ANKARA 33.
ASLİYE CEZA MAHKEMESİ’NE
MAHKEMENİZDE BAKILAN 2014/1686
NOLU DOSYAYA DAİR BEYANIMDIR
Sayın Mahkeme Heyeti,
Sözlerime başlamadan önce
heyetinizi ve davanın tüm taraflarını saygıyla selamlıyorum.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı
Basın Bürosu’nun hazırladığı 2014/171 nolu iddianamede şahsıma yöneltilen
suçlama dolayısıyla huzurunuzda bulunuyorum.
Hakkımda bir dava açıldığını 1
Ekim 2014 günü cep telefonuma gönderilen mesajla öğrendim.
Gönderilen mesajda, “Ankara 33. Asliye Ceza Mahkemesi’nin
2014/1686 sayılı dosyasında 10 Şubat 2015 günü saat 10.00’da duruşmanız vardır.
Gelmediğiniz takdirde zorla getirtileceğiniz ihtar olunur.” deniliyordu.
Mesaj bu kadarcıktı, dosya
içeriği hakında bilgi verilmemişti. Kendi kendime düşündüm. Gazeteciyim, yazı
yazıyorum. Acaba bir yazımdan dolayı birileri alınganlık mı duydu?
Hemen adliyenin yolunu tuttum.
Meğer Berkin Elvan’ın ölümünü protesto etmek için 13 Mart 2014 günü Kızılay’da
toplanan gençlere tazyikli su sıkan TOMA aracını, yersiz ve orantısız güç
kullanmaması yönünde uyardığım için hakkımda dava açılmış.
Dosya içeriğini, hakkımdaki
suçlamayı öğrendikten sonra kapıldığım şaşkınlığı ve üzüntüyü anlatamam. Yanlış
anlaşılmasın, üzüntüm, hakkımda üç yıla kadar hapis cezası istenmesinden değil.
İlk defa yargılanmıyorum. Yargılandığım davaların tümü beraatle sonuçlandı.
Hatta bir keresinde haksız yargılamadan dolayı devlet bana manevi tazminat
ödedi. Üzüntüm, ülkemizde hukuk devleti mücadelesinin geldiği nokta
dolayısıyladır. Şaşkınlığım da doğrudan bununla ilgilidir. Şaşkınlığım, Berkin
Elvan’ın katilleri hakkında iki buçuk yıldır iddianame bile düzenlenmemişken,
cinayeti protesto edenlere güç yetirilebilmesinedir.
Şaşkınlık ve üzüntü içindeyken
kendi kendime düşünmeden de edemedim Acaba İçişleri Bakanı olsam ve adım nüfuz
suiistimali ve rüşvet skandalına karışsa, oğlumun evinde yapılan aramada bir
dizi kasa ve kaynağı belirsiz para çıksa, hakkımda iddianame düzenlenir miydi?
Veya Avrupa Birliği’nden sorumlu
Devlet Bakanı olsam, elbise takımı ve çikolata kutusu içinde yüzbinlerce dolar
rüşvet aldığıma ilişkin görüntüler ortaya çıksa, hakkımda soruşturma açılıp
iddianame düzenlenir miydi?
Bu sorulara yanıt bulamadan bu
kez başka bir soru beynimi kemirmeye başladı. Çevre ve Şehircilikten Sorumlu
Bakan olsam, adım imar yolsuzluğu ve usulsüzlüğü iddialarına karışsa, savcılar
yakama yapışıp iddianame yazarlar mıydı?
Sorular üst üste geliyordu
aklıma. Ekonomi Bakanı olsam, 28 seferde toplam 52 milyon dolar rüşvet aldığıma
dair konuşma tapeleri ve görüntüler ortaya çıksa hakkımda soruşturma açılır
mıydı?
Banka müdürü olsam, evimde
ayakkabı kutuları ve banyo lifi içinde istiflediğim milyonlarca dolar rüşvet
parası yakalansa, hakkımda iddianame yazacak yürekli bir savcı çıkar mıydı?
Sorulardan bunalmışken, Berkin
Elvan için yapılan protesto gösterileri sırasında TOMA’yı yersiz şiddet
uygulamaması yönünde uyardığım için hakkımda iddianame düzenlendiğini
hatırlayıp kendime geldim.
Bu noktada iddianameye yanıtıma
geçmeden önce bir karşılaştırma yapmak istiyorum.
Berkin Elvan Gezi Direnişi
günlerinde 16 Haziran 2013 sabahı, ekmek amak için evinden çıktı ve bir daha
evine dönmedi. Soruşturma dosyasından medyaya sızan bilgilere göre, Berkin
polisin attığı gaz fişeğiyle vuruldu, 269 gün can çekiştikten sonra 11 Mart
2014 günü öldü.
Benzer bir cinayet Yunanistan’da
da işlenmişti. Atina’daki cinayete kurban giden Alexandros Grigoropoulos
vurulduğunda, Berkin ile aynı yaştaydı.
Alex 2008’de Atina’da anarşist
gençlerin toplandığı meydanda polis tarafından öldürüldü.
Berkin 2013’te İstanbul’da ekmek
almak için evinden çıktı, polisin attığı gaz fişeğiyle vuruldu.
Yunanistan’da Başbakan özür
diledi. Türkiye’de Başbakan, Berkin’in anne babasını seçim meydanlarında
yandaşlarına yuhalattı.
Yunanistan’da İçişleri Bakanı
istifa etti. Türkiye’de İçişleri Bakanı rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasında
yargılanmaktan siyaseten kurtuldu.
Atina Valisi gereksiz açıklama
yapmadı, katil polisi adalete teslim etti. İstanbul Valisi lüzumsuz
açıklamalarıyla acılı insanları çileden çıkardı, polisi yargıya teslim etmedi.
Yunanistan’da polis kasten adam
öldürmekten yargılandı, ömür boyu hapse mahkûm edildi. Türkiye’de iki buçuk yıl
oldu, Berkin’in soruşturma dosyası hâlâ mahkemeye ulaşmadı.
Berkin’in soruşturma dosyası
mahkemeye ulaşsa ne olacak ki?
Ne olacağı Gezi Direnişi
günlerinde öldürülen gençlerle ilgili yargılamalardan bellidir. Benzer
cinayetler karşısında kamu yöneticilerinin tutumlarının ülkeden ülkeye
değişmesi, Türkiye’deki tutumun zalimlikten başka bir şey olmaması
kahredicidir.
Bu vesileyle Türkiye’nin tarihine
özgün bir sivil itaatsizlik ve barışçı direniş eylemi olarak geçen Gezi
Süreci’nde katledilen gençler Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Abdullah
Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Ahmet Atakan, Medeni Yıldırım ve Berkin Elvan’ı
sevgiyle anıyorum.
***
NE İLE SUÇLANIYORUM?
Sayın Mahkeme Heyeti,
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Bürosu’nun 24 Eylül 2014 tarih,
2014/526 Esas ve 2014/171 sayılı iddianamesinde, 2911 Sayılı Toplantı ve
Gösteri Yürüyüşleri Yasası’nın 32’nci maddesine muhalefet ettiğim öne
sürülmekte; dolayısıyla altı aydan 3 yıla kadar hapisle cezalandırılmam
istenmektedir.
İddianamede öne sürüldüğüne göre, Gezi Parkı olaylarında yaralanan
Berkin Elvan’ın vefat etmesi üzerine hükümeti protesto etmek amacıyla 13 Mart
2014 günü saat 14.45’te Kuğulupark’ta toplanan grup sloganlar atarak Tunalı
Hilmi Cadesi, Karanfil Sokak, Yüksel Caddesi ve Selanik Caddesi güzergâhından
Sakarya Caddesi’ne intikal etmiş. Topluk daha sonra Ziya Gökalp Caddesi’ni
trafiğe kapatarak Kızılay meydanına doğru yürüyüşe geçmiş. Polis ses yayın
cihazıyla defalarca yürüyüşten vazgeçmesi ve dağılması için topluluğa uyarıda
bulunmuş ama topluluk, ikazlara aldırmayarak Kızılay’a yürümüş ve orta refüjü
işgal etmiş. Bunun üzerine TOMA’lar orantılı şekilde tazyikli su sıkmış, bu
sırada dağılmamakta direnen topluluktan aralarında benim de bulunduğum toplam
11 kişi yakalanmış.
Kanuna aykırı eylem devam etmiş; eylemciler polise taş, şişe, sopa ve
benzeri sert cisimlerle karşılık vermiş, TOMA’lar yine orantılı şekilde
tazyikli su sıkmış, akşam saatlerinde müdahaleye karşı çıkıp polise tepki
gösteren 2 kişi daha yakalanmış.
İddianamede devamla, aralarında benim de bulunduğum 13 kişinin 2911
sayılı kanuna aykırı olarak Kızılay’da vatandaşların olağan hayat akışını engellediği;
polise taş, şişe ve sopa fırlatarak barışçıl amacın dışına çıktığı, polisin
ikazlarına aldırmadığı öne sürülmektedir.
İddianamede Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin toplantı ve gösteri
yürüyüşü hürriyetine ilişkin kararlarına da atıf yapılmakta ve sonuç olarak,
toplanma hürriyetinin herhangi bir saldırı ya da şiddet içermeden barışçı
biçimde kullanılması gerektiği, somut olayda ise barışçıl amacın dışına
çıkıldığı, dolayısıyla 2911 sayılı kanunun 32’nci maddesinin ihlal edildiği
değerlendirilmesi yapılarak, üç yıla kadar hapis cezası talep edilmektedir.
***
SUÇLAMA GERÇEK DIŞIDIR!
İddianamede böyle iddia edilmiş olsa da şahsıma atfedilen olay
gerçekten böyle midir?
Kesinlikle hayır!
Buraya değin söylediklerime Emniyet sorgusundaki ifademi eklesem, alışılmış
ceza yargılaması çerçevesinde belki yeterli görülebilir. Ancak ben biraz
ayrıntılı açıklama yapmak istiyorum. Çünkü, yargılamayı iddianame müellifinden
daha fazla ciddiye alıyorum.
Berkin Elvan için protesto gösterileri, öldüğü gün, yani 11 Mart 2014
günü başladı. Berkin’in son kez nefes alıp vermesinden sonra Türkiye’nin pek
çok yerinde olduğu gibi Ankara’da da protesto gösterileri yapıldı. Kızılay
Meydanı, Berkin’i yitirmenin acısıyla kavrulmuş, kendi evladını kardeşini
yitirmişçesine acı duyan her yaştan insanlarla doldu. Ama özellikle Berkin ile
aynı yaşta olan liseli gençler sokaktaydılar. Güvenpark Anıtı ve havuz
çevresinde toplanan insanlar slogan atarak, pankartlar taşıyarak acılarını
haykırdılar. Ben de Almanya Devlet Radyo Televizyon Kurumu WESTDEUTCHER
RUNDFUNK (WDR) bünyesindeki Funkhaus Europa (Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları
arasında bilinen adıyla Köln Radyosu) adına gösterileri izledim. Tanık olduğum
kadarıyla gösteriler barışçıl çerçevenin dışına taşmadı. Kızılay ve bağlantılı
sokak ve caddelerde hayatın olağan akışında kesinti olmadı. Nitekim polis ilk
gün ilk saatlerde uzaktan izlemekle yetindi. Ama, şiddetten ve toplumsal
gerilimden beslenen siyasi iktidar, kalabalığın dağıtılmasını emretmiş olmalı
ki, akşamüzeri polis tüm olanaklarıyla kalabalığa (medyanın ve polisin diliyle)
“müdahale” etti. Yoğun bir gaz bulutu kalabalığın üzerine çöktü. Bu esnada bir
gaz fişeği tam ayaklarımın arasında patladı. Başıma veya gözlerime isabet
etseydi Berkin Elvan gibi ben de can çekişmeye başlayabilirdim. Şiddet öylesine
gelişigüzeldi. Yoğun gaz bulutu içinde hiçbir şey göremiyordum. Gözlerimi
kapatıp, mendilimi burnuma sarıp gaz bulutunun dağılmasını bekledim. Bir yandan
da TOMA’lar basınçlı su sıkıyordu. Kızılay meydanında Güvenpark Anıtı ve havuz
önündeki kalabalık resmi terörden korunmak için kaçışmaya başladı. Resmi şiddet
peşlerini bırakmadı. Kızılay bağlantılı bütün cadde ve sokaklar resmi şiddetten
nasibini aldı. Karanlık bastıktan sonra duraklarda otobüs bekleyen iki üç
kişilik topluluklara bile gaz ve su sıkıldı.
(Burada bir parantez açıp, polisin uyguladığı şiddetin hakikaten
gelişigüzel ve orantısız olduğunu, hedef ayırt edilmeksizin uygulandığını
vurgulamak istiyorum. Ben de gerektiğinde devlet adına şiddet uygulama
yetkisine sahiptim. Kara Harp Okulu’ndan jandarma subayı olarak mezun oldum. 12
Eylül 1980 darbesinden sonra Çanakkale’nin Çan ve Yenice ilçelerinde
sıkıyönetim komutanı olarak görev yaptım. Sonrasında Şanlıurfa’nın Akçakale ve
Suruç ilçelerinde sınır bölük komutanı olarak çalıştım. Devlet adına
uygulanacak şiddetin dozu ve yöntemi konusunda iyi kötü bilgi ve tecrübe
sahibiyim. Bu bilgi ve tecrübeye dayanarak, gerek Gezi Süreci’nde gerekse
Berkin Elvan gösterileri sırasında güvenlik güçlerinin yersiz, gelişigüzel,
hedef ayırt etmeksizin şiddet uyguladığının tanığıyım, hatta mağduruyum. Kısaca
anlatmam gerekiyor. 30 Mart 2014 belediye seçimleri sonrasında Ankara
Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimini hangi adayın kazandığı tartışması
başlamıştı. Muhalefetin adayının seçimi önde bitirdiği yolundaki genel kanaate
karşın, iktidar partisi adayının her ne şart altında olursa olsun seçimi
kazanacağı, muhalefetin adayı yüzde 51 oy alsa bile iktidar adayının yüzde 52
ile kazanmış ilan edileceği yorumları yapılıyordu. Bu tartışmalara noktayı
koyacak olan Yüksek Seçim Kurulu idi. Muhalefet yanlısı seçmenler YSK önünde
gösteri yapıyorlardı. Ben de gazeteci olarak zaman zaman Yüksek Seçim Kurulu
önüne gidip gösteriye ilişkin gözlem yapıyordum. 1 Nisan 2014 günü saat 17.00
sularında yine haber çalışması amacıyla sözü geçen yere gittim. Gazeteci
arkadaşlarla birlikteydim. Bölgede konuşlanmış güvenlik güçleri adına
kalabalığın dağılması yönünde anons yapıldı. Anons tekrarlandı. Bütün gazeteci
arkadaşlar tanıktır, TOMA aracı doğrudan beni hedef alarak basınçlı su sıktı.
Hava soğuktu, akşam ayazı bastırmıştı. Suyun basıncıyla yere düşmemek için epey
çaba gösterdim, gazeteci arkadaşlarla birlikte uzaklaşmaya çalıştım. Bu arada
cep telefonum ıslandığı için kullanılamaz hale geldi. Muhabir arkadaşım Altan
Burgucu her şeye karşın fotoğraf çekmeyi başarmış. Polisin yersiz, hedef ayırt
etmeyen şiddetinin kanıtı bu fotoğrafları, beyanım ekinde bilginize sunuyorum.)
Yeniden, Berkin Elvan gösterilerine döneyim. Protesto gösterileri 12 ve
13 Mart 2014 günleri benzer şekilde devam etti. Gazeteci olarak olayları
izlemeye çalışırken zaman zaman polis amirlerine kendimi tanıtıp, emekli
jandarma subayı olduğumu, halka bu şekilde muamele edilmemesi gerektiğini
anlatmaya çalışıyordum. Hak veren oluyordu; “emir kuluyuz” diyen oluyordu; öfkeyle polemiğe girip “Alalım mı amirim?” diye gözdağı veren
memurları ise amirleri susturuyordu.
13 Mart 2015 günü saat 17.00 sularında Kızılay AVM’nin önünde gazeteci
arkadaşlarla birlikte olayları izliyordum. Ziya Gökalp Caddesi’nden gelen bir
TOMA, Sıhhiye yönünde Atatürk Bulvarı’na dönen köşede durup gelişigüzel su
sıkmaya başladı. Hedefinde Yapı Kredi Yayınları (YKY) vitrininin bulunduğu
saçak altında slogan atan beş altı kişilik gençler topluluğu vardı. Tazyikli
sudan çevredeki işyerleri ve yoldan gelip geçenler de etkileniyordu. Aralarında
yaşlı bir kadının da bulunduğu birkaç kişi TOMA’ya yaklaşıp bir şeyler
söylemeye çalıştılar. Uzakta olduğum için duyamıyordum ama herhalde “Artık yeter!” diyorlardı. TOMA yakın
mesafe sulama aparatıyla bu insanları da ıslattı. Vicdani bir duyguyla daha
fazla seyirci kalamadım. Yeşil ışık yanar yanmaz TOMA’ya yaklaşıp sesimi
duyurmak için bağırdım. “Yanlış yapıyorsunuz!” diye başlayıp,
silahsız barışçı kitlenin üzerine bu şekilde gidilemeyeceğini anlatmaya
çalıştım.
***
NASIL “YAKALANDIM?”
Eylemim bundan ibaretti. İddianamede öne sürüldüğünün tersine polise ve
TOMA’ya sert bir cisim veya yanıcı madde atmadım. Buna karşın, polisler
kollarıma girerek emniyete davet ettiler. Beni götürmek isteyen polislere
direnmedim. Yani klasik bir yakalama söz konusu olmadı. Bu esnada polislere, “Açıklayın, kime sıkıyorsunuz?” diyerek,
eski jandarma subayı olduğumu, kitleye müdahale biçimini ve uygulanan şiddeti
doğru bulmadığımı anlatmaya çalıştım. Güvenpark’tan geçerken, gözaltına
alınışımı izleyen bir kişi de gözaltına alındı. Birlikte, polis aracına
sokulduk. Arkadaşla tanıştık, Erkal Tülek imiş.
Epey bekledikten sonra polis aracı nihayet hareket etti. Mesai çıkış
saatine rastladığı için yoğun trafikte bir saate yakın süren yolculuk sırasında
polislere eski jandarma subayı olduğumu belirterek, vatandaş/polis
ilişkilerinin nasıl olması gerektiği konusunda düşüncelerimi aktardım. Polisler
dinlemekle yetindiler, son derece saygılı davrandılar.
Ankara İl Emniyet Müdürlüğü yerleşkesine girdikten sonra polisler
araçtan indiler; yaklaşık on dakika sonra bir tutanak getirdiler, imzalamamı
istediler. Hatırladığım kadarıyla tutanakta kimlik bilgilerinin ardından,
“13/03/2014 günü saat 15.00’dan itibaren sivil toplum örgütleri, siyasi
parti, dernek, oda, sendika ve öğrenci gruplarına müzahir şahıslar tarafından
“‘Gezi Parkı Eylemleri Esnasında Yaralanan Berkin Elvan isimli Şahsın Tedavi
Gördüğü Hastanede Hayatını Kaybetmesi’ ile ilgili olarak Çankaya İlçesi Kuğulu
park önünde kortej oluşturduktan sonra sloganlar atarak, Tunalı Hilmi Caddesi,
Karanfil Sokak, Yüksel Caddesi, Selanik Caddesini takiben Sakarya Caddesine
gelen ve buradan Ziya Gökalp Caddesini trafiğe kapatmak suretiyle Atatürk
Bulvarı Ziya Gökalp Caddesi girişinde bulunan Yapı Kredi Bankası önüne
geldikten sonra yapılan tüm ikazlara rağmen ilimizin yaya ve araç trafiğinin en
yoğun olduğu Atatürk Bulvarını trafiğe kapatmak üzere harekete geçen ve yapılan
müdahalenin ardından dağılmamakta direnerek Atatürk Bulvarı, Ziya Gökalp
Caddesi ile açılan sokak ve caddelerinde emniyet mensuplarına taş, şişe vb
cisimlerle saldırmak suretiyle gerçekleştirilen şiddet içerikli kanuna aykırı
eylemlere devam eden şahıslardan olduğu şüphesiyle orantılı bir şekilde zor
kullanılarak yakalandığına…” ifadeleri yazılıydı. Dava dosyasını ayrıntısıyla
incelemeye gerek duymadım. Herhalde bu tutanak dosyada mevcuttur.
Tutanağı okudum, şaşırdım. Kuğulu Park’ta toplanıp nihayet Sakarya
Caddesi’ne inen ve Ziya Gökalp Bulvarı’nı trafiğe kapatıp Kızılay Meydanı’na
yürümek isteyen, bu arada emniyet mensuplarına taş, şişe vs cisimlerle saldıran
grup içindeyken yakalanmışım!!! Böyle bir tutanağı imzalamayacağımı söyledim.
Zira kanuna aykırı bir iş yapmamış, şiddete başvurmamıştım. Memurlar “Siz de eski güvenlikçisiniz, biliyorsunuz,
usulen imzalanması gerekiyor, imzadan imtina ettiğinizi yazıp imzalayabilir
misiniz?” diye ısrar ettiler. İmzalamayacağımı yineledim.
Nihayet kayıt odasına alındım. İçerde yanlış hatırlamıyorsam on beş
kişi vardı. Herhalde en yaşlı olduğum için nezaketen kuyruğun en başına
aldılar. Kimlik ve adres bilgilerim kaydedildi. Bu işlem için askerî kimlik
belgemi verdim, sürekli basın kartımı göstermek istemedim.
Üst baş araması yapılacağı sırada bir memur “Rahmi Yıldırım kim?” diye sordu. Ses verdim. Telaşla yanıma
yaklaştı. “Gazeteci misiniz?” diye
sordu. “Evet” diye karşılık verdim. Memur, “Daha önce niye söylemediniz?” diye sitemle sordu. Yanıt olarak aynı
zamanda gazeteci hocası olduğumu, hoca olarak öğrencilerime “Gazeteci olayın öznesi, tarafı değil,
gözlemcisidir” diye öğüt verdiğimi, bu öğüde aykırı davranmaya hakkımın
olmadığını, TOMA’yı gazeteci kimliğimle değil emekli subay ve yurttaş
kimliğimle uyardığımı, bu nedenle, gözaltına alındığımda ve kayıt sırasında
gazeteci kimliğimi göstermek istemediğimi anlattım. Ancak anlayıp anlamadıkları
yolunda bir işaret alamadım.
Sürekli basın kartımın sahih olup olmadığını ilgili yerlere sordular.
Doğrulandıktan sonra gözaltına alınmış diğer kişilerden ayrı olarak hemen Adli
Tıp’a götürdüler. Dönüşte üçüncü kattaki ifade odasına soktular. Ancak kayıt
masasındaki bilgiler yukarıya çıkmadığından ifade gecikti.
Bu arada bir memur, avukatlarımın geldiklerini, görüşme odasında
olduklarını haber verdi. Görüşme odasına geçerken memurlara seslendim: “Yüzsüzlük saymayın lütfen. Görüşme odasına
çay gönderirseniz sevinirim.” Mesai sona erdiği için çay ocağının
kapandığını, kendileri için çay demlediklerinde göndereceklerini söyleyerek
yanıt verdiler. Teşekkür ettim.
Görüşme odasında askerî liseden bu yana arkadaşım dostum Avukat Ömer
Faruk Köstel ile İnşaat Mühendisleri Odası hukuk danışmanı Avukat Nurçin Soykut
bekliyorlardı. Olayı anlattım. Bu arada gözaltındaki diğer kişiler de yukarıya
çıkartıldılar. Hep birlikte koridorda bekleşmeye başladık. Biraz sonra Türkiye
Gazeteciler Sendikası Ankara Şube Başkanı Esra Koçak ile Avukat Nuray Özdoğan
da aramıza katıldı.
Nihayet ifadeler alındı. “Yakalama” tutanağındaki suçlamalar soru
olarak aynen ifade tutanağına da yazılmıştı. “Üzerime isnat edilen suçlamaları kabul etmiyorum. Ben güvenlik
güçlerine herhangi bir saldırıda ve direnmede bulunmadım. Herhangi bir sert
cisim veya yanıcı madde atmadım. Amacım, orantısız güç kullandığını düşündüğüm
TOMA’ya sözlü olarak uyarıda bulunmaktan ibarettir. Ziya Gökalp Caddesi Kızılay
kavşağında bu uyarımdan dolayı resmi üniformalı polisler tarafından gözaltına
alındım. Bu esnada herhangi bir direnmede bulunmadım.” diye yanıtladım.
Gençlerin ifadeleri de tamamlandıktan sonra topluca yeniden Adli Tıp’a
götürüldük ve muayenenin ardından serbest bırakıldık.
***
İDDİANAME VE ETİK
Özetle yinelemem gerekirse, gazeteci olarak gösterileri izlemeye
çalışırken, gelişigüzel ve orantısız şiddet uygulayan TOMA’yı yurttaş ve emekli
jandarma subayı kimliğimle sözlü olarak uyarmaya çalıştım. Bu yüzden gözaltına
alındım.
Hakkımda düzenlenen iddianame ile üç yıla kadar hapisle cezalandırılmam
isteniyor. Bu noktada, iddianameyi yazan kalemin iyi niyetinden, daha açık bir
ifadeyle dürüstlüğünden emin olamadığımı vurgulamak istiyorum.
İyi niyet ve dürüstlük derken hukuk etiği bağlamında iyi niyeti ve
dürüstlüğü kastediyorum.
Etik, bir insanın davranışlarını
belirleyen ahlaki ilkeler ve değerler bütünüdür. Dar anlamıyla da etik, ahlaki
ilkeleri inceleyen bilim dalıdır.
Ben gazeteciyim. Gazetecilik meslek etiği, gazeteciyi, nesnel gerçeği
bulmayı ve eğip bükmeden bildirmeyi emrediyor.
Bildiğim kadarıyla bu noktada hukuk etiği ile medya etiği arasında
dostluk ilişkisi var. Gazeteciler ve hukukçular arasında maddi gerçeğe, nesnel
gerçeğe sadakat arkadaşlığı var.
Gazetecilik meslek etiği gerçeği bulmayı ve bildirmeyi emrediyor; hukuk
etiği de adaleti sağlamak için maddi gerçeği bulmayı ve adil davranmayı
emrediyor. Hukukçular, yani yargıç, savcı, avukat, bilirkişiler de,
kendi aleyhlerine olsa bile gerçeğe sadık kalmak davranmak zorundalar. Gerçeğe
sadakat göstermeyen, bu anlamda dürüst davranmayan hukukçu, adalete hiç sadakat
göstermez. Gerçeğe, doğruya ve adalete sadakat öncelikle yargıçların
sorumluluğu gibi görünse de aynı ölçüde savcıların, bilirkişilerin ve
avukatların da sorumluluğudur. Savcılar, bilirkişiler ve avukatlar da
yargıçlar kadar dürüst davranmakla yükümlüdürler.
İşte endişem, iddianame kaleme
alınırken gerçeğe ne kadar sadık kalındığıyla ilgilidir.
İddianame kaleme alınırken ne
ölçüde gerçeğe sadık kalındığı, ne ölçüde dürüst davranıldığı konusundaki
endişem yersiz değildir. Bunun nedenlerini kısaca belirtmek istiyorum.
***
İDDİANAME KIŞLA MANTIĞIYLA KALEME ALINMIŞTIR!
Birincisi, iddianame, sanıkların
olaylar içindeki konumları tek tek analiz edilmeden, her biri için ayrı ayrı
delil değerlendirmesi yapılmadan, topyekûn suçlama mantığıyla kaleme
alınmıştır. Buna göre, benim de içlerinde olduğum sanıklar Kuğulu Park’ta
toplanmışlar, sloganlar atarak Tunalı
Hilmi Caddesi, Karanfil Sokak, Yüksel Caddesi ve Selanik Caddesi güzergâhından
Sakarya Caddesi’ne intikal etmişler. Daha sonra Ziya Gökalp Caddesi’ni trafiğe
kapatarak Kızılay meydanına doğru yürüyüşe geçmişler. Polis ses yayın cihazıyla
yürüyüşten vazgeçmesi ve dağılması için topluluğu uyarmış ama topluluk ikazlara
aldırmayarak Kızılay’a yürümüş ve orta refüjü işgal etmiş. Bunun üzerine
TOMA’lar orantılı şekilde tazyikli su sıkmış, dağılmayanlar yakalanmış.
Yakalananlar 2911 sayılı kanunu ihlal ettiklerinden altı aydan üç yıla kadar
hapisle cezalandırılmalılar…
Vurguladığım gibi, her bir sanık için değerlendirmeye ve delil durumunu
saptamaya gerek duyulmadan kışla mantığıyla topyekûn suçlama yapılmış.
Bu mantık hiç yabancım değil.
Gerek askerî öğrenci olarak gerekse subay olarak, tasvip etmesem de askerlik
meslek hayatımda bu mantık hiç eksik olmadı.
Kışla mantığı diye alaya alınsa ve küçümsense de, her şeye karşın
yüzlerce binlerce kişinin ortak yaşam alanı kışlada bir ölçüde geçerlidir, bazı
durumlarda yararlıdır da. Ancak, sivil hayat öyle değildir. Hele hukuk alanı
asla öyle değildir. İddianame kaleme alınırken, topyekûn suçlama ve ceza talep
etme yerine, her şüpheli veya sanık için ayrı ayrı değerlendirme yapılmalıydı. Her
sanık için ayrı ayrı değerlendirme, suç ve cezanın şahsiliği ilkesinin de
gereğidir. Ceza hukukunun bu çok temel ilkesinden, hukuk fakültesi mezunu
olmadığım halde ben bile haberdarım; iddianame müellifinin dikkate almaması
ilginçtir. Bu noktada, 12 Eylül faşizmi döneminde sıkıyönetim mahkemesinde
yargılandığım davanın iddianamesini hazırlayan hukuk profesyonelinin bile
iddianamede sanıkları topyekûn suçlamak yerine, her biri için ayrı ayrı analiz
yaptığını ve delil durumuna göre ayrı cezalar talep ettiğini anımsıyorum. Yani,
hukuk devletine yaraşır bir iddianame yazma noktasında 12 Eylül faşizminin bile
gerisine düşülmüştür. Altmış yıla yaklaşan hayat tecrübem, bu acı hakikate
şaşırmamam gerektiğini telkin ediyor.
***
SAVCI İFADEMİ BİZZAT ALMALIYDI!
İkinci olarak, soruşturma dosyasına bakıyorum, emir kulu emniyet
personeline soruşturma talimatı veren hukuk profesyoneli ayrı; iddianameyi
yazan hukuk profesyoneli ayrı; nihayet son soruşturma aşamasında iddianameyi
sunan hukuk profesyoneli ayrı. Adli soruşturma usulüne uygun olabilir ama bu
usulün hukuk devletine yaraşır bir iddianame ortaya çıkarmadığı ortadadır.
Hukuk devletine yaraşmayan iddianame hukuk etiğine de aykırıdır.
İddianamede şüpheliler veya sanıklar için tek tek değerlendirme yapılmamış,
bunun yerine Ankara İl Emniyet Müdürlüğü’nün 25 Temmuz 2014 tarih ve
58604142.673862181-Suç No:99/2014 sayılı Soruşturma Dosyası eklenmiştir. Bu
ekte benim ve diğer sanıkların emniyette düzenlenmiş yazılı ifade tutanakları
vardır. Yazılı ifademde, güvenlik güçlerine herhangi bir saldırıda ve direnmede
bulunmadığımı, sert cisim veya yanıcı madde atmadığımı, sadece orantısız güç
kullandığını düşündüğüm TOMA’ya sözlü olarak uyarıda bulunduğumu, gözaltına
alınırken de direnmediğimi anlatmışım.
Böyle bir durumda hukuk etiği, polis sorgusuyla yetinmemeyi, şüpheliyi
bizzat dinlemeyi gerektirmez mi? Ben medya profesyoneli olarak, aldığım duyumu
doğruluğuna emin olmadan, gerekiyorsa ikinci bir kaynaktan doğrulatmadan
haberleştirmiyorum. Hukuk etiği de gerçeğe ve doğruya sadakati emrettiğine
göre, benim yazılı ifadem neden tereddüt yaratmadı? İddianameyi kaleme alan
hukuk profesyoneli neden beni doğrudan dinleme, gerçeği bir de benden
dinleyerek emin olmak ihtiyacı duymadı?
Biraz önce söylediğim gibi polis sorgusuyla yetinmesi adlî soruşturma
usulüne uygun olabilir ama maddi gerçeği ve doğruyu bulmayı sağlamadığı
ortadadır. Bu noktada, 12 Eylül faşizmi döneminde emniyet hücrelerinde toplam
150 gün işkenceyle sorgulandıktan sonra hakkımda iddianame yazıp 15 yıl hapis
cezasına çarptırılmamı isteyen savcıyla da yüz yüze gelemediğimi acı acı
anımsıyorum. Yani, hukuk devleti olma rotasında 12 Eylül faşizminin bir milim
bile ilerisine geçilmemiştir. Altmış yıla yaklaşan hayat tecrübem, hukuk
profesyonellerinin bu acı hakikatı sorun edinmemelerine şaşırmamam gerektiğini
telkin ediyor.
***
EMNİYET DOSYASINDA VE
İDDİANAMEDE ÇARPITILAN HAKİKAT
Üçüncü olarak, Ankara İl Emniyet Müdürlüğü’nün hazırladığı Soruşturma
Dosyası Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Bürosu’nda görevli hukuk
profesyoneli tarafından iddianameye dönüştürülmüştür. Belirtmeliyim ki,
Emniyet’in soruşturma dosyası iddianame olarak adlandırılmayı daha çok hak eden
bir belgedir. İddianamede özetle anlatılan olaylar Emniyet’in dosyasında yer ve
zaman belirtilerek çok daha ayrıntılı anlatılmakta, şüphelilerin konumları tek
tek analiz edilmektedir. Bu dosyada, şahsımla ilgili olarak TOMA’ya uyarıda
bulunurken çekilmiş fotoğraflarıma yer verilmiştir. Ayrıca üç adet dijital
materyal eklenmiştir. 2 Nolu DVD’nin 16.53 metrajında TOMA’nın önünde durarak
ilerlemesini engellediğime ilişkin görüntülerin bulunduğu belirtilmiştir.
Bu noktada emniyet personelini başarılı kamera çalışmasından dolayı
kutluyorum. İstihza veya ironi değil, gerçekten kutluyorum. Kamera çalışmasını
gerçekten profesyonelce yapmışlar. Ama bir de sitemim vardır. Çektikleri ve
delil olarak Soruşturma Dosyası’na koydukları 2 Nolu DVD’yi galiba tam olarak
kendileri de izlememişler. Tam olarak izlemiş ve incelemiş olsalar, benimle
ilgili görüntüleri üç ayrı yerde montajladıklarını, tespit ve teşhis yaparken
yanlış metraja referans verdiklerini, dolayısıyla yanlış bir tespit
yaptıklarını fark ederlerdi.
Ben 2 Nolu DVD’yi başından sonuna değin tam olarak izledim. Benimle
ilgili görüntüler önce, kesilip biçilmiş olarak 16.53 metrajına
yerleştirilmiştir. Burada, sadece birkaç saniyelik görüntü vardır ve ne dediğim
pek duyulmamakta, anlaşılmamaktadır. Ayrıca, benim TOMA’ya yaklaşmam öncesinde
neler olup bittiğine ilişkin hiçbir görüntüye yer verilmemiştir. Dolayısıyla
sanki durup dururken TOMA’ya yaklaşıp bir şeyler söylediğim gibi bir izlenim
doğmaktadır. Zaten Emniyet Soruşturma Dosyası’nda bu metraja işaret edilmiş ve
izlenim abartılarak, benim TOMA’nın görev yapmasını engellediğim iddiasına yer
verilmiştir.
2 Nolu DVD’nin 25.30 metrajında
ve devamında ise MONTAJSIZ görüntüler
vardır. Buna göre, benim TOMA’ya yaklaşmam öncesinde aralarında biri yaşlı iki
kadının da bulunduğu kişiler, TOMA’ya yaklaşıp tepkilerini dile
getirmektedirler. Bir kadın “Yeter artık
yeter” diye çığlık atmaktadır. Karşılık olarak da TOMA yakın mesafe sulama
aparatıyla ıslatmaktadır. (Bu görüntüleri izlediğimde, TOMA’ya tepki
gösterenler arasında samimiyetsiz davranışı ve küfürleriyle dikkati çeken
kişinin provokatör olabileceğini düşündüm.) İşte ben o anda TOMA’ya yaklaştım
ve “Yanlış yapıyorsunuz” diyerek
uyarıda bulundum. Ne söylediğim materyalin bu bölümünde net olarak
duyulmaktadır. Devamında TOMA’dan uzaklaştıktan sonra polisler koluma girdiler.
Ben direnmedim. Çok net olarak duyulduğu üzere “Anlatın bana, kime sıkıyorsunuz?” diye bağırdım. Polisler yanıt
vermediler ve gözaltı aracına götürdüler.
Aynı görüntülere biraz eksiltilmiş olarak 38.00 metrajında da yer
verilmiştir.
Bu noktada sormadan edemiyorum. Delil niyetine iddianame ekindeki
Emniyet Soruşturma Dosyası’na konan polis kaydında durum bu iken, kendi
görüntülerini neden montajlama ihtiyacı duydular? Sonra nasıl olup da
görüntülerin tamamını materyale eklediler? Neden görüntülerin tamamından söz
etmeden suç ve suçlu üretebildiler?
Hadi Emniyet personeli görüntüleri kesip biçerek suç ve suçlu üretti.
Peki, iddianameyi kaleme alan hukuk profesyoneli görüntülerin tamamını izledi
mi? İzlediyse bilerek mi eksik görüntüye bakarak hakikatı çarpıttı? Üç yıla
kadar hapisle cezalandırılması istenen sanık olarak bu sorularıma dürüstçe
yanıt beklemeye hakkım vardır.
***
Dördüncü olarak varsayalım ki, iddianameyi kaleme alan hukuk
profesyoneli görüntülerin tamamını izlemeye fırsat bulamadı. Buna karşın,
Emniyet’in Soruşturma Dosyası’ndaki fotoğraflar ve işaret ettiği eksik
görüntüler bile bir suç işlemediğimi göstermeye yeterlidir. Bunu görmek için
Emniyet Soruşturma Dosyası’ndaki DVD İZLEME VE TEŞHİS/TESPİT TUTANAĞI başlıklı
üç sayfalık belgeye çok kısa vakit ayırıp incelemek yeterliydi.
Söz konusu bu tutanakta şahsımla ilgili fotoğraf ve kamera kaydıyla
ilgili olarak, “TOMA’nın önünde durarak
ilerlemesini engellediği ve görevli emniyet mensuplarıyla tartışarak
görevlerini yapmaya mani olmaya çalıştığı tespit ve teşhis edilmiştir”
denilmektedir.
Vurgulamalıyım ki, hiç değilse iddianame aşamasında hakikate sadık
kalınsa, azıcık bir dikkatle bu ifadenin gerçeği yansıtmadığı fark
edilebilirdi. Anlaşılıyor ki, ya hiç vakit ayrılmamıştır ya da alışkanlıkla
Emniyet Soruşturma Dosyası olduğu gibi iddianameye tahvil edilerek, her şeye
karşın suç ve suçlu yaratma yoluna gidilmiştir.
Bu özensizliğe ve alışkanlığa karşı şu kadarını söylemekle yetineyim.
TOMA hareket halinde değildi. Biraz önce de anlattığım gibi, TOMA Kızılay
Metrosu’nun Soysal Pasajı çıkışına yakın Atatürk Bulvarı’nın Sıhhiye yönündeki
yaya geçidine iki üç metre mesafede durmuştu; ilerlemiyordu. Hedefinde YKY
yayınları vitrininin bulunduğu saçak altında slogan atan beş altı kişilik
gençler topluluğu vardı. Tazyikli sudan çevredeki işyerleri ve yoldan gelip
geçenler de etkileniyordu. Tepki gösteren yaşlı bir kadının da ıslatılması
üzerine insani vicdani bir refleksle yurttaş ve eski jandarma subayı kimliğimle
“Yanlış yapıyorsunuz” diyerek
uyarmaya çalıştım. Polisler tarafından götürülürken de “Anlatın bana, kime sıkıyorsunuz?” diye bağırdım.
İddianame ve eklerinde çarpıtılan bu hakikate ilişkin olarak, 2 Nolu
DVD’nin 25.30 metrajının dikkatle izlenmesini, gerek duyulursa 13 Mart 2014
akşamı en çok izlenen haber kanallarının ekranlarında yayımlanmış görüntülerin
istenmesini, bu zahmete katlanılmayacaksa internette https://www.youtube.com/watch?v=4u2piNKgxUc adresindeki videonun izlenmesini öneriyorum.
***
YALANSIZ VE ABARTISIZ İDDİANAME
TAD VERMEZ!
Sayın Mahkeme Heyeti,
Sonuç olarak, bu iddianame hukuk devletine yakışmayan, maddi gerçeği
arama titizliği içermediği için hukuk etiğine aykırı bir iddianamedir. Hukuk
profesyoneli olsam böyle bir iddianameye asla imza atmazdım. Böyle bir
iddianamede sanık olarak yer almak şahsen daha tercihe şayandır. Her şeye
karşın yine de insaflı bir iddianamedir. Terör örgütü suçlamasıyla kaleme
alınıp tutuklu yargılanmamız da talep edilebilirdi. Ne yazık ki bu ifadem
abartı değildir,
Peki, nasıl olup da hukuk etiğine
aykırı, hukuk devletine yakışmayan böyle bir iddianame kaleme alınabilmiştir?
Bu sorunun yanıtını ararken çok
kolay, herkesin kullanabildiği bir araştırma tekniği geldi aklıma, internete
girdim. Gerekli sözcükleri yazdım. “Google hazretleri”, iddianame müellifinin
Erzurum’da doğup büyüdükten sonra 1988 yılında Marmara Üniversitesi Hukuk
Fakültesi’nden mezun olduğunu bildirdi. İddianame müellifi, hukuk profesyoneli
olarak 24 yılı bulan meslek yaşamında kamuoyunda genişçe yankılanan
soruşturmalara imza atmış.
Örneğin, Adana’da durdurulan
MİT’e ait TIR’larda arama yapan Adana Cumhuriyet Savcısı Aziz Takçı,
internet portalı habervaktim.com Yayın Yönetmeni Fatih
Akkaya hakkında hakaret gerekçesiyle şikâyet başvurusunda bulunmuş.
Şikâyet dosyasını inceleyen Ankara Cumhuriyet Savcısı Mehmet Taştan, Aziz
Takçı’nın dilekçesinde belirttiği iftira ve hakaret suçlarının oluşmadığı
tespitinde bulunarak, kovuşturmaya yer olmadığı kararına varmış.
Kaleme aldığı iddianame ile üç
yıla kadar hapisle cezalandırılmamı talep eden hukuk profesyoneli, Fikriye
Hanım ve Albay Kazım Çillioğlu soruşturmalarında da takipsizlik kararı vermiş.
Bu kararlar davamızla ilgili
olmadığından tartışma gereği duymuyorum.
İnternette araştırma yaparken “Google
hazretleri”, iddianame müellifinin hukuk profesyoneli olmanın yanı sıra şair ve
yazar kimliğiyle tanındığını da haber verdi. Yazmaya 12-13 yaşlarında başlamış.
Lise son sınıftayken Erzurum ili genelinde açılan liseler arası “Çanakkale
Zaferi” konulu şiir yarışmasında birinci seçilmesi, bundan üç yıl sonra da
Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde düzenlenen “tabiat” konulu şiir
yarışmasında birinci gelmesi onu şiire bağlamış. İnsan Boşluğu adlı ilk
şiir kitabı 1988’de yayımlanmış. http://www.edebiyatdefteri.com/
adresinde kendisine bir sayfa açmış, şiirlerini bu sayfada paylaşmış.
http://mehmettastan.blogspot.com.tr/
adresinde blog oluşturmuş. Blogunda yazdığına göre iki şiir kitabı yayımlanmış.
Blogundaki videolarda kendi sesinden şiirlere yer vermiş.
Blogda yazdıklarını, doğum yeri
Erzurum’a hitap eden http://erzurummedya.com/
adresindeki internet sitesinde de paylaşmış.
Naçizane ben de dört kitap
yazdım, kimi dostlarım beni “gizli şair”
sayıyorlar. Gizli şair olup olmadığım tartışılır ama iyi bir şiirsever olduğum
tartışılmaz. İyi bir şiir ve edebiyatsever olarak, iddianame müellifinin şiirle
iştigal etmesini takdir ettim. Ortak bir noktamızın olmasına elbette sevindim
ama bazı yazılarına göz atınca (edebiyat adına duyulması gereken kaygıyı
edebiyatçılara bırakarak) hukuk adına endişem daha da arttı.
Örneğin, (http://mehmettastan.blogspot.com.tr/2013_08_01_archive.html)
adresinde kayıtlı “Sırma’nın gözüyle
haçlı seferleri” başlıklı yazı. Bu yazıda çoğunlukla İslam tarihi konulu
eserleriyle tanınan Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma’nın “Haçlı Seferleri” adlı kitabını tanıtıyor. Kitaptan övgüyle söz
ediyor, Sırma’yı “Sosyoloji ilminin
kurucusu İbni Haldun gibi bir deha” olarak niteliyor. Bununla birlikte
Selahattin Eyyubi’nin Kürt kökenli olduğunu vurguladığı için Sırma’ya sitem
ediyor. Bu sitemle aşikâr eylediği İslamcı Türkçü ideoloji tercihini burada
tartışmaya gerek görmüyorum. Olabilir. Bir insan sağcı solcu, ilerici gerici,
devrimci karşı devrimci, dinli dinsiz vs olabilir. Önemli olan insan olmasıdır.
Bu aşamada beni ilgilendiren ifade yazının sonunda yer alıyor. Yazısının
sonunda İhsan Süreyya Sırma’nın kitabının okunmasını tavsiye ederken, “Ne de olsa ‘içinde biraz yalan, biraz
abartı bulunmayan tarih tad vermez’derler” ifadesini kullanıyor.
Bu ifadeyi okuduktan sonra, hukuk
profesyoneli olarak nasıl olup da hukuk etiğine aykırı bir iddianameyi kaleme
alabildiği konusunda zihnim aydınlandı. Önce büyük divan şairi Fuzuli’nin “ger derse fuzulî ki güzellerde vefa
var / aldanma ki şair sözü elbette yalandır” beytini anımsadım. Sonra
da içimden “hukukçu şair” Mehmet Taştan’a nazire olarak, “Ne de olsa içinde biraz yalan, biraz abartı bulunmayan iddianame tad
vermez” diye bir cümle kurdum. Bu cümleyi kurarken haksızlık ettiğimi
sanmıyorum. İddianamenin hakikatı arama titizliğinden yoksun olduğunu biraz
önce yeterince anlattım.
***
HUKUKÇU MU SİYASETÇİ Mİ “DAVA ADAMI” MI?
İddianame müellifi (aynı zamanda
şair yazar) hukuk profesyonelinin memleketi Erzurum’a hitap eden http://erzurummedya.com/
sitesindeki bir yazısı, nasıl olup da hukuk etiğine aykırı, hukuk devletine
yakışmayan böyle bir iddianame kaleme alabildiği sorusuna daha çok ışık
tutuyor.
“Küsmenin ne demek olduğunu çok iyi bilirim Sayın Başbakan…”
başlığını taşıyan yazı
(http://erzurummedya.com/makaleler/mehmet-tastan/5941-kuesmenin-ne-demek-oldugunu-cok-iyi-bilirim.html)
adresinde kayıtlı.
5 Haziran 2013 tarihinde siteye
koyduğu bu yazısında AYNEN şunları
kaydetmiş:
Küsmenin ne demek olduğunu çok iyi bilirim sayın başbakan..
Eşimin
başörtüsünden dolayı bana şaşı bakan insanlarla birlikte çalıştım ve küstüm.
Dosyalarımın
değil, hayat tarzımın sorgulandığı denetimlerden geçtim ve küstüm.
28
şubatlar yaşadım ve küstüm.
Alkol
almadığım için fişlendim ve küstüm.
Çocuklarımın
adlarından dolayı beni kategorize edenlerin, hakkımda tanzim ettiği raporları
okudum ve küstüm.
İdeolojilerin
kurşun askerine dönüşmüş yüksek yargı mensupları tanıdım ve küstüm.
Haksız
parti kapatmalarına tanık oldum ve küstüm.
Okuduğunuz
bir şiirden dolayı mahkum edildiniz ve küstüm.
Görevden
uzaklaştırılmanız için İstanbul Valiliğince mahkumiyet kararının size alelacele
tebliğ edildiğini izledim ve küstüm.
İkna
odalarını, başörtülü kızların yerlerde süründürüldüğünü gördüm ve küstüm.
İnsanımızı
dinden uzaklaştırmak için imam hatiplerin orta kısımları kapatıldı, kuran kursları
tarumar edildi ve küstüm. "Başörtülüler Arabistan'a gitsin" diyenleri
duydum ve küstüm.
Bir
hanım milletvekilinin evine gece baskını düzenleyen bir savcıyla aynı unvanı
taşımanın acizliğini yaşadım ve küstüm.
Küsmenin
ne demek olduğunu çok iyi bilirim sayın başbakan..
Ehliyet
ve liyakatin yerini, itaat ve mensubiyetin aldığı bir dünyada yaşadım ve
küstüm.
Hakim
güçlerin istediği istikamette karar vermediği için hakkında davalar açılan
savcılar gördüm ve küstüm.
Yazdığı
bir müzekkereden dolayı mensubunu meslekten ihraç eden HSYK’ya bağlı olmak
zorunda kaldım ve küstüm.
İki
müfettiş raporuyla bir kamu görevlisinin meslekten ihraç edilmesinin yolunu
açacak kararname için canhıraş bir halde çalışan liderler gördüm ve küstüm.
2002'nin
Ağustos ayında Maraş'ta 3-4 metre mesafeden sizinle gözgöze geldim.
Bu
müşfik ve mütevazı bakışların sahibine "derin güçler kimbilir neler
yapacak" diye endişelendim ve küstüm.
Küsmenin
ne demek olduğunu çok iyi bilirim sayın başbakan..
Yılmadım,
hayat tarzıma dair hiç bir taviz vermedim ama küstüm.
İşte
siz tam bu süreçte, yalnız benim küskünlüğümün değil, ülkedeki bütün
küskünlerin sesi, kulağı, gözü oldunuz.
Sizi
oraya taşıyan da, orda tutan da, gerçekleştirdiğiniz bütün devrimlerin
arkasında duran da işte bu küskün kitleler oldu.
Ama
ne yazık ki, şimdi siz küskünler ihdas ediyorsunuz.
Hem
de ağaçtan sebeplerle..
Farz
edin ki, o ağaçların altında Sümeyye var... Bilal var.. "Dede bana pepeyi
aç" diyen torununuz var. Farz edin ki bu kez "dede ben o parkta
oynamak istiyorum, o parkı yıkma" dedi size. Ona da mı "hayır"
diyeceksiniz?
Peki
bu ülkenin bütün çocukları, sizin çocuklarınız, sizin torunlarınız değil mi?
İçlerinden
biri sözünüzü tutmadı, asabilik yaptı diye onu evlatlıktan red mi edeceksiniz?
Edemezsiniz,
yapamazsınız çünkü siz, "senin yüreğinden sürgün oldum ilkin"
mısralarını okurken eriyen bir ruha sahipsiniz.
Öyleyse
"uzaklaştırmayın, yaklaştırın; zorlaştırmayın kolaylaştırın."
Ben
size küsmek istemiyorum.
Yazı AYNEN böyle. Bazı noktalarda
hak verdim. Örneğin eşinin başörtüsünden ve kendisinin alkol almamasından,
çocuklarının isimlerinden dolayı mobbinge maruz kalmasına empatiyle yaklaştım.
Bundan dolayı yaşadığı üzüntüyü ben de hissettim. Bununla birlikte, yazıya
nazire yapma isteği duyamadım.
Yazının tümüne, özellikle “eski”
Başbakan’a hitaben “Bu ülkenin bütün
çocukları, sizin çocuklarınız, sizin torunlarınız değil mi?” ifadesine
ilişkin duygularımı düşüncelerimi saklı tutuyorum. Eski Başbakan ile 3-4 metre
mesafeden gözgöze gelmesini anlatırken kullandığı “Bu müşfik ve mütevazı bakışlar” ifadesini okuyunca neyi
anımsadığımı ise saklı tutamayacağım. Bu ifadeyi okur okumaz, “müşfik ve
mütevazı bakışlar” sahibinin Berkin Elvan’ın annesini (Berkin’in toprağa
verilmesinden iki gün sonra) miting meydanlarında seçmenlerine yuhalattığını
anımsadım. Böylesi merhamet yoksulluğuna en etkili şekilde nasıl karşılık
verilebilir; böylesine zalimlikle, kin, nefret ve ayrımcılıkla nasıl baş
edilir, hâlâ düşünüyorum.
“Küsmenin ne demek olduğunu çok iyi bilirim Sayın Başbakan…”
başlıklı yazıyı okuduktan sonra, hukuk mesleğinden ekmek yiyen bir
profesyonelin siyasi ve ideolojik koordinatlarını bu denli aşikâr eylememesi
gerektiğini düşündüm. Bir an, “Hukukçu
mu siyasetçi mi?” diye sordum kendi kendime. Hitap ettiği Başbakan’ın (yani
şimdiki Devlet Başkanı’nın) hemen her gün “dava
taşını gediğine koymak”tan söz ettiğini anımsadım. Ülkenin anası babası
dedesi sayıp böylesine hayranlık duyduğu “dava adamı” siyasetçi gibi iddianame
müellifinin kendisinin de “dava adamı” olup olamayacağını sorguladım. Sonuç
olarak nasıl olup da hukuk etiğine aykırı, hukuk devletine yakışmayan böyle bir
iddianame kaleme alabildiği konusunda tereddütüm kalmadı.
Bu vesileyle iddianame müellifi
şair ve yazara söz veriyorum. “İdeolojilerin
kurşun askerine dönüşmüş yüksek yargı mensupları” ifadesini hiç
unutmayacağım; içinde yalan ve abartıya yer vermeyeceğim yazılarımda kaynak
belirterek kullanacağım!
***
İDDİANAME BARIŞÇIL GÖSTERİYİ
DAĞITANLAR HAKKINDA YAZILMALIYDI
Sayın Mahkeme Heyeti,
İddianameyi hukuki ve teknik bağlamda analizimi sonlandırmadan önce
birkaç noktayı daha belirtmek istiyorum.
İddianame ekindeki dijital materyalleri inceledim. Kızılay ve
çevresindeki olaylara ilişkin 2 Nolu DVD, Kızılay metro istasyonu Yüksel
Caddesi çıkışı etrafında gençler topluluğunun yürüyüşüyle başlıyor. Topluluk
sloganlar atarak kaldırımdan yürüyor. Gökdelen’in önüne geldiklerinde yeşil
ışığın yanmasını bekliyorlar, trafiğin akışını kesmiyorlar. Yeşil ışık yanınca
karşıya geçip Soysal Pasajı ile metro giriş çıkışı arasında kaldırıma
oturuyorlar, slogan atıyorlar, devrim marşı söylüyorlar. Etrafta banka
şubeleri, işyerleri var. Ama hiçbirinde tedirginlik yok. Oturma eyleminin
ortasında kalan simitçi, ekmek teknesini uzaklaştırmıyor. Metro yolcuları
rahatlıkla girip çıkıyorlar. Yani iddianamede öne sürüldüğünün tersine “hayatın olağan akışı” kesilmemiş, hayat
olağan şekilde akıp gidiyor. İddianamede öne sürüldüğünün tersine, gençlerden
oluşan protestocu topluluk, Kızılay meydanındaki orta refüje yürüme girişiminde
bulunmuyor. Bu aşamada Emniyet’in “Yaptığınız
kanun dışıdır, dağılın” uyarısı da vaki değil.
Barışçıl gösteri ne zaman çığırından çıkıyor? Polis, slogan atıp marş
söylemek dışında bir eylemleri olmayan topluluğu dağıtmaya başladığı zaman.
Bunda hiç tereddüt yok. Emniyet’in Soruşturma Dosyası ekindeki 2 Nolu DVD’de bu
apaçık görülüyor. Polis dağıtmak için zor kullanmaya başladığında insanlar
kaçışıyor. Bazıları can havliyle orta refüje doğru koşuyor. Bir kişi bir şey
atıyor, ne attığı belli değil. Zaten Kızılay ve çevresinde atılacak taş yok. Böyle
günlerde provokasyona zemin hazırlamak amacıyla Ankara Büyükşehir belediyesi
kamyonlarının yol çalışması görüntüsü altında kaldırım taşı getirip ortalığa
bıraktığı yolundaki söylentilere karşın, Büyükşehir Belediye kamyonları da görünmüyor!
Öyle ki, öfkeli iki genç, TOMA’ya taş veya yanıcı madde değil, tekme atıyor.
İddianamede eylemcilerin polise taş, sopa ve yanıcı madde attıklarının öne
sürülmesine karşın, yaralanan bir polis memuru yok. Tahrip edilen bir polis
aracı yok. Göstericilerin eylemi yüzünden yaralanmış sivil bir kişi de yok.
Tersine polis şiddeti yüzünden yaralanmış kişiler, yaralılara yardım etmeye
çalışan insanlar var, gelişigüzel gözaltına alınmış gençler için araya girmeye
çalışan avukatlar ve vatandaşlar var. Hatta, Emniyet Soruşturma Dosyası’nda
belirtildiğine göre bir vatandaş, polisin attığı plastik mermiyle yaralanmış.
Emniyet Soruşturma Dosyası ekindeki dijital materyalde bile hal
böyleyken, yani protestocular şiddete başvurmamışken, iddianamenin barışçıl gösteriyi
yersiz şiddet uygulayarak dağıtan güvenlik personeli ve onların da
üzerinde azmettiren amirleri hakkında düzenlenmesi gerekmez miydi? Ama abartıya ve yalana yer vermeden, dürüstçe.
Öte yandan, iddianame ekindeki Emniyet Soruşturma Dosyası’nda Mamak Tuzluçayır
Bölgesi’ndeki olaylara ilişkin anlatımlara yer verilmiş ve kamera kayıtlarını
içeren 1 Nolu DVD delil olarak eklenmiştir. İddianamede ise bunlara ilişkin
hiçbir iddia ve talep yoktur. Sadece Kızılay ve çevresindeki olaylardan söz
edilmiştir. Bu durum iddianamedeki özensizliğin başka bir işaretidir.
Ben hukukçu değilim. İddianame usulünü bir hukuk profesyoneli kadar
bilemem elbette. Her şeye karşın iddianamenin 5’inci sayfasındaki “NOT: MEÇHUL SANIK hakkında Kamu Malına
Zarar Verme, Taksirle Bir Kişinin Yaralanmasına Neden Olma suçundan
kovuşturmaya yer olmadığına dair ek karar verilmiştir.” ifadesini
yadırgadığımı belirtmeliyim.
Bu karar herhalde, Mert Cemal ÇABA adlı kişinin yaralanmasıyla
ilgilidir.
Emniyet Soruşturma Dosyası’nda (aynen) anlatıldığına göre, Mert Cemal
Çaba, 13 Mart 2014 günü saat 16.15 sıralarında Ziya Gökalp Caddesi Mado
civarında arkadaşının evine gittiği sırada gösteri yapan grup olduğunu görmüş.
Bu grup içerisinde polise taş atanlar varmış. Polisler de bu şahıslara müdahale
ediyormuş. Kendisi arada kalmamak için İnkılâp Sokak istikametinde koşmuş,
Bayındır Sokağa girdiği esnada Ziya Gökalp Caddesi üzerinde bulunan başı kasklı
bir polis elindeki tüfek ile 5-6 kişilik eylemciye doğru nişan almış. Bu polis
ile kendisi arasında 15-20 metre mesafe varmış. Şahıs yani Mert Cemal Çaba,
burnuna çarpan bir cisim ile yaralanarak yer düşmüş. Çevredeki esnaf yardım
etmiş, yakındaki bir polikliniğe götürmüş. Burada yapılan müdahalede burnundan
şeffaf renkli plastik bir parça çıkarılmış. Böylece plastik mermi ile
yaralandığını anlamış. Dışkapı Hastanesi’ne götürülmüş, olayla ilgili kimseden
davacı ve şikâyetçi değilmiş.
“Plastik mermiyi atan razı,
yiyen razı, soruşturmaya isteksiz hukuk profesyoneli hepsinden razı” demek
gelmiyor içimden.
***
İDDİANAME VE HUKUK DEVLETİ
Sayın Mahkeme Heyeti,
Nasıl olup da böyle bir iddianame kaleme alınabildiği konusunda
tereddütüm kalmadığına göre, izin verirseniz, hukuki ve teknik analizi bir yana
bırakıp, çok daha geniş bir bağlamda iddianameyi analiz etmek istiyorum.
Öncelikle belirtmeliyim ki, ilk kez yargılanmıyorum.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nde üsteğmen rütbesiyle görevliyken 1982
yılında yasadışı görüşlere sahip olduğum gerekçesiyle mahkeme kararı
olmadan, son imzayı Devlet Başkanlığı’nı elinde tutan Genelkurmay Başkanı
Orgeneral Kenan Evren’in attığı üçlü kararname ile ordudan çıkartıldım. Eski
TCK’nin anayasal düzeni zorla değiştirmeye teşebbüsle ilgili 146’ncı maddesine
muhalefet suçlamasıyla tutuklandım. Kenan Evren, yargılandığım davanın asker
sanıklarını “Onlara hain lafını bile az bulurum!” diyerek kamuoyu önünde
açıkça suçladı. Sonuçta, Devlet Başkanı’nın açık baskısına karşın sıkıyönetim
mahkemesi beraat kararı verdi.
Beraat kararının ardından haksız tutuklamaya karşı açtığım dava da lehime
sonuçlandı; devlet, bana manevi tazminat ödedi.
12 Eylül faşizminin simgeleşen toplama kamplarından Metris Cezaevi’nden
tahliye olduktan sonra gazeteciliğe başladım. Çağdaş Gazeteciler Derneği’nde ve
Eylül Emeklileri Derneği’nde başkanlık görevlerinde bulundum. Dernek yöneticisi
olarak 2908 Sayılı Dernekler Yasası’na muhalefet suçlamasıyla iki kez
yargılandım, beraat ettim.
Gazeteci olarak 2005 yılında kaleme aldığım bir yazıda, adları rüşvet
iddialarına karışan emekli generalleri konu edinmiştim. Genelkurmay Başkanı’nın
şikâyeti üzerine orduya hakaret ettiğim iddiasıyla üç yıla kadar hapis cezası
istemiyle yargılandım; beraat ettim.
Hakkımda açılan bu davaların her biri hukuk garabetiydi. Hukuk garabeti
oldukları içindir ki, her biri beraat kararıyla sona erdi.
Üzülerek belirtmeliyim ki, bu davaların hiçbiri, ama hiçbiri,
sıkıyönetim mahkemesinde yargılandığım dava bile beni şu an yargılanmakta
olduğum dava ölçüsünde yaralamadı.
Bu kıyaslamanın yaşattığı üzüntüyü vurgulamaktan kendimi alamıyorum. Umarım
mahkemenizce de dikkate alınacaktır.
Üzüntüm, kendi adıma olmanın çok çok ötesinde hukuk devleti adınadır.
***
HUKUK DEVLETİ NEDİR?
Hukuk devletinin ne olup olmadığı konusunda çok vaktinizi almak
istemiyorum.
Her şeye karşın hukuk devleti denildiğinde ben ne anlıyorum, kısaca
belirtmek istiyorum.
Özgürlük, eşitlik, barış, adalet
ve mutluluk toplumsal bir varlık olan insanın tarihsel özlemidir. Peki, adalet
nedir? İnsanlık tarihi boyunca bu soru ölçüsünde üzerinde kafa patlatılmış, kan
ve gözyaşı akıtılmış, yine de elle tutulur bir yanıta kavuşturulamamış bir soru
olmasa gerek. Bu soruya kafa yormamış filozof yok gibidir. Yine de adaletin ne
olduğu konusunda ortak bir tanıma varılamamıştır. En fazla, adil bir toplumsal
düzende ortak iyinin ve yararın sağlanacağı, herkese hakkının verileceği,
herkes hakkını aldığı için insanların huzur ve mutluluk içinde yaşayacakları
söylenebilmiştir.
Filozofların somut bir şekilde
tanımlayamadıkları adaleti tanımlamaya çalışmayacağım. Sadece adalet kavramının
en başta sınıf olmak üzere toplumsal konum ve aidiyetlere göre anlam
taşıdığını, bir sınıf veya zümre, bir etnik veya dinsel topluluk için adalet
olanın, öteki sınıf zümre etnik ve dinsel topluluklar için zulüm olabileceğini
belirtmekle yetineceğim.
Adaletin ne olduğu sorusunun
yanıtı çok soyut kalsa da hukukun ne olduğu konusunda iyi kötü görüş birliği
vardır.
Hukuk, Arapça bir sözcüktür ve
Türkçe’de tekilleşen söyleyişle haklar anlamına gelmektedir. Sosyo-politik
düzlemde ise bir toplumda kişiler ve örgütlerin birbirleriyle ve devletle olan
ilişkilerini düzenleyen, devletin yaptırım gücüyle güvence altına alınmış,
uyulması zorunlu kuralların tümü hukuk olarak adlandırılır. Hukuk oluşturmakta
amaç toplumun barış ve güven içinde yaşaması için düzeni sağlamak ve korumaktır.
Bu amaç doğrultusunda hukuk devleti, kendisini hukukla sınırlayan, tüm eylem ve
etkinliklerinde hukukun üstünlüğüne bağlı kalan, yönetimde keyfiliğin olmadığı,
uyruklarına hukuk güvenliği sağlayan, hukuka
aykırı eylem ve işlemlerinin hukuki denetimle telafi edildiği devlet
olarak tanımlanabilmektedir.
Bu tanım bağlamında hukuk devletinin temel ilkeleri şöyle
sıralanabilir:
- Temel hak ve özgürlükler
güvence altındadır.
- Hukuk önünde eşitlik esastır.
- Devletin tüm eylem ve işlemleri
hukuk kurallarına bağlıdır, hukukla sınırlıdır.
- Devlet tüm eylem ve
işlemlerinde tarafsızdır, uyrukları arasında ayrım yapmaz.
- Devletin tüm eylem ve işlemleri
yargısal denetime tabidir.
- Yargı bağımsızlığı ve hâkim
güvencesi esastır.
- Hak arama yolları yeterli ve engelsizdir.
Hukuk devleti, adaleti tesis
etmek, toplumu barış ve güven içinde yaşatmak için,
- Kaos ve kargaşayı önleyerek
toplumsal düzeni sağlar.
- Toplumdaki çıkar çatışmalarını,
güçlünün zayıf üzerinde baskı kurmasını önleyerek toplumsal yaşamın güvenli bir
biçimde sürmesini, can ve mal güvenliğini sağlar.
- Bireylerin ve grupların
güçlerini sınırlandırarak birbirlerini zarara uğratmalarını önler, insanların
özgürlük ve barış içinde yaşamalarını sağlar.
- Dil, din, ırk, renk, cinsiyet,
sınıf, zümre gibi ayırımlara karşı hak eşitliğini sağlar.
Hukuk devleti düşüncesi yönetimde
keyfiliği ortadan kaldırma, devletin gücünü uyruklar lehine sınırlama sürecinde
ortaya çıkmıştır. Yönetimde keyfilik ve buna karşı mücadele sürecinin tarihsel
olarak mülk devleti, polis devleti, kanun devleti, hukuk devleti
aşamalarını izlediği varsayılır.
İlkçağın kölelik, ortaçağın
derebeylik düzeninde ülkesi ve halkıyla devlet, hükümdar ile çevresindeki
soyluların mülküdür. Egemenlik ve iktidar, hükümdar ile soylular arasında
paylaşılmıştır, ezilenler lehine iktidarı sınırlayan kurallar yoktur.
Kara Avrupa’sında kapitalizmin
gelişmesi ve egemenliğin giderek merkezileşmesiyle ortaya çıkan polis
devletinde de devlet hükümdarın mülkü sayılmasa da, iktidarı sınırlayan
kurallar yoktur. Daha doğrusu tebaa için uyulması zorunlu kurallar hükümdar
için bağlayıcı değildir. Hiçbir denetime tabi olmayan polis devleti, kamu
düzenini sağlamak için her yola başvurabilmektedir. Polis devleti anlayışı
Fransız Devrimi ile zayıflamıştır.
Hukuk devletine giden süreç
feodal hükümranlığı ve derebeylerinin ayrıcalıklarını sınırlama mücadelesiyle
başladı. Burjuvazinin biriktirmeye başladığı serveti güvenceye alacak
düzenlemelere ihtiyacı vardı. Güvenli siyasal, toplumsal ve ekonomik hayat ise ancak
kanunlarla sağlanabilirdi. Burjuvazinin egemen sınıf konumuna yükselmesiyle
birlikte emir ve fermanların yerini yasalar aldı. Polis devletinden kanun
devletine geçildi. Kanun devletinde yasalar tebaa için olduğu kadar yöneticiler
için de bağlayıcıdır. Ama, uygulamaların pozitif hukuk kurallarına uygunluğu
(yasallığı), iktidarın meşrulaşmasına yetmemektedir. Çünkü yasalar, egemen
sınıfın ve onun devletinin ideolojisini ve çıkarlarını düzenlemektedir. Sadece
kanunların varlığıyla tanımlanan devlet, bir siyasal partinin, bir liderin, bir
çıkar grubunun veya askeri / sivil elitin diktatörlüğüne dönüşebilmektedir.
Hukuk devletiyle taçlanacak süreç
son derece yavaş ve sancılı ilerledi. Burjuvazi, sınıfsal hegemonyasını
kanunlarla güvence altına aldıktan sonra hukukun üstünlüğü düşüncesine sırtını
döndü. Hukuk devleti asıl olarak ezilen sömürülen emekçi sınıfların talebi
olarak somutlaştı. Emekçi sınıfların insan hakları ve hukuk devleti alanındaki
zorlu mücadelesinde önemli kazanımlar elde edildi; kanun devletinden hukuk
devletine geçildi.
Hukuk devleti kanun devletinden
daha ileri bir aşamayı ifade eder. Ancak devletin kanunlarla sınırlanması her
koşulda hukuk devletinin kurulduğu sonucunu vermez. Devletin hukuk devleti mi
kanun devleti mi olduğu, hukuk ve kanunların içeriğiyle belirlenir. Kanunlar
insan hakları ve hukukun genel ilkeleriyle bağdaşmıyorsa, devlet karşısında
insana öncelik vermiyorsa, hukukun üstünlüğünden, hukuk devletinden söz
edilemez. Dahası, devlet gücünün sınırlanması anlamında hukuk devleti ifadesi
de günümüzde yeterli görülmemektedir. Güvenliği sağlamanın yanı sıra devletin
adaleti de sağlamakla yükümlü olduğu düşüncesinden hareketle “sosyal hukuk devleti” ilkesinden söz
edilmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasa
Mahkemesi’ne göre de hukuk devleti, “Her işlem ve eylemin hukuka uygunluğunu
başlıca geçerlik koşulu bilen, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı
amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen
kılan, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı
duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa ve hukukun üstün
kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların
üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleriyle Anayasa
bulunduğu bilincinden uzaklaşmayan devlettir. Hukuk devletinde tüm işlem ve
eylemlerin hukuka uygunluğu ve yargı denetimine açık oluşu en güçlü
güvencedir.” (AYM E. 1985/31, K. 1986/12, Kt. 27.3.1986, AMKD, sy. 27, s. 120).
Son olarak vurgulamak gerekirse, bağımsızlık
ve güvence, yargı ve yargıç için ayrıcalık değildir. Hak ve adaletin eksiksiz,
etkisiz, ödünsüz gerçekleştirilmesi için gereklidir. Güvence ve bağımsızlık,
özellikle de yasamaya ve yürütmeye karşı gerçekleştirilmelidir.
***
SIKIYÖNETİM YARGISINDA BİLE HUKUK
NEFES ALIP VEREBİLİYORDU!
Ben bildiğim kadarıyla özgürlükçü liberal bir tanım yapmaya çalıştım.
Sosyalist ideolojiye göre hukuk devletini tanımlamak istesem elbette genişçe
bir ek yapmam gerekir. Bu davaya ilişkin beyanımda buna gerek duymuyorum. Zira
özgürlükçü liberal tanım bile ne yazık ki ülkemiz için çok lüks hale gelmiştir.
Yinelemek gerekirse, bir ülkenin huzur ve refahı, uyrukların özgürlük
eşitlik ve adalet beklentilerinin karşılanması bakımından hukuk devletinin ne
denli elzem olduğu tartışmasızdır.
Üzüntüm de bu noktada başlıyor. Yani Türkiye’mizde hukuk devleti
olmamasından.
Türkiye’miz ne yazık ki doktrine uygun bir hukuk devleti pratiğini
yaşama lüksüne geçmişte de sahip olamadı. Geçmişte yargılandığım davaların
hiçbirinde hukuk devleti güvencesini çokça hissedemedim. Ama o davaların
hiçbirinde hukuk devleti için bugünkü kadar karamsar değildim. Devletin hukukun
üstünlüğü ilkesine aykırı, bireysel ve toplumsal hayatı karartan onca icraatına
karşın, Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk devletine dönüşeceği yolundaki umut ve
beklenti güçlüydü.
Ne acıdır ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk devletine dönüşeceğine
ilişkin umut ve beklentim düne göre daha azdır. En azından gençlik dönemimdeki
kadar iyimser değilim.
Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü adına bugün çok daha karamsarım.
Çünkü hukuk devleti ilkelerinin geçerliliği konusunda Türkiye 12 Eylül
faşizminin bile gerisine düşmek üzeredir.
Mahkemenizin bulunduğu binanın ön cephesinde ANKARA ADALET
SARAYI yazılıdır. Ama ne yazık ki, sadece Berlin’de değil Ankara’da da
hâkimlerin olabileceği kanaatim, Adalet Sarayı’ndan adalete hizmet edecek
kararlar çıkacağı beklentim düne göre daha azdır. Hukuk devleti rotasında Türkiye 12 Eylül faşizminin bile gerisine düşmek
üzeredir.
Bu son cümleyi biraz açmalıyım.
Elbette 12 Eylül döneminde
sıkıyönetim mahkemesindeki yargılamadan farklı koşullarda yargılanıyorum.
Tutuklu değilim, fizikî işkence altında değilim. Mahkeme salonunda kendimi
savunabilme olanağına sahibim ama hukuk devleti güvencesini hissedemiyorum. Çok
daha acı olarak, sıkıyönetim hukukunun güvencesini dahi hissedemiyorum.
Peki neden sıkıyönetim hukukunun
güvencesini dahi hissedemiyorum?
Biraz önce de belirttiğim gibi 12 Eylül faşizmi döneminde sıkıyönetim
mahkemesinde de yargılandım. Yöneltilen suçlama ağırdı. Anayasal düzeni zorla
değiştirmeye teşebbüs etmekle suçlanıyordum. Devlet Başkanlığı’nı
darbeyle ele geçirmiş Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, yargılandığım
davanın asker sanıklarını “Onlara hain lafını bile az bulurum!” diyerek
kamuoyu önünde açıkça suçluyordu. Sonuçta, Devlet Başkanı’nın açık baskısına
karşın sıkıyönetim mahkemesi beraat
kararı verdi. Beraat kararının ardından haksız tutuklamaya karşı açtığım
dava da lehime sonuçlandı; devlet, bana manevi tazminat ödedi.
İstanbul Sıkıyönetim 2 Nolu
Askeri Mahkemesi’nin gerekçeli kararında, “Kanıtların
Değerlendirilmesi” başlıklı bir bölüm var ki, olabilecek en geniş şekilde
fotokopi çekip bugünün mahkemelerine ve hukuk erbabına dağıtılmalıdır.
Düşünebiliyor musunuz, sanıklar
iddianamede birçok silahlı bombalı eylemle suçlanmışlar; suçlandıkları
eylemleri, işkenceli sorgularda kabul etmişler. Ama sıkıyönetim mahkemesi polis
ve savcılık sorgularındaki ikrarları delil olarak kabul etmemiş. Çünkü
sanıkların eylem tarihinde olay yerinde olmadıkları ortaya çıkmış. Mahkeme bu
gibi çelişkileri tek tek analiz ettikten sonra şu hükme varmış: “Yukarıda
açıklanan duruma göre kanıtların değerlendirilmesi sırasında sanıkların zora
dayalı olduğunu belirttikleri ve Dil Okulu’nda alındığını söyledikleri ifadeleri
ile emniyet ifadelerinin ve iradeleri dışında düzenlenen yer gösterme
tutanaklarının yalnız başına yeterli kabul edilmesi mümkün görülmemiş ve kuşku
yaratır nitelikte bulunmuştur.” (T.C. 1. ORDU
KOMUTANLIĞI SIKIYÖNETİM 2 NOLU ASKERİ MAHKEMESİ’nin 1 Mayıs 1987 tarih, 1986/34
Esas ve 1986/185 Karar sayılı hükmü, s:41)
Düşünebiliyor musunuz, yargı
bağımsızlığı ve doğal yargıç ilkesine yabancı sıkıyönetim mahkemesinde bile
savcılar yargıçlar, ciddi ciddi delil incelemesi yapmışlardı. Hakkımızdaki iddianamede,
şimdi yargılandığım davanın iddianamesindeki gibi topyekûn suçlamak yerine, her
bir sanık için ayrı ayrı değerlendirme yapılmış ve ayrı ayrı taleplere yer
verilmişti. Dosyanın durumuna göre yargılamanın nasıl sonuçlanacağı, mahkûmiyet
hükmü kurulacaksa hangi sanık hakkında ne kadar cezaya hükmedileceği, kimin
hangi duruşmada tahliye olacağı, hangi sanık hakında beraat kararı verileceği
öngörülebiliyordu. Darbe devri olmasına karşın, emniyetten adliyeye
çıkarılanlar gelişigüzel tutuklanmıyordu. Türkiye Cumhuriyeti devletinin de
hukuk devletine dönüşeceği umudu ve beklentisi güçlüydü; hukuk devleti inşası
toplumun ortak talebiydi; askerî faşizmin geçici olduğu, sivil yönetime
geçildiğinde hukuk devleti inşasında yol alınacağı umuluyordu.
Bugün düşünüyorum da, cunta
lideri ve devlet başkanının açık suçlamasına ve telkinlerine karşın sıkıyönetim
mahkemesinde beraat etmiştik. Sıkıyönetim mahkemesinin beraat kararı verdiği
iddianameyle bugünün mahkemelerinde yargılansam, duruşmada tektip cezaevi
elbisesini yırtıp attığım için iyi hal indirimi de olmayacağından, 15 yıl hapis
cezasına çarptırılırdım herhalde. Hatta suç vasfı değişikliğinden
ağırlaştırılmış müebbet de mümkündür. Balyoz davasında daktilo memuresini 16
yıl ağır ağır hapse mahkûm eden yargı, hakkımdaki iddianameye ağırlaştırılmış
müebbet hapiste tereddüt etmezdi sanırım. Düşünüyorum da sıkıyönetim savcısının
düzenlediği iddianame ile “İyi ki, 12
Eylül’ün sıkıyönetim mahkemesinde yargılanmışım, bugünün mahkemelerine
kalmamışım” demekten kendimi alamıyorum.
***
YENİ VE İLERİ TÜRKİYE / YENİ VE İLERİ FAŞİZM
Bugün sözüm ona “ileri demokrasi” devrindeyiz, hatta ‘Yeni Türkiye’deyiz. Ama cezaevleri
ancak darbe devrinde rastlanabilecek şekilde dolu. Elbette darbe devrinin
zindanları ve zulmüyle kıyaslanamaz. Böyle derken darbe devrinden çok sonra
“sivil” hükümetler döneminde yapılan Ulucanlar Cezaevi katliamını, Diyarbakır
Cezaevi katliamını, Hayata Dönüş katliamını anımsıyorum. Bugünkü iktidarın
cezaevlerinde de tedavisi engellendiği için ailesine cenazesi teslim edilenler,
sevk sırasında cezaevi aracında diri diri yananlar, çocuk koğuşlarında tecavüze
uğrayanlar geliyor aklıma.
Her şeye karşın bugünün
cezaevleri darbe devrinin zindanı ve zulmüyle kıyaslanamaz. Peki ya mahkemeler
ve kanunlar, yargılamalar?
İşte bu noktada yinelemek
durumundayım, 12 Eylül faşizminin sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanırken bile
yargıya bir parça güvenim vardı. Türkiye’nin de hukuk devleti olma yolunda
ilerlediği, önünde sonunda hukuk devleti olacağı umudum vardı. Aradan otuz beş
yıl geçti. Epeydir böyle bir umut beslemediğim gibi devletin yargısına hiçbir
güvenim kalmamıştır.
Böyle söylerken, tek tek kişiler
olarak yargı mensuplarına değil, devletin temel erklerinden biri olarak yargı
kurumuna güvenimin kalmadığını vurgulamak istiyorum.
Devletin yasama ve yürütme
erklerine güven duymadığım gibi yargı erkine de güvenmiyorum. Niçin güveneyim
ki? Ülke tarihinin en ağır hırsızlık yolsuzluk rüşvet skandalını soruşturmaya
gücü yetmiyor ama devlet terörüne kurban giden gençler ve çocuklar için
duydukları acıyı paylaşanlara gücü yetiyor. Niçin güveneyim ki?
***
YENİ TÜRKİYE’NİN GÜVENİLMEYEN YARGISI
Yargıya güven duymayan sadece ben
değilim.
İstanbul Bilgi Üniversitesi İnsan
Hakları Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi, 2008 yılında, vatandaşın gözünden
yargının nasıl göründüğünü belirlemek amacıyla “Adalet Gözet Projesi” başlığı altında bir araştırma yapmıştı. Bu
araştırmanın sonucunda yargıya güven yüzde 48 olarak saptanmıştı. Her şeye
karşın Türkiye standartlarında yüksek bir güven oranıydı.
Ne ki, aradan geçen yedi yılda
yargıya güven azaldıkça azaldı ve dibe vurdu. İstanbul Kadir Has
Üniversitesi’nin beş yıldır yapageldiği Türkiye Sosyal-Siyasal Eğilimler
Araştırması’na göre yargıya güvenenlerin oranı 2011’de 38.8’e, 2012’de 32.7’ye,
2013’te 26.5’e, 2014’te yüzde 24,2'ye geriledi. Yani artık her 4 kişiden sadece
1’i yargıya güvenmektedir. Anket sorularını yanıtlayanların yüzde 60 kadarı
yargının siyasallaştığını ve bağımsız olmadığını düşünmektedir.
Güven araştırmasında en ciddi
düşüş, yargının yanı sıra polis ve kolluk kuvvetlerine güvende saptanmıştır.
2011 yılında yüzde 52.7 olan polise güven 2013’te yüzde 35.3’e gerilemiştir.
Araştırma sonucuna göre en az
güvenilen kurum yüzde 19 ile medyadır; onu yüzde 21.7 ile siyasi partiler,
yüzde 23.3 ile YÖK/ÖSYM izlemektedir.
En çok güvenilen kurum önceki
senelerde olduğu gibi yine Ordu olmakla birlikte Ordu’ya güven de
yerlerde sürünmektedir. 2011’de yüzde 59.9 olan Ordu’ya güven, 2013’te yüzde
51.7’ye gerilemiş, 2014 yılı anketinde 57,7’ye yükselmiştir.
Türkiye’nin demokratik bir ülke
olduğuna inananların oranı ise sadece yüzde 20’dir.
Yargının siyasallaştığına
güvenilmez hale geldiğine ilişkin araştırma verileri, iktidar yetkilileri ile
savcılar ve yargıçlar arasındaki işportaya düşen telefon konuşmalarıyla da
doğrulanmaktadır. İddianameye yanıtımı uzatmamak için bu konuşmalardan örnekler
aktarmaya gerek duymuyorum.
***
YARGIYA NEDEN GÜVENİLMİYOR?
Yargıya güvenin dibe çökmesi
elbette nedensiz değildir.
Yargının güven erozyonu devletin
diğer erklerinin güven kaybıyla birlikte düşünülmelidir. Malum, Türkiye 50
yıldır sert bir kutuplaşma sürecindedir. Kutuplaşma 1960’lı 70’li yıllarda
sınıf eksenli yaşanmış; sınıf mücadelesine dönüşen kutuplaşmaya 1980’li 90’lı
yıllarda Kürtlerin ve İslamcı dindarların mücadelesi eklenmiştir. Nihayet
2000’li yıllarda İslamcı partinin iktidarında kutuplaşma çok daha
sertleşmiştir.
Attığı her adımı İslamiyet’e
dayandırma iddiasındaki siyasi iktidarın ekonomi politiği, “emekçiye fakire din iman, zengine patrona
han hamam” sözleriyle özetlenebilir. Bu politikasında son derece
başarılıdır. ABD’nin sermaye çevrelerine seslenen en eski dergisi Fortune’un
verilerine göre, Türkiye’de 2002 yılında sadece 6 dolar milyarderi vardı. 2012
yılı sonunda dolar milyarderi sayısı 44’e yükseldi, 2014 yılında 37 olarak
kayıtlara geçti. Türkiye dolar milyarderi sayısında ABD, Çin, Rusya, Hindistan
ve Almanya’nın ardından dünya 6’ncısıdır. Dolar milyarderi sayısı bakımından
Japonya, İngiltere ve Fransa bile Türkiye’nin gerisindedir.
Bilinir ki kapitalist düzende hep
birlikte zengin olunmaz. Sermaye birikiminin barışçı evresinde emekçi
çoğunluğun nispi yoksulluğu derinleşirken, servet az sayıda ellerde birikir.
Mahallede bir kişi milyarder olurken mahalle ahalisi yoksullaşır. Her dolar milyarderi bir milyon aç ve yoksul
demektir. Türkiye’de 37 dolar milyarderine karşılık, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı verilerine
göre, her 100 aileden 17’sinin aylık geliri 600 liradan azdır. Her 100
aileden 14’ünün geliri 601 lira ile 800 lira arasındadır. Her 100 aileden
42’sinin geliri 801 ile 1200 lira arasındadır. Yani her 100 aileden 73’ünün
geliri 1200 liranın altındadır (Yeni
Şafak, 22 Şubat 2013).
İşçi konfederasyonu TÜRK-İŞ’in
hesapladığına göre Ocak 2015 itibariyle dört kişilik ailenin açlık sınırı 1287
TL, yoksulluk sınırı ise 4 bin 94 TL’dir. Buna karşılık, dindar siyasi
iktidarın Çalışma Veziri’ne göre “800
lira da büyük paradır. Netice itibariyle peynirin kilosunun fiyatı belli, ekmeğin
fiyatı belli, zeytinin fiyatı bellidir. Bunu istismar etmemek gerekir.”
Dolar milyarderi sıralamasında
dünya 6’ncısı ülkenin bu ekonomisi emekçiler ve yoksullar için sadaka
ekonomisidir. Sözüm ona dindar iktidar, sosyal hukuk devletinin yerine sadaka
devletini ikame etmeye çalışmakta, iddianame müellifinin küsmek istemediği
“dava adamı” siyasetçi de sık sık “Sadaka
kültürümüzde vardır” diyerek sadakayı sosyal adaletsizliğin çaresi diye
sunmaktadır.
Özetle ekonomi politik ve
kültürel düzlemde hegemonya, eskinin sözüm ona laik burjuvalarından sözüm ona
dindar “nurjuvalara” geçmiştir. “Nurjuva”
iktidarı da burjuva iktidarları ölçüsünde yolsuzluğa batmıştır; yolsuzluklara
ve sosyal adaletsizliğe tepkileri kontrol altında tutabilmek için toplumu din
ekseninde kin ve nefretle ayrıştırmaya ve kutuplaştırmaya çalışmaktadır.
Devlet eliyle dindar sermayedar
yaratma ve palazlandırma, bunun için emekçileri acımasızca sömürme, yanı sıra
doğayı talan etme politikası, sonunda toplumsal patlamaya yol açtı. Toplumsal
patlama Gezi Direnişi olarak tarihe geçti. Gezi Direnişi, meşruiyet sınırları
dışına çıkan iktidara karşı direnme hakkının pratikleşmesiydi. Direnişe
katılanlar bireysel çıkarlar için değil toplum yararı için birlikte ayağa
kalkmışlardı. Ne ki, tüm dindar söylemine karşın gözü kutsal yeşil adına sadece
dolar yeşili gören iktidar, barışçıl toplumsal tepkiye demokratik karşılık
yerine terörle karşılık verdi. İsimlerini andığım gençler öldürüldü, binlerce
kişi yaralandı, kutuplaşma çok daha sertleşti. Nihayet, ülke tarihinin en ağır
rüşvet ve yolsuzluk skandalı patladı. Ne yazık ki kutuplaşma, kin ve nefretle
ayrışma, bürokrasiyi, güvenlik güçlerini ve yargıyı da etkiledi.
Kimi illerde yapılan protesto
gösterilerinde mülki amirler ve güvenlik güçleri demokratik ülkelerin kamu
görevlilerine yaraşan tutum takındılar, gösterilerde kimsenin burnu kanamadı.
İstanbul, Ankara, İzmir ve öteki
büyük kentlerde ise siyasi iktidarın baskısıyla mülki amirler güvenlik
güçleriyle halkı karşı karşıya getirdiler. Resmi gayriresmi provokatörler
üzerlerine düşeni yaptılar. Binlerce onbinlerce kişilik kalabalıklara
acımasızca şiddet uygulandı.
Ülke tarihinin en ağır
yolsuzluğuna bulaştığı anlaşılan iktidarın yolsuzlukları dikkatlerden kaçırmak
için halkı din ekseninde ayrıştırma kutuplaştırma politikası yargıya sirayet etti.
Kimi yerde savcılıklar emniyetin barışçıl gösteriler için yaptıkları suç
duyuruları için takipsizlik kararı verdiler. Kimi mahkemeler duruşmasız kimi
mahkemeler duruşmalı berat kararları verdiler. Ancak demokratik hukuk devletine yaraşan kararlar ne yazık ki yargının genel
tutumu haline gelemedi. Ne yazık ki, gösterilerde yaralanan insanlara
hizmet veren tıp insanlarına “Doktor
üniformasıyla doktorluk yapmak”, ceplerinde düdük taşıyanlara POMA
(Polisiye Olaylara Müdahale Aracı) davası; baret ve deniz gözlüğü taşıyanlara “Havuza gitmediler ya” davası ve nihayet
kırmızı fular davası açılabildi. Dava terörü en çok Kırklareli ilini etkiledi. 70
bin nüfuslu Kırklareli’nde toplam 1308 kişiye Gezi direnişine destek vermekten
dava açıldı. Kırklareli Tabip Odası üyesi hekimler aleyhine açılan dava sayısı
ise 35’e ulaştı. Daha da ayıbı, Beşiktaş taraftar grubu Çarşı’da darbe davası
açıldı…
Attığı her adımı İslamiyet’e
dayandırma iddiasındaki iktidar ise gittikçe daha sertleşmekte, otoriterleşmektedir.
Bugün 12 Eylül darbesiyle oluşturulan vesayet kurumları yerli yerindedir. Yargı 12 Eylül darbesi dönemindeki kadar
siyasaldır, kanunlar 12 Eylül dönemindeki ölçüde keyfi uygulamalara açıktır.
Polisin bir şüphelinin üstünü, eşyasını, evini, işyerini arayabilmesi için “somut
delillere dayalı kuvvetli şüphe” şartı yerine “makul” şüphe, yani “kuvvetli
olmayan” ve “delillere dayanmayan” şüpheyi yeterli sayan son kanun ile darbe
dönemi keyfi arama ve gözaltı uygulamaları hortlatılmıştır. Gelinen nokta Neyzen Tevfik’in, “Türkü yine o türkü, sazlarda tel
değişti. Yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti”dizeleriyle de
anlatılabilir.
Keyfileşmiş siyasallaşmış yargı pratiğinde, en barışçı muhalif her
eylem ve söz bile terör olarak görülmekte, darbe devrini aratmayan operasyonlarla
binlerce insan tutuklanmaktadır. Sözüm
ona darbe davalarına bakan mahkemeler, 12 Eylül döneminde bile rastlanmamış
şekilde avukatları jandarma zoruyla salondan attırabilmekte, delilleri
değerlendirmeye gerek görmeden, kim oldukları belirsiz gizli tanıkların
ifadesiyle akıl almaz mahkûmiyet hükmü kurabilmektedirler. Darbelerle
hesaplaşma retoriğiyle açılan davalar, sermayenin iç savaşında tiksindirici bir
oportünizmle harcanmakta, torba operasyonlar zorba operasyonlara dönüşmekte,
darbe heveslisi faşistlerin yanında çok sayıda masumun da canı yakılmaktadır.
Düşünce ifade bilim ve sanat özgürlüğü pratiği de Türkiye’nin içinde
debelendiği içler acısı durumu tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir.
Darbe devirlerinin ayırt edici uygulamalarından sansür, Yunus Emre şiirlerinin,
dünya edebiyatı klasiklerinin sansürüne kadar varabilmiştir.
Seçilmiş
milletvekilleri yıllarca cezaevlerinde tutulmuştur. Cezaevlerinde hâlâ
gazeteciler yazarlar vardır. Parasız eğitim isteğiyle pankart açmak
dışında eylemi olmayan yüzlerce öğrenci tutukludur. Daha vahimi, iddianame
müellifinin küsmek istemediği, bütün ülkenin anası babası dedesi sayacak
derecede hayranlık duyduğu siyaset tacirinin ve taklacı (eski) İçişleri Bakanı’nın ifadesiyle “Resim yaparak, şarkı besteleyerek, şiir yazarak da terörist olunabilir!
Kitap ise, bombadan daha etkili bir silahtır.” Bu faşizan zihniyet ve
iktidar döneminde Türkiye dünyada en çok terörist barındıran ülke haline geldi.
Amerikan haber ajansı AP’nin 5 Eylül 2011 tarihli haberine göre, 11 Eylül
2001’den bu yana tüm ülkelerde 119 bin 44 kişi terör suçlamasıyla tutuklandı,
35 bin 117 kişi terörist olarak hüküm giydi. Türkiye 12 bin 897 hükümlü sayısı
ile ilk sırayı aldı. Çin, 7 bin kişi ile ikinci olabildi.
Medyanın iktidar karşısında
konumunu bir cümleyle özetlemek gerekirse, önceki darbeler döneminde ve 28
Şubat sürecinde “Emret komutanım!”
gazeteciliği yapılıyordu; şimdi de “Emret
Başkanım!” gazeteciliği yapılmaktadır.
Yargı ve medya gibi sendikalar ve
üniversiteler de ancak darbe dönemlerinde rastlanabilecek yoğunlukta iktidarın
baskısı altındadırlar. Gayrimüslim azınlıkların durumu iyileşmediği gibi 12
Eylül darbesi döneminde olduğu gibi Alevilere yönelik zorla asimilasyon,
seçmeli derslerle takviye edilen zorunlu din dersleri, Alevi köylerine cami
politikası da ısrarla sürdürülmektedir. İslamiyet’i
siyaset olarak değil, kendini Tanrı’ya adama, Tanrı’ya ulaşma inancı olarak
benimseyen ve yaşayan dindarların bu ayrımcılıkları ve baskıyı tasvip ettikleri
düşünülemez.
Gezi Direnişi’nden bu yana
TBMM’den geçirilen kanunlarla Türkiye her gün biraz daha kişi diktatörlüğünün
pençesine itilmektedir. Bu gibi tarihsel anlarda “bağımsız ve tarafsız yargı” her zamankinden daha fazla
önemlidir, toplumun akıl ve ruh sağlığını korumasının güvencesidir. Haksızlığın
yargı tarafından giderileceğine, siyasi ve toplumsal zıtlaşma sertleştiğinde yargının
“tarafsız hakem” olarak karar
vereceğine güven duygusu yitirildiğinde, mahkemeler toplumsal gerilimi tarafsız
hakem olarak çözmek yerine siyasal iktidarın isteği doğrultusunda kararlar
verdiklerinde toplumsal barış, akıl ve ruh sağlığı da yitirilir. Ve ne yazık ki
yargı, toplumsal barışın ve adalet arayışının sigortası olacağı yolunda güven
vermemektedir.
Esasen, yargının hukuk devletinin
inşası yolunda işlevsel olabileceği umudu çok güçlü olmasa da, 2010 tarihli
Anayasa değişikliğiyle tümüyle ortadan kalkmıştır. O tarihte yürürlüğe giren
Anayasa değişikliğine göre, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK),
mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre kurulur ve görev
yapar. Bu Kurul, adlî ve idarî yargı hâkim ve savcılarını mesleğe kabul etme,
atama ve nakletme, geçici yetki verme, terfi, disiplin cezası ve görevden
uzaklaştırma işlemlerini yapar. Kurul’un tarafsız ve bağımsız olması, yargının tarafsızlığı
ve bağımsızlığı ile doğrudan bağlantılıdır. HSYK’nın tarafsızlığına ve
bağımsızlığına gölge düşerse, yargıya olan güven biter. Bu nedenledir ki,
demokrasisi yerleşmiş batılı hukuk devletlerinde, bu Kurul’un tarafsızlığına ve
bağımsızlığına büyük önem verilir.
2010 Anayasa değişikliğinden
önce, HSYK’da Adalet Bakanı ve Müsteşar’ın bulunması, hukuk çevrelerinde yargı
bağımsızlığı ve tarafsızlığına aykırı bulunarak eleştiriliyordu. Çünkü Adalet
Bakanı, siyasi iradeyi temsil eder, müsteşar da bu siyasi iradenin emrindedir.
2010 Anayasa değişikliğinden
sonraki durum, eskiye rahmet okutmaktadır. Adalet Bakanı yine Kurul’un başkanı,
Müsteşarı da Kurul’un tabiî üyesidir. Kurul’un 4 üyesi Cumhurbaşkanı tarafından,
3 üye Yargıtay, 2 üye Danıştay, 1 üye Türkiye Adalet Akademisi tarafından, 7
üye adlî yargı hâkim ve savcıları arasından, 3 üye de idarî yargı hâkim ve
savcıları arasından seçilmektedirler. Geçen yıl sonbaharda seçilenler,
kamuoyunda “hükümete yakın”, “cemaate yakın”, “sosyal demokrat”, “ülkücü”
olarak etiketlendi. Öyle ki, milletvekili veya belediye seçimlerinde iktidar
partisi listelerinde aday olup seçilemeyenlerin veya iktidar partisinin açtığı
davalarda parti avukatlığı yapanların HSYK üyesi yapılarak ödüllendirildiği
söylenmektedir. Yani seçimlerde liyakat
değil sadakat göz önüne alınmıştır.
Böylece HSYK ve yargı, tarihinde görülmemiş şekilde siyasileşmiş, yargının
bağımsızlığı ve tarafsızlığı tümüyle tarihe karışmıştır.
Apaçık görülmektedir ki, Gezi
Direnişi’nden ve rüşvet/yolsuzluk skandalının patlamasından bu yana Adalet
Bakanlığı’nın yaptığı veya HSYK’ya yaptırttığı bütün atamalarda, bütün
yönetmelik değişikliklerinde ve çıkardığı bütün “yapboz” kanunlarında somut bir
amaç vardır: İktidarın istemediği soruşturmaları engellemek, istediği
soruşturmaları keyfilik derecesinde kolaylaştırmak. Yani yargıyı emireri gibi
çalıştırmak.
Yeri gelmişken geçmişte Anayasa
Mahkemesi’ne üye seçimi sırasında yaşanan bir olayı anımsamakta yarar
vardır.
10’uncu Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet
Necdet Sezer, avukat kontenjanından boş bulunan Anayasa Mahkemesi üyeliği için
dönemin Türkiye Barolar Birliği Başkanı Av. Özdemir Özok’u seçmişti. Bu seçime
ilişkin karar Resmi Gazete’de yayımlandı. Ancak Özok’un bir ara CHP üyesi
olduğu gazetelerde haberleştirildi. Partide aktif görevi olmamasına karşın,
sadece parti üyesi olmasının bile tarafsızlığa ve bağımsızlığa gölge düşüreceği
düşünülerek, Özok’un istifası istendi. Av. Özdemir Özok da hiç tereddüt etmeden
istifa etmişti.
***
SONA EREN HUKUK DEVLETİ RÜYASI
Uzun ve ayrıntılı açıklamalara
gerek olmadan yinelemem gerekirse,
- Devletin tüm eylem ve
işlemlerinin hukukla sınırlılığı ilkesi kâğıt üstündedir. Hukuk idare
tarafından ayakbağı olarak görülmekte, üst üste çıkartılan torba ve çorba
kanunlarla gerek kamusal gerekse özel alanda hukuki saha daraltılmakta, keyfi
diktatöryel saha genişletilmektedir.
- Hukuk önünde eşitlik ilkesi
kâğıt üstündedir.
- Devletin tüm eylem ve
işlemlerinin yargısal denetime tabi olduğu ilkesi kâğıt üstündedir.
- Devlet tüm eylem ve işlemlerinde
tarafsız değildir, uyrukları arasında ayrım yapmaktadır.
- Yargı bağımsız değildir, yargıç
güvencesi yoktur. Yargı, tarihinde görülmemiş şekilde siyasileşmiş, yargının
bağımsızlığı ve tarafsızlığı tümüyle tarihe karışmıştır.
- Hak arama yolları yetersizdir,
engellidir. Etkin başvuru ve adil yargılanma hakları kullanılamamaktadır.
- Temel hak ve özgürlükler
güvence altında değildir.
Her biri için uzun uzadıya örnek vermeyi gerektirmeyen bu acı
gerçekler, yani demokratik hukuk devleti umudunun son nefesini vermesi
karşısında, devletin öteki kurumlarına güven duymadığım gibi yargıya güvenimin
kalmadığını yineliyorum.
Bu sözlerim mahkeme heyetini
oluşturan zevatın kişiliklerine yönelik değildir. Sözlerim yasamasıyla
yürütmesiyle yargısıyla devletin bir bütün olarak hukukun üstünlüğü ilkesine
sırt çevirmesiyle ilgilidir.
Bu noktada kişilerin birbirleriyle veya kişilerle devletle olan
anlaşmazlıklarını çözmek ve adaleti sağlamakla yükümlü yargının durumundan söz
etmek kaçınılmazdır.
Adalet Bakanlığı’nın 2013 yılı
adli istatistik verilerine göre, Türkiye’de savcılıklar, 2013 yılında 3 milyon
313 bin 275 soruşturma dosyası açmışlar. Bu dosyalarda soruşturulan kişi ve
eylem sayısı 6 milyon 251 bin 822. Savcılıklar soruşturdukları her 100 kişi
veya eylemlerden 49’u hakkında kamu davası açmışlar. Ceza mahkemeleri bu 49
kişi veya eylemden 20’si hakkında mahkûmiyet kararı vermişler. Yargıtay’a giden
bu 20 mahkûmiyetten ise 8’i tamamen, 6’sı ise kısmen onanmış. Yani sonuç
olarak, savcılıkların açtıkları ceza davalarında mahkûmiyet oranı çok düşüktür,
her 10 davadan sadece 4’ü mahkûmiyetle sonuçlanmıştır. Mahkûmiyetle sonuçlanan davaların önemli bir
bölümü de Yargıtay’dan dönmüştür. Tüm soruşturmalardaki isabet oranı yüzde 14, davaya
dönüştürülen soruşturmalardaki isabet oranı ise yüzde 30 kadardır. İster
istemez bir kez daha, “hukukçu şair yazar” Mehmet Taştan’a nazire olarak, “Ne de olsa içinde biraz yalan, biraz abartı
bulunmayan iddianame tad vermez” demekten kendimi alamıyorum.
Türkiye’de adalet sisteminin
neden bu kadar tartışmalı olduğu, Adalet Bakanlığı’nın açıkladığı adli yıl
istatistik rakamlarına bakılınca çok daha iyi anlaşılmaktadır. Tekraren
vurguluyorum, savcılıkların soruşturdukları her 100 kişiden sadece 14’ü mahkûm
edilmiştir. Haklarında soruşturma açılan kişilerin yüzde 86’sı adliye
koridorlarında, hapishanelerde gereksiz yere süründürülmüş, özel ve sosyal
hayatları darma duman edilmiş, sağlıkları bozulmuş, bir işleri varsa muhtemelen
işten güçten edilmişlerdir. Çektirilen çilenin süresi ise apayrı bir faciadır.
Bu davada bile soruşturma altı ayda tamamlanabilmiştir, ilk duruşma ise on bir
ay sonra yapılabilmektedir.
Milyonlarca insanı hiç abartısız
bir ifadeyle “yargı mağduru” yapan
bu tablo karşısında sorulacak çok soru vardır. Ben sadece bir soru sormuş
olayım: Savcılıklar soruşturma açmakta
sınırsız bir özgürlüğe mi sahiptir? Başarısız ve isabetsiz, bir de hukuk ve
etik dışı soruşturmaların dolayı hesap verme sorumlulukları yok mudur?
***
SON SÖZ
Sayın Mahkeme Heyeti,
Şahsım açısından adaletin tesisi
için bu davanın açılması gerekmiyordu. Hukuk devleti şöyle dursun, kanun
devletinde bile bu dava açılamazdı. Sayın mahkemeniz, HUKUKİ TEMELDEN YOKSUN, hukuk devleti değerleriyle bağdaşmayan bu
iddianameyi en başta reddetmeliydi. Bunu istemek ve beklemek, hukuk devletine
inanan herkesin hakkıdır.
Sözlerime son vermeden önce
siyaset-adalet ilişkisine ve hukukçuların işlevine kısaca biraz daha değinmek
istiyorum.
Adaletin eksikliğini sadece ben
değil, hemen herkes hissediyor, herkes adaleti arıyor. Çünkü, vicdanların
adalet fikrinden ve duygusundan yoksun kaldığı ülkede tasada kaderde kıvançta
birlikten ve eşitlikten söz edilemez.
Vicdanlarda adalet fikrinin ve
duygusunun önemi üzerine ne çok söz vardır!
Bir Alman atasözü, “Memleket yalnız adaletle ebedileşir ve
adaletsizlikle batar” der.
Şair Namık Kemal, “Bulunmazsa adalet milletin efradı beyninde
/ Batar bir gün zemine, arşa çıksa paye-i devlet” diyor.
Fransız bilim adamı Pascal’ın
dediği ise, “Kuvvete dayanmayan adalet aciz, adalete dayanmayan kuvvet
zalimdir.”
Baktığınız iddianame hukuk
devleti ilkesine ve hukuk etiğine aykırıdır. İddianame, asıl olarak anayasal
bir hak olan barışçıl gösteriyi zorla dağıtanlar hakkında düzenlenmeliydi. Ama
yargının hakem olmaktan çıktığı, tümüyle siyasallaştığı ve keyfileştiği
konjonktürde yasal gösteri haklarını kullananlar hakkında düzenlendi. Bu arada,
yersiz ve orantısız şiddet kullanılmaması yönünde polisi uyardığım için benim
hakkımda da dava açıldı.
Kusura bakılmasın, yürürlükteki
usul kanunlarına uygun olsa bile hakkımda düzenlenmiş bir iddianame
sayamıyorum.
Kameralar önünde silahını
doğrudan ateşleyerek Ethem Sarısülük’ü öldüren polis memuru uzun süre tutuksuz
yargılanmışken,
Berkin Elvan’ı Abdullah Cömert’i,
Ahmet Atakan'ı öldüren biber gazı fişeğini kimin ateşlediği, Medeni’yi öldüren
kurşunun hangi silahtan çıktığı bulunmamışken,
Mehmet Ayvalıtaş’ın ölümü basit
bir trafik kazası gibi geçiştirilirken,
Ali İsmail’in sopalarla dövülerek
öldürüldüğü görüntüler hep gözümüzün önündeyken,
Bu cinayetleri işleyenlerin
sırtları “Çanakkale kahramanları” diye sıvazlanırken,
Berkin’in ailesi miting
meydanlarında yuhalatılmışken,
Berkin Elvan cinayetinin
üzerinden iki buçuk yıla yakın süre geçmiş olmasına karşın iddianame bile
yazılmamışken,
Berkin’in acısını paylaşmak
isteyenler hakkında iddianame düzenlenmesini yurttaş olarak kabullenemiyorum.
Ülke tarihinin en ağır rüşvet ve
yolsuzluk skandalının üzerine gidilemezken, hırsızlığı ve yolsuzluğu protesto
edenlere güç yetirilmesine isyan etmek istiyorum.
İddianameyi hukuk ve olumlu
anlamda siyaset penceresinden yanıtlamaya, iddianamenin hukuk ve etik dışı
olduğunu anlatmaya çalıştım.
Sıkıyönetim mahkemesinde
yargılanırken yazılı olarak sunabildiğim savunmamda, “Hukuk Devleti, Yargı Bağımsızlığı, Savunma Hakkı” başlığı altında,
toplum yaşamında hukukçuların önemine değinmiş, ünlü bir yazarımıza atfen, “Türkiye’nin geri kalmışlığında en büyük
günahın bilim dalı olarak hukukçulara ait olduğu, belirli çevrelerin kendi
çıkarlarını sürdürmek ve halkın uyanmasını önlemek için, hukukçuları bir fikir cellâdı
olarak kullanmayı başardıkları” yolundaki bir değerlendirmeyi aktardıktan
sonra şu düşüncelerimi kayda geçirmiştim:
“Vurguncu asalak sınıfların demokratik hukuk devletine nefes aldırmama
çabalarını etkisiz hale getirerek, yazarın bu olumsuz yargısını kendi
alanlarında boşa çıkarmalarını hukukçulardan istemek benim de hakkımdır. Çünkü,
insan hakları ve demokrasiyi ayakta tutan en temel kavramlardan biri olan
hukukun üstünlüğü ilkesini ve yargı bağımsızlığını savunmak, en başta
yargıçların görevidir. Yargı bağımsızlığı ve hukuk devleti ilkesi, ancak dar
hukuk kalıpları içine hapsolmamış, taşıdığı ‘hukuk adamı’ sıfatının bilincinde,
çağdaş bilimlerin ışığıyla aydınlanmış, toplumu kendi çıkarları için karanlıkta
bırakan sınıflarla suç ortaklığı etmeyen ve onların empoze etmek istedikleri
fikir cellatlığı (ve çarpık adalet simsarlığı) rolünü kabul etmeyen (ve her
türlü düşünceye satırını indirmeyen), yalnızca gayri milli asalak sınıf için
‘adalet’ üretmek yerine, yüreği emeğiyle geçinenlerle birlikte çarpan, hukuk ve
yargılama düzenini salt egemen asalak sınıfların çıkarlarını onaylayan ve
kollayan bir sistem olmaktan kurtarmaya kararlı, demokrasiye ve insan hakları
ülküsüne inançla bağlı, cesur, bilgili, özverili, yürekli yargıçların sahip
çıkmasıyla gerçeklik kazanır; iktidarlar ve anayasalar değişse bile, temsil
ettikleri kurum, adalet bekleyenlerin umudu olmaya devam eder.”
“Demokrasinin en temel kurumlarından biri olan hukuk devleti ilkesini
savunmak en başta hukukçulara düşer. Hangi koşul altında olursa olsun,
hukukçuların, kendilerini her şeye kadir sanan zalimlere ve onların
haksızlıklarına karşı çıkabildikleri bir gerçektir.”
Savunmamda daha sonra, “Yargıçların
görevi işkencecilerin kanlı ellerini yıkamak değildir” demiştim.
Sonuçta, Sıkıyönetim Mahkemesi, işkencecilerin ellerindeki kanı görmese bile,
hiç değilse işkence ile mahkemeye çıkartılan genç subayları, Devlet Başkanı’nın
tehditlerine karşın mahkûm etmeye yanaşmamıştı.
Şimdi farklı ve elbette daha
olumlu koşullarda yargılanıyorum. Yargılanıyorum ifadesi elbette alışkanlıkla
söz gelişidir. Yargılanan ben değilim. Yargılanmak istenen, açgözlü sermaye
sınıfının saldırganlığına karşı insan haklarına sahip çıkma, özgürlük, barış ve
demokrasi istemidir.
İddianameye karşı beyanımı
sonlandırırken,
Sıkıyönetim Mahkemesi’nde
yargıçlara hitabıma nazire olarak, “Savcıların
ve yargıçların görevi meşruiyet sınırları dışına taşan devlet terörünü
meşrulaştırmak değildir” diyorum.
Nihayet Ethem Sarısülük, Ali
İsmail Korkmaz, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Ahmet Atakan, Medeni
Yıldırım ve Berkin Elvan’ı bir kez daha sevgiyle anarken,
Özgürlük, barış ve demokrasi
isteğini haykırmak için kendilerini ağaçlara zincirleyen, duvar yazılarıyla
yaratıcı zekâlarıyla dünya âlemi hayran bırakan ve geleceğe umut aşılayan gençler,
Çocuklarını eve götürmek için değil
yanlarında olmak için gelip zincir kuran anneler babalar,
Parkta direnen ‘kırmızılı
kadınlar’,
Meydanlarda piyano çalan
sanatçılar, duran adamlar,
Gençlere ve direnişe sahip çıkan
milletvekilleri,
Meydanlarda kandil kutlayıp
yeryüzü sofraları açanlar,
Paranın geçmediği, dayanışmanın
paylaşmanın erdemiyle hayat bulan komünleri kuranlar…
Hepsini saygıyla sevgiyle
selamlıyorum.
Heyetinize, yargılamanın tüm
taraflarına ve katılanlara saygılarımı sunuyorum.
02.11. 2015.
Rahmi
YILDIRIM
SEVGİLİ RAHMİ,YUKARIDAKİ SATIRLARI OKUYUNCA DÜN DURUŞMAYA GELEMEDİĞİME BİR KEZ DAHA ÇOK ÜZÜLDÜM.HER HARFİNE HER KELİMESİNE YÜREKTEN KATILIYORUM.AKLIMIZ FİKRİMİZ KALBİMİZ VE RUHUMUZLA GÖNÜLDEN KUTLUYORUZ... ZKY
YanıtlaSilRahmi Kardeşim yazdıklarına harfiyen katılıyorum. Hakimlerin bunları okuyacağını hiç zannetmiyorum. Ama olsun. Halka korku salarak bu seçimleri ezici bir çoğunlukla aldılar. Bu aldatmaca nereye kadar? Bundan sonra daha da fütürsuzlaşacaklar. Bu halk ne zaman gerçekleri görür olacak. Selamlar.
YanıtlaSilRahmi arkadaş, savunmanız bir ders niteliğinde, anlayanlara.
YanıtlaSilÇok güzel bir yazı.
Seninle beraberiz...
şirinded