2 Kasım 2015 Pazartesi

TOMA DAVASINDA KARŞI İDDİANAME

ANKARA 33. ASLİYE CEZA MAHKEMESİ’NE

MAHKEMENİZDE BAKILAN 2014/1686 NOLU DOSYAYA DAİR BEYANIMDIR

Sayın Mahkeme Heyeti,
Sözlerime başlamadan önce heyetinizi ve davanın tüm taraflarını saygıyla selamlıyorum.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Bürosu’nun hazırladığı 2014/171 nolu iddianamede şahsıma yöneltilen suçlama dolayısıyla huzurunuzda bulunuyorum.
Hakkımda bir dava açıldığını 1 Ekim 2014 günü cep telefonuma gönderilen mesajla öğrendim.
Gönderilen mesajda, “Ankara 33. Asliye Ceza Mahkemesi’nin 2014/1686 sayılı dosyasında 10 Şubat 2015 günü saat 10.00’da duruşmanız vardır. Gelmediğiniz takdirde zorla getirtileceğiniz ihtar olunur.” deniliyordu.
Mesaj bu kadarcıktı, dosya içeriği hakında bilgi verilmemişti. Kendi kendime düşündüm. Gazeteciyim, yazı yazıyorum. Acaba bir yazımdan dolayı birileri alınganlık mı duydu?
Hemen adliyenin yolunu tuttum. Meğer Berkin Elvan’ın ölümünü protesto etmek için 13 Mart 2014 günü Kızılay’da toplanan gençlere tazyikli su sıkan TOMA aracını, yersiz ve orantısız güç kullanmaması yönünde uyardığım için hakkımda dava açılmış.
Dosya içeriğini, hakkımdaki suçlamayı öğrendikten sonra kapıldığım şaşkınlığı ve üzüntüyü anlatamam. Yanlış anlaşılmasın, üzüntüm, hakkımda üç yıla kadar hapis cezası istenmesinden değil. İlk defa yargılanmıyorum. Yargılandığım davaların tümü beraatle sonuçlandı. Hatta bir keresinde haksız yargılamadan dolayı devlet bana manevi tazminat ödedi. Üzüntüm, ülkemizde hukuk devleti mücadelesinin geldiği nokta dolayısıyladır. Şaşkınlığım da doğrudan bununla ilgilidir. Şaşkınlığım, Berkin Elvan’ın katilleri hakkında iki buçuk yıldır iddianame bile düzenlenmemişken, cinayeti protesto edenlere güç yetirilebilmesinedir.
Şaşkınlık ve üzüntü içindeyken kendi kendime düşünmeden de edemedim Acaba İçişleri Bakanı olsam ve adım nüfuz suiistimali ve rüşvet skandalına karışsa, oğlumun evinde yapılan aramada bir dizi kasa ve kaynağı belirsiz para çıksa, hakkımda iddianame düzenlenir miydi?
Veya Avrupa Birliği’nden sorumlu Devlet Bakanı olsam, elbise takımı ve çikolata kutusu içinde yüzbinlerce dolar rüşvet aldığıma ilişkin görüntüler ortaya çıksa, hakkımda soruşturma açılıp iddianame düzenlenir miydi?
Bu sorulara yanıt bulamadan bu kez başka bir soru beynimi kemirmeye başladı. Çevre ve Şehircilikten Sorumlu Bakan olsam, adım imar yolsuzluğu ve usulsüzlüğü iddialarına karışsa, savcılar yakama yapışıp iddianame yazarlar mıydı?
Sorular üst üste geliyordu aklıma. Ekonomi Bakanı olsam, 28 seferde toplam 52 milyon dolar rüşvet aldığıma dair konuşma tapeleri ve görüntüler ortaya çıksa hakkımda soruşturma açılır mıydı?
Banka müdürü olsam, evimde ayakkabı kutuları ve banyo lifi içinde istiflediğim milyonlarca dolar rüşvet parası yakalansa, hakkımda iddianame yazacak yürekli bir savcı çıkar mıydı?
Sorulardan bunalmışken, Berkin Elvan için yapılan protesto gösterileri sırasında TOMA’yı yersiz şiddet uygulamaması yönünde uyardığım için hakkımda iddianame düzenlendiğini hatırlayıp kendime geldim. 
Bu noktada iddianameye yanıtıma geçmeden önce bir karşılaştırma yapmak istiyorum.
Berkin Elvan Gezi Direnişi günlerinde 16 Haziran 2013 sabahı, ekmek amak için evinden çıktı ve bir daha evine dönmedi. Soruşturma dosyasından medyaya sızan bilgilere göre, Berkin polisin attığı gaz fişeğiyle vuruldu, 269 gün can çekiştikten sonra 11 Mart 2014 günü öldü.
Benzer bir cinayet Yunanistan’da da işlenmişti. Atina’daki cinayete kurban giden Alexandros Grigoropoulos vurulduğunda, Berkin ile aynı yaştaydı.
Alex 2008’de Atina’da anarşist gençlerin toplandığı meydanda polis tarafından öldürüldü.
Berkin 2013’te İstanbul’da ekmek almak için evinden çıktı, polisin attığı gaz fişeğiyle vuruldu.
Yunanistan’da Başbakan özür diledi. Türkiye’de Başbakan, Berkin’in anne babasını seçim meydanlarında yandaşlarına yuhalattı.
Yunanistan’da İçişleri Bakanı istifa etti. Türkiye’de İçişleri Bakanı rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasında yargılanmaktan siyaseten kurtuldu.
Atina Valisi gereksiz açıklama yapmadı, katil polisi adalete teslim etti. İstanbul Valisi lüzumsuz açıklamalarıyla acılı insanları çileden çıkardı, polisi yargıya teslim etmedi.
Yunanistan’da polis kasten adam öldürmekten yargılandı, ömür boyu hapse mahkûm edildi. Türkiye’de iki buçuk yıl oldu, Berkin’in soruşturma dosyası hâlâ mahkemeye ulaşmadı.
Berkin’in soruşturma dosyası mahkemeye ulaşsa ne olacak ki?
Ne olacağı Gezi Direnişi günlerinde öldürülen gençlerle ilgili yargılamalardan bellidir. Benzer cinayetler karşısında kamu yöneticilerinin tutumlarının ülkeden ülkeye değişmesi, Türkiye’deki tutumun zalimlikten başka bir şey olmaması kahredicidir.
Bu vesileyle Türkiye’nin tarihine özgün bir sivil itaatsizlik ve barışçı direniş eylemi olarak geçen Gezi Süreci’nde katledilen gençler Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Ahmet Atakan, Medeni Yıldırım ve Berkin Elvan’ı sevgiyle anıyorum.
***

NE İLE SUÇLANIYORUM?
Sayın Mahkeme Heyeti,
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Bürosu’nun 24 Eylül 2014 tarih, 2014/526 Esas ve 2014/171 sayılı iddianamesinde, 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’nın 32’nci maddesine muhalefet ettiğim öne sürülmekte; dolayısıyla altı aydan 3 yıla kadar hapisle cezalandırılmam istenmektedir.
İddianamede öne sürüldüğüne göre, Gezi Parkı olaylarında yaralanan Berkin Elvan’ın vefat etmesi üzerine hükümeti protesto etmek amacıyla 13 Mart 2014 günü saat 14.45’te Kuğulupark’ta toplanan grup sloganlar atarak Tunalı Hilmi Cadesi, Karanfil Sokak, Yüksel Caddesi ve Selanik Caddesi güzergâhından Sakarya Caddesi’ne intikal etmiş. Topluk daha sonra Ziya Gökalp Caddesi’ni trafiğe kapatarak Kızılay meydanına doğru yürüyüşe geçmiş. Polis ses yayın cihazıyla defalarca yürüyüşten vazgeçmesi ve dağılması için topluluğa uyarıda bulunmuş ama topluluk, ikazlara aldırmayarak Kızılay’a yürümüş ve orta refüjü işgal etmiş. Bunun üzerine TOMA’lar orantılı şekilde tazyikli su sıkmış, bu sırada dağılmamakta direnen topluluktan aralarında benim de bulunduğum toplam 11 kişi yakalanmış.
Kanuna aykırı eylem devam etmiş; eylemciler polise taş, şişe, sopa ve benzeri sert cisimlerle karşılık vermiş, TOMA’lar yine orantılı şekilde tazyikli su sıkmış, akşam saatlerinde müdahaleye karşı çıkıp polise tepki gösteren 2 kişi daha yakalanmış.
İddianamede devamla, aralarında benim de bulunduğum 13 kişinin 2911 sayılı kanuna aykırı olarak Kızılay’da vatandaşların olağan hayat akışını engellediği; polise taş, şişe ve sopa fırlatarak barışçıl amacın dışına çıktığı, polisin ikazlarına aldırmadığı öne sürülmektedir.
İddianamede Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin toplantı ve gösteri yürüyüşü hürriyetine ilişkin kararlarına da atıf yapılmakta ve sonuç olarak, toplanma hürriyetinin herhangi bir saldırı ya da şiddet içermeden barışçı biçimde kullanılması gerektiği, somut olayda ise barışçıl amacın dışına çıkıldığı, dolayısıyla 2911 sayılı kanunun 32’nci maddesinin ihlal edildiği değerlendirilmesi yapılarak, üç yıla kadar hapis cezası talep edilmektedir.
***

SUÇLAMA GERÇEK DIŞIDIR!
İddianamede böyle iddia edilmiş olsa da şahsıma atfedilen olay gerçekten böyle midir?
Kesinlikle hayır!
Buraya değin söylediklerime Emniyet sorgusundaki ifademi eklesem, alışılmış ceza yargılaması çerçevesinde belki yeterli görülebilir. Ancak ben biraz ayrıntılı açıklama yapmak istiyorum. Çünkü, yargılamayı iddianame müellifinden daha fazla ciddiye alıyorum.
Berkin Elvan için protesto gösterileri, öldüğü gün, yani 11 Mart 2014 günü başladı. Berkin’in son kez nefes alıp vermesinden sonra Türkiye’nin pek çok yerinde olduğu gibi Ankara’da da protesto gösterileri yapıldı. Kızılay Meydanı, Berkin’i yitirmenin acısıyla kavrulmuş, kendi evladını kardeşini yitirmişçesine acı duyan her yaştan insanlarla doldu. Ama özellikle Berkin ile aynı yaşta olan liseli gençler sokaktaydılar. Güvenpark Anıtı ve havuz çevresinde toplanan insanlar slogan atarak, pankartlar taşıyarak acılarını haykırdılar. Ben de Almanya Devlet Radyo Televizyon Kurumu WESTDEUTCHER RUNDFUNK (WDR) bünyesindeki Funkhaus Europa (Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları arasında bilinen adıyla Köln Radyosu) adına gösterileri izledim. Tanık olduğum kadarıyla gösteriler barışçıl çerçevenin dışına taşmadı. Kızılay ve bağlantılı sokak ve caddelerde hayatın olağan akışında kesinti olmadı. Nitekim polis ilk gün ilk saatlerde uzaktan izlemekle yetindi. Ama, şiddetten ve toplumsal gerilimden beslenen siyasi iktidar, kalabalığın dağıtılmasını emretmiş olmalı ki, akşamüzeri polis tüm olanaklarıyla kalabalığa (medyanın ve polisin diliyle) “müdahale” etti. Yoğun bir gaz bulutu kalabalığın üzerine çöktü. Bu esnada bir gaz fişeği tam ayaklarımın arasında patladı. Başıma veya gözlerime isabet etseydi Berkin Elvan gibi ben de can çekişmeye başlayabilirdim. Şiddet öylesine gelişigüzeldi. Yoğun gaz bulutu içinde hiçbir şey göremiyordum. Gözlerimi kapatıp, mendilimi burnuma sarıp gaz bulutunun dağılmasını bekledim. Bir yandan da TOMA’lar basınçlı su sıkıyordu. Kızılay meydanında Güvenpark Anıtı ve havuz önündeki kalabalık resmi terörden korunmak için kaçışmaya başladı. Resmi şiddet peşlerini bırakmadı. Kızılay bağlantılı bütün cadde ve sokaklar resmi şiddetten nasibini aldı. Karanlık bastıktan sonra duraklarda otobüs bekleyen iki üç kişilik topluluklara bile gaz ve su sıkıldı.
(Burada bir parantez açıp, polisin uyguladığı şiddetin hakikaten gelişigüzel ve orantısız olduğunu, hedef ayırt edilmeksizin uygulandığını vurgulamak istiyorum. Ben de gerektiğinde devlet adına şiddet uygulama yetkisine sahiptim. Kara Harp Okulu’ndan jandarma subayı olarak mezun oldum. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Çanakkale’nin Çan ve Yenice ilçelerinde sıkıyönetim komutanı olarak görev yaptım. Sonrasında Şanlıurfa’nın Akçakale ve Suruç ilçelerinde sınır bölük komutanı olarak çalıştım. Devlet adına uygulanacak şiddetin dozu ve yöntemi konusunda iyi kötü bilgi ve tecrübe sahibiyim. Bu bilgi ve tecrübeye dayanarak, gerek Gezi Süreci’nde gerekse Berkin Elvan gösterileri sırasında güvenlik güçlerinin yersiz, gelişigüzel, hedef ayırt etmeksizin şiddet uyguladığının tanığıyım, hatta mağduruyum. Kısaca anlatmam gerekiyor. 30 Mart 2014 belediye seçimleri sonrasında Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimini hangi adayın kazandığı tartışması başlamıştı. Muhalefetin adayının seçimi önde bitirdiği yolundaki genel kanaate karşın, iktidar partisi adayının her ne şart altında olursa olsun seçimi kazanacağı, muhalefetin adayı yüzde 51 oy alsa bile iktidar adayının yüzde 52 ile kazanmış ilan edileceği yorumları yapılıyordu. Bu tartışmalara noktayı koyacak olan Yüksek Seçim Kurulu idi. Muhalefet yanlısı seçmenler YSK önünde gösteri yapıyorlardı. Ben de gazeteci olarak zaman zaman Yüksek Seçim Kurulu önüne gidip gösteriye ilişkin gözlem yapıyordum. 1 Nisan 2014 günü saat 17.00 sularında yine haber çalışması amacıyla sözü geçen yere gittim. Gazeteci arkadaşlarla birlikteydim. Bölgede konuşlanmış güvenlik güçleri adına kalabalığın dağılması yönünde anons yapıldı. Anons tekrarlandı. Bütün gazeteci arkadaşlar tanıktır, TOMA aracı doğrudan beni hedef alarak basınçlı su sıktı. Hava soğuktu, akşam ayazı bastırmıştı. Suyun basıncıyla yere düşmemek için epey çaba gösterdim, gazeteci arkadaşlarla birlikte uzaklaşmaya çalıştım. Bu arada cep telefonum ıslandığı için kullanılamaz hale geldi. Muhabir arkadaşım Altan Burgucu her şeye karşın fotoğraf çekmeyi başarmış. Polisin yersiz, hedef ayırt etmeyen şiddetinin kanıtı bu fotoğrafları, beyanım ekinde bilginize sunuyorum.)
Yeniden, Berkin Elvan gösterilerine döneyim. Protesto gösterileri 12 ve 13 Mart 2014 günleri benzer şekilde devam etti. Gazeteci olarak olayları izlemeye çalışırken zaman zaman polis amirlerine kendimi tanıtıp, emekli jandarma subayı olduğumu, halka bu şekilde muamele edilmemesi gerektiğini anlatmaya çalışıyordum. Hak veren oluyordu; “emir kuluyuz” diyen oluyordu; öfkeyle polemiğe girip “Alalım mı amirim?” diye gözdağı veren memurları ise amirleri susturuyordu.
13 Mart 2015 günü saat 17.00 sularında Kızılay AVM’nin önünde gazeteci arkadaşlarla birlikte olayları izliyordum. Ziya Gökalp Caddesi’nden gelen bir TOMA, Sıhhiye yönünde Atatürk Bulvarı’na dönen köşede durup gelişigüzel su sıkmaya başladı. Hedefinde Yapı Kredi Yayınları (YKY) vitrininin bulunduğu saçak altında slogan atan beş altı kişilik gençler topluluğu vardı. Tazyikli sudan çevredeki işyerleri ve yoldan gelip geçenler de etkileniyordu. Aralarında yaşlı bir kadının da bulunduğu birkaç kişi TOMA’ya yaklaşıp bir şeyler söylemeye çalıştılar. Uzakta olduğum için duyamıyordum ama herhalde “Artık yeter!” diyorlardı. TOMA yakın mesafe sulama aparatıyla bu insanları da ıslattı. Vicdani bir duyguyla daha fazla seyirci kalamadım. Yeşil ışık yanar yanmaz TOMA’ya yaklaşıp sesimi duyurmak için bağırdım. “Yanlış yapıyorsunuz!” diye başlayıp, silahsız barışçı kitlenin üzerine bu şekilde gidilemeyeceğini anlatmaya çalıştım.
***

NASIL “YAKALANDIM?”
Eylemim bundan ibaretti. İddianamede öne sürüldüğünün tersine polise ve TOMA’ya sert bir cisim veya yanıcı madde atmadım. Buna karşın, polisler kollarıma girerek emniyete davet ettiler. Beni götürmek isteyen polislere direnmedim. Yani klasik bir yakalama söz konusu olmadı. Bu esnada polislere, “Açıklayın, kime sıkıyorsunuz?” diyerek, eski jandarma subayı olduğumu, kitleye müdahale biçimini ve uygulanan şiddeti doğru bulmadığımı anlatmaya çalıştım. Güvenpark’tan geçerken, gözaltına alınışımı izleyen bir kişi de gözaltına alındı. Birlikte, polis aracına sokulduk. Arkadaşla tanıştık, Erkal Tülek imiş.
Epey bekledikten sonra polis aracı nihayet hareket etti. Mesai çıkış saatine rastladığı için yoğun trafikte bir saate yakın süren yolculuk sırasında polislere eski jandarma subayı olduğumu belirterek, vatandaş/polis ilişkilerinin nasıl olması gerektiği konusunda düşüncelerimi aktardım. Polisler dinlemekle yetindiler, son derece saygılı davrandılar.
Ankara İl Emniyet Müdürlüğü yerleşkesine girdikten sonra polisler araçtan indiler; yaklaşık on dakika sonra bir tutanak getirdiler, imzalamamı istediler. Hatırladığım kadarıyla tutanakta kimlik bilgilerinin ardından,
“13/03/2014 günü saat 15.00’dan itibaren sivil toplum örgütleri, siyasi parti, dernek, oda, sendika ve öğrenci gruplarına müzahir şahıslar tarafından “‘Gezi Parkı Eylemleri Esnasında Yaralanan Berkin Elvan isimli Şahsın Tedavi Gördüğü Hastanede Hayatını Kaybetmesi’ ile ilgili olarak Çankaya İlçesi Kuğulu park önünde kortej oluşturduktan sonra sloganlar atarak, Tunalı Hilmi Caddesi, Karanfil Sokak, Yüksel Caddesi, Selanik Caddesini takiben Sakarya Caddesine gelen ve buradan Ziya Gökalp Caddesini trafiğe kapatmak suretiyle Atatürk Bulvarı Ziya Gökalp Caddesi girişinde bulunan Yapı Kredi Bankası önüne geldikten sonra yapılan tüm ikazlara rağmen ilimizin yaya ve araç trafiğinin en yoğun olduğu Atatürk Bulvarını trafiğe kapatmak üzere harekete geçen ve yapılan müdahalenin ardından dağılmamakta direnerek Atatürk Bulvarı, Ziya Gökalp Caddesi ile açılan sokak ve caddelerinde emniyet mensuplarına taş, şişe vb cisimlerle saldırmak suretiyle gerçekleştirilen şiddet içerikli kanuna aykırı eylemlere devam eden şahıslardan olduğu şüphesiyle orantılı bir şekilde zor kullanılarak yakalandığına…” ifadeleri yazılıydı. Dava dosyasını ayrıntısıyla incelemeye gerek duymadım. Herhalde bu tutanak dosyada mevcuttur.
Tutanağı okudum, şaşırdım. Kuğulu Park’ta toplanıp nihayet Sakarya Caddesi’ne inen ve Ziya Gökalp Bulvarı’nı trafiğe kapatıp Kızılay Meydanı’na yürümek isteyen, bu arada emniyet mensuplarına taş, şişe vs cisimlerle saldıran grup içindeyken yakalanmışım!!! Böyle bir tutanağı imzalamayacağımı söyledim. Zira kanuna aykırı bir iş yapmamış, şiddete başvurmamıştım. Memurlar “Siz de eski güvenlikçisiniz, biliyorsunuz, usulen imzalanması gerekiyor, imzadan imtina ettiğinizi yazıp imzalayabilir misiniz?” diye ısrar ettiler. İmzalamayacağımı yineledim.
Nihayet kayıt odasına alındım. İçerde yanlış hatırlamıyorsam on beş kişi vardı. Herhalde en yaşlı olduğum için nezaketen kuyruğun en başına aldılar. Kimlik ve adres bilgilerim kaydedildi. Bu işlem için askerî kimlik belgemi verdim, sürekli basın kartımı göstermek istemedim.
Üst baş araması yapılacağı sırada bir memur “Rahmi Yıldırım kim?” diye sordu. Ses verdim. Telaşla yanıma yaklaştı. “Gazeteci misiniz?” diye sordu. “Evet” diye karşılık verdim. Memur, “Daha önce niye söylemediniz?” diye sitemle sordu. Yanıt olarak aynı zamanda gazeteci hocası olduğumu, hoca olarak öğrencilerime “Gazeteci olayın öznesi, tarafı değil, gözlemcisidir” diye öğüt verdiğimi, bu öğüde aykırı davranmaya hakkımın olmadığını, TOMA’yı gazeteci kimliğimle değil emekli subay ve yurttaş kimliğimle uyardığımı, bu nedenle, gözaltına alındığımda ve kayıt sırasında gazeteci kimliğimi göstermek istemediğimi anlattım. Ancak anlayıp anlamadıkları yolunda bir işaret alamadım.
Sürekli basın kartımın sahih olup olmadığını ilgili yerlere sordular. Doğrulandıktan sonra gözaltına alınmış diğer kişilerden ayrı olarak hemen Adli Tıp’a götürdüler. Dönüşte üçüncü kattaki ifade odasına soktular. Ancak kayıt masasındaki bilgiler yukarıya çıkmadığından ifade gecikti.
Bu arada bir memur, avukatlarımın geldiklerini, görüşme odasında olduklarını haber verdi. Görüşme odasına geçerken memurlara seslendim: “Yüzsüzlük saymayın lütfen. Görüşme odasına çay gönderirseniz sevinirim.” Mesai sona erdiği için çay ocağının kapandığını, kendileri için çay demlediklerinde göndereceklerini söyleyerek yanıt verdiler. Teşekkür ettim.
Görüşme odasında askerî liseden bu yana arkadaşım dostum Avukat Ömer Faruk Köstel ile İnşaat Mühendisleri Odası hukuk danışmanı Avukat Nurçin Soykut bekliyorlardı. Olayı anlattım. Bu arada gözaltındaki diğer kişiler de yukarıya çıkartıldılar. Hep birlikte koridorda bekleşmeye başladık. Biraz sonra Türkiye Gazeteciler Sendikası Ankara Şube Başkanı Esra Koçak ile Avukat Nuray Özdoğan da aramıza katıldı.
Nihayet ifadeler alındı. “Yakalama” tutanağındaki suçlamalar soru olarak aynen ifade tutanağına da yazılmıştı. “Üzerime isnat edilen suçlamaları kabul etmiyorum. Ben güvenlik güçlerine herhangi bir saldırıda ve direnmede bulunmadım. Herhangi bir sert cisim veya yanıcı madde atmadım. Amacım, orantısız güç kullandığını düşündüğüm TOMA’ya sözlü olarak uyarıda bulunmaktan ibarettir. Ziya Gökalp Caddesi Kızılay kavşağında bu uyarımdan dolayı resmi üniformalı polisler tarafından gözaltına alındım. Bu esnada herhangi bir direnmede bulunmadım.” diye yanıtladım.
Gençlerin ifadeleri de tamamlandıktan sonra topluca yeniden Adli Tıp’a götürüldük ve muayenenin ardından serbest bırakıldık.
***

İDDİANAME VE ETİK
Özetle yinelemem gerekirse, gazeteci olarak gösterileri izlemeye çalışırken, gelişigüzel ve orantısız şiddet uygulayan TOMA’yı yurttaş ve emekli jandarma subayı kimliğimle sözlü olarak uyarmaya çalıştım. Bu yüzden gözaltına alındım.
Hakkımda düzenlenen iddianame ile üç yıla kadar hapisle cezalandırılmam isteniyor. Bu noktada, iddianameyi yazan kalemin iyi niyetinden, daha açık bir ifadeyle dürüstlüğünden emin olamadığımı vurgulamak istiyorum.
İyi niyet ve dürüstlük derken hukuk etiği bağlamında iyi niyeti ve dürüstlüğü kastediyorum.
Etik, bir insanın davranışlarını belirleyen ahlaki ilkeler ve değerler bütünüdür. Dar anlamıyla da etik, ahlaki ilkeleri inceleyen bilim dalıdır.
Ben gazeteciyim. Gazetecilik meslek etiği, gazeteciyi, nesnel gerçeği bulmayı ve eğip bükmeden bildirmeyi emrediyor.
Bildiğim kadarıyla bu noktada hukuk etiği ile medya etiği arasında dostluk ilişkisi var. Gazeteciler ve hukukçular arasında maddi gerçeğe, nesnel gerçeğe sadakat arkadaşlığı var.
Gazetecilik meslek etiği gerçeği bulmayı ve bildirmeyi emrediyor; hukuk etiği de adaleti sağlamak için maddi gerçeği bulmayı ve adil davranmayı emrediyor. Hukukçular, yani yargıç, savcı, avukat, bilirkişiler de, kendi aleyhlerine olsa bile gerçeğe sadık kalmak davranmak zorundalar. Gerçeğe sadakat göstermeyen, bu anlamda dürüst davranmayan hukukçu, adalete hiç sadakat göstermez. Gerçeğe, doğruya ve adalete sadakat öncelikle yargıçların sorumluluğu gibi görünse de aynı ölçüde savcıların, bilirkişilerin ve avukatların da sorumluluğudur. Savcılar, bilirkişiler ve avukatlar da yargıçlar kadar dürüst davranmakla yükümlüdürler.
İşte endişem, iddianame kaleme alınırken gerçeğe ne kadar sadık kalındığıyla ilgilidir.
İddianame kaleme alınırken ne ölçüde gerçeğe sadık kalındığı, ne ölçüde dürüst davranıldığı konusundaki endişem yersiz değildir. Bunun nedenlerini kısaca belirtmek istiyorum.
***

İDDİANAME KIŞLA MANTIĞIYLA KALEME ALINMIŞTIR!
Birincisi, iddianame, sanıkların olaylar içindeki konumları tek tek analiz edilmeden, her biri için ayrı ayrı delil değerlendirmesi yapılmadan, topyekûn suçlama mantığıyla kaleme alınmıştır. Buna göre, benim de içlerinde olduğum sanıklar Kuğulu Park’ta toplanmışlar, sloganlar atarak Tunalı Hilmi Caddesi, Karanfil Sokak, Yüksel Caddesi ve Selanik Caddesi güzergâhından Sakarya Caddesi’ne intikal etmişler. Daha sonra Ziya Gökalp Caddesi’ni trafiğe kapatarak Kızılay meydanına doğru yürüyüşe geçmişler. Polis ses yayın cihazıyla yürüyüşten vazgeçmesi ve dağılması için topluluğu uyarmış ama topluluk ikazlara aldırmayarak Kızılay’a yürümüş ve orta refüjü işgal etmiş. Bunun üzerine TOMA’lar orantılı şekilde tazyikli su sıkmış, dağılmayanlar yakalanmış. Yakalananlar 2911 sayılı kanunu ihlal ettiklerinden altı aydan üç yıla kadar hapisle cezalandırılmalılar…
Vurguladığım gibi, her bir sanık için değerlendirmeye ve delil durumunu saptamaya gerek duyulmadan kışla mantığıyla topyekûn suçlama yapılmış.
Bu mantık hiç yabancım değil. Gerek askerî öğrenci olarak gerekse subay olarak, tasvip etmesem de askerlik meslek hayatımda bu mantık hiç eksik olmadı. 
Kışla mantığı diye alaya alınsa ve küçümsense de, her şeye karşın yüzlerce binlerce kişinin ortak yaşam alanı kışlada bir ölçüde geçerlidir, bazı durumlarda yararlıdır da. Ancak, sivil hayat öyle değildir. Hele hukuk alanı asla öyle değildir. İddianame kaleme alınırken, topyekûn suçlama ve ceza talep etme yerine, her şüpheli veya sanık için ayrı ayrı değerlendirme yapılmalıydı. Her sanık için ayrı ayrı değerlendirme, suç ve cezanın şahsiliği ilkesinin de gereğidir. Ceza hukukunun bu çok temel ilkesinden, hukuk fakültesi mezunu olmadığım halde ben bile haberdarım; iddianame müellifinin dikkate almaması ilginçtir. Bu noktada, 12 Eylül faşizmi döneminde sıkıyönetim mahkemesinde yargılandığım davanın iddianamesini hazırlayan hukuk profesyonelinin bile iddianamede sanıkları topyekûn suçlamak yerine, her biri için ayrı ayrı analiz yaptığını ve delil durumuna göre ayrı cezalar talep ettiğini anımsıyorum. Yani, hukuk devletine yaraşır bir iddianame yazma noktasında 12 Eylül faşizminin bile gerisine düşülmüştür. Altmış yıla yaklaşan hayat tecrübem, bu acı hakikate şaşırmamam gerektiğini telkin ediyor.
***

SAVCI İFADEMİ BİZZAT ALMALIYDI!
İkinci olarak, soruşturma dosyasına bakıyorum, emir kulu emniyet personeline soruşturma talimatı veren hukuk profesyoneli ayrı; iddianameyi yazan hukuk profesyoneli ayrı; nihayet son soruşturma aşamasında iddianameyi sunan hukuk profesyoneli ayrı. Adli soruşturma usulüne uygun olabilir ama bu usulün hukuk devletine yaraşır bir iddianame ortaya çıkarmadığı ortadadır.
Hukuk devletine yaraşmayan iddianame hukuk etiğine de aykırıdır. İddianamede şüpheliler veya sanıklar için tek tek değerlendirme yapılmamış, bunun yerine Ankara İl Emniyet Müdürlüğü’nün 25 Temmuz 2014 tarih ve 58604142.673862181-Suç No:99/2014 sayılı Soruşturma Dosyası eklenmiştir. Bu ekte benim ve diğer sanıkların emniyette düzenlenmiş yazılı ifade tutanakları vardır. Yazılı ifademde, güvenlik güçlerine herhangi bir saldırıda ve direnmede bulunmadığımı, sert cisim veya yanıcı madde atmadığımı, sadece orantısız güç kullandığını düşündüğüm TOMA’ya sözlü olarak uyarıda bulunduğumu, gözaltına alınırken de direnmediğimi anlatmışım.
Böyle bir durumda hukuk etiği, polis sorgusuyla yetinmemeyi, şüpheliyi bizzat dinlemeyi gerektirmez mi? Ben medya profesyoneli olarak, aldığım duyumu doğruluğuna emin olmadan, gerekiyorsa ikinci bir kaynaktan doğrulatmadan haberleştirmiyorum. Hukuk etiği de gerçeğe ve doğruya sadakati emrettiğine göre, benim yazılı ifadem neden tereddüt yaratmadı? İddianameyi kaleme alan hukuk profesyoneli neden beni doğrudan dinleme, gerçeği bir de benden dinleyerek emin olmak ihtiyacı duymadı?
Biraz önce söylediğim gibi polis sorgusuyla yetinmesi adlî soruşturma usulüne uygun olabilir ama maddi gerçeği ve doğruyu bulmayı sağlamadığı ortadadır. Bu noktada, 12 Eylül faşizmi döneminde emniyet hücrelerinde toplam 150 gün işkenceyle sorgulandıktan sonra hakkımda iddianame yazıp 15 yıl hapis cezasına çarptırılmamı isteyen savcıyla da yüz yüze gelemediğimi acı acı anımsıyorum. Yani, hukuk devleti olma rotasında 12 Eylül faşizminin bir milim bile ilerisine geçilmemiştir. Altmış yıla yaklaşan hayat tecrübem, hukuk profesyonellerinin bu acı hakikatı sorun edinmemelerine şaşırmamam gerektiğini telkin ediyor.
***

EMNİYET DOSYASINDA VE İDDİANAMEDE ÇARPITILAN HAKİKAT
Üçüncü olarak, Ankara İl Emniyet Müdürlüğü’nün hazırladığı Soruşturma Dosyası Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Bürosu’nda görevli hukuk profesyoneli tarafından iddianameye dönüştürülmüştür. Belirtmeliyim ki, Emniyet’in soruşturma dosyası iddianame olarak adlandırılmayı daha çok hak eden bir belgedir. İddianamede özetle anlatılan olaylar Emniyet’in dosyasında yer ve zaman belirtilerek çok daha ayrıntılı anlatılmakta, şüphelilerin konumları tek tek analiz edilmektedir. Bu dosyada, şahsımla ilgili olarak TOMA’ya uyarıda bulunurken çekilmiş fotoğraflarıma yer verilmiştir. Ayrıca üç adet dijital materyal eklenmiştir. 2 Nolu DVD’nin 16.53 metrajında TOMA’nın önünde durarak ilerlemesini engellediğime ilişkin görüntülerin bulunduğu belirtilmiştir.
Bu noktada emniyet personelini başarılı kamera çalışmasından dolayı kutluyorum. İstihza veya ironi değil, gerçekten kutluyorum. Kamera çalışmasını gerçekten profesyonelce yapmışlar. Ama bir de sitemim vardır. Çektikleri ve delil olarak Soruşturma Dosyası’na koydukları 2 Nolu DVD’yi galiba tam olarak kendileri de izlememişler. Tam olarak izlemiş ve incelemiş olsalar, benimle ilgili görüntüleri üç ayrı yerde montajladıklarını, tespit ve teşhis yaparken yanlış metraja referans verdiklerini, dolayısıyla yanlış bir tespit yaptıklarını fark ederlerdi.
Ben 2 Nolu DVD’yi başından sonuna değin tam olarak izledim. Benimle ilgili görüntüler önce, kesilip biçilmiş olarak 16.53 metrajına yerleştirilmiştir. Burada, sadece birkaç saniyelik görüntü vardır ve ne dediğim pek duyulmamakta, anlaşılmamaktadır. Ayrıca, benim TOMA’ya yaklaşmam öncesinde neler olup bittiğine ilişkin hiçbir görüntüye yer verilmemiştir. Dolayısıyla sanki durup dururken TOMA’ya yaklaşıp bir şeyler söylediğim gibi bir izlenim doğmaktadır. Zaten Emniyet Soruşturma Dosyası’nda bu metraja işaret edilmiş ve izlenim abartılarak, benim TOMA’nın görev yapmasını engellediğim iddiasına yer verilmiştir.
 2 Nolu DVD’nin 25.30 metrajında ve devamında ise MONTAJSIZ görüntüler vardır. Buna göre, benim TOMA’ya yaklaşmam öncesinde aralarında biri yaşlı iki kadının da bulunduğu kişiler, TOMA’ya yaklaşıp tepkilerini dile getirmektedirler. Bir kadın “Yeter artık yeter” diye çığlık atmaktadır. Karşılık olarak da TOMA yakın mesafe sulama aparatıyla ıslatmaktadır. (Bu görüntüleri izlediğimde, TOMA’ya tepki gösterenler arasında samimiyetsiz davranışı ve küfürleriyle dikkati çeken kişinin provokatör olabileceğini düşündüm.) İşte ben o anda TOMA’ya yaklaştım ve “Yanlış yapıyorsunuz” diyerek uyarıda bulundum. Ne söylediğim materyalin bu bölümünde net olarak duyulmaktadır. Devamında TOMA’dan uzaklaştıktan sonra polisler koluma girdiler. Ben direnmedim. Çok net olarak duyulduğu üzere “Anlatın bana, kime sıkıyorsunuz?” diye bağırdım. Polisler yanıt vermediler ve gözaltı aracına götürdüler.
Aynı görüntülere biraz eksiltilmiş olarak 38.00 metrajında da yer verilmiştir.
Bu noktada sormadan edemiyorum. Delil niyetine iddianame ekindeki Emniyet Soruşturma Dosyası’na konan polis kaydında durum bu iken, kendi görüntülerini neden montajlama ihtiyacı duydular? Sonra nasıl olup da görüntülerin tamamını materyale eklediler? Neden görüntülerin tamamından söz etmeden suç ve suçlu üretebildiler?
Hadi Emniyet personeli görüntüleri kesip biçerek suç ve suçlu üretti. Peki, iddianameyi kaleme alan hukuk profesyoneli görüntülerin tamamını izledi mi? İzlediyse bilerek mi eksik görüntüye bakarak hakikatı çarpıttı? Üç yıla kadar hapisle cezalandırılması istenen sanık olarak bu sorularıma dürüstçe yanıt beklemeye hakkım vardır.
***

Dördüncü olarak varsayalım ki, iddianameyi kaleme alan hukuk profesyoneli görüntülerin tamamını izlemeye fırsat bulamadı. Buna karşın, Emniyet’in Soruşturma Dosyası’ndaki fotoğraflar ve işaret ettiği eksik görüntüler bile bir suç işlemediğimi göstermeye yeterlidir. Bunu görmek için Emniyet Soruşturma Dosyası’ndaki DVD İZLEME VE TEŞHİS/TESPİT TUTANAĞI başlıklı üç sayfalık belgeye çok kısa vakit ayırıp incelemek yeterliydi.
Söz konusu bu tutanakta şahsımla ilgili fotoğraf ve kamera kaydıyla ilgili olarak, “TOMA’nın önünde durarak ilerlemesini engellediği ve görevli emniyet mensuplarıyla tartışarak görevlerini yapmaya mani olmaya çalıştığı tespit ve teşhis edilmiştir” denilmektedir.
Vurgulamalıyım ki, hiç değilse iddianame aşamasında hakikate sadık kalınsa, azıcık bir dikkatle bu ifadenin gerçeği yansıtmadığı fark edilebilirdi. Anlaşılıyor ki, ya hiç vakit ayrılmamıştır ya da alışkanlıkla Emniyet Soruşturma Dosyası olduğu gibi iddianameye tahvil edilerek, her şeye karşın suç ve suçlu yaratma yoluna gidilmiştir.
Bu özensizliğe ve alışkanlığa karşı şu kadarını söylemekle yetineyim. TOMA hareket halinde değildi. Biraz önce de anlattığım gibi, TOMA Kızılay Metrosu’nun Soysal Pasajı çıkışına yakın Atatürk Bulvarı’nın Sıhhiye yönündeki yaya geçidine iki üç metre mesafede durmuştu; ilerlemiyordu. Hedefinde YKY yayınları vitrininin bulunduğu saçak altında slogan atan beş altı kişilik gençler topluluğu vardı. Tazyikli sudan çevredeki işyerleri ve yoldan gelip geçenler de etkileniyordu. Tepki gösteren yaşlı bir kadının da ıslatılması üzerine insani vicdani bir refleksle yurttaş ve eski jandarma subayı kimliğimle “Yanlış yapıyorsunuz” diyerek uyarmaya çalıştım. Polisler tarafından götürülürken de “Anlatın bana, kime sıkıyorsunuz?” diye bağırdım.
İddianame ve eklerinde çarpıtılan bu hakikate ilişkin olarak, 2 Nolu DVD’nin 25.30 metrajının dikkatle izlenmesini, gerek duyulursa 13 Mart 2014 akşamı en çok izlenen haber kanallarının ekranlarında yayımlanmış görüntülerin istenmesini, bu zahmete katlanılmayacaksa internette https://www.youtube.com/watch?v=4u2piNKgxUc adresindeki videonun izlenmesini öneriyorum.
***

YALANSIZ VE ABARTISIZ İDDİANAME TAD VERMEZ!
Sayın Mahkeme Heyeti,
Sonuç olarak, bu iddianame hukuk devletine yakışmayan, maddi gerçeği arama titizliği içermediği için hukuk etiğine aykırı bir iddianamedir. Hukuk profesyoneli olsam böyle bir iddianameye asla imza atmazdım. Böyle bir iddianamede sanık olarak yer almak şahsen daha tercihe şayandır. Her şeye karşın yine de insaflı bir iddianamedir. Terör örgütü suçlamasıyla kaleme alınıp tutuklu yargılanmamız da talep edilebilirdi. Ne yazık ki bu ifadem abartı değildir,
Peki, nasıl olup da hukuk etiğine aykırı, hukuk devletine yakışmayan böyle bir iddianame kaleme alınabilmiştir?
Bu sorunun yanıtını ararken çok kolay, herkesin kullanabildiği bir araştırma tekniği geldi aklıma, internete girdim. Gerekli sözcükleri yazdım. “Google hazretleri”, iddianame müellifinin Erzurum’da doğup büyüdükten sonra 1988 yılında Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduğunu bildirdi. İddianame müellifi, hukuk profesyoneli olarak 24 yılı bulan meslek yaşamında kamuoyunda genişçe yankılanan soruşturmalara imza atmış.  
Örneğin, Adana’da durdurulan MİT’e ait TIR’larda arama yapan Adana Cumhuriyet Savcısı Aziz Takçı, internet portalı habervaktim.com Yayın Yönetmeni Fatih Akkaya hakkında hakaret gerekçesiyle şikâyet başvurusunda bulunmuş. Şikâyet dosyasını inceleyen Ankara Cumhuriyet Savcısı Mehmet Taştan, Aziz Takçı’nın dilekçesinde belirttiği iftira ve hakaret suçlarının oluşmadığı tespitinde bulunarak, kovuşturmaya yer olmadığı kararına varmış.
Kaleme aldığı iddianame ile üç yıla kadar hapisle cezalandırılmamı talep eden hukuk profesyoneli, Fikriye Hanım ve Albay Kazım Çillioğlu soruşturmalarında da takipsizlik kararı vermiş.
Bu kararlar davamızla ilgili olmadığından tartışma gereği duymuyorum.
İnternette araştırma yaparken “Google hazretleri”, iddianame müellifinin hukuk profesyoneli olmanın yanı sıra şair ve yazar kimliğiyle tanındığını da haber verdi. Yazmaya 12-13 yaşlarında başlamış. Lise son sınıftayken Erzurum ili genelinde açılan liseler arası “Çanakkale Zaferi” konulu şiir yarışmasında birinci seçilmesi, bundan üç yıl sonra da Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde düzenlenen “tabiat” konulu şiir yarışmasında birinci gelmesi onu şiire bağlamış. İnsan Boşluğu adlı ilk şiir kitabı 1988’de yayımlanmış.  http://www.edebiyatdefteri.com/ adresinde kendisine bir sayfa açmış, şiirlerini bu sayfada paylaşmış.
http://mehmettastan.blogspot.com.tr/ adresinde blog oluşturmuş. Blogunda yazdığına göre iki şiir kitabı yayımlanmış. Blogundaki videolarda kendi sesinden şiirlere yer vermiş.
Blogda yazdıklarını, doğum yeri Erzurum’a hitap eden http://erzurummedya.com/ adresindeki internet sitesinde de paylaşmış.
Naçizane ben de dört kitap yazdım, kimi dostlarım beni “gizli şair” sayıyorlar. Gizli şair olup olmadığım tartışılır ama iyi bir şiirsever olduğum tartışılmaz. İyi bir şiir ve edebiyatsever olarak, iddianame müellifinin şiirle iştigal etmesini takdir ettim. Ortak bir noktamızın olmasına elbette sevindim ama bazı yazılarına göz atınca (edebiyat adına duyulması gereken kaygıyı edebiyatçılara bırakarak) hukuk adına endişem daha da arttı.
Örneğin, (http://mehmettastan.blogspot.com.tr/2013_08_01_archive.html) adresinde kayıtlı “Sırma’nın gözüyle haçlı seferleri” başlıklı yazı. Bu yazıda çoğunlukla İslam tarihi konulu eserleriyle tanınan Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma’nın “Haçlı Seferleri” adlı kitabını tanıtıyor. Kitaptan övgüyle söz ediyor, Sırma’yı “Sosyoloji ilminin kurucusu İbni Haldun gibi bir deha” olarak niteliyor. Bununla birlikte Selahattin Eyyubi’nin Kürt kökenli olduğunu vurguladığı için Sırma’ya sitem ediyor. Bu sitemle aşikâr eylediği İslamcı Türkçü ideoloji tercihini burada tartışmaya gerek görmüyorum. Olabilir. Bir insan sağcı solcu, ilerici gerici, devrimci karşı devrimci, dinli dinsiz vs olabilir. Önemli olan insan olmasıdır. Bu aşamada beni ilgilendiren ifade yazının sonunda yer alıyor. Yazısının sonunda İhsan Süreyya Sırma’nın kitabının okunmasını tavsiye ederken, “Ne de olsa ‘içinde biraz yalan, biraz abartı bulunmayan tarih tad vermez’derler” ifadesini kullanıyor.
Bu ifadeyi okuduktan sonra, hukuk profesyoneli olarak nasıl olup da hukuk etiğine aykırı bir iddianameyi kaleme alabildiği konusunda zihnim aydınlandı. Önce büyük divan şairi Fuzuli’nin “ger derse fuzulî ki güzellerde vefa var / aldanma ki şair sözü elbette yalandır” beytini anımsadım. Sonra da içimden “hukukçu şair” Mehmet Taştan’a nazire olarak, “Ne de olsa içinde biraz yalan, biraz abartı bulunmayan iddianame tad vermez” diye bir cümle kurdum. Bu cümleyi kurarken haksızlık ettiğimi sanmıyorum. İddianamenin hakikatı arama titizliğinden yoksun olduğunu biraz önce yeterince anlattım.
***




HUKUKÇU MU SİYASETÇİ Mİ “DAVA ADAMI” MI?
İddianame müellifi (aynı zamanda şair yazar) hukuk profesyonelinin memleketi Erzurum’a hitap eden http://erzurummedya.com/ sitesindeki bir yazısı, nasıl olup da hukuk etiğine aykırı, hukuk devletine yakışmayan böyle bir iddianame kaleme alabildiği sorusuna daha çok ışık tutuyor.
Küsmenin ne demek olduğunu çok iyi bilirim Sayın Başbakan…” başlığını taşıyan yazı
5 Haziran 2013 tarihinde siteye koyduğu bu yazısında AYNEN şunları kaydetmiş:
Küsmenin ne demek olduğunu çok iyi bilirim sayın başbakan..
Eşimin başörtüsünden dolayı bana şaşı bakan insanlarla birlikte çalıştım ve küstüm.
Dosyalarımın değil, hayat tarzımın sorgulandığı denetimlerden geçtim ve küstüm.
28 şubatlar yaşadım ve küstüm.
Alkol almadığım için fişlendim ve küstüm.
Çocuklarımın adlarından dolayı beni kategorize edenlerin, hakkımda tanzim ettiği raporları okudum ve küstüm.
İdeolojilerin kurşun askerine dönüşmüş yüksek yargı mensupları tanıdım ve küstüm.
Haksız parti kapatmalarına tanık oldum ve küstüm.
Okuduğunuz bir şiirden dolayı mahkum edildiniz ve küstüm.
Görevden uzaklaştırılmanız için İstanbul Valiliğince mahkumiyet kararının size alelacele tebliğ edildiğini izledim ve küstüm.
İkna odalarını, başörtülü kızların yerlerde süründürüldüğünü gördüm ve küstüm.
İnsanımızı dinden uzaklaştırmak için imam hatiplerin orta kısımları kapatıldı, kuran kursları tarumar edildi ve küstüm. "Başörtülüler Arabistan'a gitsin" diyenleri duydum ve küstüm.
Bir hanım milletvekilinin evine gece baskını düzenleyen bir savcıyla aynı unvanı taşımanın acizliğini yaşadım ve küstüm.
Küsmenin ne demek olduğunu çok iyi bilirim sayın başbakan..
Ehliyet ve liyakatin yerini, itaat ve mensubiyetin aldığı bir dünyada yaşadım ve küstüm.
Hakim güçlerin istediği istikamette karar vermediği için hakkında davalar açılan savcılar gördüm ve küstüm.
Yazdığı bir müzekkereden dolayı mensubunu meslekten ihraç eden HSYK’ya bağlı olmak zorunda kaldım ve küstüm.
İki müfettiş raporuyla bir kamu görevlisinin meslekten ihraç edilmesinin yolunu açacak kararname için canhıraş bir halde çalışan liderler gördüm ve küstüm.
2002'nin Ağustos ayında Maraş'ta 3-4 metre mesafeden sizinle gözgöze geldim.
Bu müşfik ve mütevazı bakışların sahibine "derin güçler kimbilir neler yapacak" diye endişelendim ve küstüm.
Küsmenin ne demek olduğunu çok iyi bilirim sayın başbakan..
Yılmadım, hayat tarzıma dair hiç bir taviz vermedim ama küstüm.
İşte siz tam bu süreçte, yalnız benim küskünlüğümün değil, ülkedeki bütün küskünlerin sesi, kulağı, gözü oldunuz.
Sizi oraya taşıyan da, orda tutan da, gerçekleştirdiğiniz bütün devrimlerin arkasında duran da işte bu küskün kitleler oldu.
Ama ne yazık ki, şimdi siz küskünler ihdas ediyorsunuz.
Hem de ağaçtan sebeplerle..
Farz edin ki, o ağaçların altında Sümeyye var... Bilal var.. "Dede bana pepeyi aç" diyen torununuz var. Farz edin ki bu kez "dede ben o parkta oynamak istiyorum, o parkı yıkma" dedi size. Ona da mı "hayır" diyeceksiniz?
Peki bu ülkenin bütün çocukları, sizin çocuklarınız, sizin torunlarınız değil mi?
İçlerinden biri sözünüzü tutmadı, asabilik yaptı diye onu evlatlıktan red mi edeceksiniz?
Edemezsiniz, yapamazsınız çünkü siz, "senin yüreğinden sürgün oldum ilkin" mısralarını okurken eriyen bir ruha sahipsiniz.
Öyleyse "uzaklaştırmayın, yaklaştırın; zorlaştırmayın kolaylaştırın."
Ben size küsmek istemiyorum.

Yazı AYNEN böyle. Bazı noktalarda hak verdim. Örneğin eşinin başörtüsünden ve kendisinin alkol almamasından, çocuklarının isimlerinden dolayı mobbinge maruz kalmasına empatiyle yaklaştım. Bundan dolayı yaşadığı üzüntüyü ben de hissettim. Bununla birlikte, yazıya nazire yapma isteği duyamadım.
Yazının tümüne, özellikle “eski” Başbakan’a hitaben “Bu ülkenin bütün çocukları, sizin çocuklarınız, sizin torunlarınız değil mi?” ifadesine ilişkin duygularımı düşüncelerimi saklı tutuyorum. Eski Başbakan ile 3-4 metre mesafeden gözgöze gelmesini anlatırken kullandığı “Bu müşfik ve mütevazı bakışlar” ifadesini okuyunca neyi anımsadığımı ise saklı tutamayacağım. Bu ifadeyi okur okumaz, “müşfik ve mütevazı bakışlar” sahibinin Berkin Elvan’ın annesini (Berkin’in toprağa verilmesinden iki gün sonra) miting meydanlarında seçmenlerine yuhalattığını anımsadım. Böylesi merhamet yoksulluğuna en etkili şekilde nasıl karşılık verilebilir; böylesine zalimlikle, kin, nefret ve ayrımcılıkla nasıl baş edilir, hâlâ düşünüyorum.
Küsmenin ne demek olduğunu çok iyi bilirim Sayın Başbakan…” başlıklı yazıyı okuduktan sonra, hukuk mesleğinden ekmek yiyen bir profesyonelin siyasi ve ideolojik koordinatlarını bu denli aşikâr eylememesi gerektiğini düşündüm. Bir an, “Hukukçu mu siyasetçi mi?” diye sordum kendi kendime. Hitap ettiği Başbakan’ın (yani şimdiki Devlet Başkanı’nın) hemen her gün “dava taşını gediğine koymak”tan söz ettiğini anımsadım. Ülkenin anası babası dedesi sayıp böylesine hayranlık duyduğu “dava adamı” siyasetçi gibi iddianame müellifinin kendisinin de “dava adamı” olup olamayacağını sorguladım. Sonuç olarak nasıl olup da hukuk etiğine aykırı, hukuk devletine yakışmayan böyle bir iddianame kaleme alabildiği konusunda tereddütüm kalmadı.
Bu vesileyle iddianame müellifi şair ve yazara söz veriyorum. “İdeolojilerin kurşun askerine dönüşmüş yüksek yargı mensupları” ifadesini hiç unutmayacağım; içinde yalan ve abartıya yer vermeyeceğim yazılarımda kaynak belirterek kullanacağım!
***

İDDİANAME BARIŞÇIL GÖSTERİYİ DAĞITANLAR HAKKINDA YAZILMALIYDI
Sayın Mahkeme Heyeti,
İddianameyi hukuki ve teknik bağlamda analizimi sonlandırmadan önce birkaç noktayı daha belirtmek istiyorum.
İddianame ekindeki dijital materyalleri inceledim. Kızılay ve çevresindeki olaylara ilişkin 2 Nolu DVD, Kızılay metro istasyonu Yüksel Caddesi çıkışı etrafında gençler topluluğunun yürüyüşüyle başlıyor. Topluluk sloganlar atarak kaldırımdan yürüyor. Gökdelen’in önüne geldiklerinde yeşil ışığın yanmasını bekliyorlar, trafiğin akışını kesmiyorlar. Yeşil ışık yanınca karşıya geçip Soysal Pasajı ile metro giriş çıkışı arasında kaldırıma oturuyorlar, slogan atıyorlar, devrim marşı söylüyorlar. Etrafta banka şubeleri, işyerleri var. Ama hiçbirinde tedirginlik yok. Oturma eyleminin ortasında kalan simitçi, ekmek teknesini uzaklaştırmıyor. Metro yolcuları rahatlıkla girip çıkıyorlar. Yani iddianamede öne sürüldüğünün tersine “hayatın olağan akışı” kesilmemiş, hayat olağan şekilde akıp gidiyor. İddianamede öne sürüldüğünün tersine, gençlerden oluşan protestocu topluluk, Kızılay meydanındaki orta refüje yürüme girişiminde bulunmuyor. Bu aşamada Emniyet’in “Yaptığınız kanun dışıdır, dağılın” uyarısı da vaki değil.
Barışçıl gösteri ne zaman çığırından çıkıyor? Polis, slogan atıp marş söylemek dışında bir eylemleri olmayan topluluğu dağıtmaya başladığı zaman. Bunda hiç tereddüt yok. Emniyet’in Soruşturma Dosyası ekindeki 2 Nolu DVD’de bu apaçık görülüyor. Polis dağıtmak için zor kullanmaya başladığında insanlar kaçışıyor. Bazıları can havliyle orta refüje doğru koşuyor. Bir kişi bir şey atıyor, ne attığı belli değil. Zaten Kızılay ve çevresinde atılacak taş yok. Böyle günlerde provokasyona zemin hazırlamak amacıyla Ankara Büyükşehir belediyesi kamyonlarının yol çalışması görüntüsü altında kaldırım taşı getirip ortalığa bıraktığı yolundaki söylentilere karşın, Büyükşehir Belediye kamyonları da görünmüyor! Öyle ki, öfkeli iki genç, TOMA’ya taş veya yanıcı madde değil, tekme atıyor. İddianamede eylemcilerin polise taş, sopa ve yanıcı madde attıklarının öne sürülmesine karşın, yaralanan bir polis memuru yok. Tahrip edilen bir polis aracı yok. Göstericilerin eylemi yüzünden yaralanmış sivil bir kişi de yok. Tersine polis şiddeti yüzünden yaralanmış kişiler, yaralılara yardım etmeye çalışan insanlar var, gelişigüzel gözaltına alınmış gençler için araya girmeye çalışan avukatlar ve vatandaşlar var. Hatta, Emniyet Soruşturma Dosyası’nda belirtildiğine göre bir vatandaş, polisin attığı plastik mermiyle yaralanmış.
Emniyet Soruşturma Dosyası ekindeki dijital materyalde bile hal böyleyken, yani protestocular şiddete başvurmamışken, iddianamenin barışçıl gösteriyi yersiz şiddet uygulayarak dağıtan güvenlik personeli ve onların da üzerinde azmettiren amirleri hakkında düzenlenmesi gerekmez miydi? Ama abartıya ve yalana yer vermeden, dürüstçe.
Öte yandan, iddianame ekindeki Emniyet Soruşturma Dosyası’nda Mamak Tuzluçayır Bölgesi’ndeki olaylara ilişkin anlatımlara yer verilmiş ve kamera kayıtlarını içeren 1 Nolu DVD delil olarak eklenmiştir. İddianamede ise bunlara ilişkin hiçbir iddia ve talep yoktur. Sadece Kızılay ve çevresindeki olaylardan söz edilmiştir. Bu durum iddianamedeki özensizliğin başka bir işaretidir.
Ben hukukçu değilim. İddianame usulünü bir hukuk profesyoneli kadar bilemem elbette. Her şeye karşın iddianamenin 5’inci sayfasındaki “NOT: MEÇHUL SANIK hakkında Kamu Malına Zarar Verme, Taksirle Bir Kişinin Yaralanmasına Neden Olma suçundan kovuşturmaya yer olmadığına dair ek karar verilmiştir.” ifadesini yadırgadığımı belirtmeliyim.
Bu karar herhalde, Mert Cemal ÇABA adlı kişinin yaralanmasıyla ilgilidir.
Emniyet Soruşturma Dosyası’nda (aynen) anlatıldığına göre, Mert Cemal Çaba, 13 Mart 2014 günü saat 16.15 sıralarında Ziya Gökalp Caddesi Mado civarında arkadaşının evine gittiği sırada gösteri yapan grup olduğunu görmüş. Bu grup içerisinde polise taş atanlar varmış. Polisler de bu şahıslara müdahale ediyormuş. Kendisi arada kalmamak için İnkılâp Sokak istikametinde koşmuş, Bayındır Sokağa girdiği esnada Ziya Gökalp Caddesi üzerinde bulunan başı kasklı bir polis elindeki tüfek ile 5-6 kişilik eylemciye doğru nişan almış. Bu polis ile kendisi arasında 15-20 metre mesafe varmış. Şahıs yani Mert Cemal Çaba, burnuna çarpan bir cisim ile yaralanarak yer düşmüş. Çevredeki esnaf yardım etmiş, yakındaki bir polikliniğe götürmüş. Burada yapılan müdahalede burnundan şeffaf renkli plastik bir parça çıkarılmış. Böylece plastik mermi ile yaralandığını anlamış. Dışkapı Hastanesi’ne götürülmüş, olayla ilgili kimseden davacı ve şikâyetçi değilmiş.
Plastik mermiyi atan razı, yiyen razı, soruşturmaya isteksiz hukuk profesyoneli hepsinden razı” demek gelmiyor içimden.
***













İDDİANAME VE HUKUK DEVLETİ
Sayın Mahkeme Heyeti,
Nasıl olup da böyle bir iddianame kaleme alınabildiği konusunda tereddütüm kalmadığına göre, izin verirseniz, hukuki ve teknik analizi bir yana bırakıp, çok daha geniş bir bağlamda iddianameyi analiz etmek istiyorum.
Öncelikle belirtmeliyim ki, ilk kez yargılanmıyorum.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nde üsteğmen rütbesiyle görevliyken 1982 yılında yasadışı görüşlere sahip olduğum gerekçesiyle mahkeme kararı olmadan, son imzayı Devlet Başkanlığı’nı elinde tutan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in attığı üçlü kararname ile ordudan çıkartıldım. Eski TCK’nin anayasal düzeni zorla değiştirmeye teşebbüsle ilgili 146’ncı maddesine muhalefet suçlamasıyla tutuklandım. Kenan Evren, yargılandığım davanın asker sanıklarını “Onlara hain lafını bile az bulurum!” diyerek kamuoyu önünde açıkça suçladı. Sonuçta, Devlet Başkanı’nın açık baskısına karşın sıkıyönetim mahkemesi beraat kararı verdi. Beraat kararının ardından haksız tutuklamaya karşı açtığım dava da lehime sonuçlandı; devlet, bana manevi tazminat ödedi.
12 Eylül faşizminin simgeleşen toplama kamplarından Metris Cezaevi’nden tahliye olduktan sonra gazeteciliğe başladım. Çağdaş Gazeteciler Derneği’nde ve Eylül Emeklileri Derneği’nde başkanlık görevlerinde bulundum. Dernek yöneticisi olarak 2908 Sayılı Dernekler Yasası’na muhalefet suçlamasıyla iki kez yargılandım, beraat ettim.
Gazeteci olarak 2005 yılında kaleme aldığım bir yazıda, adları rüşvet iddialarına karışan emekli generalleri konu edinmiştim. Genelkurmay Başkanı’nın şikâyeti üzerine orduya hakaret ettiğim iddiasıyla üç yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılandım; beraat ettim.
Hakkımda açılan bu davaların her biri hukuk garabetiydi. Hukuk garabeti oldukları içindir ki, her biri beraat kararıyla sona erdi.
Üzülerek belirtmeliyim ki, bu davaların hiçbiri, ama hiçbiri, sıkıyönetim mahkemesinde yargılandığım dava bile beni şu an yargılanmakta olduğum dava ölçüsünde yaralamadı.
Bu kıyaslamanın yaşattığı üzüntüyü vurgulamaktan kendimi alamıyorum. Umarım mahkemenizce de dikkate alınacaktır.
Üzüntüm, kendi adıma olmanın çok çok ötesinde hukuk devleti adınadır.
***

HUKUK DEVLETİ NEDİR?
Hukuk devletinin ne olup olmadığı konusunda çok vaktinizi almak istemiyorum.
Her şeye karşın hukuk devleti denildiğinde ben ne anlıyorum, kısaca belirtmek istiyorum.
Özgürlük, eşitlik, barış, adalet ve mutluluk toplumsal bir varlık olan insanın tarihsel özlemidir. Peki, adalet nedir? İnsanlık tarihi boyunca bu soru ölçüsünde üzerinde kafa patlatılmış, kan ve gözyaşı akıtılmış, yine de elle tutulur bir yanıta kavuşturulamamış bir soru olmasa gerek. Bu soruya kafa yormamış filozof yok gibidir. Yine de adaletin ne olduğu konusunda ortak bir tanıma varılamamıştır. En fazla, adil bir toplumsal düzende ortak iyinin ve yararın sağlanacağı, herkese hakkının verileceği, herkes hakkını aldığı için insanların huzur ve mutluluk içinde yaşayacakları söylenebilmiştir.
Filozofların somut bir şekilde tanımlayamadıkları adaleti tanımlamaya çalışmayacağım. Sadece adalet kavramının en başta sınıf olmak üzere toplumsal konum ve aidiyetlere göre anlam taşıdığını, bir sınıf veya zümre, bir etnik veya dinsel topluluk için adalet olanın, öteki sınıf zümre etnik ve dinsel topluluklar için zulüm olabileceğini belirtmekle yetineceğim.
Adaletin ne olduğu sorusunun yanıtı çok soyut kalsa da hukukun ne olduğu konusunda iyi kötü görüş birliği vardır.
Hukuk, Arapça bir sözcüktür ve Türkçe’de tekilleşen söyleyişle haklar anlamına gelmektedir. Sosyo-politik düzlemde ise bir toplumda kişiler ve örgütlerin birbirleriyle ve devletle olan ilişkilerini düzenleyen, devletin yaptırım gücüyle güvence altına alınmış, uyulması zorunlu kuralların tümü hukuk olarak adlandırılır. Hukuk oluşturmakta amaç toplumun barış ve güven içinde yaşaması için düzeni sağlamak ve korumaktır. Bu amaç doğrultusunda hukuk devleti, kendisini hukukla sınırlayan, tüm eylem ve etkinliklerinde hukukun üstünlüğüne bağlı kalan, yönetimde keyfiliğin olmadığı, uyruklarına hukuk güvenliği sağlayan, hukuka aykırı eylem ve işlemlerinin hukuki denetimle telafi edildiği devlet olarak tanımlanabilmektedir.
Bu tanım bağlamında hukuk devletinin temel ilkeleri şöyle sıralanabilir:
- Temel hak ve özgürlükler güvence altındadır.
- Hukuk önünde eşitlik esastır.
- Devletin tüm eylem ve işlemleri hukuk kurallarına bağlıdır, hukukla sınırlıdır.
- Devlet tüm eylem ve işlemlerinde tarafsızdır, uyrukları arasında ayrım yapmaz.
- Devletin tüm eylem ve işlemleri yargısal denetime tabidir.
- Yargı bağımsızlığı ve hâkim güvencesi esastır.
- Hak arama yolları yeterli ve engelsizdir.
Hukuk devleti, adaleti tesis etmek, toplumu barış ve güven içinde yaşatmak için,
- Kaos ve kargaşayı önleyerek toplumsal düzeni sağlar.
- Toplumdaki çıkar çatışmalarını, güçlünün zayıf üzerinde baskı kurmasını önleyerek toplumsal yaşamın güvenli bir biçimde sürmesini, can ve mal güvenliğini sağlar.
- Bireylerin ve grupların güçlerini sınırlandırarak birbirlerini zarara uğratmalarını önler, insanların özgürlük ve barış içinde yaşamalarını sağlar.
- Dil, din, ırk, renk, cinsiyet, sınıf, zümre gibi ayırımlara karşı hak eşitliğini sağlar.

Hukuk devleti düşüncesi yönetimde keyfiliği ortadan kaldırma, devletin gücünü uyruklar lehine sınırlama sürecinde ortaya çıkmıştır. Yönetimde keyfilik ve buna karşı mücadele sürecinin tarihsel olarak mülk devleti, polis devleti, kanun devleti, hukuk devleti aşamalarını izlediği varsayılır.
İlkçağın kölelik, ortaçağın derebeylik düzeninde ülkesi ve halkıyla devlet, hükümdar ile çevresindeki soyluların mülküdür. Egemenlik ve iktidar, hükümdar ile soylular arasında paylaşılmıştır, ezilenler lehine iktidarı sınırlayan kurallar yoktur.
Kara Avrupa’sında kapitalizmin gelişmesi ve egemenliğin giderek merkezileşmesiyle ortaya çıkan polis devletinde de devlet hükümdarın mülkü sayılmasa da, iktidarı sınırlayan kurallar yoktur. Daha doğrusu tebaa için uyulması zorunlu kurallar hükümdar için bağlayıcı değildir. Hiçbir denetime tabi olmayan polis devleti, kamu düzenini sağlamak için her yola başvurabilmektedir. Polis devleti anlayışı Fransız Devrimi ile zayıflamıştır.
Hukuk devletine giden süreç feodal hükümranlığı ve derebeylerinin ayrıcalıklarını sınırlama mücadelesiyle başladı. Burjuvazinin biriktirmeye başladığı serveti güvenceye alacak düzenlemelere ihtiyacı vardı. Güvenli siyasal, toplumsal ve ekonomik hayat ise ancak kanunlarla sağlanabilirdi. Burjuvazinin egemen sınıf konumuna yükselmesiyle birlikte emir ve fermanların yerini yasalar aldı. Polis devletinden kanun devletine geçildi. Kanun devletinde yasalar tebaa için olduğu kadar yöneticiler için de bağlayıcıdır. Ama, uygulamaların pozitif hukuk kurallarına uygunluğu (yasallığı), iktidarın meşrulaşmasına yetmemektedir. Çünkü yasalar, egemen sınıfın ve onun devletinin ideolojisini ve çıkarlarını düzenlemektedir. Sadece kanunların varlığıyla tanımlanan devlet, bir siyasal partinin, bir liderin, bir çıkar grubunun veya askeri / sivil elitin diktatörlüğüne dönüşebilmektedir.
Hukuk devletiyle taçlanacak süreç son derece yavaş ve sancılı ilerledi. Burjuvazi, sınıfsal hegemonyasını kanunlarla güvence altına aldıktan sonra hukukun üstünlüğü düşüncesine sırtını döndü. Hukuk devleti asıl olarak ezilen sömürülen emekçi sınıfların talebi olarak somutlaştı. Emekçi sınıfların insan hakları ve hukuk devleti alanındaki zorlu mücadelesinde önemli kazanımlar elde edildi; kanun devletinden hukuk devletine geçildi.
Hukuk devleti kanun devletinden daha ileri bir aşamayı ifade eder. Ancak devletin kanunlarla sınırlanması her koşulda hukuk devletinin kurulduğu sonucunu vermez. Devletin hukuk devleti mi kanun devleti mi olduğu, hukuk ve kanunların içeriğiyle belirlenir. Kanunlar insan hakları ve hukukun genel ilkeleriyle bağdaşmıyorsa, devlet karşısında insana öncelik vermiyorsa, hukukun üstünlüğünden, hukuk devletinden söz edilemez. Dahası, devlet gücünün sınırlanması anlamında hukuk devleti ifadesi de günümüzde yeterli görülmemektedir. Güvenliği sağlamanın yanı sıra devletin adaleti de sağlamakla yükümlü olduğu düşüncesinden hareketle “sosyal hukuk devleti” ilkesinden söz edilmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi’ne göre de hukuk devleti, “Her işlem ve eylemin hukuka uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu bilen, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa ve hukukun üstün kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleriyle Anayasa bulunduğu bilincinden uzaklaşmayan devlettir. Hukuk devletinde tüm işlem ve eylemlerin hukuka uygunluğu ve yargı denetimine açık oluşu en güçlü güvencedir.” (AYM E. 1985/31, K. 1986/12, Kt. 27.3.1986, AMKD, sy. 27, s. 120).
Son olarak vurgulamak gerekirse, bağımsızlık ve güvence, yargı ve yargıç için ayrıcalık değildir. Hak ve adaletin eksiksiz, etkisiz, ödünsüz gerçekleştirilmesi için gereklidir. Güvence ve bağımsızlık, özellikle de yasamaya ve yürütmeye karşı gerçekleştirilmelidir.
***

SIKIYÖNETİM YARGISINDA BİLE HUKUK NEFES ALIP VEREBİLİYORDU!
Ben bildiğim kadarıyla özgürlükçü liberal bir tanım yapmaya çalıştım. Sosyalist ideolojiye göre hukuk devletini tanımlamak istesem elbette genişçe bir ek yapmam gerekir. Bu davaya ilişkin beyanımda buna gerek duymuyorum. Zira özgürlükçü liberal tanım bile ne yazık ki ülkemiz için çok lüks hale gelmiştir.
Yinelemek gerekirse, bir ülkenin huzur ve refahı, uyrukların özgürlük eşitlik ve adalet beklentilerinin karşılanması bakımından hukuk devletinin ne denli elzem olduğu tartışmasızdır.
Üzüntüm de bu noktada başlıyor. Yani Türkiye’mizde hukuk devleti olmamasından.
Türkiye’miz ne yazık ki doktrine uygun bir hukuk devleti pratiğini yaşama lüksüne geçmişte de sahip olamadı. Geçmişte yargılandığım davaların hiçbirinde hukuk devleti güvencesini çokça hissedemedim. Ama o davaların hiçbirinde hukuk devleti için bugünkü kadar karamsar değildim. Devletin hukukun üstünlüğü ilkesine aykırı, bireysel ve toplumsal hayatı karartan onca icraatına karşın, Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk devletine dönüşeceği yolundaki umut ve beklenti güçlüydü.
Ne acıdır ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk devletine dönüşeceğine ilişkin umut ve beklentim düne göre daha azdır. En azından gençlik dönemimdeki kadar iyimser değilim.
Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü adına bugün çok daha karamsarım. Çünkü hukuk devleti ilkelerinin geçerliliği konusunda Türkiye 12 Eylül faşizminin bile gerisine düşmek üzeredir.
Mahkemenizin bulunduğu binanın ön cephesinde ANKARA ADALET SARAYI yazılıdır. Ama ne yazık ki, sadece Berlin’de değil Ankara’da da hâkimlerin olabileceği kanaatim, Adalet Sarayı’ndan adalete hizmet edecek kararlar çıkacağı beklentim düne göre daha azdır. Hukuk devleti rotasında Türkiye 12 Eylül faşizminin bile gerisine düşmek üzeredir.
Bu son cümleyi biraz açmalıyım.
Elbette 12 Eylül döneminde sıkıyönetim mahkemesindeki yargılamadan farklı koşullarda yargılanıyorum. Tutuklu değilim, fizikî işkence altında değilim. Mahkeme salonunda kendimi savunabilme olanağına sahibim ama hukuk devleti güvencesini hissedemiyorum. Çok daha acı olarak, sıkıyönetim hukukunun güvencesini dahi hissedemiyorum.
Peki neden sıkıyönetim hukukunun güvencesini dahi hissedemiyorum?
Biraz önce de belirttiğim gibi 12 Eylül faşizmi döneminde sıkıyönetim mahkemesinde de yargılandım. Yöneltilen suçlama ağırdı. Anayasal düzeni zorla değiştirmeye teşebbüs etmekle suçlanıyordum. Devlet Başkanlığı’nı darbeyle ele geçirmiş Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, yargılandığım davanın asker sanıklarını “Onlara hain lafını bile az bulurum!” diyerek kamuoyu önünde açıkça suçluyordu. Sonuçta, Devlet Başkanı’nın açık baskısına karşın sıkıyönetim mahkemesi beraat kararı verdi. Beraat kararının ardından haksız tutuklamaya karşı açtığım dava da lehime sonuçlandı; devlet, bana manevi tazminat ödedi.
İstanbul Sıkıyönetim 2 Nolu Askeri Mahkemesi’nin gerekçeli kararında, “Kanıtların Değerlendirilmesi” başlıklı bir bölüm var ki, olabilecek en geniş şekilde fotokopi çekip bugünün mahkemelerine ve hukuk erbabına dağıtılmalıdır.
Düşünebiliyor musunuz, sanıklar iddianamede birçok silahlı bombalı eylemle suçlanmışlar; suçlandıkları eylemleri, işkenceli sorgularda kabul etmişler. Ama sıkıyönetim mahkemesi polis ve savcılık sorgularındaki ikrarları delil olarak kabul etmemiş. Çünkü sanıkların eylem tarihinde olay yerinde olmadıkları ortaya çıkmış. Mahkeme bu gibi çelişkileri tek tek analiz ettikten sonra şu hükme varmış: “Yukarıda açıklanan duruma göre kanıtların değerlendirilmesi sırasında sanıkların zora dayalı olduğunu belirttikleri ve Dil Okulu’nda alındığını söyledikleri ifadeleri ile emniyet ifadelerinin ve iradeleri dışında düzenlenen yer gösterme tutanaklarının yalnız başına yeterli kabul edilmesi mümkün görülmemiş ve kuşku yaratır nitelikte bulunmuştur.” (T.C. 1. ORDU KOMUTANLIĞI SIKIYÖNETİM 2 NOLU ASKERİ MAHKEMESİ’nin 1 Mayıs 1987 tarih, 1986/34 Esas ve 1986/185 Karar sayılı hükmü, s:41)
Düşünebiliyor musunuz, yargı bağımsızlığı ve doğal yargıç ilkesine yabancı sıkıyönetim mahkemesinde bile savcılar yargıçlar, ciddi ciddi delil incelemesi yapmışlardı. Hakkımızdaki iddianamede, şimdi yargılandığım davanın iddianamesindeki gibi topyekûn suçlamak yerine, her bir sanık için ayrı ayrı değerlendirme yapılmış ve ayrı ayrı taleplere yer verilmişti. Dosyanın durumuna göre yargılamanın nasıl sonuçlanacağı, mahkûmiyet hükmü kurulacaksa hangi sanık hakkında ne kadar cezaya hükmedileceği, kimin hangi duruşmada tahliye olacağı, hangi sanık hakında beraat kararı verileceği öngörülebiliyordu. Darbe devri olmasına karşın, emniyetten adliyeye çıkarılanlar gelişigüzel tutuklanmıyordu. Türkiye Cumhuriyeti devletinin de hukuk devletine dönüşeceği umudu ve beklentisi güçlüydü; hukuk devleti inşası toplumun ortak talebiydi; askerî faşizmin geçici olduğu, sivil yönetime geçildiğinde hukuk devleti inşasında yol alınacağı umuluyordu.
Bugün düşünüyorum da, cunta lideri ve devlet başkanının açık suçlamasına ve telkinlerine karşın sıkıyönetim mahkemesinde beraat etmiştik. Sıkıyönetim mahkemesinin beraat kararı verdiği iddianameyle bugünün mahkemelerinde yargılansam, duruşmada tektip cezaevi elbisesini yırtıp attığım için iyi hal indirimi de olmayacağından, 15 yıl hapis cezasına çarptırılırdım herhalde. Hatta suç vasfı değişikliğinden ağırlaştırılmış müebbet de mümkündür. Balyoz davasında daktilo memuresini 16 yıl ağır ağır hapse mahkûm eden yargı, hakkımdaki iddianameye ağırlaştırılmış müebbet hapiste tereddüt etmezdi sanırım. Düşünüyorum da sıkıyönetim savcısının düzenlediği iddianame ile “İyi ki, 12 Eylül’ün sıkıyönetim mahkemesinde yargılanmışım, bugünün mahkemelerine kalmamışım” demekten kendimi alamıyorum.
***

YENİ VE İLERİ TÜRKİYE / YENİ VE İLERİ FAŞİZM
Bugün sözüm ona “ileri demokrasi” devrindeyiz, hatta ‘Yeni Türkiye’deyiz. Ama cezaevleri ancak darbe devrinde rastlanabilecek şekilde dolu. Elbette darbe devrinin zindanları ve zulmüyle kıyaslanamaz. Böyle derken darbe devrinden çok sonra “sivil” hükümetler döneminde yapılan Ulucanlar Cezaevi katliamını, Diyarbakır Cezaevi katliamını, Hayata Dönüş katliamını anımsıyorum. Bugünkü iktidarın cezaevlerinde de tedavisi engellendiği için ailesine cenazesi teslim edilenler, sevk sırasında cezaevi aracında diri diri yananlar, çocuk koğuşlarında tecavüze uğrayanlar geliyor aklıma.
Her şeye karşın bugünün cezaevleri darbe devrinin zindanı ve zulmüyle kıyaslanamaz. Peki ya mahkemeler ve kanunlar, yargılamalar?
İşte bu noktada yinelemek durumundayım, 12 Eylül faşizminin sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanırken bile yargıya bir parça güvenim vardı. Türkiye’nin de hukuk devleti olma yolunda ilerlediği, önünde sonunda hukuk devleti olacağı umudum vardı. Aradan otuz beş yıl geçti. Epeydir böyle bir umut beslemediğim gibi devletin yargısına hiçbir güvenim kalmamıştır.
Böyle söylerken, tek tek kişiler olarak yargı mensuplarına değil, devletin temel erklerinden biri olarak yargı kurumuna güvenimin kalmadığını vurgulamak istiyorum.
Devletin yasama ve yürütme erklerine güven duymadığım gibi yargı erkine de güvenmiyorum. Niçin güveneyim ki? Ülke tarihinin en ağır hırsızlık yolsuzluk rüşvet skandalını soruşturmaya gücü yetmiyor ama devlet terörüne kurban giden gençler ve çocuklar için duydukları acıyı paylaşanlara gücü yetiyor. Niçin güveneyim ki? 
***

YENİ TÜRKİYE’NİN GÜVENİLMEYEN YARGISI
Yargıya güven duymayan sadece ben değilim.
İstanbul Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi, 2008 yılında, vatandaşın gözünden yargının nasıl göründüğünü belirlemek amacıyla “Adalet Gözet Projesi” başlığı altında bir araştırma yapmıştı. Bu araştırmanın sonucunda yargıya güven yüzde 48 olarak saptanmıştı. Her şeye karşın Türkiye standartlarında yüksek bir güven oranıydı.
Ne ki, aradan geçen yedi yılda yargıya güven azaldıkça azaldı ve dibe vurdu. İstanbul Kadir Has Üniversitesi’nin beş yıldır yapageldiği Türkiye Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırması’na göre yargıya güvenenlerin oranı 2011’de 38.8’e, 2012’de 32.7’ye, 2013’te 26.5’e, 2014’te yüzde 24,2'ye geriledi. Yani artık her 4 kişiden sadece 1’i yargıya güvenmektedir. Anket sorularını yanıtlayanların yüzde 60 kadarı yargının siyasallaştığını ve bağımsız olmadığını düşünmektedir.
Güven araştırmasında en ciddi düşüş, yargının yanı sıra polis ve kolluk kuvvetlerine güvende saptanmıştır. 2011 yılında yüzde 52.7 olan polise güven 2013’te yüzde 35.3’e gerilemiştir.
Araştırma sonucuna göre en az güvenilen kurum yüzde 19 ile medyadır; onu yüzde 21.7 ile siyasi partiler, yüzde 23.3 ile YÖK/ÖSYM izlemektedir.
En çok güvenilen kurum önceki senelerde olduğu gibi yine Ordu olmakla birlikte Ordu’ya güven de yerlerde sürünmektedir. 2011’de yüzde 59.9 olan Ordu’ya güven, 2013’te yüzde 51.7’ye gerilemiş, 2014 yılı anketinde 57,7’ye yükselmiştir.
Türkiye’nin demokratik bir ülke olduğuna inananların oranı ise sadece yüzde 20’dir.
Yargının siyasallaştığına güvenilmez hale geldiğine ilişkin araştırma verileri, iktidar yetkilileri ile savcılar ve yargıçlar arasındaki işportaya düşen telefon konuşmalarıyla da doğrulanmaktadır. İddianameye yanıtımı uzatmamak için bu konuşmalardan örnekler aktarmaya gerek duymuyorum.
***

YARGIYA NEDEN GÜVENİLMİYOR?
Yargıya güvenin dibe çökmesi elbette nedensiz değildir.
Yargının güven erozyonu devletin diğer erklerinin güven kaybıyla birlikte düşünülmelidir. Malum, Türkiye 50 yıldır sert bir kutuplaşma sürecindedir. Kutuplaşma 1960’lı 70’li yıllarda sınıf eksenli yaşanmış; sınıf mücadelesine dönüşen kutuplaşmaya 1980’li 90’lı yıllarda Kürtlerin ve İslamcı dindarların mücadelesi eklenmiştir. Nihayet 2000’li yıllarda İslamcı partinin iktidarında kutuplaşma çok daha sertleşmiştir.
Attığı her adımı İslamiyet’e dayandırma iddiasındaki siyasi iktidarın ekonomi politiği, “emekçiye fakire din iman, zengine patrona han hamam” sözleriyle özetlenebilir. Bu politikasında son derece başarılıdır. ABD’nin sermaye çevrelerine seslenen en eski dergisi Fortune’un verilerine göre, Türkiye’de 2002 yılında sadece 6 dolar milyarderi vardı. 2012 yılı sonunda dolar milyarderi sayısı 44’e yükseldi, 2014 yılında 37 olarak kayıtlara geçti. Türkiye dolar milyarderi sayısında ABD, Çin, Rusya, Hindistan ve Almanya’nın ardından dünya 6’ncısıdır. Dolar milyarderi sayısı bakımından Japonya, İngiltere ve Fransa bile Türkiye’nin gerisindedir.
Bilinir ki kapitalist düzende hep birlikte zengin olunmaz. Sermaye birikiminin barışçı evresinde emekçi çoğunluğun nispi yoksulluğu derinleşirken, servet az sayıda ellerde birikir. Mahallede bir kişi milyarder olurken mahalle ahalisi yoksullaşır. Her dolar milyarderi bir milyon aç ve yoksul demektir. Türkiye’de 37 dolar milyarderine karşılık, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı verilerine göre, her 100 aileden 17’sinin aylık geliri 600 liradan azdır. Her 100 aileden 14’ünün geliri 601 lira ile 800 lira arasındadır. Her 100 aileden 42’sinin geliri 801 ile 1200 lira arasındadır. Yani her 100 aileden 73’ünün geliri 1200 liranın altındadır (Yeni Şafak, 22 Şubat 2013).
İşçi konfederasyonu TÜRK-İŞ’in hesapladığına göre Ocak 2015 itibariyle dört kişilik ailenin açlık sınırı 1287 TL, yoksulluk sınırı ise 4 bin 94 TL’dir. Buna karşılık, dindar siyasi iktidarın Çalışma Veziri’ne göre “800 lira da büyük paradır. Netice itibariyle peynirin kilosunun fiyatı belli, ekmeğin fiyatı belli, zeytinin fiyatı bellidir. Bunu istismar etmemek gerekir.” 
Dolar milyarderi sıralamasında dünya 6’ncısı ülkenin bu ekonomisi emekçiler ve yoksullar için sadaka ekonomisidir. Sözüm ona dindar iktidar, sosyal hukuk devletinin yerine sadaka devletini ikame etmeye çalışmakta, iddianame müellifinin küsmek istemediği “dava adamı” siyasetçi de sık sık “Sadaka kültürümüzde vardır” diyerek sadakayı sosyal adaletsizliğin çaresi diye sunmaktadır.
Özetle ekonomi politik ve kültürel düzlemde hegemonya, eskinin sözüm ona laik burjuvalarından sözüm ona dindar “nurjuvalara” geçmiştir. “Nurjuva” iktidarı da burjuva iktidarları ölçüsünde yolsuzluğa batmıştır; yolsuzluklara ve sosyal adaletsizliğe tepkileri kontrol altında tutabilmek için toplumu din ekseninde kin ve nefretle ayrıştırmaya ve kutuplaştırmaya çalışmaktadır.
Devlet eliyle dindar sermayedar yaratma ve palazlandırma, bunun için emekçileri acımasızca sömürme, yanı sıra doğayı talan etme politikası, sonunda toplumsal patlamaya yol açtı. Toplumsal patlama Gezi Direnişi olarak tarihe geçti. Gezi Direnişi, meşruiyet sınırları dışına çıkan iktidara karşı direnme hakkının pratikleşmesiydi. Direnişe katılanlar bireysel çıkarlar için değil toplum yararı için birlikte ayağa kalkmışlardı. Ne ki, tüm dindar söylemine karşın gözü kutsal yeşil adına sadece dolar yeşili gören iktidar, barışçıl toplumsal tepkiye demokratik karşılık yerine terörle karşılık verdi. İsimlerini andığım gençler öldürüldü, binlerce kişi yaralandı, kutuplaşma çok daha sertleşti. Nihayet, ülke tarihinin en ağır rüşvet ve yolsuzluk skandalı patladı. Ne yazık ki kutuplaşma, kin ve nefretle ayrışma, bürokrasiyi, güvenlik güçlerini ve yargıyı da etkiledi.
Kimi illerde yapılan protesto gösterilerinde mülki amirler ve güvenlik güçleri demokratik ülkelerin kamu görevlilerine yaraşan tutum takındılar, gösterilerde kimsenin burnu kanamadı.
İstanbul, Ankara, İzmir ve öteki büyük kentlerde ise siyasi iktidarın baskısıyla mülki amirler güvenlik güçleriyle halkı karşı karşıya getirdiler. Resmi gayriresmi provokatörler üzerlerine düşeni yaptılar. Binlerce onbinlerce kişilik kalabalıklara acımasızca şiddet uygulandı.
Ülke tarihinin en ağır yolsuzluğuna bulaştığı anlaşılan iktidarın yolsuzlukları dikkatlerden kaçırmak için halkı din ekseninde ayrıştırma kutuplaştırma politikası yargıya sirayet etti. Kimi yerde savcılıklar emniyetin barışçıl gösteriler için yaptıkları suç duyuruları için takipsizlik kararı verdiler. Kimi mahkemeler duruşmasız kimi mahkemeler duruşmalı berat kararları verdiler. Ancak demokratik hukuk devletine yaraşan kararlar ne yazık ki yargının genel tutumu haline gelemedi. Ne yazık ki, gösterilerde yaralanan insanlara hizmet veren tıp insanlarına “Doktor üniformasıyla doktorluk yapmak”, ceplerinde düdük taşıyanlara POMA (Polisiye Olaylara Müdahale Aracı) davası; baret ve deniz gözlüğü taşıyanlara “Havuza gitmediler ya” davası ve nihayet kırmızı fular davası açılabildi. Dava terörü en çok Kırklareli ilini etkiledi. 70 bin nüfuslu Kırklareli’nde toplam 1308 kişiye Gezi direnişine destek vermekten dava açıldı. Kırklareli Tabip Odası üyesi hekimler aleyhine açılan dava sayısı ise 35’e ulaştı. Daha da ayıbı, Beşiktaş taraftar grubu Çarşı’da darbe davası açıldı…
Attığı her adımı İslamiyet’e dayandırma iddiasındaki iktidar ise gittikçe daha sertleşmekte, otoriterleşmektedir. Bugün 12 Eylül darbesiyle oluşturulan vesayet kurumları yerli yerindedir. Yargı 12 Eylül darbesi dönemindeki kadar siyasaldır, kanunlar 12 Eylül dönemindeki ölçüde keyfi uygulamalara açıktır. Polisin bir şüphelinin üstünü, eşyasını, evini, işyerini arayabilmesi için “somut delillere dayalı kuvvetli şüphe” şartı yerine “makul” şüphe, yani “kuvvetli olmayan” ve “delillere dayanmayan” şüpheyi yeterli sayan son kanun ile darbe dönemi keyfi arama ve gözaltı uygulamaları hortlatılmıştır. Gelinen nokta Neyzen Tevfik’in, “Türkü yine o türkü, sazlarda tel değişti. Yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti”dizeleriyle de anlatılabilir.
Keyfileşmiş siyasallaşmış yargı pratiğinde, en barışçı muhalif her eylem ve söz bile terör olarak görülmekte, darbe devrini aratmayan operasyonlarla binlerce insan tutuklanmaktadır.  Sözüm ona darbe davalarına bakan mahkemeler, 12 Eylül döneminde bile rastlanmamış şekilde avukatları jandarma zoruyla salondan attırabilmekte, delilleri değerlendirmeye gerek görmeden, kim oldukları belirsiz gizli tanıkların ifadesiyle akıl almaz mahkûmiyet hükmü kurabilmektedirler. Darbelerle hesaplaşma retoriğiyle açılan davalar, sermayenin iç savaşında tiksindirici bir oportünizmle harcanmakta, torba operasyonlar zorba operasyonlara dönüşmekte, darbe heveslisi faşistlerin yanında çok sayıda masumun da canı yakılmaktadır.
Düşünce ifade bilim ve sanat özgürlüğü pratiği de Türkiye’nin içinde debelendiği içler acısı durumu tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. Darbe devirlerinin ayırt edici uygulamalarından sansür, Yunus Emre şiirlerinin, dünya edebiyatı klasiklerinin sansürüne kadar varabilmiştir.
Seçilmiş milletvekilleri yıllarca cezaevlerinde tutulmuştur. Cezaevlerinde hâlâ gazeteciler yazarlar vardır. Parasız eğitim isteğiyle pankart açmak dışında eylemi olmayan yüzlerce öğrenci tutukludur. Daha vahimi, iddianame müellifinin küsmek istemediği, bütün ülkenin anası babası dedesi sayacak derecede hayranlık duyduğu siyaset tacirinin ve taklacı (eski) İçişleri Bakanı’nın ifadesiyle “Resim yaparak, şarkı besteleyerek, şiir yazarak da terörist olunabilir! Kitap ise, bombadan daha etkili bir silahtır.” Bu faşizan zihniyet ve iktidar döneminde Türkiye dünyada en çok terörist barındıran ülke haline geldi. Amerikan haber ajansı AP’nin 5 Eylül 2011 tarihli haberine göre, 11 Eylül 2001’den bu yana tüm ülkelerde 119 bin 44 kişi terör suçlamasıyla tutuklandı, 35 bin 117 kişi terörist olarak hüküm giydi. Türkiye 12 bin 897 hükümlü sayısı ile ilk sırayı aldı. Çin, 7 bin kişi ile ikinci olabildi.
Medyanın iktidar karşısında konumunu bir cümleyle özetlemek gerekirse, önceki darbeler döneminde ve 28 Şubat sürecinde “Emret komutanım!” gazeteciliği yapılıyordu; şimdi de “Emret Başkanım!” gazeteciliği yapılmaktadır.
Yargı ve medya gibi sendikalar ve üniversiteler de ancak darbe dönemlerinde rastlanabilecek yoğunlukta iktidarın baskısı altındadırlar. Gayrimüslim azınlıkların durumu iyileşmediği gibi 12 Eylül darbesi döneminde olduğu gibi Alevilere yönelik zorla asimilasyon, seçmeli derslerle takviye edilen zorunlu din dersleri, Alevi köylerine cami politikası da ısrarla sürdürülmektedir. İslamiyet’i siyaset olarak değil, kendini Tanrı’ya adama, Tanrı’ya ulaşma inancı olarak benimseyen ve yaşayan dindarların bu ayrımcılıkları ve baskıyı tasvip ettikleri düşünülemez.
Gezi Direnişi’nden bu yana TBMM’den geçirilen kanunlarla Türkiye her gün biraz daha kişi diktatörlüğünün pençesine itilmektedir. Bu gibi tarihsel anlarda “bağımsız ve tarafsız yargı” her zamankinden daha fazla önemlidir, toplumun akıl ve ruh sağlığını korumasının güvencesidir. Haksızlığın yargı tarafından giderileceğine, siyasi ve toplumsal zıtlaşma sertleştiğinde yargının “tarafsız hakem” olarak karar vereceğine güven duygusu yitirildiğinde, mahkemeler toplumsal gerilimi tarafsız hakem olarak çözmek yerine siyasal iktidarın isteği doğrultusunda kararlar verdiklerinde toplumsal barış, akıl ve ruh sağlığı da yitirilir. Ve ne yazık ki yargı, toplumsal barışın ve adalet arayışının sigortası olacağı yolunda güven vermemektedir.
Esasen, yargının hukuk devletinin inşası yolunda işlevsel olabileceği umudu çok güçlü olmasa da, 2010 tarihli Anayasa değişikliğiyle tümüyle ortadan kalkmıştır. O tarihte yürürlüğe giren Anayasa değişikliğine göre, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre kurulur ve görev yapar. Bu Kurul, adlî ve idarî yargı hâkim ve savcılarını mesleğe kabul etme, atama ve nakletme, geçici yetki verme, terfi, disiplin cezası ve görevden uzaklaştırma işlemlerini yapar. Kurul’un tarafsız ve bağımsız olması, yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığı ile doğrudan bağlantılıdır. HSYK’nın tarafsızlığına ve bağımsızlığına gölge düşerse, yargıya olan güven biter. Bu nedenledir ki, demokrasisi yerleşmiş batılı hukuk devletlerinde, bu Kurul’un tarafsızlığına ve bağımsızlığına büyük önem verilir.
2010 Anayasa değişikliğinden önce, HSYK’da Adalet Bakanı ve Müsteşar’ın bulunması, hukuk çevrelerinde yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığına aykırı bulunarak eleştiriliyordu. Çünkü Adalet Bakanı, siyasi iradeyi temsil eder, müsteşar da bu siyasi iradenin emrindedir.
2010 Anayasa değişikliğinden sonraki durum, eskiye rahmet okutmaktadır. Adalet Bakanı yine Kurul’un başkanı, Müsteşarı da Kurul’un tabiî üyesidir. Kurul’un 4 üyesi Cumhurbaşkanı tarafından, 3 üye Yargıtay, 2 üye Danıştay, 1 üye Türkiye Adalet Akademisi tarafından, 7 üye adlî yargı hâkim ve savcıları arasından, 3 üye de idarî yargı hâkim ve savcıları arasından seçilmektedirler. Geçen yıl sonbaharda seçilenler, kamuoyunda “hükümete yakın”, “cemaate yakın”, “sosyal demokrat”, “ülkücü” olarak etiketlendi. Öyle ki, milletvekili veya belediye seçimlerinde iktidar partisi listelerinde aday olup seçilemeyenlerin veya iktidar partisinin açtığı davalarda parti avukatlığı yapanların HSYK üyesi yapılarak ödüllendirildiği söylenmektedir. Yani seçimlerde liyakat değil sadakat göz önüne alınmıştır. Böylece HSYK ve yargı, tarihinde görülmemiş şekilde siyasileşmiş, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı tümüyle tarihe karışmıştır.
Apaçık görülmektedir ki, Gezi Direnişi’nden ve rüşvet/yolsuzluk skandalının patlamasından bu yana Adalet Bakanlığı’nın yaptığı veya HSYK’ya yaptırttığı bütün atamalarda, bütün yönetmelik değişikliklerinde ve çıkardığı bütün “yapboz” kanunlarında somut bir amaç vardır: İktidarın istemediği soruşturmaları engellemek, istediği soruşturmaları keyfilik derecesinde kolaylaştırmak. Yani yargıyı emireri gibi çalıştırmak.
Yeri gelmişken geçmişte Anayasa Mahkemesi’ne üye seçimi sırasında yaşanan bir olayı anımsamakta yarar vardır. 
10’uncu Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer, avukat kontenjanından boş bulunan Anayasa Mahkemesi üyeliği için dönemin Türkiye Barolar Birliği Başkanı Av. Özdemir Özok’u seçmişti. Bu seçime ilişkin karar Resmi Gazete’de yayımlandı. Ancak Özok’un bir ara CHP üyesi olduğu gazetelerde haberleştirildi. Partide aktif görevi olmamasına karşın, sadece parti üyesi olmasının bile tarafsızlığa ve bağımsızlığa gölge düşüreceği düşünülerek, Özok’un istifası istendi. Av. Özdemir Özok da hiç tereddüt etmeden istifa etmişti.
***

SONA EREN HUKUK DEVLETİ RÜYASI
Uzun ve ayrıntılı açıklamalara gerek olmadan yinelemem gerekirse,
- Devletin tüm eylem ve işlemlerinin hukukla sınırlılığı ilkesi kâğıt üstündedir. Hukuk idare tarafından ayakbağı olarak görülmekte, üst üste çıkartılan torba ve çorba kanunlarla gerek kamusal gerekse özel alanda hukuki saha daraltılmakta, keyfi diktatöryel saha genişletilmektedir.
- Hukuk önünde eşitlik ilkesi kâğıt üstündedir.
- Devletin tüm eylem ve işlemlerinin yargısal denetime tabi olduğu ilkesi kâğıt üstündedir.
- Devlet tüm eylem ve işlemlerinde tarafsız değildir, uyrukları arasında ayrım yapmaktadır. 
- Yargı bağımsız değildir, yargıç güvencesi yoktur. Yargı, tarihinde görülmemiş şekilde siyasileşmiş, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı tümüyle tarihe karışmıştır.
- Hak arama yolları yetersizdir, engellidir. Etkin başvuru ve adil yargılanma hakları kullanılamamaktadır.
- Temel hak ve özgürlükler güvence altında değildir.

Her biri için uzun uzadıya örnek vermeyi gerektirmeyen bu acı gerçekler, yani demokratik hukuk devleti umudunun son nefesini vermesi karşısında, devletin öteki kurumlarına güven duymadığım gibi yargıya güvenimin kalmadığını yineliyorum.
Bu sözlerim mahkeme heyetini oluşturan zevatın kişiliklerine yönelik değildir. Sözlerim yasamasıyla yürütmesiyle yargısıyla devletin bir bütün olarak hukukun üstünlüğü ilkesine sırt çevirmesiyle ilgilidir.
Bu noktada kişilerin birbirleriyle veya kişilerle devletle olan anlaşmazlıklarını çözmek ve adaleti sağlamakla yükümlü yargının durumundan söz etmek kaçınılmazdır.
Adalet Bakanlığı’nın 2013 yılı adli istatistik verilerine göre, Türkiye’de savcılıklar, 2013 yılında 3 milyon 313 bin 275 soruşturma dosyası açmışlar. Bu dosyalarda soruşturulan kişi ve eylem sayısı 6 milyon 251 bin 822. Savcılıklar soruşturdukları her 100 kişi veya eylemlerden 49’u hakkında kamu davası açmışlar. Ceza mahkemeleri bu 49 kişi veya eylemden 20’si hakkında mahkûmiyet kararı vermişler. Yargıtay’a giden bu 20 mahkûmiyetten ise 8’i tamamen, 6’sı ise kısmen onanmış. Yani sonuç olarak, savcılıkların açtıkları ceza davalarında mahkûmiyet oranı çok düşüktür, her 10 davadan sadece 4’ü mahkûmiyetle sonuçlanmıştır.  Mahkûmiyetle sonuçlanan davaların önemli bir bölümü de Yargıtay’dan dönmüştür. Tüm soruşturmalardaki isabet oranı yüzde 14, davaya dönüştürülen soruşturmalardaki isabet oranı ise yüzde 30 kadardır. İster istemez bir kez daha, “hukukçu şair yazar” Mehmet Taştan’a nazire olarak, “Ne de olsa içinde biraz yalan, biraz abartı bulunmayan iddianame tad vermez” demekten kendimi alamıyorum.
Türkiye’de adalet sisteminin neden bu kadar tartışmalı olduğu, Adalet Bakanlığı’nın açıkladığı adli yıl istatistik rakamlarına bakılınca çok daha iyi anlaşılmaktadır. Tekraren vurguluyorum, savcılıkların soruşturdukları her 100 kişiden sadece 14’ü mahkûm edilmiştir. Haklarında soruşturma açılan kişilerin yüzde 86’sı adliye koridorlarında, hapishanelerde gereksiz yere süründürülmüş, özel ve sosyal hayatları darma duman edilmiş, sağlıkları bozulmuş, bir işleri varsa muhtemelen işten güçten edilmişlerdir. Çektirilen çilenin süresi ise apayrı bir faciadır. Bu davada bile soruşturma altı ayda tamamlanabilmiştir, ilk duruşma ise on bir ay sonra yapılabilmektedir.
Milyonlarca insanı hiç abartısız bir ifadeyle “yargı mağduru” yapan bu tablo karşısında sorulacak çok soru vardır. Ben sadece bir soru sormuş olayım: Savcılıklar soruşturma açmakta sınırsız bir özgürlüğe mi sahiptir? Başarısız ve isabetsiz, bir de hukuk ve etik dışı soruşturmaların dolayı hesap verme sorumlulukları yok mudur?
***

SON SÖZ
Sayın Mahkeme Heyeti,
Şahsım açısından adaletin tesisi için bu davanın açılması gerekmiyordu. Hukuk devleti şöyle dursun, kanun devletinde bile bu dava açılamazdı. Sayın mahkemeniz, HUKUKİ TEMELDEN YOKSUN, hukuk devleti değerleriyle bağdaşmayan bu iddianameyi en başta reddetmeliydi. Bunu istemek ve beklemek, hukuk devletine inanan herkesin hakkıdır.
Sözlerime son vermeden önce siyaset-adalet ilişkisine ve hukukçuların işlevine kısaca biraz daha değinmek istiyorum.
Adaletin eksikliğini sadece ben değil, hemen herkes hissediyor, herkes adaleti arıyor. Çünkü, vicdanların adalet fikrinden ve duygusundan yoksun kaldığı ülkede tasada kaderde kıvançta birlikten ve eşitlikten söz edilemez.
Vicdanlarda adalet fikrinin ve duygusunun önemi üzerine ne çok söz vardır!
Bir Alman atasözü, “Memleket yalnız adaletle ebedileşir ve adaletsizlikle batar” der.
Şair Namık Kemal, “Bulunmazsa adalet milletin efradı beyninde / Batar bir gün zemine, arşa çıksa paye-i devlet” diyor.
Fransız bilim adamı Pascal’ın dediği ise, “Kuvvete dayanmayan adalet aciz, adalete dayanmayan kuvvet zalimdir.
Baktığınız iddianame hukuk devleti ilkesine ve hukuk etiğine aykırıdır. İddianame, asıl olarak anayasal bir hak olan barışçıl gösteriyi zorla dağıtanlar hakkında düzenlenmeliydi. Ama yargının hakem olmaktan çıktığı, tümüyle siyasallaştığı ve keyfileştiği konjonktürde yasal gösteri haklarını kullananlar hakkında düzenlendi. Bu arada, yersiz ve orantısız şiddet kullanılmaması yönünde polisi uyardığım için benim hakkımda da dava açıldı.
Kusura bakılmasın, yürürlükteki usul kanunlarına uygun olsa bile hakkımda düzenlenmiş bir iddianame sayamıyorum.
Kameralar önünde silahını doğrudan ateşleyerek Ethem Sarısülük’ü öldüren polis memuru uzun süre tutuksuz yargılanmışken,
Berkin Elvan’ı Abdullah Cömert’i, Ahmet Atakan'ı öldüren biber gazı fişeğini kimin ateşlediği, Medeni’yi öldüren kurşunun hangi silahtan çıktığı bulunmamışken,
Mehmet Ayvalıtaş’ın ölümü basit bir trafik kazası gibi geçiştirilirken,
Ali İsmail’in sopalarla dövülerek öldürüldüğü görüntüler hep gözümüzün önündeyken,
Bu cinayetleri işleyenlerin sırtları “Çanakkale kahramanları” diye sıvazlanırken,
Berkin’in ailesi miting meydanlarında yuhalatılmışken,
Berkin Elvan cinayetinin üzerinden iki buçuk yıla yakın süre geçmiş olmasına karşın iddianame bile yazılmamışken,
Berkin’in acısını paylaşmak isteyenler hakkında iddianame düzenlenmesini yurttaş olarak kabullenemiyorum.
Ülke tarihinin en ağır rüşvet ve yolsuzluk skandalının üzerine gidilemezken, hırsızlığı ve yolsuzluğu protesto edenlere güç yetirilmesine isyan etmek istiyorum.
İddianameyi hukuk ve olumlu anlamda siyaset penceresinden yanıtlamaya, iddianamenin hukuk ve etik dışı olduğunu anlatmaya çalıştım.
Sıkıyönetim mahkemesinde yargılanırken yazılı olarak sunabildiğim savunmamda, “Hukuk Devleti, Yargı Bağımsızlığı, Savunma Hakkı” başlığı altında, toplum yaşamında hukukçuların önemine değinmiş, ünlü bir yazarımıza atfen, “Türkiye’nin geri kalmışlığında en büyük günahın bilim dalı olarak hukukçulara ait olduğu, belirli çevrelerin kendi çıkarlarını sürdürmek ve halkın uyanmasını önlemek için, hukukçuları bir fikir cellâdı olarak kullanmayı başardıkları” yolundaki bir değerlendirmeyi aktardıktan sonra şu düşüncelerimi kayda geçirmiştim:
Vurguncu asalak sınıfların demokratik hukuk devletine nefes aldırmama çabalarını etkisiz hale getirerek, yazarın bu olumsuz yargısını kendi alanlarında boşa çıkarmalarını hukukçulardan istemek benim de hakkımdır. Çünkü, insan hakları ve demokrasiyi ayakta tutan en temel kavramlardan biri olan hukukun üstünlüğü ilkesini ve yargı bağımsızlığını savunmak, en başta yargıçların görevidir. Yargı bağımsızlığı ve hukuk devleti ilkesi, ancak dar hukuk kalıpları içine hapsolmamış, taşıdığı ‘hukuk adamı’ sıfatının bilincinde, çağdaş bilimlerin ışığıyla aydınlanmış, toplumu kendi çıkarları için karanlıkta bırakan sınıflarla suç ortaklığı etmeyen ve onların empoze etmek istedikleri fikir cellatlığı (ve çarpık adalet simsarlığı) rolünü kabul etmeyen (ve her türlü düşünceye satırını indirmeyen), yalnızca gayri milli asalak sınıf için ‘adalet’ üretmek yerine, yüreği emeğiyle geçinenlerle birlikte çarpan, hukuk ve yargılama düzenini salt egemen asalak sınıfların çıkarlarını onaylayan ve kollayan bir sistem olmaktan kurtarmaya kararlı, demokrasiye ve insan hakları ülküsüne inançla bağlı, cesur, bilgili, özverili, yürekli yargıçların sahip çıkmasıyla gerçeklik kazanır; iktidarlar ve anayasalar değişse bile, temsil ettikleri kurum, adalet bekleyenlerin umudu olmaya devam eder.”
Demokrasinin en temel kurumlarından biri olan hukuk devleti ilkesini savunmak en başta hukukçulara düşer. Hangi koşul altında olursa olsun, hukukçuların, kendilerini her şeye kadir sanan zalimlere ve onların haksızlıklarına karşı çıkabildikleri bir gerçektir.”
Savunmamda daha sonra, “Yargıçların görevi işkencecilerin kanlı ellerini yıkamak değildir” demiştim. Sonuçta, Sıkıyönetim Mahkemesi, işkencecilerin ellerindeki kanı görmese bile, hiç değilse işkence ile mahkemeye çıkartılan genç subayları, Devlet Başkanı’nın tehditlerine karşın mahkûm etmeye yanaşmamıştı.
Şimdi farklı ve elbette daha olumlu koşullarda yargılanıyorum. Yargılanıyorum ifadesi elbette alışkanlıkla söz gelişidir. Yargılanan ben değilim. Yargılanmak istenen, açgözlü sermaye sınıfının saldırganlığına karşı insan haklarına sahip çıkma, özgürlük, barış ve demokrasi istemidir.
İddianameye karşı beyanımı sonlandırırken,
Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargıçlara hitabıma nazire olarak, “Savcıların ve yargıçların görevi meşruiyet sınırları dışına taşan devlet terörünü meşrulaştırmak değildir” diyorum.

Nihayet Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Ahmet Atakan, Medeni Yıldırım ve Berkin Elvan’ı bir kez daha sevgiyle anarken,
Özgürlük, barış ve demokrasi isteğini haykırmak için kendilerini ağaçlara zincirleyen, duvar yazılarıyla yaratıcı zekâlarıyla dünya âlemi hayran bırakan ve geleceğe umut aşılayan gençler,
Çocuklarını eve götürmek için değil yanlarında olmak için gelip zincir kuran anneler babalar,
Parkta direnen ‘kırmızılı kadınlar’,
Meydanlarda piyano çalan sanatçılar, duran adamlar,
Gençlere ve direnişe sahip çıkan milletvekilleri,
Meydanlarda kandil kutlayıp yeryüzü sofraları açanlar,
Paranın geçmediği, dayanışmanın paylaşmanın erdemiyle hayat bulan komünleri kuranlar…
Hepsini saygıyla sevgiyle selamlıyorum.

Heyetinize, yargılamanın tüm taraflarına ve katılanlara saygılarımı sunuyorum.
02.11. 2015.



Rahmi YILDIRIM



3 yorum:

  1. SEVGİLİ RAHMİ,YUKARIDAKİ SATIRLARI OKUYUNCA DÜN DURUŞMAYA GELEMEDİĞİME BİR KEZ DAHA ÇOK ÜZÜLDÜM.HER HARFİNE HER KELİMESİNE YÜREKTEN KATILIYORUM.AKLIMIZ FİKRİMİZ KALBİMİZ VE RUHUMUZLA GÖNÜLDEN KUTLUYORUZ... ZKY

    YanıtlaSil
  2. Rahmi Kardeşim yazdıklarına harfiyen katılıyorum. Hakimlerin bunları okuyacağını hiç zannetmiyorum. Ama olsun. Halka korku salarak bu seçimleri ezici bir çoğunlukla aldılar. Bu aldatmaca nereye kadar? Bundan sonra daha da fütürsuzlaşacaklar. Bu halk ne zaman gerçekleri görür olacak. Selamlar.

    YanıtlaSil
  3. Rahmi arkadaş, savunmanız bir ders niteliğinde, anlayanlara.
    Çok güzel bir yazı.
    Seninle beraberiz...
    şirinded

    YanıtlaSil