TSK de bu süreçte epey değişti dönüştü. Ne var ki, Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eşbaşkanı “Başkomutan” Recep Tayyip Erdoğan TSK’nin bu değişimini dönüşümünü yeterli bulmuyor olmalı ki, emrindeki askere güvenmiyor; Anıtkabir’e çağırdığı askeri üzerini polise arattırdıktan sonra huzuruna kabul ediyor.

Anıtkabir’e çağrılan askerler isim isim belirlenmiş, listede adı olmayanlar kapıdan geri çevrilmiş. Törene katılacak askerlerin listesi muhtemelen MİT tarafından belirlenmiştir. Buna karşın, “Başkomutan” o listeye de güven duymuyor; Anıtkabir girişinde polis, askerin üstünü arıyor. Oysa Anıtkabir TSK’nin yönetimi ve koruması altında ve İç Hizmet Yasası’na göre bu gibi yerlerde güvenliği sağlamak askerin görevi. Hoş, Anayasa ne denli yürürlükteyse, İç Hizmet Yasası da o kadar yürürlükte! 

Netice-i kelam, emrindeki ordusuna güvenmeyen bir Başkomutan. Emrindeki polise ve istihbarat örgütüne ne denli güven duyduğu da tartışılır. Halktan kopmuş tek adam yönetimlerinde paranoyaya sınır yoktur. Bu paranoyaya kapılmış tek adamların akıbetine ilişkin nice hikâyeler kayıtlıdır tarihin tozlu sayfalarında. O akıbetleri ben anımsatmayayım. Ne olur ne olmaz. Hürriyetimi sokakta bulmadım.

Anıtkabir girişinde polisin üst aramasına askerler itiraz etmemişler. Biri bile tepki olarak geri dönüp halkın arasına karışmamış. Ben ne diye acı acı gülümsüyorum ki!

Cumhuriyetçi demokrat yurtsever askerlere selam olsun!


22 Ağustos 2025 Cuma

KENDİNE MÜSLÜMANLIK SÜRECİ

Türkçe'de sıkça kullanılan Kendine Müslüman deyimi, (İslâmiyet’in paylaşmaya, yardımlaşmaya, dayanışmaya önem verdiği inancının tersine) kişinin her şeyi kendi çıkarları üzerinden anlayıp ona göre davranmasını ifade ediyor. Kapitalist iktisattaki homoeconomicus benzeri bir tutum yani. Bu tutum, yani insanın önce kendini ya da üyesi olduğu topluluğu düşünmesi ve kayırması bir dereceye kadar normaldir. Ancak başka kişi ve topluluklarla ortak davranmayı gerektiren durumlarda kendine müslümanlık rahatsızlığa ve uyumsuzluğa neden olur, güç birliğini ve dayanışmayı baltalar, dahası çatışmaya bile yol açar. Genel olarak dinler tarihi özel olarak İslam tarihi, kendine müslümanlığın insanlığı nice felaketlere sürüklediğinin tarihidir aynı zamanda.

AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan gerek muhalefette gerekse iktidarda hep kendine müslüman oldu. Ülkenin ortak sorunlarını ortak çıkarları gözeten bir anlayışla değil sadece kendisi ve partisinin çıkarlarını gözeten bir bencillikle kavradı, ona göre çözmeye çalıştı; daha doğrusu pazarlık konusu haline getirdi. Anayasayı tek başına değiştirmeye yeterli çoğunlukla iktidardayken bile Erdoğan’ın demokrasiyi inşa etmek gibi bir derdi olmadı; kendi iktidarını korumak ve sağlamlaştırmak hedefiyle halkı kutuplaştırma politikası izledi; nihayet ucube başkanlık sistemine geçtikten sonra muhalefete karşı düşman ceza hukukunu benimsedi.

Ülkenin bir asırdır kanayan yarası Kürt sorununda da Erdoğan sadece kendine müslüman oldu, sorunu gerçekten çözme hedefine odaklanmadı; hep pazarlıkçı bir siyaset izledi. Açılım, Oslo Görüşmeleri, Barış ve Çözüm Süreci, Dolmabahçe Mutabakatı vs adlarla anılan süreçleri, siyasi çıkarlarına ters düştüğünü gördüğü anda bozmakta tereddüt etmedi Erdoğan. 2015 yılında HDP Başkanı Selahattin Demirtaş’ın Erdoğan’a yönelik “Seni başkan yaptırmayacağız!” sözleri, Erdoğan’ın süreci bitirmesi için yeterli olmuştu. Erdoğan “Terörsüz Türkiye” adını verdiği son süreci de kendine müslüman zihniyetiyle yürütüyor.

***

Süreç resmi olarak 22 Ekim 2024’te MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin PKK lideri Abdullah Öcalan’ı TBMM’de konuşma yapmaya çağırmasıyla başladı. AKP Genel Başkanı Erdoğan, Bahçeli’nin çağrısını “tarihi fırsat penceresi” olarak nitelendirip sahiplendi. Öcalan “süreci hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” diyerek karşılık verdi. Devlet Bahçeli, 5 Kasım 2024’teki konuşmasında neden böyle bir çağrıda bulunduğunu açıkladıktan sonra “Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın bir kez daha seçilmesi doğal ve doğru bir tercihtir” talebinde bulundu. Erdoğan/Bahçeli ikilisinin süreçten asıl beklentisi böylece itiraf edilmişti.

Aradan onca zaman geçti. Her defasında olduğu gibi iyimser bir hava estirildi. Öyle ki, Cumhur İttifakı ve DEM Parti tarafından 2025 Haziran ayında sürecin tamamlanmış olacağı beklentisi bile oluşturuldu. Ancak, aradan geçen onca zamanda Abdullah Öcalan’ın PKK’ye kendini feshetmesi çağrısında bulunması, PKK’nin bu çağrıya sembolik silah yakma töreniyle karşılık vermesi dışında bir ilerleme olmadı. Ha bir de, TBMM’de Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu kuruldu. Sorunun çözümü için ne gibi yasal anayasal düzenlemeler yapılması gerektiğine ilişkin öneri paketi hazırlayacakmış...

***

Komisyonun bir toplantısında, evlatları işkenceli sorgularda katledilen Cumartesi Anneleri ile evlatları düşük yoğunluk savaşta “ölü ele geçirilen” Barış Anneleri dinlenmiş. Barış Anneleri temsilcisi kadın kendi ana diliyle konuşmak istemiş; TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş engel olmuş. Barış annesi, “Çocuklarımızı değil silahları toprağa gömelim” dileğinde bulunmuş.

Ne hazin değil mi? Asker gerilla, “şehit” “ölü ele geçirilen”... On binlerce insan toprağa gömüldükten sonra bile bir annenin kendi ana diliyle konuşmasına tahammül edememek. 12 Eylül faşizmi döneminde tutuklu oğluyla bildiği tek lisan ile konuşmasına izin verilmeyen annenin maruz kaldığı zulüm. Cezaevi kapısında “Türkçe konuş çok konuş!” diye, bilmediği bir dilde konuşmaya zorlanan annenin sorunu. Öyle ki bir ara ana dili olarak konuşulması bile kanunla yasaklanan bir dil. Kürt sorunu tam da böyle bir sorun işte! Aradan asır geçmiş, bir anne TBMM’de derdini kendi ana diliyle, bildiği tek lisan ile anlatamıyorsa, süreç nasıl ilerleyecek, komisyon çözüm paketi olarak neyi önerecek? Ört ki ölem!

***

Hep sorulur ya KÜRTLER DAHA NE İSTİYORLAR?

Türk çocuklarının okullarda kendi ana dilleriyle eğitim görmelerine koşut olarak Kürt çocuklarının da kendi anadilleriyle eğitim öğrenim görmeleri, Türkçe dil ve edebiyat derslerinin yanı sıra Kürtçe dil ve edebiyat dersleri, Kürt kültür merkezlerinin açılması, devlet dairelerinde Kürtçe hizmet alabilmek... Bunlar bir lütuf veya pazarlık konusu değil, zaten var olması gereken doğal haklar. Lozan Antlaşması’nın 39’uncu maddesi de bunları öngörüyor.

Tekrar soralım: Kürtler ne istiyor? Gazeteci yazar Hüseyin Aykol bu başlık altında soruyu şöyle yanıtlıyor: “Bizlere hep soruyorlar: Kürtler ne istiyor? Hemen cevap vereyim: Kürt olarak yaşamak istiyorlar…Yani kendi gelenekleri, türküleri, halayları ve kendi anadilleriyle, ‘Türk gibi’ değil, Kürt olarak…” (Yeni Yaşam, 21 Ekim 2024)

Eklemeli ki, Türk olarak yaşamak nasıl bir haksa Kürt olarak yaşamak da öylesine doğal bir haktır! Kürt meselesi ancak bu hak bilince çıkarıldığında gerçekten çözülür!

Talihsizlik odur ki, Erdoğan/Bahçeli ikilisi Kürt sorununu salt kendilerine müslüman anlayışla “terör sorunu” olarak görüyorlar; asıl amaçları Kürt meselesini demokratik bir çözüme kavuşturmak değil, Cumhur İttifakı iktidarını Kürt oylarıyla sürdürmek.

Yazı nasıl bir tümceyle bitmeli, bilemedim!!!


Not: Aşağıdaki adreslerde kayıtlı yazıların da okunması dileğiyle:

ABDULLAH ÖCALAN’IN TBMM’YE DAVET EDİLMESİ

https://rahmi-yildirim.blogspot.com/2024/10/abdullah-ocalanin-tbmmye-davet-edilmesi.html

TRAJEDİ HEP BİZE Mİ?

https://rahmi-yildirim.blogspot.com/2025/05/trajedi-hep-bize-mi-karl-marksn-unlu.html

İMRALI SÜRECİ NEREYE EVRİLİR?

Erdoğan bir kez daha masayı devirir mi?

https://rahmi-yildirim.blogspot.com/2025/06/imrali-sureci-nereye-evrilir.html

İMRALI SÜRECİ KOMİSYONA HAVALE

https://rahmi-yildirim.blogspot.com/2025/07/imrali-sureci-komisyona-havale.html


8 Ağustos 2025 Cuma

ÜST KİMLİK / AST KİMLİK

Toplumsal bir varlık olarak insanın nasıl bir kimse olduğunu gösteren belirti, nitelik ve özelliklerin bütünü kimlik olarak adlandırılıyor. Bu belirtiler, özellikler ve nitelikler başlıca cinsiyet, sınıf, inanç, etnik, ulusal, üzerinde yaşanan toprak (ülke ya da kent), felsefi, siyasal, kültürel vs. diye sıralanıyor. Böyle geniş bir bağlamda tanımlanınca, kimlik sorunu ve kimlik mücadelesinin insanlık tarihiyle eşzamanlı olduğu söylenebilir.

Kimlik sorunu Türkiye Cumhuriyeti (TC) tarihinde (Kürt, Alevi, gayrimüslim azınlıklar vs. nedenlerle) hep gündemde oldu. 

Bu kadim sorun son zamanlarda İmralı Süreci vesilesiyle yine gündemin ilk sırasında. Bu başlık altında ya da süreçle ilgili olarak “ortak vatan”, “eşit yurttaşlık”, “anayasal vatandaşlık”, “üst kimlik”, “alt kimlik”, “İslami kimlik”, “Türkiyeli”, “demokratik ulus”, “Osmanlı millet sistemi”, “Türk Kürt Arap birlikteliği” vs. kavramlar ortaya atılıyor.

Her biri doktora tezi konusu olabilecek önemde kavramlar. Bu yazının konusu “üst kimlik”, “alt kimlik”, “eşit yurttaşlık” ve “Türkiyeli” terimleriyle sınırlı olsun. Bu arada “Türkler kendilerini ne olarak ifade ediyorlar? Kürtler kendilerini ne olarak ifade edemiyorlar?” diye soralım.

***

Sorunun yanıtına anayasadaki vatandaşlık tanımıyla başlayalım.

Türkiye Cumhuriyeti anayasasında vatandaşlık şöyle düzenlenmiş:

I. Türk vatandaşlığı

MADDE 66- Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.

Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür.

Vatandaşlık, kanunun gösterdiği şartlarla kazanılır ve ancak kanunda belirtilen hallerde kaybedilir.

Hiçbir Türk, vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylemde bulunmadıkça vatandaşlıktan çıkarılamaz.

Görüldüğü üzere her şeyden önce devlet, “Türkiye Cumhuriyeti” ifadesiyle değil, “Türk devleti” ifadesiyle tanımlanmış. Sonra bu devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkese Türk kimliği, daha doğrusu Türk olmak dayatılmış; Türk babanın ve ananın çocuğu olmak koşulu eklenmiş. Zaten madde başlığı da “Türk vatandaşlığı” olarak ifade edilmiş.

(Ara not: “Kutsal Türk devleti” ifadesi anayasadan 2001 yılında çıkartıldı.)

Bu durumda Türklerin (yani Türk ana babadan doğan, ana dili Türkçe olanların) kendilerini kendileri olarak, yani Türk olarak ifade etmeleri anayasanın güvencesinde. Ekonomik sosyal siyasi kültürel hayata karışmaları da öyle.

Peki ana dili Türkçe olmayanlar? Yani Türk olmayanlar? Türkiye Cumhuriyeti devletinin ülkesinde sadece Türkler yok; başta Kürtler olmak üzere onlarca farklı etnik aidiyete sahip milyonlarca yurttaş var. Ama onlar Türkler gibi kendilerini kendileri olarak ifade etme rahatlığına sahip değiller. Türk olmak yerine kendileri olmaya kalktıklarında nice felaketlere maruz kaldılar, kalıyorlar. Ekonomik sosyal siyasi kültürel hayata kendi asli kimlikleriyle değil, anayasa emri edinmek zorunda kaldıkları “... kökenli Türk” kimliğiyle karışabiliyorlar. Yani kamusal alanda kendi asli kimlikleriyle var olamıyorlar. 

Özcesi anayasada onların kimliklerini de güvence altına almak yerine herkese Türklük dayatılmış. TC devleti kurulduğundan bugüne kimlik sorunuyla cebelleşiyorsa, yüzbinlerce insan bu sorun nedeniyle çıkan çatışmalarda toprağa düştüyse, bu dayatmanın dürüstçe sorgulanması gerekmiyor mu?

*** 

Sorgulandığında deniliyor ki, “Anayasada  tanımlanan kimlik üst kimliktir. 10’uncu maddeye göre de ‘Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.’ Dolayısıyla vatandaşlar arasında ayrımcılık yoktur; her vatandaş devlette istediği makama gelebilmektedir.”

Peki anayasa böyle dese de gerçekte herkes ayrım gözetmeksizin eşit mi? Resmi kamusal alanda ve resmi dilde eşitliği bırakalım. Hayata hazırlanmanın en  önemli eşiği eğitimde eşitlik var mı? 

Bu sorunun yanıtı Anayasa’nın 42’nci maddesinde: “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okulların tabi olacağı esaslar kanunla düzenlenir.”

 Toplumsal sınıf eşitsizliği nedeniyle eğitimde fırsat eşitsizliğini akılda tutarak söyleyelim; Türk ana babadan doğan çocuklar kendi ana dillerinde eğitim öğretim görüyorlar. Peki ana dili Türkçe olmayanlar, örneğin Kürtler kendi ana dillerinde eğitim öğretim görebiliyorlar mı? Kürtçe eğitim öğretim yapılan okul ve üniversite var mı? Yok. 

Oysa İngilizce Fransızca Almanca vs dillerde eğitim öğretim yapılan okullar var ama Kürtçe yok. Üstelik, okullarda hiç değilse ikinci bir dil olarak Kürtçe dersi bile verilmiyor. Demek ki, eğitim ve öğretimde eşitlik yok, anayasanın 10’uncu maddesi uygulamada geçerli değil. Üstelik yakın zamana kadar Kürtçenin ana dili olarak konuşulması, düşüncelerin Kürtçe açıklanması bile yasaktı. Neyse ki buna ilişkin 2932 sayılı kanun 1991 yılında kaldırıldı. “Kanunla yasaklanmış dil” ifadesi de daha sonra anayasadan silindi. 

İnsan dünyayı hayatı en iyi kendi ana dilinde kavrar ve yaşar. Bir insana ana dilini kanunla yasaklamak nasıl bir zorbalık nasıl bir zulümdür? Dilkırım reva mıdır?

***

Anayasa ve yasalardaki ayrımcılık ve eşitsizlik, dilkırım, devletin tapusu sayılan Lozan Antlaşması’na bile aykırı. Lozan Antlaşması’nın 39’uncu maddesi, öncelikle “Türkiye’nin tüm halkı, din ayırt edilmeksizin, yasa önünde eşit olacaktır” diyerek, gayrimüslim yurttaşların Müslümanlarla aynı medeni ve siyasal haklardan yararlanmalarını düzenliyor. Devamında, herhangi bir Türk yurttaşının hayatın her alanında herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir sınır konulmayacağını öngörüyor.

Lozan Antlaşması’nın bu maddesinin ne denli uygulan(ma)dığı tarihte kayıtlı. Aradan asır geçmiş, değil azınlık gayrimüslim yurttaşların, herhangi bir Türk yurttaşının hayatın her alanında Türkçe dışında bir dili serbestçe kullanması bedel ödemeyi gerektiriyor. Çok yakın bir faşizm uygulaması olarak, İzmir’de Avesta Dil ve Kültür Araştırma Derneği Kürtçe eğitim verdiği gerekçesiyle valilik kararıyla kapatıldı.

***

Uzun söze gerek yok. Yasalarda ve uygulamada daha nice eşitsizlikler var. 

İtiraz ve isyan, halklarımız arasında ortak vatanda eşit yurttaşlık ilişkisi kurmak yerine, alt kimlik / üst kimlik adı altında kışladakine benzer ast/üst ilişkisi (biz sosyalistlerin ifadesiyle halklar arasında ezen/ezilen ilişkisi) kurulmasınadır. Bu ilişkiyi üst kimlik / alt kimlik gibi kavramlarla meşrulaştırmaya çalışmak, (farkında olmadan) aslında eşitsizliğin, egemenlik ilişkisinin itirafıdır?

Tek tanrı, tek din, tek devlet, tek millet, tek dil dayatması halklarımıza çok acılar çektirdi. Bir asır süren uygulama, dilkırım ve dinkırım siyasetinin başarıya ulaşamadığını gösteriyor. Asimilasyona maruz bırakılan Aleviler Kürtler, erimediler, eşit yurttaşlık talep ediyorlar. Hatta Kürtler eşit yurttaşlığın da gerisinde “Türkiyeli” olarak adlandırılmayı kabul ediyorlar. Buna karşılık, eşitliği içselleştiremeyen faşist odaklardan “Biz Türkiyeli değiliz, Türküz! Siz de Türkiyeli değil, Kürt asıllı Türksünüz!” hazımsızlığı haykırılıyor. 

Bitirirken belirtmeli ki, Kürtler kimlik olarak Türkiyeli olmayı kabul ediyorlarsa halklar arasında eşitliğe kardeşliğe barışa çok yaklaşmışız demektir. Şahsen Türkiyeli ifadesi bana çok açıklayıcı, yerli yerine oturan bir kavram gibi gelmese de, asırlık sorunu çözecek bir anahtar işlevi görecekse neden olmasın! Bu kavrama da alışırız.

Peki sınıf mücadelesi? Kimlik mücadelesi demokrasi ve devrim kavgasının alanlarından biridir ama sınıfsal eşitsizliği, sömürüyü, baskıyı ortadan kaldırmaz. Her dilden dinden (ve dahi inançsız) emekçiler sermaye diktasına karşı birlikte mücadele etmedikçe barış ve demokrasi hayalden öteye geçmez.


30 Temmuz 2025 Çarşamba

İMRALI SÜRECİ KOMİSYONA HAVALE


Irkçı ümmetçi iktidar ortakları her ne kadar ısrarla “Terörsüz Türkiye süreci planladığımız gibi ilerliyor” deseler de, Abdullah Öcalan’a örgütüyle doğrudan iletişim kanalı açılması ve PKK’nin sembolik silah yakma töreni dışında süreçte ilerleme yok. İlerleme bir yana sürecin tökezlediğinin, patinaj yaptığının işaretleri çok daha belirgin.

Her şeyden önce, resmen başlamasının üzerinden aylar geçmesine karşın taraflar sürecin adında bile anlaşabilmiş değiller. Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli’ye göre “Terörsüz Türkiye”, Abdullah Öcalan’a göre “Barış ve Demokratik Toplum” süreci.

“Terörsüz Türkiye” adlandırması, Erdoğan/Bahçeli ikilisinin sorunu Kürt sorunu olarak değil, terör sorunu olarak gördüklerini gösteriyor ki, bunu açıkça söylüyorlar zaten. 

Adlandırma konusundaki anlaşmazlık, DEM Parti Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit’in, “Sürecin böyle isimlendirmesine karşı çıkıyoruz. Terör ve güvenlikçi politikalar üzerinden ifadelendirmek yerine barışı, demokratik toplumu esas alan bir adlandırma daha doğru olacaktır” sözleriyle en üst düzeyde vurgulandı. 

Sürecin adının ne olacağı konusunda bile anlaşma olmaması, sürecin olumlu bir sonuca ulaşacağı beklentisini zayıflatıyor ne yazık ki.

***

Sürecin adında bile anlaşma olmadığı gibi, süreci ilerletmek üzere TBMM’de kurulacak komisyonun adında, bileşiminde ve yetkisinde de anlaşma sağlanabilmiş değil. 

Erdoğan, “TBMM’de komisyon kuracak, sürecin yasal ihtiyaçlarını Meclis çatısı altında konuşmaya başlayacağız. Altını çizerek söylüyorum, AK Parti, Milliyetçi Hareket Partisi ve DEM heyetiyle birlikte bu süreci pişirerek geleceğe taşıyacağız” diyerek, komisyonu AKP/MHP/DEM ittifakıyla sınırladı. (12 Temmuz 2025)

Komisyonu kurmakla görevlendirilen TBMM Başkanı  Numan Kurtulmuş da kurulacak komisyonu “Terörsüz Türkiye Komisyonu” olarak adlandırdı; üye bileşimini çoğunluk  AKP/MHP/DEM ittifakında olacak şekilde belirledi.

İktidarın bu manevrası haliyle muhalefetin tepkisine yol açtı. Milliyetçi partiler bilinen reflekslerle komisyona katılmayı reddettiler. CHP, komisyonun adının “Toplumsal Barış, Adalet ve Demokratik Mutabakat Komisyonu” olmasını önerdi. DEM Parti CHP’nin önerisini desteklerken, komisyonun “Barış ve Demokratik Toplum Komisyonu” adıyla kurulmasını, demokratikleşme ve barış perspektifini içermesini istedi. Buna karşılık MHP “Kardeşlik ve Dayanışma Komisyonu” diyor.

Sürecin adında, süreci ilerletecek komisyonun adında ve yetkisinde bile anlaşma olmaması, haliyle sürecin olumlu bir sonuca ulaşacağı beklentisini zayıflatıyor. Üstelik kurulacak komisyonun yasal anayasal bir dayanağı yok. Esasen Türkiye siyasetinde “işi komisyona havale etmek” o işi sürüncemede bırakmak demektir ki, siyaset tarihi bu anlamda havanda su dövmenin, ipe un sermenin sayısız örneğiyle doludur.

***

Sürecin adında ve perspektifinde, süreci ilerletecek komisyonun adında ve yetkisinde anlaşmazlığın dışında, süreçteki tökezleme ve patinaj, tarafların söylemine de yansımaya başladı. Erdoğan “İmralı bu konuyla ilgili her türlü desteği verdi, veriyor” dese de sahadaki muhatapları tam tersini söylüyorlar. 

Sembolik silah yakma töreninden haftalar sonra PKK liderlerinden Duran Kalkan, sürecin duraklamasından yakınmıştı: “Süreç tek taraflı adımlarla ya da sadece iyi niyet açıklamalarıyla yürümez. Karşılıklı adımların olması lazım.” (anf, 29 Mayıs 2025)

PKK/KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Cemil Bayık da “Devlet yetkilileri her şeyin yolunda gittiğini söylüyor ama gerçek bu değil” diyerek örgütün beklentisini yineledi: “Biz atmamız gereken adımları attık. Sürecin daha ileriye taşınabilmesi için Türk devletinin adım atması gerekiyor. Bizim izlediğimiz tarz Türkiye’ye adım attırma tarzıdır. Ya adım atacaklar ya da başka türlü bitecek başka yolu yok. Sadece fiili adımlar değil yasal adımlar atılmalı. Fiili olursa her şeyi inkâr edebilirler.” (Yeni Yaşam, 23, 24, 25 Temmuz 2025)

***

“TERÖRSÜZ SURİYE”

Sözün kısası, süreç ilerlemiyor, komisyona havale ediliyor. Süreç sadece Türkiye’de değil, Irak’ta ve bu dönemde asıl olarak Suriye’de tökezliyor, düğümleniyor. 

PKK’nin Suriye’de (daha doğrusu Rojava’da) ABD’nin himayesinde Suriye Demokratik Güçleri (SDG) adıyla edindiği özerk yönetim malum. Erdoğan ve Bahçeli “PKK, YPG, PYD hangi adla olursa olsun, tüm uzantılarıyla kendini feshetmeli, Şam yönetimine biat etmeli” diye dayatıyor. Buna karşılık, en başta Abdullah Öcalan’ın, “Biz üzerimize düşeni yaptık, artık yapacağımız bir şey yoktur. Rojava’da Kürtler asla silah bırakamaz” sözleri medyaya yansıdı. (T24, 14 Temmuz 2025)

Abdullah Öcalan’ın “Rojava’da Kürtler asla silah bırakamaz” sözlerine, Rojava yöneticileri sahip çıkmakta gecikmediler. Rojava Özerk Yönetimi Dış İlişkiler Eş Başkanı İlham Ahmed, “Silah bırakmak kesinlikle gündemimizde değil” diyerek Suriye’de mevcut koşullarda DSG’nin silahsızlanmasının mümkün olmadığını söyledi. MHP lideri Devlet Bahçeli ise PYD, YPG’nin silah yakmaya yanaşmamasını “süreci sakatlama arayışı ve çirkeflik” olarak nitelendirdi. (Karar, 28 Temmuz 2025)


Özetle, Erdoğan ve Bahçeli, “Terörsüz Türkiye” söylemine paralel “Terörsüz Suriye” perspektifiyle, PKK’nin Suriye kolunun da kendisini feshetmesini, silah bırakıp Şam’daki şeriatçı iktidara biat etmesini dayatıyor. Buna karşılık PYD/YPG liderleri “Silah bırakmanın kendileri için kırmızı çizgi olduğunu, silah bırakmayacaklarını” söylüyorlar. Sürecin üçüncü tarafı ABD iki tarafı uzlaştırmaya çalışıyor.

***

ROJAVA’YA ASKERİ HAREKÂT MI?

Tökezleyen süreç Suriye’de düğümlenmişken, Erdoğan/Bahçeli ikilisinin PYD/YPG’ye askeri harekât tehdidi dikkati çekiyor. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, PYD/YPG ile HTŞ arasında imzalanan 10 Mart 2025 tarihli anlaşmayı vurgulayarak, “YPG’nin anlaşmayı hayata geçirmesini, silah bırakmasını bekliyoruz. Türkiye her türlü senaryoya hazır, bir kırk yıl daha kaybetmeye sabrımız yok” diyerek uyarıda bulundu. (Milliyet, 25 Temmuz 2025)

Aynı günlerde Milli Savunma Bakanlığı Sözcüsü Tuğamiral Zeki Aktürk, HTŞ yönetiminin “Suriye’nin savunma kapasitesinin geliştirilmesi ve terör örgütleriyle mücadele kapsamında Türkiye’den resmi destek talep ettiğini” açıkladı. (Hürriyet, 23 Temmuz 2025)

Yine aynı günlerde ABD’nin Ankara Büyükelçisi Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack da, “SDG’nin özerklik taleplerine karşı olduğunu; tek uluslu, tek ordulu, tek devletli Suriye’den yana olduğunu” ifade etti. Barrack, SDG ile HTŞ’yi uzlaştırma görüşmelerinin sonuçsuz kalması üzerine, SDG’yi “Şam’la anlaşmaya varılamaması halinde başka alternatiflerin ortaya çıkabileceği” diye uyardı ve aşağıladı: “Anlaşamıyorsanız sonsuza kadar bebek bakıcısı ve arabulucu olarak burada kalmayacağız.” (21 Temmuz 2025)

Rojava Kürtlerine yönelik uyarı ve tehditler nihayet iktidar beslemesi medyanın ekranlarına sayfalarına da yansıdı. Hanedan vakanüvisi Abdulkadir Selvi, SDG-PKK-YPG’nin silah bırakıp Suriye ordusuna katılması konusunda ABD ile Türkiye’nin aynı görüşte olduğu belirtti ve açık açık tehdit etti: “Türkiye, Irak ve Suriye’deki sürecin eş zamanlı olarak yürümesi için gayret gösteriyor. Ama askeri operasyon ihtimali devre dışı değil. Askeri seçenek masada tutuluyor. Eğer Mazlum Abdi direnmeye devam ederse o zaman Amerikan desteğini kaybedecek. Geriye sadece geniş kapsamlı askeri operasyon seçeneği kalacak. O zaman bakalım İsrail, Mazlum Abdi’yi kurtarabilecek mi?” (Hürriyet, 30 Temmuz 2025)

***

Söylenecek yazılacak çok şey var. Sonuç olarak, Erdoğan/Bahçeli iktidarının Kürt sorununu “terör sorunu” olarak görmeye devam ettiği koşullarda Abdullah Öcalan’la yürütülen sürecin Kürt sorununa çözüm getirmesi olası görünmüyor. Çözümün önündeki en büyük engel, Erdoğan/Bahçeli iktidarının samimiyetsizliği. Önceki yazıda vurguladığım üzere en basitinden Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in tahliye edilmesi, hasta mahkumların bırakılması, kayyım atanarak gasp edilen belediyelerin iadesi, bağımsız ve tarafsız yargı, adil yargılanma hakkı, AİHM kararlarının uygulanması için anayasal yasal düzenleme gerekmiyor ama ırkçı ümmetçi faşist müttefikler bu gibi adımları atmaya bile yanaşmıyorlar, komisyona havale ediyorlar.

Dileğim temennim odur ki, süreç 2013-2015 süreci gibi kanlı bir provokasyonla kesintiye uğramaz. 


17 Temmuz 2025 Perşembe

SİLAH YAKMANIN HÜZNÜ VE GÖZ YAŞLARI

Cumhur İttifakı liderleri Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli’nin ifadesiyle “Terörsüz Türkiye”, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın ifadesiyle “Barış ve Demokratik Toplum” süreci, 11 Temmuz’daki silah yakma töreniyle yeni bir aşamaya evrildi.

Silah yakma merasimi, Kuzey Irak’ta (Güney Kürdistan’da) Talabani ailesinin liderlik ettiği Kürdistan Yurtseverler Birliği YNK’nin denetimindeki Süleymaniye kırsalında Casene Mağarası’na giden kanyonda düzenlenmiş.

Casene Mağarası 1922’de İngilizlere isyan eden Şeyh Mahmud Berzenci’nin sığınağı ve cihad çağrılarını yaptığı gazetesini bastığı matbaasının mekânı. Silah yakma merasimi için bu mağaranın seçilmesiyle Kürt özgürlük mücadelesinin devamlılığı mesajı verilmiş.

***

Yerinde izleyenlerin anlattıklarına göre, silah yakma töreni çok iyi hazırlanmış, adeta sinematografik bir şölen olmuş. “Talabani’nin peşmergeleri güvenliği sağladı. Ama bütün ayrıntılar MİT ve DEM Parti tarafından hazırlanmıştı. Siyah şapkalı MİT mensupları organizasyonun planlandığı gibi gitmesi için dikkatle çalıştılar.” (Yıldıray Oğur, Karar, 12 Temmuz 2025)

Tören alanında gözleri dışında yüzleri kapalı özel harekat timleri dikkat çekerken, omzunda ABD bayrağı olan güvenlik görevlisi dikkatimizi çekti. Burada ‘dünyanın bütün ajanlarının’ birbirlerine çaktırmadan birleştiklerini ekleyelim.” (Fatih Polat, Evrensel, 12 Temmuz 2025)

***

Hiçbir ayrıntının ihmal edilmediği merasim, dağdan aşağı PKK’li gerillaların inmesiyle başlıyor. KCK yöneticisi Bese Hozat’ın öncülüğünde 15 kadın ve 15 erkek gerilla tek sıra halinde silahlarıyla sahnedeki yerlerini alıyorlar. Bese Hozat, “Barış ve Demokratik Toplum Grubu” adına hazırlanmış metni okuyor. Ardından aynı metnin Kürtçesi okunuyor. Metinde özetle, şöyle deniyor:

Önder Abdullah Öcalan’ın “Silahın değil, siyasetin ve toplumsal barışın gücüne inanıyorum ve sizi de bu ilkeyi hayata geçirmeye çağırıyorum” ifadesine yürekten katılıyor ve bu tarihi ilkenin gereğini yerine getiriyor olmaktan büyük gurur ve onur duyuyoruz. Sizlerin huzurunda silahlarımızı özgür irademizle imha ediyoruz.”

Kürtçe açıklamanın ardından Bese Hozat, “Hukuki ve anayasal düzenlemeler gereklidir” diye ekliyor. Böyle derken, sesindeki tedirginlik ve tutukluk dikkati çekiyor.

Bu açıklamaların ardından gerillalar sırayla silahlarını dev kâseye bırakıyorlar. Bese Hozat olimpiyat ateşinin yakılmasına benzer şekilde elindeki meşaleyle kâsedeki silahları ateşe veriyor. Kürt mitolojisindeki Demirci Kawa efsanesi akıllara geliyor. Silahların tutuşmasından sonra gerillalar yukarıdaki mağaraya dönüyorlar. Bu anda merasimi izleyen Kürt siyasetçiler, çocukları dağda olan anneler babalar gözyaşı döküyorlar.

***

Töreni yerinde izleyebilsem sorardım:

Neyin gözyaşıdır?

Sevinç mi yoksa hayal kırıklığının mı göz yaşlarıdır?

Kazanılmış bir zaferin mi?

Kabul edilmiş bir yenilginin ve teslimiyetin mi?

Ya da dağdaki evlada kavuşma umudunun mu?

Neyin gözyaşı olduğu sorusunun yanıtı öyle belirsiz ki. Belki hepsi belki de hiçbiri. 

***

Kürt Halk Önderi” diye yüceltilen Abdullah Öcalan son manifestosunda kültüralist hedeften bile vazgeçtiğini açıkladı. Bağımsız birleşik Kürdistan hedefinin bir hayal olduğunu söyledi yani. Söylemekle kalmadı, bir kere daha Kürtleri ‘kültür kalıntısı’, Kürdistan’ı ise ‘Çöplük’, ‘Mezarlık’ olarak aşağıladı; bununla yetinmedi sosyalist dünya görüşünü de kendince çöplüğe attı.

PKK’nin Türkiye’ye yönelik hedeflerinden vazgeçmek karşılığında Suriye’deki kazanımlarını güvenceye aldığı yorumları yapılıyor ama ABD’nin Ankara Büyükelçisi Suriye Özel Temsilcisi “müstemleke valisi” Tom Barrack, “SDG, YPG ve PKK'dır. Onlara bağımsız devlet kurma borcumuz yok. Özgür bir Kürdistan olmayacak.” dedi. Yani, ABD emperyalizminin oyun sahası içinde Rojava’da bağımsızlık ve özerklik hayali de suya düşecek gibi. Nostaljik mitolojik mesaj yüklü silah yakma merasimi de küresel ve bölgesel emperyalistler ve yerel Kürt baronlarınca düzenlendi netekim!

Bese Hozat, silah yakmayı “Hukuki ve anayasal düzenlemeler” koşuluna bağlasa da “Terörsüz Türkiye” politikasının liderleri hiç de hukuki düzenlemeler yapacak gibi durmuyorlar. En basitinden Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in tahliye edilmesi, hasta mahkumların bırakılması, kayyım atanarak gasp edilen belediyelerin iadesi için anayasal yasal düzenleme gerekmiyor ama ırkçı ümmetçi faşist müttefikler bu gibi adımları atmaya bile yanaşmıyorlar, komisyona havale ediyorlar.

Sözün özü, zafer ya da yenilgi ya da dağdaki evlada kavuşma umudu yok. Hiçbir hukuki güvence, beklentilere uygun hiçbir yasal adım yok ama gözyaşı var.

Sadece merasimi izleyen Kürt siyasetçiler ve analar babalar değil, göstermeseler de, hissedebildiğim kadarıyla gerillalar da üzüntülüydüler. Bese Hozat dahil, hiçbirinin yüzü gülmüyordu; belki de gözyaşlarını içlerine akıtıyorlardı...

***

Merasimi yerinde değil ekranda izlerken ben de içimden gözyaşı döktüm. Kimler adına? Emperyalizmin ve yerel işbirlikçilerinin oyun alanı içinde toprağa düşen on binlerce yurttaşımın soydaşımın her biri adına. “Şehit olan”, “ölü ele geçirilen”, faili meçhule kurban giden, zindanlarda ve işkencehanelerde katledilen, köyleri yakılan yurttaşlarım soydaşlarım adına sessizce gözyaşı döktüm. Bir yandan da, kendi evladını çürük raporu ile ya da bedel ödeyerek askerlikten muaf tutup yoksul halk çocuklarını düşük yoğunluklu savaşa gönderen, bir de "Askerlik yan gelip yatma yeri değil" diyerek azarlayan siyasetçilere öfkemi tazeledim.

Oysa bunca kan ve gözyaşının akması gerekmiyordu.

Birlikte kurtarılan vatanda herkesi Türkleştirmek Sünnileştirmek, farklı inanç topluluklarını ve başta Kürtler olmak üzere diğer halkları yok saymak, Sünni Türk kimliği içinde eritmeye çalışmak zorunlu değildi.

Sol görüşlü olduğumuz için darbe dönemlerinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nden atılmış askerler olarak, ADAM-DER çatısı altında örgütlüyüz. ADAM-DER’in bildirilerinde sıkça vurgulanır. Bu yazının da son paragrafı olsun: 

“ADAM-DER olarak, barış ve özgürlük isteyen emekçi sınıflar ve halklarımızın safındayız. Ortak vatanda, eşit yurttaşlık çatısı altında, herkesin kendi kimliği, dili, kültürü ve inancıyla özgürce yaşayacağı, birbirlerine üstünlük kurmayacağı, ortak evin nimetlerinin hakça paylaşılacağı demokratik ülke mücadelemizi sürdüreceğiz, bu yolda atılacak adımlara destek vereceğiz.”


1 Temmuz 2025 Salı

KÜRTLER MEMLEKETİ İŞGAL EDİYOR. ALLAH’INI SEVEN DEFANSA GELSİN!

Ankara Metro hattı peronunda treni beklerken olağan bir duyuru:

“Dikkat dikkat! Değerli yolcular, lütfen sarı çizgileri ihlal etmeyiniz! İnen yolculara öncelik tanıyınız. İnişlerde binişlerde yolcu yoğunluğu olmayan kapıları tercih ediniz. İyi yolculuklar diliyoruz!”

Peronda beklerken yanımda bir yolcu var. Orta boylu, kot pantolon üzeri sıfır yaka tişört. Clark Gable tipi bıyıklı esmer bir yurttaş. Bakışlarını bana çevirdi, tepkiyle söylendi:

- Değerli yolcular diyorlar. Neremiz değerli ki?

 Elimde olmayarak yanıt verdim:

- Nasıl yani? Kendinizi değersiz mi hissediyorsunuz?

Daha önce bu gibi diyaloglara girmiş olmalı ki, karşılık verdi:

- Türk olarak ne değerimiz kaldı? Türk olmak artık suç!

İster istemez ben de karşılık verdim:

- Sadece Türk olmak suç değil, Kürt olmak da suç, insan olmak da suç!

Bu yanıtımdan hoşlanmadı ki, diyalogu sürdürdü:

- İsrail’de olsak daha değerli olurduk.

Tren gelmek üzereydi. Alelacele karşılık verdim:

- Neden böyle düşünüyorsunuz? İsrail yurttaşı olmakla Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olmanın ne farkı var?

Adam İsrail yurttaşlığı konusunda hiçbir fikir söylemeden devam etti:

- Bu memlekette Kürtler her şeye sahip, her yeri işgal ediyorlar. TBMM’nin yarısı Kürt.

***

Ortalamanın da altında bir yurttaş olduğu anlaşılmıştı. Diyalogu sürdürmek boşuna olacaktı ama kesmek istemedim. Karşılık verdim:

- Meclis’in yarısının Kürt vekiller olduğunu söylerken abartıyorsunuz!

Hiç geri adım atmadı. Son derece emin bir ifadeyle ekledi:

- AK Parti’nin yarısı Kürt. CHP’li vekillerin yarısı Kürt. DEM Parti zaten Kürt Partisi.

Ne diyeceğimi bilemedim. “Abartıyorsun. Meclis’te Kürt dediğin vekiller, Kürt kimliğiyle değil, Türk kimliğiyle oradalar! CHP’de de Sezgin Tanrıkulu dışında Kürt vekil ara ki bulasın!” diye ekledim.

Bu arada tren geldi. Centilmence, inen yolculara öncelik tanıdık. Önce hayli geçkin yaşlı sarışın bir hanımefendi trene adımını attı. Trene binerken bana hitaben lafını soktu:

- Konuşmalarınızı duydum. Memleketi Kürtler işgal ediyor, haberiniz yok!

Bu hitaba gerçekten canım sıkıldı, üzüldüm. Zaten canım yeterince sıkkındı, hanımefendiye karşılık vermedim. 

Trene atladık. Ben, Clark Gable bıyıklı bey ve sarışın hanımefendi yan yana koltuklara oturduk. Canım sıkkın ama Clark Gable bıyıklı bey diyalogu sürdürme derdinde. Hemen başladı:

- Yahu arkadaş, Kürtler daha ne istiyor? Her yerde Kürtçe konuşuyorlar. 

Karşılık verdim. 

- Tamam arkadaş, her yerde konuşuyorlar mı, bilemiyorum ama en basitinden devlet dairelerinde konuşamıyorlar. Hatta, TBMM’de bile konuşamıyorlar?

Arkadaş lafını geciktirmedi:

- Devletin ve memleketin dili Türkçedir. Onlar da Türkçe konuşacaklar! İstiyorlarsa evlerinde sokakta kendi dilleriyle konuşabilirler!

Diyalogu sürdürmek boşunaydı ama altta kalmak istemedim.

- Yahu arkadaş niye böyle kesin yargılısın? Herkes Türk olmak Türkçe konuşmak zorunda mı? Bu memlekette yakın tarihe kadar anayasada “yasaklanmış dil” ifadesi vardı. Halen de 42’nci maddede eğitim öğretim kurumlarında sadece Türkçe’nin ana dil olarak öğretileceği hükmü vardır. Ana dili Türkçe olmayanlara haksızlık değil mi? Kosova’da anayasasında 7 (yedi) dil resmi dil olarak kabul edilmiş. Bolivya’da resmi dil İspanyolca ama 36 yerel dil de anayasa ile güvence altına alınmış. Türkiye’de neden böyle olmasın. Kürtçe ile ne derdimiz olabilir?

***

Arkadaş, eşitlik, özgürlük, hakkaniyet ve adalet duygusundan uzaktı. Birlikte yolculuğumuz da sona ermek üzereydi. Öfkeli bir ses tonuyla vurguladı:

- Kosova ile Türkiye aynı değil. Türkiye’de Kürt meselesi yok terör sorunu var. Kürtler her şeye sahipler. Mafya, uyuşturucu, kaçakçılık, kumarhaneler, düğün salonları hepsi onların elinde. Daha ne istiyorlar? Memleketi işgal etmişler!

Böyle bir diyalog gerçekten can sıkıcıydı. İneceğim durak yaklaşmıştı. Karşılık verdim:

- Valla kardeş, Kürtler bu kadar suç işlerken Türklere işlenecek suç kalmıyor. Ama düşün! Terör sorunu diyorsun? Şu an terör var mı? Mafya diyorsun. Alaattin Çakıcı, Sedat Peker Kürt mü? Kaçakçılık diyorsun. Geçenlerde üç milletvekili altın kaçakçılığında suçüstü yakalandılar, haklarında hiçbir işlem yapılmadı. Altın kaçakçısı vekiller Kürt mü? Kumarhaneler diyorsun, Kıbrıs’ta kumarhaneleri Kürtler mi işletiyor?

Bu soruya yanıt olarak arkadaş, “Ama Ahmet Türk’ün 9 köyü var, şimdi 18’e çıkarmaya çalışıyor” dedi.

Doğrusu böyle bir karşılaştırma hiç aklıma gelmemişti. Yine de karşılık verdim:

- Tamam Ahmet Türk sahip olduğu köy sayısını ikiye katlamak isteyebilir. Peki, muhtemelen sen de oy vermişsindir. Oy vermekle desteklediğin iktidarın zenginleştirdiği holdingler, sahip oldukları şirketleri kaça katlama peşindeler?

Bu sorulara yanıt alamadım. Tren ineceğim durağa gelmişti. Kim bilir, arkadaş ve sarışın hanımefendi ardımdan neler düşündüler?


28 Haziran 2025 Cumartesi

BAŞ DÜŞMAN İSRAİL, ALLAH’INI SEVEN DEFANSA GELSİN!

Hiçbir devlet yoktur ki, kendine uygun bulduğu resmi tarih tezi olmasın. Bu tarih tezinin merkezinde mutlaka gurur duyulması gereken şanlı geçmiş ve uyanık olmayı gerektiren beka (varlık/yokluk) meselesi bulunur.

Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi tarihine göre Türkler 16 devlet kurdular. (Güneş Dil tezi çok daha fazlasını söylüyor ama fazlası bu yazının konusu değil.)

Övünç ve gurur vesilesi olarak zihinlere nakşedilen bu tarih tezi beceriksizliğin itirafı aslında. Öyle ya, 16 devlet kurmuş ama hiçbiri uzun ömürlü ve kalıcı olmamış. En uzun ömürlüsü Osmanlı’nın ne kadar Türk devleti olduğu bile tartışmalı. Hanedan devleti Osmanlı’nın en çok zulme uğrattığı kıydığı halkların başında Türkler geliyor. Osmanlı, Türk halkını kıymakla kalmamış, “etrak’ı bi idrak” diye aşağılamış. Son iki yüzyılını “hasta adam” olarak geçiren Osmanlı devleti, nihayet tarihe karışmış.

Peki Türk devletleri niye uzun ömürlü olamamışlar? Resmi tarih tezine göre, dış düşmanların saldırılarından çok içerde birlik beraberlik bozulduğu için tarihe karıştılar.

Madem öyle, niye hiç ders alınmamış; birlik beraberliği korumaya niye hiç kafa yorulmamış? Resmi tarihte bu soruya akla uygun bir yanıt yok. Resmi tarih ve ideolojinin yanıtı en revaçta sözcüklerle, milli birlik beraberlik, devletin milletin bekası, iç cephe, ezan bayrak, Kur’an, mevzubahis olan vatan ise gerisi teferruat, dış güçler vs.’den ibaret.

***

Bu sözcüklerle terennüm edilen söylem ilk olarak 1971 yılında girdiğim Kuleli Askeri Lisesi’nde kulaklarıma çalındı. Ergenlik çağımızdı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin dört yıldızlı generalleri, “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” gerekçesiyle darbe yapmışlardı. Gazetelerde ve tek kanal TRT’de yayımlanan bildirilerde, memleketin komünist işgal tehlikesiyle karşı karşıya olduğu söyleniyor; “milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde” diye korku salınıyordu. Okul komutanı Albay Doğan Günçan, “Bizim Amerikamız var” diyerek komünist işgal korkusunu hafifletmeye çalışıyordu. Sık sık Kuleli’yi teftişe gelen Birinci Ordu ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün, konferans için çağrılan eski askerler aynı klişeyi tekrarlıyorlardı. “Milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz günlerdeyiz!”.

Bu klişeyi ilk duyduğumda çocuk aklımla çok heyecanlanmıştım. “İcabında vatan millet ve vazife uğrunda seve seve can vermeye” hazırlanıyorduk. “İstiklal Harbi günlerindekinden daha mı kötü durumdayız ki, milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyuyoruz?” diye sormayı henüz akıl edemiyorduk. Yaş ilerledi, Harbiye’nin ilk yılında Anatole France’ın “Vatan uğruna ölündüğü sanılır, sanayiciler uğruna ölünür” tümcesi, milli ezbere bıçak gibi saplandı, hamasetten arınmanın başlangıcı oldu. Çocuksu hamasi heyecanın yerini sol bilinç aldı. 

Sözü uzatmayayım. O günlerdeki “milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan günler” söylemi aslında dünya ve ülke çapında esen sosyalizm rüzgârlarına karşı devletin sahibi sermayedar sınıfın şemsiye ve kalkan ihtiyacını ifade ediyordu. Ülkücü milliyetçi hareket, bu gereksinmenin gladyo/kontrgerilla operasyonunda paramiliter örgütlenmeydi. Temel amaç, ülkenin sola komünizme kaptırılmamasıydı. Bu uğurda nice cinayetler ve katliamlar işledi ülkücü milliyetçi hareket. “Milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan günler” palavrası sıkan generaller ise, emekli olduktan hemen sonra soluğu banka ve holding yönetim kurullarında alıp hakk-ı huzur’a talim ettiler!

***

Aradan yarım asır geçti. Siyasi iktidar seküler “laik” beyaz sermayeden mütedeyyin İslamcı yeşil sermayeye el değiştirdi ama resmi ideoloji ve tarih tezi değişmedi. Hâlâ milli birlik beraberlik, devletin bekası, ezan, bayrak, vatan, Kur’an, dış güçler nutukları atılıyor.

2015 genel seçimleri sırasında Kürt halkının özgürlük talebi, iktidar partisi AKP ve müstakbel ortağı MHP tarafından “beka” meselesi olarak propaganda edilmişti. 

2019 belediye seçimleri sırasında Devlet Bahçeli sürekli “31 Mart seçimleri uçurumdan önceki son çıkıştır. Yalnızca belediye başkanı seçmeyeceğiz. Ya bela diyeceğiz ya beka diyeceğiz” diye kampanya yürütmüştü. 

Recep Tayyip Erdoğan da “31 Mart salt mahalli idare seçimi değildir. Bu seçimler, ülkemiz açısından beka meselesine dönüşmüştür” diyordu. Hatta İstanbul giderse Mekke Medine ve Kudüs bile gidebilirdi!..

***

İstanbul, Mekke Medine Kudüs oldukları yerde duruyorlar ama büyüklere masallar, yani beka hamaseti bitmedi. Bu kez İsrail dolayımıyla “iç cephe” masalı anlatılıyor.

Baş düşman İsrail, iç cepheyi güçlendirelim” masalı henüz çok taze. AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı sıfatıyla TBMM’yi açarken ciddi ciddi, “İsrail yönetiminin Filistin ve Lübnan’dan sonra gözünü dikeceği yer bizim vatan topraklarımız olacaktır” demesiyle başladı bu masal. (1 Ekim 2024)

Erdoğan böyle buyurmuştu ama meğer İsrail’in Filistin ve Lübnan’dan sonraki hedefi Türkiye değil İran imiş. Erdoğan’ın “İsrail’in bir sonraki hedefi biziz” dediği tarihlerde, İsrail İran’a saldırmak için son hazırlıklarını yapıyormuş.

Yine de iç siyasete yönelik “Baş düşman İsrail, Allah’ını seven defansa gelsin!” masalının kitle manipülasyonu bağlamında isabetsiz olduğu söylenemez. İsrail’in ABD ile birlikte İran'a saldırmasından sonra bu kez “İran’dan sonraki hedef Türkiye” masalı dolaşıma sokuldu. Çok da inananı var. Sadece Erdoğan sevdalısı ümmetçi seçmen kitlesi değil, milliyetçi, liberal, sosyal demokrat, Atatürkçü, Kemalist, ulusalcı devasa bir kitle ve kanaat önderleri. Öyle ki, PKK lideri Abdullah Öcalan bile “ABD İsrail’i Ortadoğu’da hegemon güç yapmak istiyor. Beş aşamalı bir stratejinin üç aşaması bitti, İran ve Türkiye aşaması kaldı” diyerek koroya katılmış. Abdullah Öcalan bile koroya katılmış ama kendisini merkeze yerleştirme sevdasından kendini alamamış. Öcalan’a göre İsrail Kürtleri yanına çekmek istiyor, Kürtleri yanına çekebilmek için de Öcalan’ı ortadan kaldırması gerekiyor. Bu planı ancak kendisi engelleyebilir!

Özetle, İsrail’in nihai hedefinin Türkiye olduğu masalına bir avuç sosyalist dışında inanmayan yok gibi. Böylesine bir milli mutabakata ömrümde rastlamadım.  

***

Peki İsrail’in Türkiye’yi hedefe koymasının akla uygun bir nedeni var mı? Türkiye sıradan bir ülkeymiş gibi neden topluma ‘İsrail korkusu’ enjekte ediliyor? 

Her şeyden önce İsrail de Türkiye de ABD’nin bölgedeki en sadık müttefikleri, taşeronları. Kürecik ve İncirlik üsleri, ABD’ye olduğu kadar İsrail’e de hizmet ediyor.

İsrail Gazze’de soykırım yaparken bile Türkiye ile ticaretinde kesinti olmadı; ihtiyaç duyduğu petrolü, çimentoyu, çelik vs.yi Türkiye üzerinden sağladı. Nihayet utanma belasına ikili ticaret daraltıldığı halde İsrail’in dış ticaret ortakları listesinde Türkiye hâlâ 5’inci sırada.

Suriye’de İslamcı terörist Şara’yı birlikte iktidara taşıdılar.

Dahası, Türkiye’nin siber güvenliği bile İsrail’e emanet edilmiş. Genelkurmay’dan Türksat’a devletin tüm stratejik kurumları dijital güvenliklerini sağlamak için İsrail ordusuna hizmet veren Tel Aviv merkezli şirketin ürünlerini kullanıyor. (Karar manşet, 10 Ekim 2024)

Yazı uzamasın. İkili ilişkilerin derinliğine ve tarihine aykırı şekilde İsrail’in gözünü Türkiye’ye diktiğine ilişkin sözler, fantastik bir masal olmanın ötesinde bir değer taşımıyor. Ama ne acı ki, çok dinleyeni ve inananı var. Nazım Hikmet, “Akrep gibisin kardeşim” şiirini durduk yerde yazmadı.

Baş düşman İsrail, Allah’ını seven defansa gelsin!” masalının asıl amacının, emek, barış ve demokrasi güçlerini kendilerine yabancılaştırmak ve sermayedar sınıfın mevzilerine doldurmak olduğu anlaşıldığında, “Akrep gibisin kardeşim” şiiri edebiyat tarihinin tozlu raflarında unutulmaya terk edilebilir.