Türkiye AKP
iktidarında intihar cellatlarıyla tanıştı. Son bir buçuk yılda gerçekleşen
bombalı intihar saldırılarında yüzlerce kişi can verdi.
Toplumun
güvenliğini olduğu kadar ruh sağlığını da derinden bozan bombalı intihar
pratiği siyaseti de teslim aldı ne yazık ki. TBMM, kendisine ait yasama
yetkisini ve devlet erklerini kişiye devrederek intihar ediyor, Türkiye’yi 12
Eylül faşizminin bile gerisine sürüklüyor.
***
Emperyalizmin
patronu tarafından “Bizim çocuklar”
diye sırtları sıvazlanan 12 Eylül faşistleri bile bu denli intihar bombacısı intihar
celladı olmamışlardı. 12 Eylül faşistleri bile süngü zoruyla kabul ettirdikleri
anayasada faşizmi bu denli açıkça sahiplenememişlerdi.
Abuk sabuk o
anayasada bile,
Egemenliğin kayıtsız
şartsız millete ait olduğu, egemenliğin hiçbir surette hiçbir kişiye,
zümreye veya sınıfa bırakılamayacağı yazılıdır (Madde 6).
O anayasada bile
yasama yetkisinin TBMM’ye ait olduğu, bu yetkinin devredilemeyeceği kayıtlıdır (Madde
7).
Hatta ve hatta o
anayasada bile, herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî
inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde
eşit olduğu bile iddia edilmektedir (Madde 10).
O anayasa,
aleyhte propagandanın yasaklandığı, evet hayır oylarının şeffaf zarflarla
verilebildiği, yani açık oylama şartlarında yüzde 92 oyla kabul edilmişti.
O tarihlerde
Urfa Suruç’ta sınırı korumakla görevliydim. Çarıklı erkânı harp köylüler
anayasa referandumunda ne yapmaları gerektiğini bana soruyorlardı. Yaşım 24
idi. Gençliğin en görkemli olması gereken yaşlardaydım yani. Hakkımda “sakıncalı personel dosyası” düzenlenmişti.
Adı komüniste çıkmış, zaten öyle bir subay olarak dilimin döndüğünce
anlatıyordum:
- Bakın
arkadaşlar! Çoğunluk evet derse, Kenan Paşa idareyi sivillere devredecek.
Dolayısıyla evet derseniz, şöyle demiş olacaksınız: Ey Kenan Paşa, senden
bıktık usandık, artık başımızdan git, idareyi sivillere devret! Yok eğer referandumda
hayır derseniz de şöyle demiş olacaksınız: Ey Kenan Paşa, biz seni çok
seviyoruz, sakın bizi sivillere bırakma!
Çarıklı erkânı
harpler bir an ellerini başlarına götürmüşler ve şöyle karşılık vermişlerdi:
- Anlamışek
kumutan, biz Kenan Paşamızı çok seviyik, hayır diyecaaaz!
Günahlarını
almayayım. Gerçekten hayır dediler mi demediler mi, bilemiyorum. Bilmem de
mümkün değil. Tam o tarihlerde “yasa
dışı görüşler” edindiğim gerekçesiyle tutuklandım. İşkenceli sorguların
ardından iki buçuk yıldan fazla tutuklu kaldım, o arkadaşlarla bir daha
karşılaşamadım. Yüzde 92 oranında evet oyu verdikleri muhakkaktır!
***
Aradan 35 sene geçti. Gündemde
yine anayasa değişikliği yine referandum var.
Bugünün siyasal İslamcı “sivil” faşistleri 35 sene evvelki “askeri” faşistlerin de gerisinde.
En basitinden, 12 Eylül
faşistleri bile egemenliğin hiçbir şekilde kişiye bırakılamayacağını
yazmışlardı anayasa metnine. Bugünün milliyetçi mukaddesatçı İslamcı faşistleri,
duygu vampiri gibi sömürdükleri milli iradeyi ve egemenliği sınıfa ve zümreye
de değil, kişiye bırakıyorlar.
Evet evet milli iradeyi ve egemenliği
kişiye bırakıyorlar.
Bilal’e anlatır gibi bir kez daha
açıklamaya çalışalım.
Söz konusu
anayasa değişikliği gerçekleştiğinde,
- Cumhurbaşkanı
aynı zamanda partisinin genel başkanı olacak.
- Cumhurbaşkanı
ve milletvekili seçimi aynı gün yapılacak.
- Cumhurbaşkanı,
partisinin milletvekili listesini yazacak, istediği tarihte Meclis’i feshedip
seçime gidebilecek.
- Cumhurbaşkanı,
hem hükümetin hem de çoğunluk partisinin başkanı olacak.
- Cumhurbaşkanı
çoğunluk partisinin genel başkanı olarak yasama erkinin başı olacak.
- Teklif Hakimler
Savcılar Kurulu’nun yarısının Cumhurbaşkanı yarısının da Meclis tarafından
seçilmesini öngörüyor. Yani Cumhurbaşkanı Meclis’te çoğunluk partisinin başkanı
ve hükümet başkanı olarak yargının da başkanı olacak.
- Meclis,
hükümet ve yargının yanı sıra devletin askeri ve polisi de o Reis’in askeri
polisi olacak.
- Yasamanın
yürütmenin ve yargının başı Reis ülkeyi kararnamelerle yönetecek, savaş
sıkıyönetim veya olağanüstü hal ilan edebilecek. Buna karşılık Meclis
Cumhurbaşkanı’ndan, sayısı belirsiz yardımcılarına ve bakanlarına hesap
soramayacak.
-
Meclis’in varlık nedeni olan bütçe yapma yetkisi de Cumhurbaşkanı’na
geçecek. Reis üst düzey
görevlilerin atanmasına ilişkin usul ve esasları kararnameyle belirleyecek,
yani devleti istediği gibi yapılandıracak.
Özetle, söz
konusu anayasa değişikliği, burjuva demokrasisinin olmazsa olmaz değerindeki
temel ilkesi erkler ayrımını değil, erklerin Reis’te birleşmesini öngörüyor.
Böyle bir rejim başkanlık rejimi değil, parlamenter rejim hiç değil,
mutlakiyetçi padişahlık rejimidir ki, padişahlıkta bile Sadrazam yani Başbakan
vardır. AKP/MHP ittifakıyla dayatılan anayasada Başbakan da yoktur.
***
“İNTİHAR CELLADINI DURDURALIM!”
başlıklı yazımızda vurguladığımız üzere, Cumhurbaşkanı Erdoğan
muhalefetteyken, yani RP İstanbul İl Başkanı iken, Kürt sorununda alışılmış
devlet siyasetini “intihar cellatlığı”
olarak eleştiriyordu. Ne acıdır ki, din ticareti yaparak Cumhurbaşkanlığına
kadar yükselen Erdoğan için Kürt meselesi, Alevi sorunu, azınlıklar sorunu,
hatta demokratikleşme sorunu, takiyye ve külliye entrikaları uğruna istismar
edilecek sorunlar olmanın ötesinde değer taşımadılar. Bugün bizzat Erdoğan
intihar cellatlığına soyundu.
Bugün intihar
cellatlığı Kürt meselesini de aştı. Devlet kurucusu Meclis, yani kuruluş
döneminde diktatör olmakla eleştirdiği Mustafa Kemal’e kök söktüren Meclis, intihar
etmekle kalmıyor, Türkiye’yi topyekûn intihara sürüklüyor.
Türkiye anayasa
değişikliği adı altında ahlaken, vicdanen, siyaseten intihar ediyor.
İntihara yardımcı olmak insanlık
suçudur.
Anayasa değişikliği adı altında, 12 Eylül askeri faşist
darbesi kadar vahim İslamcı faşist darbeye direnmek, hayır demek insanlık ve
yurttaşlık görevidir!
Sevgili Rahmi,
YanıtlaSilZaman zaman yazılarını okuyabiliyorum, faydalanıyorum.
Tayyip Erdoğan'ın çılgın bir halde başkanlığa yelken açmasından bu yana her şey bir birine karıştı... RTE'nin kişisel ihtiyaç/zorunluluklarının ötesinde meselenin "sınıflar" ve "emperyalist ilişkiler" açısından durumunu da ortaya koymanın biz sosyalistler açısından bir zorunluluk olduğunu düşünüyorum. Bu amaçla söylediklerine ilave görüşlerim şöyle;
Bugün AKP'nin ortaya attığı "yeni ve sivil anayasa" ise, 1982 Anayasasının getirdiği güçlü cumhurbaşkanı ile gücü azaltılmış yasama organı karşısında, tüm yürütme gücünün başbakanlıkta toplanması ve gücünün daha da artırılması girişiminden başka bir şey değildir. Bu da, 1961 anayasasıyla "anayasal ilke" haline getirilmiş olan "kuvvetler ayrılığı"nın tümüyle ortadan kaldırılmasıdır.
"Kuvvetler ayrılığı" öğretisi, ne denli egemenliğin bölünmüşlüğünün ürünüyse, o ölçüde sınıflar arasındaki güç dengesinin durumuna bağlı olarak siyasal iktidarın paylaşılması zorunluluğunun da bir ürünüdür.
Tüm sömürücü sınıfların AKP'de birleştiği ve toplaştığı bir dönemde, küçük-burjuvazinin "laik ve ulusalcı" orta ve sol kanadının siyasal yönetimden dışlanması o ölçüde kolaylaşmıştır. Bugüne kadar "kuvvetler ayrılığı" çerçevesinde siyasal yönetimde sınırlı da olsa yer alabilen bu kesimler, bugün siyasal yönetimin tümüyle dışına itilmektedirler. Bu kesimler, yeni-sömürgeciliğin ürünü olan orta ve hafif sanayinin "elit personeli" olarak belli bir ekonomik güce sahipken, bugün tüketim ekonomisinin egemenliği ve ticaretin üstünlüğü karşısında "elit personel" olma özelliklerini de yitirmişlerdir. Dolayısıyla siyasal yönetimden dışlanmaya karşı direnebilecek güce ve niceliğe sahip olmadıklarından, dışlanmışlıklarını engelleyebilecek tek güç olarak orduyu görmektedirler.
Yine de egemen sınıfların sömürücü sınıflar ittifakı olarak ortaya çıktığı her yerde ve her durumda, yürütme gücü, ittifakın yapısına uygun olarak siyasal iktidarın paylaşılmasının özgün bir biçimini oluşturur. Bu nedenle, sömürücü sınıfların çıkar çatışmalarıyla birlikte yürütme organında başlayan ve giderek tüm topluma yayılan yeni çatışmaları beraberinde getirir. Bu çatışmalar, bir kez daha "kuvvetler ayrımı" doktrinini anayasal bir ilke haline dönüştürme potansiyeline sahip olsalar bile, geçici özelliğe sahiptir. Esas olan, burjuvazinin (kapitalist burjuvazi) egemenliğinin, her durumda güçlü bir yürütmeye ihtiyaç duymasıdır. Ülkemiz somutunda ifade edersek, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin mutlak egemenliği de, tefeci-tüccar sermayesinin çevresinde oluşturulan sömürücü sınıflar ittifakı da, her durumda güçlü bir yürütmeye ihtiyaç duyar. Bu durumu engelleyecek tek olanak ise, "alttaki sınıflar"ın siyasal mücadelesidir.
Sevgi ve saygıyla.
Bülent YILMAZ
0532 733 24 24
Sevgili Bülent,
Silİlgine katkına çok teşekkür ederim.
Neoliberalizm yani vahşi kapitalizm döneminde yürütmenin daha da güçlenmesi eski deyişle eşyanın tabiatı icabı. Senin de vurguladığın üzere bunda şaşılacak bir şey yok.
Küçük burjuvazinin “eğitimli laik ve ulusalcı” zümresinin hatta büyük burjuvazinin laik hizbinin iktidardan dışlanması da aynı şekilde sürpriz değil.
Dışlanmayı engelleyecek tek güç olarak ordudan medet umdukları görüşüne katılamıyorum.
Görebildiğim kadarıyla artık ordudan bir şey beklemiyorlar.
Çünkü ordunun artık kendi orduları olmadığı kanaatindeler.
Yanılıyor olabilirim elbette.
Sevgiyle saygıyla.