Küba gezimizin bu durağında Havana’dan
350 km kadar uzaklıktaki kıyı kenti Trinidat var. Camilo’nun şehri Cienfuegos’tan Trinidat’a
yolculuğumuz 1 saatten fazla sürdü. Yolumuzun üstünde dünyaca ünlü Botanik
Bahçesi vardı ama burayı görmek gezi programımızda yoktu.
Trinidat’ta turistler için
oteller de var ama şehrin dışındalar, 10 kilometre uzaktaki plaj bölgesindeler.
Biz şehirdeki “casa particular” denilen, ailelerce işletilen pansiyon evlerde
kalacağız. Bu nedenle Trinidat’a varır varmaz, Bizim Ada Tur’un kiraladığı
evlere kura ile dağıldık. Frank Pais Caddesi M.Guerre Sokaktaki Talisman
pansiyon, temizliği ve mefruşatıyla beş yıldızlı otel konforunda. Ev sahipleri
de son derece cana yakın çıktılar. Ancak resmiyeti elden bırakmadılar.
Israrımıza karşın akşam yemeğini kendi başımıza yedik. Kural böyleymiş.
Yemeğin ardından Devrimi Savunma
Komitesi’nin konuğu olarak, mahalle ziyareti yapmak üzere yola koyulduk. Bu
ziyarette bize ICAP’tan Adrianus Dopico rehberlik ediyor. Dopico, aslen tarihçi;
Angola’da savaşmış bir melez. “Soy
zincirimde kölelik olabilir” diyor, Küba nüfusunun üçte ikisinin soy
zincirinde köleliğe rastlanabileceğini, devrim öncesinde siyah derililerin parklarda
restoranlarda ayrı yerlerde oturduklarını, ayrı yollarda yürüdüklerini,
devrimle birlikte ırkçılığın sona erdiğini anlatıyor. Yol boyunca tanık
olduğumuz karşılaşmalar, Dopico’nun ne denli saygın sevilen bir kişi olduğunu
gösteriyor.
Otobüsümüz değil asfalt stabilize
bile olmayan yolda sarsıla sarsıla ilerlerken, gözümüze çarpan yoksul mahalle
görüntüsünden etkilenmemek mümkün değildi. Resmi Küba’yı gezdirmek ve
anlatmakla görevli rehberlerimiz de şaşırmışlardı ki, ertesi gün, mahalle yeni
kurulduğu için evlerin böyle derme çatma olduğunu, yolun asfaltlanmadığını söylediler.
Devrimi Savunma Komitesi (CDR)
pankartı asılı bir evin önündeki küçük meydanda mahalle sakinleriyle buluştuk.
Hayli kalabalık bir topluluk vardı. Dopico kısaca kafilemizi tanıttı.
Mahallenin Devrimi Savunma Komitesi Başkanı, yirmili yaşlarda bir genç
hoşgeldin konuşması yaptı; devrimi sonuna kadar savunacaklarını, bizleri
ağırlamaktan sevinç duyacaklarını söyledi. ADAM-DER Kurucu Başkanı da, kısaca
Türkiyeli devrimciler olarak Kübalı devrimcilerle buluşmaktan dolayı sevinçli
olduklarını, kendilerini Türkiye’de ağırladıklarında daha da mutlu olacaklarını
söyledi.
Seremoni konuşmalarının ardından
yedi sekiz yaşlarında bir çocuk şiir okudu. İspanyolca şiirde sadece devrim ve
Fidel sözcükleri tanıdık geldi. Şiirin ardından çam sakızı çoban armağanı hediyeler
alınıp verildi. Beraberimizde içki de götürmüştük. Onlar da getirmişler.
Gençler gitarlarıyla başlattılar eğlenceyi. Zaman zaman da hoparlörden Küba
müziği çalındı. Yaşlısı genci yetişkini çocuğu, nasıl da müziğe, dansa ve
eğlenceye alışıklar. Tıpkı bizim roman semtlerindeki gibi. Yoksul mutluluk
böyle bir şey olsa gerek. Hemencecik kaynaştık, becerebildiğimiz kadarıyla
birlikte dans ettik, şarkılar türküler marşlar söyledik.
Son olarak dünya tatlısı bu güzel
kız çocuğu beni dansa davet etti. Birlikte zıplayıp dolanırken, “İyi ki,
insanların ot gibi biçildiği bir Ortadoğu ülkesinde, açlıktan katliamlardan
başını alamayan bir Afrika ülkesinde veya iç savaş ve darbelerle kan banyosuna
dönen bir Güney Amerika ülkesinde doğmamış. Bu yoksul mahallede de olsa, iyi ki
devrimden bu yana güvenlik ve açlık sorunu olmayan Küba’da doğmuş.” diye
geçirdim içimden.
Eğlencenin bitiminde çorba ikram
edildi. Biraz sebze eklenmiş, bizim mercimek çorba tadındaydı. Çorba ikramının
ardından mahalle sakinleri yavaş yavaş evlerine dağılmaya başladılar.
Kalanlarla hatıra fotoğrafı çektirip vedalaştık. Bizim romanlar gibi yoksul ama
mutlu mahalle sakinleriyle vedalaştığımızda saat gece yarısını geçmişti.
***
Yürüyüş klasiği Trinidat’ta da
tekrarlandı. Sabah gün doğmadan evden çıktım, bir buçuk saat içinde Trinidat’ı çepeçevre dolaşıp ana
meydana ulaştım. Burada da İspanyol şehirlerinde olduğu gibi ana meydanın adı
Plaza Mayor. Sabah yürüyüşü Tranidat’ın nasıl bir yer olduğu konusunda az çok
fikir edinmemi sağladı. Arnavut kaldırımı sokaklar ve caddeler, rengarenk
boyanmış tek katlı evler, yollarında altmış yıl öncesinden kalma otomobillerin
yanı sıra atlı insanlar, sokak çalgıcıları, Plaza Mayor’un çevresinde müzeler,
kiliseler, galeriler, hediyelik eşya dükkânları... 1800’lerden hatta
1700’lerden kalmış gibi; öylesine otantik, şirin mi şirin bir şehir Trinidat.
Şehrin adı İspanyolca üçleme
(baba-oğul-kutsal ruh) anlamına geliyormuş. Şehir merkezi, korsan
saldırılarını önceden görüp önlem alabilmek düşüncesiyle, kıyıdan 10 kilometre
kadar içerde, okyanusa hakim bir tepede kurulmuş. Kuruluş tarihi Küba’nın
keşfinden hemen sonraki yıllara rastlıyor. Trinidat 1988 yılında Unesco’nun
Dünya Kültür Mirası listesine alınmış.
Laf aramızda, Küba gezimizde en
çok Trinidat’ı sevdim. Yolum bir daha Küba’ya düşerse, mutlaka ama mutlaka
Trinidat’a uğrarım.
***
Ev sahibemiz sade ama lezzetli ve
doyurucu bir kahvaltı hazırlamış. Kahvaltının ardından şehre 15 kilometre
uzaktaki Valle de los Ingenios’a, yani Şeker Vadisi’ne yollandık. Vadideki
Manaca Iznaga Çiftliği 19’uncu yüzyılın en büyük şeker kamışı
plantasyonuymış. O yıllarda Afrika’dan getirtilen binlerce köleler çalıştırılırmış
bu plantasyonlarda. Kölelerin kaldıkları küçük barakalar özgün halleriyle
korunmuş. Çiftliğin 45 metre yüksekliğindeki kulesi ünlü. Köleleri izlemek için
yapıldığı söyleniyor.
Hiç erinmeden kulenin tepesine tırmandık. Vadinin kuleden
görünüşü muhteşem. Şeker kamışı tarlalarıyla kaplı uçsuz bucaksız, göz
alabildiğine yeşil bir yer. Kuzeyde ufuk çizgisi bitiminde dağlar. Sierra
Maestra dağları olduğunu sanıyoruz, Escambray dağlarıymış. Şeker Vadisi’ne
gezimizi, Guachinango köyündeki bir çiftlik evinde öğle yemeğiyle noktalıyoruz.
Öğle yemeğinin ardından şehre
dönüp rehberler eşliğinde Trinidat’ı keşif gezisine çıkıyoruz. İlk durağımız Plaza
Mayor’a çok yakın Palacio Cantero, yani Cantero Sarayı Müzesi. On dokuzuncu
yüzyıl başlarında bölgenin en zengin adamı olan köle tüccarı Justo
Cantero’nun malikanesi içindeki müze, hem Cantero’nun servetini hem de o
dönemin Trinidat’ını gözler önüne seriyor. Müze, yüksek galerilerden oluşan
büyük bir bahçeye açılıyor, sömürge dönemine ve Bağımsızlık Savaşı'na ilişkin eşyalar
ve belgeler sergileniyor.
Diğer bir durağımız, Trinidat’ın
en köklü zanaatkâr ailesi Santander’e ait seramik atölyesi. Trinidat, seramik şehri olarak da
bilinmekteymiş. Atölye, 19’uncu yüzyılda, Don Secundino Santander tarafından
kurulmuş; bugün dördüncü kuşak Santander tarafından yönetiliyor, çalışanlar
arasında beşinci altıncı kuşaktan aile bireyleri de var. Rehberlerimiz
Santander Ailesinin hayırseverliğiyle de tanındığını, yoksul çocukları himaye
ettiğini, devrime sempatiyle yaklaştığını anlatıyorlar. Yetmişli yaşlardaki Bay
Santander tezgâhının başında gururla ustalığını sergiliyor; bir ara kafilenin
amazonları uzaklaştıklarında, hemen yanıbaşındaki kapakları şapkaları
kaldırıyor, topraktan ürettiği cinsel organları teşhir ediyor. Öyle de muzip, şakacı
ve sansürsüz bir usta. Atölyenin her bir odası raflarla, raflar renk renk
boyalı veya boyasız seramik vazolar, şişeler, fincanlar, çanlar, duvar süsleri
ile dolu. Bahçesinde mini bir cafesi de var. Şansımıza bucanero da satılıyor.
Dar zamandaki gezimizden
anlıyoruz ki, Trinidad Küba’nın Havana’dan sonraki en turistik kenti. Plaza
Mayor çevresindeki müzeler, kiliseler, galeriler ve atölyelerin oluşturduğu
sanat ortamı Havana’daki kadar etkileyici. Arnavut kaldırımı dar sokakların açıldığı
Plaza Mayor, turistler için çekim merkezi. En hareketli mekân da meydandaki
merdivenli yokuşa konumlanmış Casa de la Musica Trinidad. Özellikle Trinidat
akşamlarının vazgeçilmezi bir yer. Şehrin en büyük kilisesi de meydanın hemen
yanıbaşında. Ancak yorgunluktan kiliseye vakit ayıramadık. Akşam yemeğimizi canlı
müzik eşliğinde Taberna el Barracon lokantasında yedik.
***
Plaza Mayor çevresinde her biri
kendine özgü birçok cafe-bar var. Bizim Ada Tur, bizim için Casa da la Trova’da
rezervasyon yapmış. Akşam yemeğinin ardından yürüye gezine Casa de la Trova’ya
kapağı attık. Rehberlerimiz dans etmek zorunlu diye uyardılar. Rom, bal ve
şeker kamışı likörü kokteyli Canchanchara’mızı yudumlarken, 19’uncu yüzyılı
anlatan filmlerdekine benzer, siyah elbiseli iki kovboy bara geldiler. Biraz
sonra da benzer şekilde giyinmiş bir kadın. Ne kadar da kasıntı tipler diye
konuştuk kendi aramızda. Meğer barın profesyonel dansçılarıymış. Tanıdık
tanımadık dansa kaldırıyorlar, salsa yapıyorlar. Çok da ciddi dans ediyorlar. Kadın
bize bulaşmasa diyoruz içimizden. Bulaşmadı netekim. Erkekler ise bizim
kafilenin amazonlarından ikisini dansa kaldırdılar. Bizim kızlar salsadan geçer
not aldılar.
Trinidat’ta son gecemiz çok ama
çok gürültülü geçti. Gök gürültüsü çok şiddetliydi. Bardaktan değil kovadan
boşanırcasına yağmur sabaha kadar sürdü. Bizim evde tavandan yağmur sızıntısı
olmadı ama komşu evlerin bazılarında böyle bir sıkıntı yaşanmış. Sabah yola
çıkmak için kalktığımızda ne görelim, yollar azgın birer sel yatağı. Önceki
gece misafir olduğumuz mahalle kim bilir ne haldedir? Kendimizi otobüse zor
attık. Santa Clara üzerinden Havana’ya döndük.
Havana’da son akşam yemeğini,
Ernest Hemingway’in müdavimi olduğu La Bodequita del Medio lokantasında yedik.
Yemeğin ardından Havana’nın İstiklal Caddesi diyebileceğimiz Obispo Calle’yi son kez adımladık. Sabah saat 05.00’te José
Martí havaalanına yollandık. Uçağımız 08.00 gibi havalandı, kalbimiz Küba’da
kaldı!
Rahmi Ağabey sana gıpta ettim :)
YanıtlaSilGüzel ve duygulu bir geziydi Nurten. Aynı programla bir kez daha nasip olsa, geri durmam.
Sil