Türkiye, anayasa değişikliği adı altında, 12 Eylül askeri faşist darbesi kadar vahim İslamcı faşist parlamento darbesine maruz kalmak üzeredir. Polis kuşatması altındaki TBMM’de görüşülmesine başlanan anayasa değişikliği paketi, ülkemizin tarihinde 12 Eylül faşizmini de geride bırakacak ölçüde vahim bir gericilik ve istibdat girişimidir. Anayasa değişikliği gerçekleştiğinde Türkiye başkanlık adı altında istibdat rejimine dönmüş olacaktır. Daha doğrusu fiilen gerçekleşen istibdat darbesi anayasal bir çerçeveye kavuşmuş olacaktır.
AKP’nin anayasa değişikliği önerisi yasalaştığında Türkiye başkanlık rejimine geçmiş olmayacaktır. Zira başkanlık rejimi, devlet erklerinin yani yasama yürütme ve yargının birbirlerinden kesin çizgilerle ayrıldıkları, birbirlerinden bağımsız oldukları yönetim modelidir. Parlamenter sistemde de erkler ayrıdır, ancak yasama ve yürütme organları (güvensizlik oyu ve fesih yoluyla) birbirlerinin görevine son verebilirler. Başkanlık sisteminde ise yasama ve yürütme organları birbirlerini görevden alamazlar; Meclis hükümeti düşüremez, hükümet de Meclis’i feshedip seçime gidemez.
Bu temel fark itibariyle söz konusu anayasa değişikliği başkanlık sistemi getirmeyecektir. AKP’nin önerisi özü itibariyle devlet erklerinin ayrılmasını ve birbirlerinden bağımsızlaşmasını değil, yasama yürütme ve yargı erklerinin Cumhurbaşkanı’nda birleşmesini, Cumhurbaşkanı’nın istediği tarihte Meclis’i feshedebilmesini öngörmektedir. Üstelik öneri, iki dönem ile sınırlamış görünmesine karşın, Cumhurbaşkanı’na ömür boyu görevde kalma olanağı da sağlamaktadır; Meclis erken seçim kararı aldığında, en fazla iki defa seçilme kuralı işlemeyecektir.
***
BAŞKANLIK DEĞİL PADİŞAHLIK
En yalın dille açıklamak gerekirse, söz konusu anayasa değişikliği gerçekleştiğinde,
- Cumhurbaşkanı aynı zamanda partisinin genel başkanı olacaktır.
- Cumhurbaşkanı ve milletvekili seçimi aynı gün yapılacaktır.
- Cumhurbaşkanı, partisinin milletvekili listesini yazacak, istediği tarihte Meclis’i feshedip seçime gidebilecektir. 7 Haziran 2015 sonrasında görüldüğü üzere, Cumhurbaşkanı Meclis’te çoğunluk sağlayana kadar seçimlerin yenilenmesine karar verebilecektir. Her ne kadar teklif, Meclis’in de beşte üç oyla seçimlerin yenilenmesine karar verebilmesini, bu durumda Cumhurbaşkanı seçiminin de yenilenmesini öngörüyorsa da, 7 Haziran sonrasında görüldüğü üzere Meclis’te böyle bir iradenin oluşması olanaksızdır, oluşsa bile Cumhurbaşkanı’nın yetkileri karşısında anlamsızdır.
- Cumhurbaşkanı, hem hükümetin hem de çoğunluk partisinin başkanı olacaktır.
- Cumhurbaşkanı çoğunluk partisinin genel başkanı olarak yasama erkinin başı olacaktır. Teklif Hakimler Savcılar Kurulu’nun yarısının Cumhurbaşkanı yarısının da Meclis tarafından seçilmesini öngörmektedir. Yani Cumhurbaşkanı Meclis’te çoğunluk partisinin başkanı ve hükümet başkanı olarak yargının da başkanı olacaktır.
- Cumhurbaşkanı ülkeyi kararnamelerle yönetecek, savaş sıkıyönetim veya olağanüstü hal ilan edebilecektir. Buna karşılık Meclis Cumhurbaşkanı’ndan, sayısı belirsiz yardımcılarından ve bakanlardan hesap soramayacaktır.
- Cumhurbaşkanı üst düzey görevlilerin atanmasına ilişkin usul ve esasları kararnameyle belirleyecek, yani devleti istediği gibi yapılandıracaktır.
Özetle, söz konusu anayasa değişikliği, burjuva demokrasisinin olmazsa olmaz değerindeki temel ilkesi erkler ayrımını değil, erklerin Cumhurbaşkanı’nda birleşmesini öngörmektedir. Böyle bir rejim başkanlık rejimi değil, parlamenter rejim hiç değil, mutlakiyetçi padişahlık rejimidir ki, padişahlıkta bile Sadrazam yani Başbakan vardır. AKP’nin teklifinde Başbakan da yoktur.
***
İSTİBDAT KORKU VE KÖLELİK REJİMİDİR
Bir kişinin tek başına tüm devlet erklerini eline aldığı, her alanda tek söz sahibi olduğu, buna karşılık kimseye hesap vermediği yönetim modeli siyaset biliminde istibdat olarak adlandırılmaktadır. Siyasi rejim tartışmalarının temel başvuru eserlerinden ‘Kanunların Ruhu’nun yazarı Montesquieu’nün ta 1748’de vurguladığı üzere istibdat rejiminde hükümdar toplumu hiçbir kanun ve kurala bağlı olmadan, heves ve kaprislerine göre yönetir (Kanunların Ruhu Üzerine, Çev. Doç. Dr. Şevki Özbilen, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2014; s: 55).
İstibdat rejiminde müstebiti sınırlayan frenleyen kanun ve kanuna muhafızlık edecek heyet yoktur. Çünkü, istibdat ile yönetilen toplumlarda din ve gelenek her şeye egemendir, devamlılığı sağlarlar; fertler itaat ve kölelik zihniyeti ile yetiştirilirler. Aşırı itaat, itaat edenin bilgisiz olmasını, şüphe etmekten ve düşünmekten uzak durmasını gerektirir. İstibdat idaresinde beş duyusunun birden sürekli “Sen her şeysin, başkaları hiçbir şey” dediği kişi tabiatıyla tembel ve bilgisiz olur, sevişmekten başka bir şey düşünmez. Devlet işlerini bıraktığı kişiler müstebite bağlılıklarını göstermek için hileye başvurmakta yarışırlar (age, s:63).
Saltanat veya istibdat yönetiminin devamı için doğruluğa gerek yoktur. Birinde kanunların kuvveti, diğerinde hükümdarın daima kalkık yumruğu her şeyi düzenler (age, s: 65).
Müstebit, şeref ve fazilet gibi değerleri yok ederek, mutlak itaat bekler. Kişinin nasibi hayvanın nasibi gibi içgüdü, itaat ve cezadan ibarettir. Bu nedenle istibdatın ilkesi sadece ‘korku’dur. İstibdat rejiminde halk kanunlara göre, devlet ricali hükümdarın keyfi iradesine göre muhakeme edilir. Bu nedenle en aşağı sınıftan bir insanın kellesi paşaların kellesinden daha emniyettedir (age, s: 71).
Bu tür toplumlara örnek olarak Türkleri, Acemleri, Rusları ve bazı Afrika ve Asya devletlerini gösteren Montesquieu istibdatla ilgili olarak şu görüşleri de kaydetmektedir:
“Bu gibi devletlerde dinin başka herhangi bir devlette olduğundan daha fazla etkisi vardır. Korkuya eklenen başka bir korkudur o. Müslüman devletlerinde halk, hükümdara duyduğu saygının çoğunu dinden alır. Türk devlet yapısını düzene sokan biraz da dindir. Türkler devletin şanına ve büyüklüğüne şeref duygusuyla değil, din ilkesiyle kuvvetle bağlıdırlar” (age, s: 97).
“Yasama ve yürütme yetkisi aynı kişiye ya da memurlar topluluğuna verilirse ortada hürriyet diye bir şey kalmaz. Çünkü aynı hükümdarın veya senatonun şiddet kullanarak uygulanmak üzere ağır kanunlar yapmasından korkulur. Yargı erki, yasama ve yürütme erklerinden ayrılmış değilse ortada yine hürriyet yoktur. Eğer bu erk, yasama erkiyle birleşirse, vatandaşların hayat ve hürriyetleri üzerindeki idare, keyfi bir idare olur. Çünkü yargıç aynı zamanda kanun yapıcısıdır. Yargı erki, yürütme erkiyle birleşirse, yargıç yargı yetkisinin yanı sıra baskı gücünün de sahibi olur” (age, s: 174).
“Bu üç erkin padişahın kişiliğinde birleştiği Türk ülkesinde korkunç bir istibdat idaresi vardır. (...) Nitekim istibdat idaresine yönelen hükümdarlar bütün vazifeleri kişiliklerinde toplamakla işe başlarlar. Avrupa krallarının çoğu da devletin başlıca görevlerini kişiliklerinde toplarlar” (age, s:175).
***
DİRENMEK YURTTAŞLIK GÖREVİDİR
Ayan beyan ortada ki, Türkiye 200 yıla yaklaşan cılız demokratikleşme deneyimini tümüyle yok sayan bir istibdat rejimine sürüklenmektedir. Bu gericiliğin baş mimarı, Recep Tayyip Erdoğan ve “dava” arkadaşlarıdır.
İstibdat rejimine geçiş için sık sık telaffuz ettiği 2023 tarihini erkene çeken Erdoğan, ‘tek adam’ rejimi inşa etmeye kendisini zorunlu görmektedir. Zira, hakkında Başbakanlığı döneminde işlendiği öne sürülen rüşvet, hırsızlık, kara para aklama; İran’a uygulanan uluslararası ambargonun delinmesine yönelik faaliyetler; Suriye’de terörist gruplara silah gönderme gibi ciddi suçlamalar vardır. Bu suçlamaların yargılamaya dönüşmesini Meclis ve yargı üzerinde kurduğu baskı ile önlemeyi başardı. Suçlamalardan kalıcı olarak kurtulmanın biricik yolunun bütün yetkileri kendisinde toplamak olduğunun farkındadır.
Erdoğan’ın bütün yetkileri kendisinde toplamak uğrunda yapamayacağı hiçbir çılgınlığın olmadığı da aşikârdır. Öyle ki, yalanlanmayan gazete haberlerine göre, kendisine veda ziyareti yapan bir üst düzey bürokrata yapacakları ile ilgili bazı şeyler anlatınca bürokrat “Bu dediklerinin yarısını yap, iç savaş çıkar bu ülkede” demiş, Erdoğan ise “Çıksın, ezer geçeriz” diye karşılık vermiş.
Esasen son bir iki yılda yaşananlar, iç savaşa ilişkin gazete haberlerini doğrulamaktadır. Erdoğan, çözüm için sözüm ona baldıran zehiri içmeyi göze aldığı Kürt sorununda kurulmasına bizzat nezaret ettiği Dolmabahçe Masası’nı devirdi. Bunun sonucu olarak ülke kan gölüne döndü. Erdoğan’ın muhtarlara açıkladığına göre, çatışmasızlık sürecinin bittiği Temmuz 2015’ten bugüne, 9 bin 500 PKK’li öldürüldü; 40 bin kişi gözaltına alındı, 10 bin 500 kişi tutuklandı. Operasyonlarda 843 güvenlik görevlisi de öldü.
Erdoğan iktidarının Suriye’ye ihraç ettiği terör de IŞİD vahşeti olarak Türkiye’ye döndü. Haziran 2015’ten bu yana yapılan katliamlarda 400 dolayında kişi öldü, 2 binden fazla kişi yaralandı.
On beş yıldır süren Erdoğan iktidarında nihayet Türkiye 15 Temmuz 2016 akşamı, Erdoğan'ın “ne istediyse verdiği” Fetullah Gülen Cemaati’nin İslamcı faşist darbe girişimine maruz kaldı.
Sözün özü, Erdoğan’da kişileşen siyaset Türkiye için beka sorunu haline gelmiştir. Erdoğan kendisini anayasa ile bağlı saymadığını, hatta Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını tanımadığını açıkça ifade edebilmiştir. Gündemdeki anayasa değişikliği ile de kendisini bağlı saymayacağı aşikârdır. Söz konusu değişiklik gerçekleştiğinde Türkiye, asırlar geçtikten sonra başkanlık adı altında istibdat rejimine dönmüş olacaktır. Siyasi görüş, dini inanç, sınıf ve etnik aidiyet farkı gözetmeksizin demokrasi cephesinde bir araya gelmek, Erdoğan cuntasının ülkeyi istibdat uçurumuna sürüklemesine direnmek ertelenemez insanlık ve yurttaşlık görevidir.
"Devlet yönetimi Erdoğan'a bırakılamaz" başlıklı yazımızda vurguladığımız üzere, ülkeyi darbe ve iç savaş uçurumuna sürükleyen Erdoğan’ın tek adam diktası kurmasına seyirci kalınamaz. Fetullah Gülen’e bırakılmayan ülke yönetimi Recep Tayyip Erdoğan’a da bırakılmamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti, cemaatlerin tarikatların, hayata dair bilgisi bilinci bin dört yüz yıl önceye ait müritlerin değil, ezilenlerin yoksulların emekçilerin kadınların çocukların ve gençlerin devleti olmalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder