26 Temmuz 2016 Salı

KİTAPLARA KIYMAYIN EFENDİLER


Sabah yürüyüşü için Eymir’e giderken, Polis Akademisi arazisine bitişik yol kenarında rastladım bu kitaplara. Gelişigüzel atılmışlar. Elimde olmadan durdum, topladım kitapları. İkisinin ilk sayfasında sahibinin adı soyadı, kitabın hangi tarihte satın alındığı kayıtlı. Birisinde de kimin hediye ettiği yazılı. Ne kadar korktuysa, o korkuyla nasıl acele ettiyse, adının soyadının, hediye eden ablasının adının yazılı olduğu sayfayı bile yırtmadan atmış yol kenarına.
Hiçbirine sempati duymasam da, naçizane kitaplar yazmış, iyi bir okuryazarlık emekçisi olarak acıyla bakakaldım kitaplara. Yan yana toplayıp fotoğrafladım, 12 Eylül darbe günlerini anımsadım. Kitapların banyoda ocağa atılıp yakıldığı, toprağa gömüldüğü, hücre evi operasyonlarında suç aleti “örgütsel doküman” olarak tutanaklara geçirildiği, imhasına kalem kırılan kitapların resmi görevlilerce yakıldığı günleri. Termosifonların ocaklarında en çok Marks, Engels ve Lenin’in tuğla kalındığındaki kitapları yakılırken sıkıntı çekilirdi. Yak yak bitmez. Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin’in adı bazı kitap kapaklarında V.I. Lenin diye yazılırdı. Operasyonlarda polis tutanaklarına, hatta iddianamelere “Altıncı Lenin” diye kaydedilirdi! Kimi operasyonlarda polis yakaladığı genci “Komünist olacak ne var ulan. Utanmadın mı hiç komünist olmaya? Hiçbir şeyden utanmıyorsan şu sakallı nur yüzlü dedenden utan!” diye azarlayarak, Karl Marks’ın duvardaki fotoğrafını gösterirdi!
Polis merkezlerinde işkenceli sorguların ardından devrimcilerin insanlıktan çıkmış halleriyle suç aleti kitaplarla birlikte teşhir edildikleri günlerdi o günler. Ankara, İstanbul, Bursa emniyet müdürlüklerinde teşhir edilmiştik. Mahkeme salonunda tektip elbiseyi yırtıp atlet külot kaldığımız anın fotoğrafına ulaştığım gibi o teşhir anına ait bir fotoğrafa ulaşmayı da ne çok istiyorum. Sabri Canbeyli’nin arşivinde olabilir mi acaba? TRT ekranında teşhir etmek üzere Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün bizi kitapların arkasına dizdiği basın açıklamasını izleyenler arasında galiba Sabri de vardı. Günaydın gazetesi muhabiriydi o tarihte.
İşte o uğursuz günlerde, yani tutuklanmadan önce, 12 Eylül darbesinin ilk aylarında Çanakkale’nin Çan ve Yenice ilçelerinde sıkıyönetim komutanıydım. Devrimci bir subay için ne acı bir ironi değil mi. Ayıptır söylemesi, bir operasyon sırasında, kitaplar da ele geçirmiştik! Bir gün bir ihbar mektubu gelmişti. Bir köyde, yanlış hatırlamıyorsam Terzialan köyünde, terzi filankes, devrim olduğunda köy okulunun bayrak direğine çekilmek üzere kızıl bayrak dikmiş, evinde saklıyormuş. Muhbir vatandaş, mektubu üst makamlara da gönderdiğini eklemiş. Yani, “İstersen terziye operasyon yapma!” der gibi. Operasyon olsun mu olmasın mı diye tereddüt ederken, aynı mektup “gereği rica olunur” kaydıyla üst makamdan da gecikmeden gelmişti zaten.
Yerel jandarmadan Başçavuş’un hazırladığı operasyon timiyle erken bir saatte köye vardım. Hoyrat bir operasyon olmaması için kapıyı bizzat çaldım. Terzi uykulu gözlerle kapıyı açtı. “Hakkınızda ihbar var, evinizde arama yapacağız, hane halkı hazırlansın” diyerek, eşinin çocuklarının hazırlanmaları için beklemeye başladım. Çok geçmedi, Terzi “Buyrun komutanım” dedi, içeri girdik, arama başladı. İçimden dua ediyorum suç aleti bir şey bulunmasın diye. Fazla sürmedi operasyon. Zaten küçücük bir köy evi. Aranacak fazla yer yok. Bir köşede sandığı karıştıran Başçavuş “Buldum komutanım!” diye heyecanla bağırarak koştu. İçimden “eyvah” derken baktım, elinde birkaç kitap. En üstte Aziz Nesin’in “Savulun Sosyalizm Geliyor” kitabı. Belli etmeden içimden güldüm. “Tebrik ederim Başçavuşum!” dedim, operasyona son verdim. İlçe merkezine dönüşte terzinin ifadesini aldım, “Suç unsuruna rastlanmamıştır, yasal işleme gerek yoktur” diye rapor yazıp üst makama, yani Çanakkale ve Boğazlar Sıkıyönetim Komutanlığı’na gönderdim...
 Ne günlerdi o günler! Hiç bitmedi o günler. Süleyman Ege yönetimindeki Bilim ve Sosyalizm Yayınları’nın 133 bin kitabını 7 kamyona doldurup Ankara’da Hüseyin Gazi dağı eteklerinde yaktılar. Ardından sözüm ona sivil hükümetler döneminde, yakılarak imhasına kalem kırılan nice kitap, mevcutlu olarak İstanbul’da Çemberlitaş Hamamı’na götürüldü. Sadece kitapları yakmadılar, kanlı Sivas’ta kitapların yazarlarını da yaktılar. Dostum Hayri Argav’ın 12 Eylül idamlarını anlattığı “O Şafağın Atlıları” adlı kitabını tutukladılar. Hayri sürgüne, yayımcı Necla Zarakolu hapse gitti.
Hiç bitmedi kitabın, yazarın, okuyucunun düşman muamelesi gördüğü günler. Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakan, Fethullah Gülen’in İslamcı kanaat önderi olarak ülkeyi birlikte yönettikleri günleri de gördük. Militarizmin yerini aynı ölçüde katı, aynı ölçüde demokrasi düşmanı, inancı araçsallaştıran siyasal İslamcı ideolojinin aldığı günler. Devrin taklacı İçişleri Bakanı “Resim yaparak, şarkı besteleyerek, şiir yazarak da terörist olunabilir!” diyordu. Kendisi kitap yazmamış, okuduğu da şüpheli Başbakan “Kitap, bombadan daha etkili bir silahtır” diye eklediğinde söylenecek söz kalmamıştı. 
Ahmet Şık’ın deyişiyle dokunanın yandığı günlerdi. Fethullah Gülen’in gazetesi hapse atılan gazeteci yazarlar Ahmet Şık ve Nedim Şener aleyhine “Yargı süreci bitmeden kimse suçsuz ilan edilmemeli” başlığı altında psikolojik harp yürütüyordu. Kendi kitabı yakılarak imha edilmiş yazarın gazetesi ise “Gazetecilikten tutuklanmadılar” diye TARAF tutuyordu.
Kitabın, yazarın, okuyucunun düşman muamelesi gördüğü günler hiç bitmedi. Şimdi bu yazıyı kaleme alırken internetten okudum. Düzce’de bir dönem AKP'den milletvekili aday adayı olan mimar Eser Doğan Öztürk, Fethullah Gülen’e ait kitapları ormanlık alanda yakarken yakalanmış. Öztürk, çıkarıldığı mahkemece tutuklanmış.
Yol kenarında bulup kütüphaneme yerleştirdiğim kitaplara bakıyorum. Her biri çok kez basılmış. Birinin kapağında 17’nci baskı, diğerinde 10’uncu baskı, bir başkasında 9’uncu baskı diye yazılı. “Adanmışların Vasıfları” adlı kitaba göz gezdirdim, Fethullah Gülen sempatisiyle yazılmış. “Adamlık Dini” ve “Ölüm Kıyamet Cehennem” adlı kitaplar ise Harun Yahya imzasını taşıyor. Hiçbirine sempati duymasam da içim acıdı kitapların böyle atılmasına, ormanda yakılmasına. 12 Eylül faşist darbesinin üzerinden 36 yıl geçmiş, memleket olduğu gibi kalmış. Hatta daha da geriye gitmiş. Yine kitaplardan korkuluyor, yine kitaplar o korkuyla yakılıyor, atılıyor. Daha beteri, hiç kitap yazmamış, kitap okuduğu şüpheli Cumhurbaşkanı’nın katıldığı merasimlerde imamlar, “Bilhassa okumuşların şerrinden koru ya Rabbi!” diye dua ettiriyorlar. Peygamber ümmi imiş ya...
Kitaptan korkulan bir memleket atmosferi ne kadar da yaralayıcı. O yüzden hep darbeliyiz hep yaralıyız hep bereliyiz.

21 Temmuz 2016 Perşembe

ASKERİ DARBEYE DE SİVİL DİKTAYA DA HAYIR!

Ülkemiz 15/16 Temmuz gecesi, Cumhuriyet tarihinin en kanlı askeri darbe girişimine sahne oldu. TBMM darbeciler tarafından bombalandı. Darbeciler Meclis’i bombalamakla kalmadılar, darbeye karşı sokağa çıkan halkı hatta kendilerine karşı çıkan meslektaşlarını bile katlettiler.
Hayatını kaybeden vatandaşlarımızı saygı ile anıyor, ailelerine başsağlığı, yaralanan yurttaşlarımıza acil şifalar diliyoruz.
Askeri darbe girişiminin bastırılmasından, ülkemizin gerçek anlamıyla iç savaşın eşiğinden dönmesinden memnuniyet duyuyoruz. Bununla birlikte geleceğe güvenle bakamıyor, demokrasi kazandı diyemiyoruz. Askeri darbe girişimi bahane edilerek ülkemizin tek adam diktatörlüğüne sürüklenmesinden endişe ediyoruz.
Böylesi bir süreçte meydanlara çağrılan kalabalıkların tekbir getirerek farklı kimlik topluluklarına ve hayat tarzlarına yönelik nefreti haykırmalarını, mahallelere saldırı girişimlerini, cihat propagandasını, emir kulu erlerin cihatçı katillerce öldürülmelerini endişeyle izliyoruz.
***

Ülkemiz durduk yerde bugüne gelmedi. Her şeyden önce, darbeci cunta bir gecede oluşmadı, gökyüzünden zembille inmedi. Darbeci çete “askeri vesayete karşı mücadele” iddiasıyla mevcut siyasal iktidar eliyle beslenip büyütüldü. Askeri okullarda örgütlenmesine göz yumuldu; Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk vs. gibi “kumpas” operasyonlarıyla çete üyelerinin önleri açıldı. Çete üyeleri darbeye teşebbüs gücüne kavuştukları makamlara mevcut siyasi iktidar eliyle getirildiler. Darbeci çeteye yardım yataklık ve “kumpas” operasyonlarındaki suç ortaklığı dönemin Başbakanı tarafından “cemaatteki kardeşlerimiz bizden ne istediler de yapmadık” sözleriyle itiraf edildi.
Katliam yapacak derecede gözü dönmüş cuntanın darbeye cüret edebildiği toplumsal siyasi ortamın oluşmasında da ülkeyi on dört yıldır tek başına yöneten AK/Saray iktidarı birinci derecede sorumludur. Dinci sermaye hizbinin siyasal temsilcisi AK/Saray, iş başına geldiği tarihten bugüne ayrımcı, mezhepçi, dayatmacı politikalarıyla toplumu ayrıştırmış ve kutuplaştırmış, içerde toplumsal barışı zedelediği gibi, emperyalizmin savaş ve işgal politikalarına taşeron olarak komşu ülkelerdeki savaşı ve terörü körüklemiş, böylece ülkemizi IŞİD vahşet örgütünün hedefi haline getirmiş, nihayet ortak vatanımızın güneydoğusunda sokağa çıkma yasakları ve operasyonlarla Kürtlerin yaşam alanlarında eşine ancak savaşlarda rastlanabilecek bir yıkım ve tahribat yapmıştır.
AK/Saray, Taksim Direnişi’nden bu yana torba yasalar ve genelgelerle demokratik hak ve özgürlüklerin kullanımını kısıtlamış, 7 Haziran 2015 seçimleriyle oluşan Meclis’i hilei şeriye ile tasfiye etmiş, parlamenter rejimi fiilen askıya almış, milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırarak 1 Kasım 2015’te oluşmuş Meclis’i işlevsizleştirmiş, seçilmiş belediye başkanları ve hatta muhtarlar yerine kayyum atayarak halk iradesini hiçe saymak yolunda nice adımlar atmıştır.
Bütün bu süreçlerde oluşan toplumsal siyasal zeminde, siyasal İslamcı hizipler arası iktidar kavgası nihayet askeri darbe girişimi ile sonuçlanmıştır. Özetle, devlet içindeki ‘iç savaş’ AK/Saray rejiminin ülkeyi sürüklediği karanlığın ürünüdür. Şimdi de askeri darbe girişimi bahane edilerek, tek adam diktatörlüğünü pekiştirmek yolunda kararlılıkla ilerlenerek, emek barış ve demokrasi güçleri kırk katır mı kırk satır mı dayatmasına maruz bırakılmıştır.
Şunu da belirtmek gerekir ki, darbeci çete kısa süreliğine de olsa başarabilse, orduda ve bürokraside kendisine yandaş olmayan kim varsa tasfiye edecekti. Başarısız askeri darbe girişimi, karşı sivil darbeye dönüştü, AK/Saray rejimine kendisini tahkim etmek, kitle desteğini fazlasıyla konsolide etmek için eşsiz bir fırsat sundu. On binlerle ifade edilen tasfiye ve kıyım listesinin sadece darbecileri değil, toplumsal muhalefeti de kapsayacağı kuşkusuzdur. Meydanlardaki cihat gösterileri, ölüm cezasının yeniden gündeme getirilmesi, askeri darbe girişiminin AK/Saray liderliğince “Allah’ın lütfu” sayılması, AK/Saray rejiminin atabileceği adımlara ilişkin ciddi kaygılar oluşturmaktadır.
***

Kimsenin dışında kalamadığı kalamayacağı darbe/karşı darbe süreci, ülkemizde evrensel hukuk ve insan hakları, barış ve demokrasi için verilmesi gereken mücadelenin ne kadar zorlu olduğunu bir kez daha gösteriyor.
Ülkemiz tarihi ne yazık ki darbeler tarihi olarak yazılmakta ve yaşanmaktadır. Darbelerin kaynağı olarak gösterilen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kuruluş tarihi olarak MÖ 209 yılında yapılmış kanlı bir darbeyi benimsemesi, ne denli hastalıklı bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “ecdadımız” diyerek sahiplendiği 36 Osmanlı padişahından 6’sının darbeyle düşürüldükten sonra idam edilmesi, aynı hastalıklı zihniyet ve darbeci devlet yapılanmasının sonucudur. Bu zihniyet ve devlet yapılanması ne yazık ki Cumhuriyet döneminde de sürdürülmüş, ülke bir darbeden diğerine sürüklenmiştir. Nihayet 15 Temmuz akşamı ülkemiz yüzlerce kişinin katledildiği askeri darbe girişimine sahne olmuştur. Şimdi de bastırılan askeri darbe girişimi bahane edilerek, siyasal İslamcı tek adam faşizmine giden yolun taşları döşenmektedir. Bu yolda nihayet olağanüstü hal ilan edilmiştir, ülke artık kanun hükmünde kararname adı altında fermanlarla yönetilecektir.
Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri Derneği ADAM-DER çatısı altında toplanmış,
12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbecileri tarafından sol görüşlü olduğumuz için Türk Silahlı Kuvvetleri’nden atılmış, işkence edilerek sorgulanıp yargılanmış, işsizliğe ve açlığa mahkum edilmiş askerler olarak, 15 Temmuz 2016 akşamı girişilen askeri darbeyi lanetliyoruz.
Darbelerin, temel hak ve özgürlüklere, emek barış ve demokrasi güçlerine verdiği zararın bilinciyle her türlü askeri ve sivil darbeye ve diktatörlüğe karşı olduğumuzu vurguluyoruz.
Darbelerin her türlü zulmünü gadrini yaşamış askerler olarak, emekçilere ve halklara dayatılan darbe/dikta ikilemine razı olmayacağız, siyasal İslamcı faşizmin karanlığına teslim olmayacağız.
Askeri darbe girişimini lanetlediğimiz gibi, darbe girişimi bahane edilerek tek adam diktasının meşrulaştırılmasına ve pekiştirilmesine, toplumsal barışın daha da zedelenmesine, hukuk devleti ilkesinin tümüyle ortadan kaldırılmasına, evrensel insan hak ve özgürlüklerinin bertaraf edilmesine sessiz kalmayacağız, direneceğiz.
Ülkemizin darbeci gelenekten arınması, tek adam diktasına gidişin önlenmesi konusunda TBMM de görevli ve sorumlu olmakla birlikte, mevcut yapısıyla TBMM’nin bu sorumluluğun gereğini yerine getirecek güçte olmadığı aşikârdır. TBMM’nin demokrat kanadının emek demokrasi ve barış güçleriyle birlikte hareket etmesinin zorunluluğu ortadadır.
ADAM-DER olarak, kültürler ve halklar coğrafyası ülkemizin gerçekten demokratikleşmesi ve barışa kavuşması için, tüm emek barış ve demokrasi güçleri ile birlikte mücadeleyi sürdüreceğiz.

Bu vesileyle, emir kulu erlerin de darbecilikle suçlanmasını, darbe soruşturmalarında işkenceye başvurulmasını kınıyoruz. İşlenen suç ne olursa olsun, işkencesiz adil yargılama yapılmalıdır.

Darbelerin kaynağı olarak öne çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kuruluş tarihini gözden geçirmesi, kanlı bir darbeyi kuruluş efsanesi olarak benimsemekten vazgeçmesi, dürüstçe bir özeleştiri yaparak egemen sınıf ve NATO ordusu olmak yerine demokratik laik sosyal hukuk devletinin ordusu olması, İslam Ordusu gibi dinci oluşumlardan uzak durması, özel şirket orduları kurulmasına itiraz etmesi, kurulmuş özel şirket ordularının lağvedilmesi için girişimde bulunması gereğini de kamuoyunun takdirine bırakıyoruz.
Saygılarımızla.
Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri Derneği
ADAM-DER YÖNETİM KURULU

15 Temmuz 2016 Cuma

KALBİM KÜBA’DA KALDI

Küba gezimizin bu durağında Havana’dan 350 km kadar uzaklıktaki kıyı kenti Trinidat var.  Camilo’nun şehri Cienfuegos’tan Trinidat’a yolculuğumuz 1 saatten fazla sürdü. Yolumuzun üstünde dünyaca ünlü Botanik Bahçesi vardı ama burayı görmek gezi programımızda yoktu.
Trinidat’ta turistler için oteller de var ama şehrin dışındalar, 10 kilometre uzaktaki plaj bölgesindeler. Biz şehirdeki “casa particular” denilen, ailelerce işletilen pansiyon evlerde kalacağız. Bu nedenle Trinidat’a varır varmaz, Bizim Ada Tur’un kiraladığı evlere kura ile dağıldık. Frank Pais Caddesi M.Guerre Sokaktaki Talisman pansiyon, temizliği ve mefruşatıyla beş yıldızlı otel konforunda. Ev sahipleri de son derece cana yakın çıktılar. Ancak resmiyeti elden bırakmadılar. Israrımıza karşın akşam yemeğini kendi başımıza yedik. Kural böyleymiş.
Yemeğin ardından Devrimi Savunma Komitesi’nin konuğu olarak, mahalle ziyareti yapmak üzere yola koyulduk. Bu ziyarette bize ICAP’tan Adrianus Dopico rehberlik ediyor. Dopico, aslen tarihçi; Angola’da savaşmış bir melez. “Soy zincirimde kölelik olabilir” diyor, Küba nüfusunun üçte ikisinin soy zincirinde köleliğe rastlanabileceğini, devrim öncesinde siyah derililerin parklarda restoranlarda ayrı yerlerde oturduklarını, ayrı yollarda yürüdüklerini, devrimle birlikte ırkçılığın sona erdiğini anlatıyor. Yol boyunca tanık olduğumuz karşılaşmalar, Dopico’nun ne denli saygın sevilen bir kişi olduğunu gösteriyor.
Otobüsümüz değil asfalt stabilize bile olmayan yolda sarsıla sarsıla ilerlerken, gözümüze çarpan yoksul mahalle görüntüsünden etkilenmemek mümkün değildi. Resmi Küba’yı gezdirmek ve anlatmakla görevli rehberlerimiz de şaşırmışlardı ki, ertesi gün, mahalle yeni kurulduğu için evlerin böyle derme çatma olduğunu, yolun asfaltlanmadığını söylediler.
Devrimi Savunma Komitesi (CDR) pankartı asılı bir evin önündeki küçük meydanda mahalle sakinleriyle buluştuk. Hayli kalabalık bir topluluk vardı. Dopico kısaca kafilemizi tanıttı. Mahallenin Devrimi Savunma Komitesi Başkanı, yirmili yaşlarda bir genç hoşgeldin konuşması yaptı; devrimi sonuna kadar savunacaklarını, bizleri ağırlamaktan sevinç duyacaklarını söyledi. ADAM-DER Kurucu Başkanı da, kısaca Türkiyeli devrimciler olarak Kübalı devrimcilerle buluşmaktan dolayı sevinçli olduklarını, kendilerini Türkiye’de ağırladıklarında daha da mutlu olacaklarını söyledi.
Seremoni konuşmalarının ardından yedi sekiz yaşlarında bir çocuk şiir okudu. İspanyolca şiirde sadece devrim ve Fidel sözcükleri tanıdık geldi. Şiirin ardından çam sakızı çoban armağanı hediyeler alınıp verildi. Beraberimizde içki de götürmüştük. Onlar da getirmişler. Gençler gitarlarıyla başlattılar eğlenceyi. Zaman zaman da hoparlörden Küba müziği çalındı. Yaşlısı genci yetişkini çocuğu, nasıl da müziğe, dansa ve eğlenceye alışıklar. Tıpkı bizim roman semtlerindeki gibi. Yoksul mutluluk böyle bir şey olsa gerek. Hemencecik kaynaştık, becerebildiğimiz kadarıyla birlikte dans ettik, şarkılar türküler marşlar söyledik.

Son olarak dünya tatlısı bu güzel kız çocuğu beni dansa davet etti. Birlikte zıplayıp dolanırken, “İyi ki, insanların ot gibi biçildiği bir Ortadoğu ülkesinde, açlıktan katliamlardan başını alamayan bir Afrika ülkesinde veya iç savaş ve darbelerle kan banyosuna dönen bir Güney Amerika ülkesinde doğmamış. Bu yoksul mahallede de olsa, iyi ki devrimden bu yana güvenlik ve açlık sorunu olmayan Küba’da doğmuş.” diye geçirdim içimden.

Eğlencenin bitiminde çorba ikram edildi. Biraz sebze eklenmiş, bizim mercimek çorba tadındaydı. Çorba ikramının ardından mahalle sakinleri yavaş yavaş evlerine dağılmaya başladılar. Kalanlarla hatıra fotoğrafı çektirip vedalaştık. Bizim romanlar gibi yoksul ama mutlu mahalle sakinleriyle vedalaştığımızda saat gece yarısını geçmişti.
***

Yürüyüş klasiği Trinidat’ta da tekrarlandı. Sabah gün doğmadan evden çıktım, bir buçuk saat  içinde Trinidat’ı çepeçevre dolaşıp ana meydana ulaştım. Burada da İspanyol şehirlerinde olduğu gibi ana meydanın adı Plaza Mayor. Sabah yürüyüşü Tranidat’ın nasıl bir yer olduğu konusunda az çok fikir edinmemi sağladı. Arnavut kaldırımı sokaklar ve caddeler, rengarenk boyanmış tek katlı evler, yollarında altmış yıl öncesinden kalma otomobillerin yanı sıra atlı insanlar, sokak çalgıcıları, Plaza Mayor’un çevresinde müzeler, kiliseler, galeriler, hediyelik eşya dükkânları... 1800’lerden hatta 1700’lerden kalmış gibi; öylesine otantik, şirin mi şirin bir şehir Trinidat.
Şehrin adı İspanyolca üçleme (baba-oğul-kutsal ruh) anlamına geliyormuş. Şehir merkezi, korsan saldırılarını önceden görüp önlem alabilmek düşüncesiyle, kıyıdan 10 kilometre kadar içerde, okyanusa hakim bir tepede kurulmuş. Kuruluş tarihi Küba’nın keşfinden hemen sonraki yıllara rastlıyor. Trinidat 1988 yılında Unesco’nun Dünya Kültür Mirası listesine alınmış.
Laf aramızda, Küba gezimizde en çok Trinidat’ı sevdim. Yolum bir daha Küba’ya düşerse, mutlaka ama mutlaka Trinidat’a uğrarım.
***

Ev sahibemiz sade ama lezzetli ve doyurucu bir kahvaltı hazırlamış. Kahvaltının ardından şehre 15 kilometre uzaktaki Valle de los Ingenios’a, yani Şeker Vadisi’ne yollandık. Vadideki Manaca Iznaga Çiftliği 19’uncu yüzyılın en büyük şeker kamışı plantasyonuymış. O yıllarda Afrika’dan getirtilen binlerce köleler çalıştırılırmış bu plantasyonlarda. Kölelerin kaldıkları küçük barakalar özgün halleriyle korunmuş. Çiftliğin 45 metre yüksekliğindeki kulesi ünlü. Köleleri izlemek için yapıldığı söyleniyor. 
Hiç erinmeden kulenin tepesine tırmandık. Vadinin kuleden görünüşü muhteşem. Şeker kamışı tarlalarıyla kaplı uçsuz bucaksız, göz alabildiğine yeşil bir yer. Kuzeyde ufuk çizgisi bitiminde dağlar. Sierra Maestra dağları olduğunu sanıyoruz, Escambray dağlarıymış. Şeker Vadisi’ne gezimizi, Guachinango köyündeki bir çiftlik evinde öğle yemeğiyle noktalıyoruz.
Öğle yemeğinin ardından şehre dönüp rehberler eşliğinde Trinidat’ı keşif gezisine çıkıyoruz. İlk durağımız Plaza Mayor’a çok yakın Palacio Cantero, yani Cantero Sarayı Müzesi. On dokuzuncu yüzyıl başlarında bölgenin en zengin adamı olan köle tüccarı Justo Cantero’nun malikanesi içindeki müze, hem Cantero’nun servetini hem de o dönemin Trinidat’ını gözler önüne seriyor. Müze, yüksek galerilerden oluşan büyük bir bahçeye açılıyor, sömürge dönemine ve Bağımsızlık Savaşı'na ilişkin eşyalar ve belgeler sergileniyor.

Diğer bir durağımız, Trinidat’ın en köklü zanaatkâr ailesi Santander’e ait seramik atölyesi.  Trinidat, seramik şehri olarak da bilinmekteymiş. Atölye, 19’uncu yüzyılda, Don Secundino Santander tarafından kurulmuş; bugün dördüncü kuşak Santander tarafından yönetiliyor, çalışanlar arasında beşinci altıncı kuşaktan aile bireyleri de var. Rehberlerimiz Santander Ailesinin hayırseverliğiyle de tanındığını, yoksul çocukları himaye ettiğini, devrime sempatiyle yaklaştığını anlatıyorlar. Yetmişli yaşlardaki Bay Santander tezgâhının başında gururla ustalığını sergiliyor; bir ara kafilenin amazonları uzaklaştıklarında, hemen yanıbaşındaki kapakları şapkaları kaldırıyor, topraktan ürettiği cinsel organları teşhir ediyor. Öyle de muzip, şakacı ve sansürsüz bir usta. Atölyenin her bir odası raflarla, raflar renk renk boyalı veya boyasız seramik vazolar, şişeler, fincanlar, çanlar, duvar süsleri ile dolu. Bahçesinde mini bir cafesi de var. Şansımıza bucanero da satılıyor.
Dar zamandaki gezimizden anlıyoruz ki, Trinidad Küba’nın Havana’dan sonraki en turistik kenti. Plaza Mayor çevresindeki müzeler, kiliseler, galeriler ve atölyelerin oluşturduğu sanat ortamı Havana’daki kadar etkileyici. Arnavut kaldırımı dar sokakların açıldığı Plaza Mayor, turistler için çekim merkezi. En hareketli mekân da meydandaki merdivenli yokuşa konumlanmış Casa de la Musica Trinidad. Özellikle Trinidat akşamlarının vazgeçilmezi bir yer. Şehrin en büyük kilisesi de meydanın hemen yanıbaşında. Ancak yorgunluktan kiliseye vakit ayıramadık. Akşam yemeğimizi canlı müzik eşliğinde Taberna el Barracon lokantasında yedik.
***
               
Plaza Mayor çevresinde her biri kendine özgü birçok cafe-bar var. Bizim Ada Tur, bizim için Casa da la Trova’da rezervasyon yapmış. Akşam yemeğinin ardından yürüye gezine Casa de la Trova’ya kapağı attık. Rehberlerimiz dans etmek zorunlu diye uyardılar. Rom, bal ve şeker kamışı likörü kokteyli Canchanchara’mızı yudumlarken, 19’uncu yüzyılı anlatan filmlerdekine benzer, siyah elbiseli iki kovboy bara geldiler. Biraz sonra da benzer şekilde giyinmiş bir kadın. Ne kadar da kasıntı tipler diye konuştuk kendi aramızda. Meğer barın profesyonel dansçılarıymış. Tanıdık tanımadık dansa kaldırıyorlar, salsa yapıyorlar. Çok da ciddi dans ediyorlar. Kadın bize bulaşmasa diyoruz içimizden. Bulaşmadı netekim. Erkekler ise bizim kafilenin amazonlarından ikisini dansa kaldırdılar. Bizim kızlar salsadan geçer not aldılar.
Trinidat’ta son gecemiz çok ama çok gürültülü geçti. Gök gürültüsü çok şiddetliydi. Bardaktan değil kovadan boşanırcasına yağmur sabaha kadar sürdü. Bizim evde tavandan yağmur sızıntısı olmadı ama komşu evlerin bazılarında böyle bir sıkıntı yaşanmış. Sabah yola çıkmak için kalktığımızda ne görelim, yollar azgın birer sel yatağı. Önceki gece misafir olduğumuz mahalle kim bilir ne haldedir? Kendimizi otobüse zor attık. Santa Clara üzerinden Havana’ya döndük.

Havana’da son akşam yemeğini, Ernest Hemingway’in müdavimi olduğu La Bodequita del Medio lokantasında yedik. Yemeğin ardından Havana’nın İstiklal Caddesi diyebileceğimiz Obispo Calle’yi son kez adımladık. Sabah saat 05.00’te José Martí havaalanına yollandık. Uçağımız 08.00 gibi havalandı, kalbimiz Küba’da kaldı!

8 Temmuz 2016 Cuma

KÜBA DEVRİMİNİN ÖNDERİ CAMİLO’NUN ŞEHRİNDEYİZ

Küba’da nasıl Santa Clara kenti Che Guevara’nın şehri olarak biliniyorsa, Cienfuegos denince de akla devrimin önderlerinden Camilo Cienfuegos geliyor.
Camilo Cienfuegos Gorriarán, Küba devriminin dört önderinden en genç olanı. Calabazar de Sagua kasabasında 1932 yılında doğmuş, güzel sanatlar okulunda öğrenime başlamış, diktatörlüğe karşı mücadelede tüfekle vurularak yaralanmış; derken Fidel ile tanışmış. Granma teknesiyle devrim için yola çıkanlar arasında Camilo da var. Gerilla savaşında Che kadar başarılı. Diktatör Batista’nın kaçmasının ardından Havana’ya giren Fidel Castro’nun yanı başında, ordu komutanlığına getirilmiş, tarım reformu çalışmalarına katılmış. Ne ki daha 27 yaşındayken, 28 Ekim 1959’da Camagüey şehrinden bizzat kullandığı uçakla Havana’ya giderken kaybolmuş. Uçağının nereye ve nasıl düştüğü bilinmiyor. En yüksek olasılıkla denize çakıldığı sanılıyor. Her yıl 28 Ekim günü Camilo’nun anısına Küba’da anma törenleri düzenleniyor, bayraklar yarıya indiriliyor, okyanusa çiçekler bırakılıyor.
Camilo’nun ölümü, devrimin sosyalist kanadıyla liberal kanadı arasındaki ayrışma ve çatışma aylarına rastlaması nedeniyle, komplo iddialarına da konu olmuş. Liberal kanadın önemli isimlerinden Huber Matos, devrimin komünizme yönelmekte olduğu iddiasıyla yönetimden istifa edip, Camagüey’de isyan bayrağı açıyor. Fidel Castro ve Camilo Cienfuegos, isyancıları vazgeçirmek için 21 Ekim günü Camagüey’e gidiyorlar. Fidel, ikna edeceğinden emin olarak isyancıların karargâhına yürüyor. Silahsız ve korumasız olarak gelen Fidel’e ateş edilmiyor. Çünkü, isyancılara güvenmeyen Camilo, süratle karargâha girmiş ve Fidel gelmeden isyancıları silahsızlandırmıştır. Silahsızlandırılan isyancılar rahat durmazlar. Bir hafta sonra Fidel, Camilo’yu tekrar Camagüey’e gönderir. Camilo, Matos’u tutukladıktan sonra uçakla Havana’ya dönerken kaybolur. Bu olaydan sonra 20 yıl hapis yatan ve 1979’da serbest kalınca ABD’ye kaçan Matos, Camilo’nun Fidel tarafından tasfiye edildiğini öne sürer. Matos, tutuklandıktan sonra idamına karşı çıkanlar arasında Che ve Camilo’nun da bulunduğunu söyler.

Havana Devrim Meydanı’nda bakanlık  binalarına nakşedilmiş iki rölyeften biri Che’nin  diğeri Camilo’nun. İletişim Bakanlığı binasının ön yüzünde geceleri ışıklandırılan Camilo rölyefinde “Vas Bien Fidel” yazısı okunuyor: “İyisin, doğru yoldasın Fidel”. Havana’ya girdiklerinde, Fidel coşkulu kalabalığa konuşurken bir an Camilo’ya dönmüş, “Voy bien, Camilo?” diye sormuş; “Camilo, iyi miyim, doğru yolda mıyım?” Camilo da yanıt vermiş: “Vas Bien, Fidel”.
(Bu arada, Che Guevara, Camilo’nun kaybolmasının ardından dünyaya gelen oğluna Camilo adını vermiş. Camilo Guevara, 2003 yılında İstanbul’a gelmiş ve bir televizyon programına da konuk olmuştu. Camilo Guevara, NTV’deki programda, Yaşadığımız dünya kaos içinde. Dünya nüfusunun sadece yüzde 20’si yaşıyor, yüzde 80’i onların esiri. Tedavi edilebilir hastalıklardan, açlıktan insanlar ölüyor. Kendimize insan diyebilmek, insanca yaşamak için bu düzeni değiştirmemiz gerek” demişti. Laf aramızda, Türk ulusalcıları Che’nin çantasında Nutuk, Türk İslamcıları Risale-i Nur çıkardıklarına göre Camilo’nun uçağı bulunmuş olsa, çantasından aynı kitaplar çıkabilirdi!)
Camilo’nun adını taşıyan Cienfuegos şehri, başkent Havana’ya 250 kilometre uzaklıkta. Şehir, 1800’lerin başında Fransız yerleşimciler tarafından kurulmuş. Şeker, sanayi, kahve ve tütün ticaret merkezi ve liman olarak Küba’nın en zengin şehri. Yaygın sanının tersine, Camilo’nun adı şehre verilmiş değil. Cienfuegos adı Camilo’dan önce de var. Ailesi soyadını şehirden almış olabilir. Yani isim özdeşliği rastlantıdan ibaret. Cienfuegos, aynı isme sahip körfezin güzelliği nedeniyle “La Perla del Sul” yani “Güneyin İncisi” olarak da anılıyor. Cienfuegos, sözcük sözcük çevrildiğinde “yüz ateş” anlamına geliyor. Bildiğimiz yakılan ateş anlamında. Ama, kente bu adın verilmesinin devrim döneminde dağlarda yakılan isyan ateşleriyle de ilgisi yok. 1800’lü yıllarda İspanya’nın Küba Genel Valisi olarak görev yapan Don Jose Cienfuegos’un adının kente verildiği söyleniyor. Biz yine de Cienfuegos’u Camilo’nun şehri olarak belleğimize kaydettik.
***

Cienfuegos’a vardığımızda öğle saatiydi. İlk durağımız, yat limanındaki lokanta oldu. Menüsü ve hizmet kalitesiyle dört dörtlük. Biz de yol yorgunu, nasıl acıkmışız...
Yemeğin ardından şehri gezmeye çok az vaktimiz vardı. Şehrin merkezindeki Jose Marti Parkı’ndan başladık. UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan park Türkiye’de olsa, yeşil adına dolar’dan başkasını gözü görmeyen dinci faşist talancılar nasıl da imara açarlar diye düşünmeden edemedim. Meydanın bir köşesinde Cathedral de la Purisima Concepsion, diğer köşesinde Teatro Thomas Terry. Hayli gösterişli bir tiyatro binası. Şeker baronu Thomas Terry’nin adını taşıyan bina 1886-89 yılları arasında yaptırılmış. Gerçekten görülmeye değer bir bina. İçeride fotoğraf çekmek ücrete tabi. Geniş sahnesi, tavandaki freskleri, ahşap oturma yerleri, kat kat oturma sıraları ve localarıyla iç mekânı özgün haliyle günümüze kadar gelmiş. İzleyici koltuklarının bulunduğu platform ve sahne sabit değil, hareketli bir düzenekle alçalıp yükseltilebiliyor. 1890’a göre hayli ileri bir teknik.
Tiyatro binasından çıktıktan sonra rehberlerimiz bizi Trazos Libres (Özgür Fırça Darbeleri) adlı yerel sanatçı atölyesine götürdüler. Atölyede daha çok resim ve portre çalışması yapılıyor. Rengârenk boyanmış bir kadın ve iki erkek sanatçı, sessiz bir gösteriyle aşkta rekabet ve kıskançlık öyküsü anlattılar. İnsanın nefes alıp verdiği her yerde rastlanabilecek bir öykü yani. Temanın sıradanlığına karşın anlatım başarılıydı. İlgiyle izledik.
Öykünün anlatımı sırasında kadın sanatçının kurucu başkan’a sempatik bakışı kafiledeki amazonların dikkatinden kaçmadı, kurucu başkan bir kez daha sıkı markaja alındı. Öykünün bitiminde sanatçılarla samimi diyaloglar gelişti. Özgür Fırça Darbesi sanatçıları, kafilemizdeki kızlardan isteyeni istedikleri gibi boyadılar süslediler. Kafilemizin erkekleri de sap gibi durmadılar elbette. Tablolara ilgi gösterdiler, kadın sanatçıyla samimiyet kurdular. Kimi ADAM’lar resmiyeti elden bırakmadılar. 

ADAM-DER Kurucu Başkanı ise sempatisini beden diliyle iletmeyi tercih etti!


Yerel sanatçılarla vedalaştıktan sonraki bir saatlik serbest zaman diliminde kafilemiz Jose Marti Parkı’na açılan Prado Caddesi’ne daldı. Yaklaşık 2 kilometre uzunluktaki Prado Caddesi, hediyelik eşya dükkanları, mağazaları, lokanta ve cafeleriyle Cienfuegos'un en önemli caddesi. Hediyelik eşya alış verişi ve bucanero ikmalinin ardından yeniden yola revan olduk.