10 Ağustos 2016 Çarşamba

Türk Silahlı Kuvvetleri’nden AK Silahlı Kuvvetlere

Kendisine karşı tertiplenmiş darbe girişimlerini okyanus ötesi destekle savuşturup karşı darbeye çeviren AKP, ekonomide sadaka düzenini derinleştirdi, siyasette ise 12 Eylül darbesinin mirasçısı olarak sadaka demokrasisini tahkim etti. AK darbenin mimarı Recep Tayyip Erdoğan, sadaka demokrasisini tahkim ederken, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni etkisizleştirmeyi, hâki vesayetin yerine kendi vesayetini ikame etmeyi başardı.
Gelinen noktada Türk ordusunun hegemonik gücü ve ağırlığı gözle görülür ölçüde azaldı. TSK’nin hükümet politikalarını veto etme, kendi politikasını dayatma gücü tükendi; idari, mali, adli özerkliği sınırlandı. Ordunun devletin kurucu değerleri olarak dogmalaştırdığı kendi ezberini yeniden üretme ve dayatma gücü de azaldı.
Olağan koşullarda ordunun siyasi ve sosyal hayatta güç kaybı ve kışlaya çekilmek zorunda kalması demokratikleşme olarak alkışlanır. Ne yazık ki, TSK’nin hegemonik gücünün azalması, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde yol aldığını göstermiyor.
Türk ordusu durduk yerde mevzi ve güç kaybetmedi. Ordu, Türk sermaye sınıfının iç kavgasının zorlaması ve emperyalizmin yeni yönelimleri nedeniyle güç kaybetti. Başına geçirilen çuval, hem cezalandırma hem de yeni dönemdeki rolünü hatırlatma amaçlıydı. Gücü sadece solculara yeten Soğuk Savaş artıklarını terhis etme amaçlı Ergenekon, Balyoz operasyonları peşinden geldi. Ordu, başta CHP ve yargı olmak üzere geleneksel müttefiklerini de yitirdi, yalnızlaştı.
***

Türk Silahlı Kuvvetleri’nden AK Silahlı Kuvvetlere
Bir cümleyle özetlemek gerekirse, Türkiye’nin ekonomi politiğinde nasıl ki AK sermayenin egemenliği kurulmaktadır; Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de AK Silahlı Kuvvetler’e evrilmesi eşyanın tabiatı gereğidir. Bu evrim, liberal pencereden “vesayetin sona ermesi”, “Türkiye’nin demilitarizasyonu”, “nihayet demokratikleşme” olarak resmedilmektedir. Muhafazakâr pencerelerden ise “yeniden Peygamber Ocağı” ilahileri yükselmektedir. 
Ordu-siyaset ilişkisinin yeniden tanımlanması, ordu-siyaset terazisinde hükümetin ağır basması kuşkusuz, asgari burjuva demokrasisinin gereğidir. Kuşkulu olan, bu denklemin yerli müteahhidi siyasi aktörün, yani Başbakan Erdoğan’ın burjuva demokrasisinin asgari standartlarına sadakat düzeyidir.  
Ordu-siyaset denkleminde değişiklik tartışmalarında sık sık referans verilen ABD’li siyaset bilimci Robert Dahl, ordunun güç kaybının demokratikleşme olabilmesi için iki temel koşuldan söz eder: “1) Askeri organizasyonlar ve polis organizasyonları olacaksa, ki kesinlikle olacaktır, o halde bunlar sivil denetime tâbi olmalıdır. Ancak sivil denetim, gerekli olmakla birlikte yeterli değildir, demokratik olmayan pek çok rejim aynı zamanda sivil denetimi muhafaza eder. Bu yüzden 2) askeriyeyi denetleyecek sivillerin ve polis örgütünün de demokratik sürece tâbi olması gereklidir.” (Robert A. Dahl, Demokrasi ve Eleştirileri, çev. Levent Köker, Türk Siyasi İlimler Derneği-Türk Demokrasi Vakfı, Ankara 1993, s: 310)
İşte süreçteki temel eksiklikten dolayı, yani “sivil demokrasi” eksikliğinden dolayı, ordu güç kaybetti diye Türkiye daha fazla demokratlaşmadı. Çünkü Türkiye’nin “sivil” denetçileri ne yeterince sivildir ne de demokrat.
Kışla merkezli militarizm nispeten geri çekilmektedir. Ancak sivil demokrasi zafiyeti nedeniyle, militarizmden boşalan alan, ülkenin tüm sınıf ve katmanlarının kendileri için sürece ve yönetime katıldıkları bir demokrasiyle dolmamaktadır. Militarizmin yerini aynı ölçüde katı, inancı araçsallaştıran siyasal İslam almaktadır. İslamcı söylem siyaset retoriği olmakla kalmayıp, günlük hayatın referansı olarak da toplumu kuşatmakta, kurucu ideoloji gücü kazanmaktadır.
Elbette ordunun toplumsal ve siyasal yaşam üzerindeki egemenliği kırılmadan Türkiye’de ciddi bir demokratikleşmeden söz edilemez. Ancak, askerî vesayeti kırma iddiasındaki AKP ile temsil olunan siyasal İslam’ın sorunu, liberallerin propaganda ettiklerinin tersine, devleti demokratlaştırmak değil, ele geçirmek ve dönüştürmektir.
AKP ve liderinin devleti demokratlaştırmak değil, ele geçirme niyeti 10 yıllık icraatında apaçık bellidir. Çok derin analizlere girmeden adalet sistemi ve medyanın konumuna bakmak, AKP iktidarı döneminde sivil demokrasinin inşa edilemediğini görmeye yeterlidir.
Tarihin hangi döneminde, hangi rejimde olursa olsun o rejim için en önemli ölçütlerin başında adalet sistemi ve medyanın konumu gelir. Adalet sistemi somut olarak mahkemelerin işleyişinden anlaşılır. Bugün 12 Eylül darbesiyle oluşturulan vesayet kurumları yerli yerindedir. Mahkemeler 12 Eylül darbesi dönemindeki kadar siyasaldır, kanunlar 12 Eylül dönemindeki ölçüde keyfi uygulamalara açıktır.
Başbakan’ın orkestra şefliğinde 12 Eylül dönemindeki kadar keyfileşmiş siyasallaşmış yargı pratiğinde, özel yetkili mahkemeler marifetiyle en barışçı muhalif her eylem ve söz bile terör olarak görülmekte, darbe devrini aratmayan operasyonlarla binlerce insan tutuklanmaktadır.  Sözüm ona darbe davalarına bakan mahkemeler, 12 Eylül döneminde bile rastlanmamış şekilde avukatları jandarma zoruyla salondan attırabilmekte, delilleri değerlendirmeye gerek görmeden, kim oldukları belirsiz gizli tanıkların ifadesiyle akıl almaz mahkûmiyet hükmü kurabilmektedirler. Darbelerle hesaplaşma retoriğiyle açılan davalar, sermayenin iç savaşında tiksindirici bir oportünizmle harcanmakta, torba operasyonlar zorba operasyonlara dönüşmekte, darbeci faşistlerin yanında çok sayıda masumun da canı yakılmaktadır.
Düşünce ifade bilim ve sanat özgürlüğü pratiği de Türkiye’nin içinde debelendiği içler acısı durumu tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. Darbe devirlerinin ayırt edici uygulamalarından sansür, AK darbe döneminde Yunus Emre şiirlerinin, dünya edebiyatı klasiklerinin sansürüne kadar varabilmiştir. Onlarca gazeteci tutukludur. Daha vahimi, Başbakan’ın ve taklacı (eski) İçişleri Bakanı’nın ifadesiyle “Resim yaparak, şarkı besteleyerek, şiir yazarak da terörist olunabilir! Kitap ise, bombadan daha etkili bir silahtır.”
Medyanın iktidar karşısında konumunu bir cümleyle özetlemek gerekirse, önceki darbeler döneminde ve 28 Şubat sürecinde “Emret komutanım!” gazeteciliği yapılıyordu; şimdi de “Emret Başbakanım!” gazeteciliği yapılmaktadır.
Yargı ve medya gibi sendikalar ve üniversiteler de ancak darbe dönemlerinde rastlanabilecek yoğunlukta iktidarın baskısı altındadırlar. Gayrimüslim azınlıkların durumu iyileşmediği gibi 12 Eylül darbesi döneminde olduğu gibi Alevilere yönelik zorla asimilasyon, seçmeli derslerle takviye edilen zorunlu din dersleri, Alevi köylerine cami politikası da ısrarla sürdürülmektedir. İslamiyet’i siyaset olarak değil, kendini Tanrı’ya adama, Tanrı’ya ulaşma inancı olarak benimseyen ve yaşayan dindarların bu ayrımcılıkları ve baskıyı tasvip ettikleri düşünülemez.
***

Recep Tayyip Evren
Ekonomisiyle politiğiyle 12 Eylül darbesinin devamı niteliğindeki keyfi iktidar en başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın eseridir. Başbakan Erdoğan otoriter keyfi yönetim isteğini gizlemeye gerek duymamaktadır. Muhalefetteyken “Demokrasi bizim için amaç değil, araçtır. Amacımıza ulaşana kadar demokrasiye bağlıyız.” “Demokrasi bizim için bir tramvaydır. İstediğimiz durağa gelince ineriz.” diyordu. Bu söylediklerini iktidarında reddetmedi, demokrasiyi araç olarak gördüğünü yeri geldikçe yineledi; amacının insanın mutluluğu olduğunu söyledi durdu. Hatta bu bağlamda insanın refah ve saadeti için dinin de araç olduğunu söyledi. Demokrasiyi ve dini araç olarak gören kişi elbette amacı için otoriter yönetimi de uygun araç olarak görebilir. Tayyip Erdoğan’ın içinde yetiştiği biat kültürü, otoriter yönetimle barışık bir kültürdür. Bu kültür Erdoğan’ın söylemine de yansımaktadır. Erdoğan bir Çocuk Bayramı’nda koltuğunu ilköğretim öğrencisine bırakırken, “Artık yetki sende. İster asar, ister kesersin” demişti. Başbakan’ın sözleri dil sürçmesi değil, bilinçaltının dışa vurumuydu, daha doğrusu fikrinin zikriydi.
Sonuç olarak ordunun güç kaybı dolayısıyla demokratikleşme sanılan şey, gerçekte gücün el değiştirmesidir. Gelinen nokta Neyzen Tevfik’in, “Türkü yine o türkü, sazlarda tel değişti. Yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti”dizeleriyle de anlatılabilir.
Güç ve yumruk el değiştirmiş olsa da sadakanın varlığıyla AKP, halk nazarında önceki vesayet partilerinden, özellikle CHP’den daha çok sempatik olmayı başarabilmiştir.
AKP’nin önceki hâki vesayet partilerinden daha sempatik olabilmesinin nedenleri çok yönlü bilimsel araştırma konusu olması gereken önemdedir. Kısaca değinmek gerekirse, Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte kurgulanan tektipleştirici, tektipleştiremediğine karşı gaddar ayrımcı üvey baba vesayeti, toplumun büyümesine, olgunlaşmasına izin vermedi, toplum cemaat olmaktan çıkıp cemiyete dönüşemedi. Cemiyet olamayan toplumun yeryüzü tanrılarına biat eden kulları da özgür özerk bireylere evrilemediler. Bu ortamda siyaset talan pratiğine dönüştü, siyasal partiler “demokratik hayatın vazgeçilmezi” akılcı örgütler olarak yapılanmak yerine, devletin etekleri altında, kamusal serveti yağmalama peşindeki tekkeler olarak yapılandılar.
CHP’nin tek parti (tekke) olduğu devrin müritleri “Kâbe Arabın olsun, bize Çankaya yeter” diyorlardı. Aradan 80 yıl geçti, vesayet postu da el değiştirdi.  AKP tekkesinin müritleri “Başbakanımız bizim için adeta ikinci peygamber gibidir”, “O’na dokunmak ibadettir”, “O’nun doğmasına vesile olan şehirler mübarektir”, “Başbakan benim atamdır” diyorlar; Erdoğan’ı nevzuhur ebedi şef ilan ediyorlar. Hatta, tekkenin milletvekili ve bakan sıfatlı bir müridi “Başbakanımız uçurumdan aşağı atlarsa ben de atlarım. Türk töresi böyledir.” diyerek kendisini ahlaki uçuruma yuvarlamıştı.
Birilerine peygamber diye bağlanmak, onu “atam” diye yüceltmek, büyümemiş, çocuk kalmış, olgunlaşmamış kişi ve toplumlara özgü bir davranış bozukluğudur. Esasen Tayyip Erdoğan da “Ben AK Parti’nin hem anasıyım hem babasıyım” diyerek, yandaşlarının bu davranış bozukluğunu kendince meşrulaştırmakta, bunu keyfi otoriter yönetimi için teşvik etmektedir.
Şimdi gelinen noktada, seçmen desteğini aldığı için sermayedar sınıfın diktatörlüğünü meşrulaştıran sadaka demokrasisinden başkanlık (siz ‘kişisel diktatörlük’ diye okuyun) sistemine geçiş hazırlığı yapılmaktadır. Tasavvur gerçekleştiğinde burjuva muhalefetin bir parça nefes alıp verebildiği TBMM tamamen devreden çıkacak, ülke anayasal denetime tabi olmayan kararnamelerle (siz ferman diye okuyun) yönetilecektir. Hatırlanmalı ki, 12 Eylül darbesinin askeri döneminde de Türkiye aynen böyle yönetiliyordu.
Türkiye’nin gerçekten demokratikleşmesi, ortak vatanda eşit ve özgür yurttaşlık çatısı altında herkesin kimliği, dili, kültürü ve inancıyla özgürce yaşayacağı, birbirine üstünlük kurmayacağı, ortak evin nimetlerini hakça paylaşacakları demokratik ülke olabilmesi için militarizmin geriletilmesi ne kadar gerekli ve zorunluysa, bugün Tayyip Erdoğan’ın temsil ettiği dinin araçsallaştırıldığı siyasal İslam’ın geriletilmesi de o kadar gerekli ve zorunludur. 

NOT: Güneşin altında yeni bir şey yazmadım.
Bu yazı 5 yıl önce aşağıdaki adreslerde,


Üç yıl önce de aşağıdaki adreslerde yayımlanmıştı.

4 yorum: