Bir gazete tarafından
posterleştirilen, Çanakkale Savaşı’nın ve Kurtuluş Savaşı’nın simgesi olarak
benimsenen fotoğraftan; bir uçağın önünde yan yana ayakta duran, yırtık asker elbiseli,
biri ayakkabısız, diğeri yırtık potinli iki gencin fotoğrafından söz ediyorum.
Fotoğraf ilk ortaya atıldığında, 1974
yılında Harbiye’nin birinci sınıfındayken okuduğum bir romanı anımsamıştım. Okula
kitap sokmak özel izin gerektirdiğinden, ders veren hocaların yazdıkları ders
kitapları bile uzun incelemeler sonunda kabul edildiğinden, hele o tarihte
İlhan Selçuk imzalı bir kitabı okula sokmak mümkün olmadığından izin günlerinde
okuduğum Yüzbaşı Selahattin’in Romanı’nı.
Posterin yanında sözü edilen, Musul’da görevli birliğe ait iaşe cetveli romanın
birinci cildinde anlatılıyordu. Yanı sıra askerin perişan, aç ve çıplak olduğu.
(s: 306)
Bülent Yılmazer’in haberde kısaca
aktarılan açıklaması tatmin edici gelmedi. İki gün sonra Tevfik Güngör, “Çanakkale Hava Savaşları” başlığı
altında fotoğrafın öyküsünü anlattı.
Gerçekten gösterişli bir kitap. Kitabın
kapağında havacıların metalik kartal simgesi var. Son derece kaliteli bir
kâğıda basılı. A-4 boyutundaki sayfalar özenle dizilmiş, kontrast sayfa düzeni
tekniği uygulanmış. Yani söylendiği gibi bir prestij yayını. Milsoft Yönetim
Kurulu Başkanı Yalçın Çevikel ve Bülent Yılmazer’in önsöz yazılarıyla 2005
yılında basılan kitabın yayıncısı olarak, “Mönch
Türkiye Yayıncılık” görünüyor.
Kitabı baştan sona okudum, inceledim.
Türk havacılık tarihi ve Çanakkale’deki hava savaşlarıyla ilgili hayli ilginç bilgiler
veriyor. Kitapta anlatıldığına göre, Alman pilot Meinecke 1915 yılının son
haftasında, yani savaşın bitimine iki hafta kala Çanakkale’ye gelmiş. Ünlü
fotoğraf, kitabın 169’uncu sayfasında yer alıyor. Final fotoğrafı olarak kitaba
girmiş. Sanki kitap bu fotoğrafın gün yüzüne çıkması için yazılmış. Fotoğrafın
altında aynen şu ifadeler yazılı:
Kitap, Bülent Yılmazer’in teşekkür
yazısıyla son buluyor. Teşekkür yazısında, kitaptaki 190 fotoğrafın
referansıyla ilgili bir açıklama da var. Yılmazer, fotoğrafların kaynaklarını
tek tek belirtmek yerine genel bir ifade kullanmış:
“Kitapta yer alan fotoğrafların
ve büyük bir çoğunluğu burada ilk defa yayınlanan fotoğraflar, Çanakkale hava
savaşlarının as pilotlarından Teğmen Emile Meinecke’nin oğlu Hans Meneke’den
temin edilmiştir. Bu fotoğrafların da büyük bir bölümünü, çektiği fotoğraflarla
o günleri kayıt altına alan Çanakkale’deki hava birliklerinin fotoğrafçısı
Onbaşı Herman Scheuffler’e borçluyuz. (...) Kitapta yer alan diğer fotoğraf ve
belgeler Türk Hava Kuvvetleri tarihi üzerine uzun yıllardır sürdürdüğüm
araştırmalarım sırasında çeşitli kaynaklardan temin edilmiştir.”
Öyle bir referans kaydı ki, hangi
fotoğraf daha önce yayımlanmış başka eserlerden alınmış, hangisi Emile
Meinecke’nin oğlu Hans’tan temin edilmiş, okuyucunun bütün Çanakkale
külliyatını elden geçirmesi gerekiyor. Tabii Alman pilot Meinecke’nin 1915
yılının son haftasında, yani savaşın bitimine iki hafta kala Çanakkale’ye geldiğini
unutmadan!
Kitap, ünlü fotoğrafın
Çanakkale’de savaşan askerlere ait olup olmadığı konusunda aslında hiçbir ipucu
vermiyor. Yine de kitabın genel havasından bir kanaate varmak mümkün.
Yeterli saymayıp, Çanakkale’yi
savunan 5’inci Ordu Komutanı Liman Von Sanders, Gelibolu Yarımadası’nı savunan
3’üncü Kolordu Komutanı Esat Paşa ve Kurmay Başkanı Fahrettin Altay, 19’uncu
Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal ve Kurmay Başkanı İzzettin Çalışlar’ın
anılarının derlendiği Esat Paşa–
Çanakkale Savaşı Hatıraları adlı kitabı okudum.
Mütercimler, denizdeki savaşın
kaderini tayin eden Nusrat mayın gemisinin komutanı Yüzbaşı Hakkı’nın hangi
tarihte, nerede ve nasıl öldüğünü 1984 yılında bilerek tahrif etmiş. Yüzbaşı
Hakkı’nın 7/8 Mart 1915 gecesi boğazı mayınlarken kalp krizi geçirip, gemide
öldüğünü yazmış. Amacı, Yüzbaşı Hakkı’yı mitoloji kahramanları mertebesine yükseltmek.
“Çünkü, yer Truva’ydı ve gemide ölmesi
mitolojiye uygundu! Oysa doğrusu,
Eylül 1915’te Kasımpaşa Askeri Hastanesi’nde öldüğüdür.” (s: 16)
Çok sayıda başka kitaba da göz
attım; gazetelerde çıkan haberlere ve internet ortamında yapılmış tartışmalara baktım.
Hayli ilginç tartışmalar
yapılmış. Hatta Kanaltürk’te Hulki Cevizoğlu’nun “Ceviz Kabuğu” programında da tartışılmış.
Fotoğraftaki kişileri
Çanakkale’de savaşan askerler diye kabul edenler de var, asker değil hurdacı
diyenler de.
Benim nasıl bir sonuca vardığım
gelecek yazıya.
Çanakkale’de savaşan asker Musul
ve Filistin’dekiler gibi gerçekten aç ve çıplak mıydı?
17
Ocak 2008
ÇANAKKALE KAHRAMANLARI MI MEDİNE
FUKARALARI MI?(2)
Çanakkale Savaşı’nın simgesi olarak
benimsenen, kimi çevreleri hıçkırıklara boğan fotoğraftakilerin gerçekten Çanakkale
kahramanları mı yoksa Medine fukaraları mı olduklarından söz ediyorduk.
Fotoğraf ODTÜ’de öğretim
görevlisi, havacılık tarihi uzmanı Bülent Yılmazer’in yazdığı “Çanakkale Hava Savaşları” adlı kitapla
2005 yılında gün yüzüne çıktı.
Kitapta fotoğrafın 1915 yılında
Çanakkale’de çekildiği öne sürülse de, bildiğimiz Çanakkale Savaşı sırasında çekilmediği
kesindir.
Zira Çanakkale Savaşı 3 Kasım
1914’te İngiliz-Fransız donanmasının Çanakkalenin dış tabyalarını
bombalamasıyla başladı; 9 Ocak 1916’da İngiliz, Fransız ve ANZAK birliklerinin
çekilmesiyle bitti.
Çanakkale Savaşı müttefik
orduların çekilmesiyle bitse de pilotlar arasında sürdü. Ancak o tarihte askeri
havacılık henüz emekleme devresinde olduğundan, Yılmazer’in de belirttiği gibi
hava savaşları iki ordunun savaşı değil, pilotların kişisel savaşları olarak
verildi.
Özetle, bildiğimiz, ağlaştığımız
Çanakkale Savaşı 9 Ocak 1916’da bitti. Oysa kitapta 1915 yılında çekildiği
belirtilen fotoğrafın arkasında 1918 tarihi kayıtlıdır. Bu durumda
fotoğraftakilerin Çanakkale’de savaşan kahramanlar olduğu savı izaha muhtaçtır.
* * *
Bilim etiği merceğinde fotoğraf
Bu noktada, elde edildikten sekiz
yıl sonra fotoğrafın ortaya atılışı ve fotoğrafa “Çanakkale kahramanları” mesajının yüklenmesi bilim etiği açısından sorunlu
gözükmektedir.
Bilimin ana uğraşı, gerçeği
aramak ve bulmak, bilinmeyeni bilinir, görünmeyeni görünür kılmaktır. Bilim
etiğinin en önemli ilkesi ‘gerçeğe
uygunluk’tur. Yani verilerin bilimsel yöntemlerle elde edilmesi, verilerin
yorumlanırken saptırılmaması, elde edilmemiş bir sonucun araştırma sonucu gibi
gösterilmemesi ilkesi.
Bilim etiği, araştırma yapılırken
yararlanılan malzemenin kaynağının açıkça belirtilmesini, veriler
değerlendirilirken kişisel değer yargılarının ön plana çıkarılmamasını da
gerektirir.
Tarih yazımı söz konusu
olduğunda, Mustafa Kemal Atatürk’ün “Tarih
yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen
hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.” sözleri, ahlaki ilkelerin
en özlü ifadesidir.
Bilim etiğinin ana ilkesi gerçeğe
sadakat olduğuna göre, 1918 yılında çekilen fotoğrafın, kaynağı sarih bir
şekilde belirtilmeden, savaş yılına, yani 1915’e yamanmasının bilim etiğiyle
bağdaştığı söylenemez.
Etik ilkelere özensizlik, Çanakkale’de
görev yapmış Alman pilotun oğlundan parayla satın alınan fotoğrafın sekiz yıl bekletilip farklı bir tarihe
taşınmasından ibaret değildir. Bir gazetenin “TSK karşıtı yapılanma var” başlıklı haberine göre, Hulki
Cevizoğlu’nun programında fotoğrafta dijital teknolojiyle düzeltme yapıldığı
kabul edilmiştir. (Yeniçağ, 7 Ekim
2006)
Aynı programda fotoğrafın çekim
tarihiyle ilgili tartışmadan çıkan sonuç ise gülümseticidir. Bir gazetenin “Pilot değil hurdacı” başlıklı haberine
göre, “Emekli Polisler Derneği'nin
yayını olan Türkiye Polis Dergisi'nde yer alan bir yazıda bu fotoğrafla
insanların kandırıldığı ve haksız kazanç elde edildiği ileri sürüldü. Bu
iddialar bir televizyon programına da konu oldu. Derginin editörü Suat Demirci
ile Bülent Yılmazer'in katıldığı programda, Yılmazer fotoğrafın arkasında yer
alan ‘Çanakkale 1918’ yazısının ortaya çıkmasıyla şaşırdı. Yılmazer
fotoğraftaki kişilerin üzerindeki üniformalarla ilgili tartışmada da bunların
asker olmayabileceğini kabul etti.” (Sabah,
8 Ekim 2006)
* * *
Yoksul fotoğrafa zengin tutarsızlık
Fotoğrafın farklı bir tarihe
taşınmasına, üzerinde düzeltme yapılmasına ve “Çanakkale kahramanları” mesajı yüklenmesine tutarsızlık ve
çelişkiler de eşlik etmektedir.
“Çanakkale Hava Savaşları” kitabında kara ve deniz savaşlarına
ilişkin bazı bilgilerdeki yanlışlıklar kitap yazımında kaçınılmaz olan maddi
yanlışlık kapsamında mazur görülebilir. Ancak, müttefik armadanın ağır
yenilgiye uğradığı 18 Mart deniz savaşının kaderini belirleyen Nusrat mayın gemisiyle ilgili yanlışlık,
uzman bir araştırmacı için bağışlanabilir gibi değildir.
Yılmazer’e göre müttefik armadanın
üç zırhlısını denize gömen mayınlar “Nusrat’ın
kaptanı Binbaşı Nazmi (Akpınar) Bey”
tarafından döşenmiştir.(s: 53)
Oysa tarihe geçen, Çanakkale
Savaşı’nın mimarı Churchill’in anılarında bile sözü edilen geminin kaptanı Yüzbaşı
Tophaneli Hakkı’dır; Nazmi Bey ise Çanakkale Boğazı Mayın Grup Komutanı olup o
tarihte yüzbaşı rütbesindedir.
Kara savaşlarına ilişkin
anlatımlarda da, önemli sayılmayacak maddi yanlışlıklar vardır.
Deniz savaşına ilişkin bilgiler
ayrıca tutarsızlık yüklüdür. “Deniz
harekâtında kaderin herhangi bir etkisi oldu ise bunlar aslında birbirleriyle
ilişkisi olmayan iki ayrı olaydır.” ifadesiyle bilim alanından hurafe
alanına geçen yazara göre, olaylardan ilki İngiliz donanmasındaki komuta
değişikliğidir. “İngiliz Korgeneral Carden deniz harekâtını 17 Mart’ta
başlatmayı planladı. Ancak sinirlerinin yıpranması ve sağlık durumunun
kötüleşmesi nedeniyle doktorunun tavsiyesiyle 15 Mart tarihinde görevi birden
bıraktı. Yerine yardımcısı Koramiral de Robeck getirildi. Komuta kademesindeki
bu ani değişiklik, harekâtın başlamasını 18 Mart’a erteledi.” (s: 57)
Kitabın başka bir yerinde ise Korgeneral
Carden’in görevden azledildiği belirtiliyor. (s: 51)
Yine Yılmazer’e göre “Deniz harekâtının sonucunu etkileyen daha
önemli bir olay ise Yüzbaşı Erich Serno’nun o sabah yaptığı keşif uçuşudur.”
Serno, Bozcaada önlerinde
müttefik armadanın harekete geçtiğini Alman Amiral Usedom’a bildirir. Tabyalara
alarm verilir, “çok sıcak bir karşılama”
yapılır. Sonuçta, “Türkün dövüşken ruhu
bir kez daha destan yazmıştı: ‘Çanakkale geçilmez’” (s: 59)
Yani, Alman pilot keşif uçuşu yapıp
harekâtı haber vermese, belki de Türk’ün dövüşken ruhu destan yazamayacak,
Çanakkale geçilecekti!
Oysa başka kaynaklara göre, boğaz
geçiş harekâtı zaten istihbar edilmiş, istihbaratın teyidi için Çanakkale Müstahkem
Mevki Komutan Yardımcısı Yarbay Selahattin Adil acilen keşif uçuşu yapılmasını
istemiş, keşfe giden Pilot Yüzbaşı Erich Serno döner dönmez Yarbay Adil’e
raporunu vermiştir. (Erol Mütercimler, Gelibolu 1915, s: 161)
* * *
Perişan ama akıllı Osmanlı!
Kitap, Çanakkale Savaşı
sırasındaki ve sonrasındaki hava savaşlarını anlatmaktadır. Ancak, deniz
savaşının en kritik anına ve en önemli aktörlerine ilişkin bilgilerdeki maddi
yanlışlığın, tutarsızlığın ve abartılı çıkarsamanın, hava savaşlarına ilişkin
bilgilerin güvenilirliği konusunda da tereddüt yaratması kaçınılmazdır.
Yılmazer’in anlattığına göre,
havacılık tarihi Osmanlı’ya çok şey borçludur. Osmanlı ordusu havacılıkta pek
çok ilke imza attı.
“Tarihte hava gücünün etkisini ilk olarak yaşayan ve onu kullanan
Osmanlı Ordusuydu. İngiliz askeri liderleri uçakların önemi konusunda halen
gaflet içindeydiler. (s: 21)
“Elindeki
kıt kaynaklara ve zayıf lojistik desteğe rağmen Osmanlı Ordusu uçakların askeri
alandaki tüm potansiyelini kullanmak konusunda batıdaki çağdaşlarından çok daha
ilerideydi.” (s: 35)
“Avrupa’da
halkın havacılığa desteği Osmanlıdakine kıyasla oldukça yavaş gelişmekteydi.”
(s: 31)
“Osmanlı tabipler uçuş sırasında kişinin maruz kalabileceği fiziksel ve
psikolojik etkileri öngörebiliyorlardı. Düzenledikleri sağlık raporu pilot adayının göz ve kalp sağlığının
yanında psikolojik durumunu da detaylı olarak incelemekteydi. İngiliz tıp
camiası ise henüz pilotların özel ihtiyaçlarının ve onlara gösterilmesi gereken
önemin farkında değildi.” (s: 31)
“Osmanlı Ordusu tarihte ilk defa düşman uçağını eline geçiren taraf oldu”.
(s: 31)
(Kitapta anlatıldığına göre ele
geçirme olayı 1911-1912 yıllarında Kuzey Afrika’da Osmanlı-İtalya Savaşı’nda
gerçekleşiyor. Bu savaşta Osmanlı’nın hava gücü yok ama havacılık tarihinde bir
ilke imza atmayı başarıyor. Bir İtalyan uçağı Osmanlı hatları içine mecburi
iniş yapıyor. Böylece Osmanlı ordusu, tarihte ilk defa düşman uçağını eline
geçiren taraf oluyor. Türk medyası da kendisine sızdırılan gizli belgeleri hep
“ele geçiriyor” ya!)
“Fransa ve İngiltere’de uçakların gözetleme
için uygun bir vasıta olup olmadığı tartışılırken, Osmanlı Tayyare Komisyonu
daha 1912 yılında uçakları taarruz amacıyla kullanmayı düşünüyor, bomba atma
kabiliyetine sahip uçaklar arıyordu. Almanya’da Harlan fabrikasında uçak alımı
için kontrat yapılırken Süreyya Bey, uçakların havadan yeterli bir hassasiyetle
yerdeki hedeflere bomba atabileceğinin İstanbul’da yapılacak bomba atış uçuş
testleriyle doğrulanması şartını kontrata eklettirdi. Bu dünya havacılık
tarihinde bir uçak alım kontratındaki bu türden ilk şartname örneğiydi.” (s: 31–33)
“Balkan savaşları havacılık
tarihinde çatışan tarafların karşılıklı olarak hava gücü kullandığı ilk savaş
oldu. Dolayısıyla dünya askeri havacılık tarihinde birçok ilklere sahne oldu.” (s: 33)
“Cephe üzerinde ve
derinliklerinde görev yapan Osmanlı Ordusu pilotları dost birlikler de dahil
olmak üzere yerdeki birliklerin ateşine maruz kalmaktaydı. Hava gücü kullanan
taraflardan hiçbiri henüz uçakların üzerinde milliyet tanımlama işareti
taşımadıklarından kendilerini savunmak için ateş eden yerdeki birlikleri çok
fazla suçlayamayız. Pilotların dost birliklerin ateşinden şikâyetçi olmaları
üzerine 6 Mart 1913 tarihinde yayınlanan bir emirle Osmanlı Ordusunda uçan
uçakların kanat altlarına portakal rengi ay-yıldız boyanması bildirildi. Bu,
uçaklara milliyet tanıtım işareti uygulanması konusunda ilk girişimdi.” (s: 35)
“Osmanlı Ordusu 1912–1913 Balkan
Savaşlarında taarruz amacıyla uçak almış ve cephede kullanmış olmasına rağmen
İngilizler uçağı sadece keşif amaçlı kullanmayı düşünüyorlardı. Bu nedenle
havacılıkla ilgili beklentileri çok eksikti.” (s: 43)
“Bu, dünya askeri tarihinde uçakların havadan yaptıkları keşif görevine
karşı ilk defa elektronik savaş uygulamasının Türkler tarafından
gerçekleştirildiğini göstermektedir.” (s:49)
Özetle, askeri havacılığın
gelişimi konusunda İngilizler ve Fransızlar Osmanlı’nın gerisinde nal
topladılar. Pek çok ilke imza atan Osmanlı sadece ve sadece uçağı ilk keşfeden
olamadı! Bir de uçağı herkesten önce keşfetse...
Osmanlı ordusunu ıslah etmek
üzere gelen Alman askeri heyeti başkanı (sonradan Çanakkale cephesi komutanı)
Liman Von Sanders, anılarında, ordudaki perişanlığı anlatıyor:
“Subaylar erlerine özen göstermeye, durumlarını denetlemeye alışkın
değillerdi. Birçok birlikte erlerin üstü başı bit, pire gibi haşaratla doluydu.
(...) Koğuşların havalandırılması gerektiği bilinmiyordu.” (Türkiye’de Beş
Yıl, Cumhuriyet gazetesi armağanı,
Aralık 1999, s: 21)
Alman generalin anlatımları
abartı olmasa gerek. Dünya Savaşı öncesinde ordu gerçekten perişandır, subaylar
askerlik yapmak ve erleriyle ilgilenmek yerine siyasetle ilgilenmektedirler. Bu
perişanlık içinde imparatorluğun daha dün bağımsız olmuş eski eyaletlerine
karşı Balkan Savaşları yitirildi. İşte, inanılır gibi olmasa da koğuşların
havalandırılması gerektiğinin bile bilinmediği perişanlık içindeki ordu askeri
havacılık kulvarında uçağı keşfeden devletlere nal toplatmaktadır.
Kitapta anlatıldığına göre askeri
havacılık konusunda Almanlar da Osmanlı kadar yaratıcıydı, belki de daha başarılıydı.
Pilot Üsteğmen Emil Meinecke, Alman
İmparatoru Wilhelm II’nin doğum günü dolayısıyla Hamidiye Tabyası’nda
gerçekleştirilen tören üzerinde şeref turu atmak için 27 Ocak 1917 günü havalandı.
Ancak birdenbire etrafı üç İngiliz uçağı tarafından çevrildi. Derken, üç İngiliz
uçağı daha yetişerek Meinecke’ye saldırdılar. Altı düşman uçağıyla tek başına
savaşan Meinecke, bir İngiliz uçağını düşürdü. Motorlarına isabet alan diğer
iki İngiliz uçağı hemen Gökçeada’ya doğru kaçmaya başladılar. Bunun üzerine diğer
düşman pilotlar da akıllıca bir karar alarak mücadeleyi bırakıp uzaklaştılar.
Aslında çok şanslıydılar. Meinecke’nin uçağının makineli tüfeği tutukluk
yapmıştı. Arızayı havada gideremeyen Meinecke düşman uçaklarını takip etmedi. (s:
119)
Meinecke galiba, göklerin Kara
Murat’ıdır ya da Malkoçoğlu benzeri bir kahramandır!
“Çanakkale
Hava Savaşları” adlı kitap, buna benzer anlatımlarla yüklü. Başta da
söylediğimiz gibi, deniz savaşının en kritik anına ve en önemli aktörlerine
ilişkin bilgideki maddi yanlışlığın, tutarsızlığın ve abartılı çıkarsamanın,
hava savaşlarına ilişkin bilgilerin güvenilirliği konusunda tereddüt yaratması
kaçınılmazdır.
İngilizlerin ve Fransızların askeri
havacılığı Osmanlı’dan çok sonra akıl ettiklerini, Osmanlı tecrübesinden
yararlanmadıklarını savunan yazar, kitabının önsözünde “Müttefik Orduları, donanmayla aşmayı planladıkları Çanakkale
Boğazı’ndaki harekâtta uçakların sağlayacağı desteğin kendilerini zafere
taşıyacağına emindiler.” diyerek kendi iddiasıyla çelişkiye düşüyor. Müttefik
ordunun uçaktan sadece keşif ve gözetleme amacıyla yararlanma peşinde olduğunu
savlayan yazar daha sonra İngiliz uçaklarının bombardımanından söz ediyor.(s:
79) Son sözde ise, “İngiliz politikacıları ve askeri liderleri Çanakkale’de zafer için
büyük peylerini yeni hava silahına, yani uçaklara yatırmışlardı.” diyerek
kendi iddiasıyla büsbütün çelişiyor.
Yazar, son sözde, Çanakkale hava
savaşları konusunda müttefik merkezli araştırmacıların yenilgiye mazeret bulmak
için “taraflı ve bilimsel olmaktan çok
uzak saptama” yaptıklarını belirtiyor. Kendi araştırmasını dost/düşman
ayrımı üzerine kurmasının bilim etiğiyle ne denli bağdaştığı ve taraflı olup
olup olmadığı bir yana, yukarıda özetlenen maddi yanlışlıklar ve tutarsızlıklar,
yaratıcı aklı Osmanlı’ya, beceriyi Alman pilotlara bahşeden anlatımların başka
havacılık uzmanlarının doğrulamasına muhtaç olduğunu göstermektedir.
* * *
Çanakkale kahramanları Medine fukarası değildi
Yinelemek gerekirse, ünlü
fotoğraf, yazarın kaleminden Kara Murat,
Malkoçoğlu filmlerini çağrıştıran Alman
pilot Emil Meinecke’nin albümünden alınmış. Sekiz yıl elde tutulduktan sonra, 1918
yılından 1915 yılına taşınmış, dijital teknolojiyle üzerinde düzeltme yapılmış ve
“Çanakkale kahramanları” mesajı
yüklenmiş.
Tahrif edilen fotoğraf, ne yazık
ki alışılmış “masum fakat gerekli yalan”
pratiğine malzeme oldu. Fotoğrafın resmi kurumlar ve medya tarafından kamu
bilincine yapıştırılmasıyla “değişmeyen
hakikatın, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet” kazanmasına hizmet etti,
tetiklenen psişik süreçler hıçkırıklar üretti. Bu noktada, tahrifatın bilinçli
ve kasıtlı, masum ya da ardniyetli olup olmaması önem taşımıyor.
Tahrif edilen fotoğrafın verdiği
mesajın tersine, Çanakkale Savaşı’nda “değişmeyen
hakikat”, Çanakkale’de askerin çok iyi beslendiği ve giydirildiğidir.
Birinci Dünya Savaşı’nın son
yıllarında uzak cephelerde yiyecek ve giyecek bakımından ordu perişandır, asker
aç, çıplak, yorgun ve hastadır.
Hatta savaştan önce de ordu
perişan, asker aç ve çıplaktır. Liman Von Sanders, 1914 yılında Çorlu’da konuşlanan
8’inci Tümen’de yaptığı denetlemeyi anlatıyor:
“Tümenin durumu yürekler acısıydı. Subaylar 6-8 aydan beri maaş
alamamışlardı ve aileleriyle birlikte erlerin karavanasından karınlarını
doyurmak zorunda kalıyorlardı. Erler aylardan hatta yıllardan beri maaş yüzü
görmemişlerdi. Çok kötü besleniyorlardı ve üstlerinde yırtık giysiler vardı.
Çorlu istasyonuna beni karşılamak için çıkarılan bölüğün bir kısım erlerinin
papuçları yırtıktı, bir kısmı da çıplak ayakla göreve çıkmıştı. Tümen kumandanı
erlerin zayıf ve güçsüz olduğundan, çıplak ayakla yürümenin zorluğundan,
arazide tatbikata çıkamadıklarından yakındı.” (age, s: 20)
Von Sanders bu perişanlık içinde
uyuşukluğun, ihmalciliğin, neme lazımcılığın alıp yürüdüğünden, kumandanların
işi yokuşa sürmek için parasızlık mazeretine sığınmalarından yakınıyor; “Gerçekte bulunmayan para değil, düzen,
temizlik ve çalışma isteğiydi” diyor.
Perişan ordu, Von Sanders’in
Enver Paşa’yı etkilemesi sonucu toparlanmaya başladı. Özellikle Çanakkale
cephesi süratle elden geçirildi, savaşacak güce ulaştırıldı.
Çanakkale Kuzey Grubu Komutanı
Esat Paşa’nın anılarına göre, büyük savaşın ilk yılında Çanakkale’nin başkent İstanbul’a
yakınlığı, bu cephenin hayati önemini bilen Harbiye Nezareti’nin ciddi
gayretleri, cephane bakımından olmasa bile giyecek, bilhassa yiyecek bakımından
askerin mükemmel vaziyette olmasını sağladı. Normal bir tabldot “kadınbudu
köfte, omlet, domates dolması, pilav, ayva kompostosu, kahve” şeklindeydi. Ordunun
film teşkilatı vardı ve sinema hizmeti bile veriliyordu. (Aktaran İhsan Ilgar,
Esat Paşa Çanakkale Savaşı Hatıraları, İstanbul 2004, s: 11)
Esat Paşa muhtemelen generallere
özgü tabldot listesini vermiştir. Öyle olsa bile başka komutan ve küçük rütbeli
asker anılarında ve günlüklerinde de Çanakkale cephesinde giyecek sıkıntısı
çekilmediği, ordunun çok iyi beslendiği, çay, kahve, tütün ve nargilenin bile
eksik olmadığı anlaşılmaktadır. Hatta Çanakkale Savaşı’nda sonucu belirleyen
muharebeleri kazanan Yarbay Mustafa Kemal’in komuta ettiği 19’uncu Tümen
mevzilerinde bandonun çaldığı müzik eşliğinde yemek yenmekte, bando çalmaya
başladığında İngilizler de yaylım ateş açmaktadırlar. (Aktaran Erol Mütercimler,
Gelibolu 1915, s: 35-54 )
Ve elbette savaş koşullarında
arazide giyim kuşamın barış dönemindeki gibi düzgün kalması olanaksızdır. Asker
sadece düşmanla değil tabiatla da savaşır. Çanakkale’de siperleri zaman zaman
sel basar, mevziler çamur deryasına dönüşür, savaş koşullarında lojistik destek
aksar. Aynı zorluk İngiliz, Fransız ve ANZAK birlikleri için de söz konusudur. Kasım
ayında kar yağarken müttefik ordu askerleri siperlerinde yazlık giysileriyle
titreşirler.
Vurgulanmalı ki, Çanakkale’de
Osmanlı ordusunun askerleri destansı bir fedakârlıkla savaştılar. İngiliz,
Fransız ve Avustralyalı askerler için de kendi ülkelerinde aynı değerlendirme
yapılıyordur mutlaka.
Osmanlı ordusunda her milliyetten
ve dinden askerler vardı. Müslüman askerler itiraz etmeden ölüme giderken,
inandıkları Tanrı’nın huzuruna tertemiz çıkmak için iç çamaşırlarını değiştiriyorlar,
tevekkül içinde şehit oluyorlardı. Şahadete ermeleri için iyi beslenip
giydirilmelerine, ‘dövüşken ruh’
taşımalarına, Kutsal Cihat ilanına
gerek yoktu. “Onlar Kutsal Cihat ilan
edilmeden de saygı duydukları padişahları uğruna savaşa gidiyorlar ve canlarını
feda ediyorlardı.” (Liman Von Sanders, age, s: 51)
Öteki cephelerde de iyi
beslensinler beslenmesinler aynı tevekkül içinde şehit oldular. Ne ki, “Türkün dövüşken ruhu” sadece
Çanakkale’de destan yazabildi.
Çanakkale Savaşı’na yamanan
fotoğraftakilerin kışla çöplüklerinde atık toplayan hurdacılar olup olmadıkları
çokça önem taşımıyor. Savaşın son yıllarında uzak cephelerdeki durumun
fotoğraftakinden farksız olduğu zaten bilinmektedir. Ama yırtık asker elbiseli,
Medine fukarası kılıklı gençlerin fotoğrafı Çanakkale kahramanlarının fotoğrafı
olamaz. Fotoğrafa yüklenen bu yöndeki mesaj, asker anılarıyla doğrulanmıyor. Zaten
Çanakkale Savaşı’na ilişkin bilinen fotoğraflarda subaylar ve askerler temiz
giyimlidirler. Kendileri temiz giyimli subayların anası, babası, ağabeyi,
kardeşi oldukları, ölüme gönderecekleri erleri Medine fukarası kılığında
dolaştırmayacaklarını, asker evladı Bülent Yılmazer de mutlaka biliyordur.
Biliyor olsa da bilim etiğine ters düşme pahasına, Medine fukarası kılıklı
gençlerin fotoğrafına Çanakkale kahramanları “Mehmet, Mehmetçik” mesajını yüklemekten kendisini alamamış.
* * *
Vatan mevzubahisse ne zararı var?
Peki, fotoğraf Çanakkale
gerçeğinin fotoğrafı olmasa da, Çanakkale’ye yakıştırılmasının ne zararı var?
Aynı şekilde, Türk tarihinin en
büyük denizaltı faciasında Dumlupınar denizaltısıyla hiç irtibat kurulamadığı
halde, resmi açıklamada “masum fakat
gerekli yalan” uydurularak, denizin dibinde can veren denizcilere son
nefeslerinde “Vatan Sağolsun”
dedirtmenin ne zararı?
Yoksa, kimi okurların sorduğu
gibi bu yakıştırmalardan rahatsız mıyız?
Yakıştırmadan rahatsızlık iddiası
tartışmayı basitleştirmektir.
Yakıştırmanın, tahrifatın çok
zararı var.
“Masum fakat gerekli yalan” gerçeğe yamandığında durmadan kendisini
yeniden üretir, masumiyet yüklü başka yanlışlıklarla beslenir ve gerçeğin
yerini almaya başlar. Zihinler savaşan askerlere evliyaları yardıma koşturan
mistifikasyonlarla bulanır, ekonomi politiği hiç sorgulanmayan savaşlar için
hıçkıra hıçkıra ağlanır. İnsanlar başa geçen çuvalın intikamının filmde
alınmasına sevinecek hale gelip, Kurtlar Vadisi’nde mankurtlaşırlar.
Sonuçta ‘değişmeyen hakikat’ Kara
Murat filmlerindeki ‘hakikat’e
dönüşür. Film oldukları için gülünüp geçilecek Malkoçoğlu, Battalgazi
filmleri ne kadar sanatsal değer taşıyorsa, masum ya da ardniyetli tahrifatlarla
yazılan tarih de o kadar tarih olur. Dünya nimetleri herkese yetecekken sınıflı
toplumun yem ve nefes borusu olarak çıkarılan savaşların sınıfsal fotoğrafı görülmez;
ekonomi politiği akıllara bile getirilmez; savaşlarda niçin hep yoksulların,
emekçilerin şehit olduğu, şehit yakınlarının savaştan sonra da niçin yoksul
kaldıkları hiç bilince çıkmaz, en fazla teferruat sayılır. Hakikat ise
teferruatta gizlidir ve teferruat sayıldıkça vatan mevzubahis olmaktan hiç
kurtulamaz.
Bizzat savaşan komutanların ve
askerlerin de anlattıkları üzere Çanakkale kahramanları ünlü fotoğraftaki gibi
perişan değillerdi. Ama savaştan önce gerçekten öyleydiler, geride bıraktıkları
yakınları barışta da öyle kaldılar. Zira bir savaş gazisine atfedilen deyişle “Memleket savaşta fakirlerin, barışta
zenginlerindir.”
Ya da Anatole France’ın deyişiyle
“Vatan uğruna ölündüğü sanılır oysa
sanayiciler uğruna ölünür.”
Hıristiyan askerler vatan uğruna
sanırken sanayiciler uğruna martyr
oldular; bizimkiler, Medine fukarası kılığında olsun olmasın, emperyalistler
arası hesaplaşmanın Almanya safında padişah uğruna şehit oldular.
Tarih boyunca üç buçuk milyardan
fazla insanın şehit, martyr, kedoşim olduğu savaşlar bitmedi, sınıflar var oldukça da
bitmeyecek.
Bugün yine savaş var. Emekçiler şehit, martyr, kedoşim
oluyorlar.
“Gabar Dağı'nda can veren şehitlerden Mehmet Coşkun, yoksulluk içinde
bir yaşam sürdü. Okula başlamadan önce fabrikaya giden Coşkun 6 yaşında işçi,
13'ünde evin reisi, 20'sinde şehit oldu.” (Milliyet, 11 Ekim 2007)
“Şehit Onbaşı Kasım Aksoy, asker ocağına katılmadan önce Antalya'da
inşaatlarda amelelik yaparak ekmek parasını kazanıyordu. 'Yol parası çok tutar'
diye, Şanlıurfa'daki ailesinin yanına 4-5 ayda bir gelebiliyordu.” (Milliyet, 12 Ekim 2007) Türkiye, şehit onbaşının
kızları Güneş (3) ve Zeliha’yı (2) babalarının cenaze töreninde, ayakkabısız ayaklarında
yırtık çorapları ve dinmeyen gözyaşlarıyla tanıdı.
Bir yazar da, “hep fakir ailelerin çocukları şehit düşüyor”
söylemini orduya karşı psikolojik savaş taktiği saydı; Türkiye nüfusunun çok
önemli bölümünün fakir olduğunu, fakir çocukların okuyamadıklarını, zengin çocuklarının
okuyarak askerliklerini daha elverişli şartlarda yaptıklarını yazdı. “Fakir çocukları okuyamadıklarına göre tabii ki şehit olacaklar” demeye getiren
yazar, “Şehit askerler, ‘zengin
çocukları’ olsalardı, geride bıraktıkları bebekleri perişan giysilerle değil de
şık giysilerle cenazede ağlasalardı, daha mı az üzülecektiniz?” diye
sorabildi. (Mehmet Yılmaz, Hürriyet,
30 Ekim 2007)
* * *
Reel ve resmi vatanseverlik
Ünlü fotoğrafın Çanakkale
kahramanları ya da Medine fukaraları olup olmadıkları da aslında çokça önemli
değil.
Bu vesileyle konuşulması gereken daha
önemli o kadar çok şey varki. Sadece sormuş olalım.
Örneğin, Çanakkale Savaşı
kurtuluş savaşı mıydı?
Alman generallerinin emri altında
verilen savaş kurtuluş savaşı olabilir mi?
Halife Kutsal Cihat ilan etmişti. Hıristiyan generallerin emrinde cihat
nasıl bir şeydir?
Osmanlı, emperyalistler arası
hesaplaşmanın tarafı olmak zorunda mıydı?
Savaşı Almanya kazansaydı, Sevr
Antlaşması Almanca yazılmayacak mıydı?
Çanakkale geçilmedi mi? Geçilmediyse
Birinci Dünya Savaşı sonunda İstanbul’u kendi kendimize mi işgal ettik?
Çanakkale’de ve öteki cephelerde savunulan
vatan mıydı yoksa padişahın mülkü müydü?
Kurtuluş Savaşı bile düşmana
tutsak düşmüş hilafet ve saltanatı kurtarmak iddiasıyla başlamadı mı?
İkinci Dünya Savaşı’ndaki gibi
tarafsız kalmak varken Alman emperyalizminin safında savaşa girip, orduyu Alman
generallerinin emrine veren, Sarıkamış’ta en tecrübesiz ve tedbirsiz kurmay
subayın bile aklına gelmeyecek çılgınlıkla 60 bin askeri donduran, en az o
kadarını çöllerde kavuran, İstanbul’dan verdiği emirlerle Çanakkale’de zayiatı
ikiye katlayan Enver Paşa hayırla anılacak bir vatansever midir?
Enver Paşa vatansever olmalı ki,
naaşı 1996 yılında Türkiye’ye getirilerek Hürriyet-i Ebediye şehitliğinde
toprağa verildi. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt da 26 Aralık
2007 tarihli anma mesajında, “Sarıkamış
Harekâtı, üstün bir cesaret ve feragat örneği olmasının yanında imkânsızın
mümkün kılınması için ortaya konan çaba ve örnek bir bağımsızlık tutkusuyla
bizim için ayrı bir değer taşımaktadır” diyerek Sarıkamış faciasını
sahiplendi.
Ülkeyi felakete sürüklediği
savaşın sonunda Alman denizaltısıyla firar eden Enver Paşa vatansever
sayıldığına göre, İngiliz zırhlısıyla firar eden Vahdettin’i vatan haini saymak
haksızlık değil mi? Alman denizaltısıyla firar etmek mübah da İngiliz
zırhlısıyla kaçmak mı günahtır?
Çanakkale Savaşı için, Sarıkamış
faciası için hıçkıra hıçkıra ağlanır da Sakarya Savaşı için neden aynı derecede
gözyaşı dökülmez?
Emek dünyasına gözleri kapalı ya
da düşman reel-resmi vatanseverlik ve dincilik niçin hep emperyalist kovboyun
terkisinde ya da mercedesin bagajındadır?
Sadece sormuş olduk.
Rahmi
Yıldırım
25
Ocak 2008