SEYAHATNAME-İ RAHMİ ÇELEBİ
ARNAVUTLUK’TA ENVER HOCA TARİHTEN SİLİNİRKEN
Balkan gezimizin üçüncü gününde Struga’dan
sabah erkenden yola çıktık. Ohrid Gölü kıyısında on dakikalık yolculuğun ardından
dağlara tırmandık. Çok geçmeden Kafasan sınır kapısındayız. Önce Makedonya
kapısından çıkış, ardından Arnavutluk kapısında giriş işlemi yapılacak. Pasaportlarımızı
toplayan rehberimiz, sınır kapılarında araçtan inmenin yasak olduğunu,
Makedonya’dan çıkışta sorun yaşanmayacağını ama Arnavutluk kapısında uzun süre
bekleyebileceğimizi söylüyor. Makedon kapısından beklemeden geçtik. Arnavutluk
kapısında beklerken, yan taraftaki bir kamyon sürücüsünün davranışı dikkat
çekmeyecek gibi değildi. Sürücü pasaportun içine para yerleştirip aracından
indi, kısa süre sonra dönüp aracını gazladı. Rehberimiz benzer bir taktik mi
izledi bilmiyorum, biz de fazla beklemedik ve Arnavutluk topraklarına geçtik.
Doğa Makedonya’da olduğu gibi
yemyeşil. Sadece Ankara’nın yolları değil, Sırbistan dışında bütün Balkanların
yolları da büklüm büklüm. Bir tepeden diğerine bir vadiden diğerine kıvrım
kıvrım tırmanıp inerken, yamaçlarda çok sık aralıklarla kamuflajlı mantarımsı
yapılar dikkati çekiyor. Rehberimiz bu mantarımsı yapıların Enver Hoca
döneminde inşa edilmiş beton koruganlar olduğunu söylüyor. Böyle 700 bin
dolayında korugan, askeri dille mevzi yapılmış. Arnavutluk’un nüfusu 3 milyon
dolayında, yani neredeyse her aile için bir korugan. Kime karşı? Ülkeyi işgal
etmeye kalkışacak meçhul düşmana karşı! Akıl dışı bir savunma stratejisi ve
kaynak israfı!
Tiran henüz uzakta. Bir mola
yerinde soluklandık. Tesis tıpkı Anadolu’daki gibi. Farklı olarak markette bira
da satılıyor. Arnavut birası ağzımıza layık. Söz aramızda, Arnavut rakısı
felaket. Çok önceden deneyimli olduğumuz için aklımıza bile getirmiyoruz. Bu
gibi gezilerde tuvalet çok kritik önem kazanıyor. Mola yerindeki tuvalet çok
temiz çıktı.
Yarım saatlik molanın ardından
tekrar yola koyulduk. Yol boyunca rastladığımız Arnavut köyleri kasabaları tıpkı
Türkiye’mizin 70’li, 80’li yıllardaki köyleri kasabaları. Bizdeki kadar olmasa
da yol kenarları plastik, pet şişe ve ambalaj artıklarıyla dolu. Sıvasız
duvarlarıyla derme çatma evler, görsel kirlilik cabası. Kilometre levhalarında
Elbasan da okunuyor. Elbasan tavanın tadı kokusu burnumuzda tütüyor ama
programımızda Elbasan yok, transit geçiyoruz.
***
TİRAN’DA İSKENDER BEY MEYDANINDAYIZ
Öğlene doğru Anadolu
kentlerindekine benzer döküntü mahallelerden geçerek Tiran şehir merkezine
vardık. Trafik İstanbul trafiğinden farksız. Tiran’ın ana meydanında başında
miğferi, bir elinde kılıcı, terkisinde gürzüyle atı üzerinde İskender Bey’in
heykeli. Meydan opera, müze ve hükümet binalarıyla çevrili. Ethem Bey Camii ve
35 metre boyunda saat kulesi Osmanlı’dan kalma yegane eserler. Meydana adı verilen
İskender Bey, Arnavutluk’un ulusal kahramanı bir asilzade. İkinci Murat
zamanında Arnavutluk fethedilirken kardeşiyle birlikte rehin alınarak
Edirne’deki Osmanlı sarayında içoğlanı olarak eğitilmiş, Müslüman edilmiş.
Sonra sancak beyi olarak Sırbistan ve Arnavutluk’ta görevlendirilmiş. Kendisine
özerklik verilmeyince Osmanlı’ya isyan bayrağı açmış, çocukluktaki dinine yani
Hıristiyanlığa dönmüş. İsyanı tam 25 yıl sürmüş, İstanbul’u fetheden Fatih
Sultan Mehmet bile İskender’i yenememiş. Nihayet 1468 yılında İskender Bey
sıtmadan ölünce Arnavut isyanı gevşemiş ve ülke 1478 yılında tamamen Osmanlı
topraklarına katılmış.
Tiran’a ayırdığımız vakit sadece
yarım saat. Şehirde Mercedes otomobilden geçilmiyor. Nereye baksak Mercedes
otomobil. Rehberimiz, Arnavut mafyasının becerisi diye açıklıyor. Bir de
Arnavutluk’a kaçak otomobil sokmanın kolaylığı. Dahası, Arnavutlar ülkelerine
bağlı insanlar. Yakın komşular olarak İtalya ve Avusturya’ya çalışmaya giden
Arnavutlar, memleketlerini unutmuyorlar, kazançlarını ükelerine gönderiyorlar.
İskender Bey heykeline komşu Etem
Bey Camii’ni dışardan görmekle yetiniyoruz. Zira, TİKA’nın başlattığı
restorasyon nedeniyle ziyarete ve ibadete kapalı. (Bu vesileyle Arnavutların
yüzde 70’i Müslüman, Müslümanların da yüzde 20’si Bektaşi.)
Bektaşi bir aileye mensup ama
ateist olduğu söylenen Enver Hoca İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Arnavutluk’u
40 yıl yönetmiş. Zamanında Moskova’ya, Pekin’e hatta Tito’nun Belgrat’ına kafa
tutmuş. Gençliğimizde Tiran radyosundan Enver Hoca’nın hangi demir çelik
tesisinde konuşma yaptığını, hangi kömür madeninde proleterlerin sosyalist
Arnavutluk için canla başla çalıştıklarını, ülkenin neresinde demiryolu inşa
edildiğini dinlerdik. Propagandasını dinlediğimiz bu yerleri görsek iyi olurdu
ama programımızda vakit ayrılmamıştı. Kimbilir ne haldedirler şimdi!
Enver Hoca için yapılmış
anıtmezar binasına uzaktan bakıyoruz. Piramit şeklinde yapılmış anıtmezar bugün
spor ve kültür merkezine dönüştürülmüş, Enver Hoca’nın mezarı şehir mezarlığına
nakledilmiş. Ana meydandaki heykelinin yerine de İskender Bey heykeli dikilmiş.
Demem o ki, Enver Hoca, pinamit anıtmezarında ebedi uykusunda olmak şöyle
dursun Arnavutluk tarihinden bile siliniyor, unutturuluyor. İster istemez
Türkiye’de 12 Eylül darbesi öncesinde sosyalist soldaki sosyal emperyalizm,
revizyonizm ve Enver Hoca tartışmalarını anımsadık. Mustafa Kemal’in Anıtkabri
iyi direniyor diye düşünmeden edemedik!
Tiran, kent mimarisi bakımından
çok berbat ama gezip görmüş bir seyyahın deyişiyle, “Sırtını Dajti Dağı’yla
yeşil tepelere dayamış, içinden ırmaktan çok kendi halinde bir dereye benzeyen
Lana’nın aktığı Tiran’da zaman durmuş gibi. Yine de buradaki inanç ve düşünce
özgürlüğü başlı başına bu ülkeyi sevmek için yeterli bir neden.”
Tiran’dan sonra yolumuzun üstünde
Arnavutluk’un en büyük şehri İşkodra var. Arnavutluk Balkan savaşları sırasında
Osmanlı’dan bağımsızlığını kazanmış, İşkodra da o tarihlerde elden çıkmış. Programımızda
İşkodra turu yoktu, görsek iyi olurdu. İşkodra Gölü kıyısında güzel bir
lokantada öğle ikindi arası yemeğin ardından tekrar yola koyulduk. Önce İşkodra
Gölü sonra Adriyatik Denizi sahili boyunca çok sarp yolda Arnavut köylerini
geride bırakarak, Karadağ Cumhuriyeti sınırına vardık. Arnavutluk’tan
çıkışımızda, Karadağ sınırından girişimizde sorun yaşamadık.
***
ADRİYATİK’İN BODRUM’UNDAYIZ
Karadağ, uluslararası dildeki
adıyla Montenegro, Tito Yugoslavya’sının federe devletlerinden biri. Dağılma
sürecinde Sırbistan ile birlikte olmayı seçmiş, 2006 yılında Rusya’nın teşvikiyle
Sırbistan’dan ayrılıp bağımsızlığına kavuşmuş. Dağlık 14 bin kilometrekarelik
coğrafyasında 620 bin dolayında nüfusa sahip. Nüfusun yüzde 70’ini Slavlar,
yüzde 17’sini Arnavutlar, kalanını çeşitli etnik ve dini topluluklar
oluşturuyor. Başkenti Podgorica, eski adıyla Titograd.
Daha uzak tarihte Karadağ, Fatih
Sultan Mehmet tarafından Osmanlı topraklarına katılmış, Osmanlı’nın ağır
yenilgiye uğradığı 93 harbinin ardından 1878’de Sırbistan ile birlikte
bağımsızlığına kavuşmuş. Bugün Rusya’nın gölgesi altında. Galiba Rus
zenginlerinin turizm beldesi olmak üzere Sırbistan’dan koparılmış. Adriyatik
Denizi kıyısındaki Budva ve Kotor gerçekten görmeye gezmeye layık turizm
kentleri.
Budva’da karşılayan yerel
rehberimiz kısa sahil turunun ardından bizi doğruca eski Budva’ya götürdü. Stari
Grad denilen eski Budva şehri gerçekten ortaçağdan kalma. Osmanlı Budva’yı
topraklarına katmasına katmış ama ticari merkez olarak serbest bırakmış,
Venedikliler’in buradaki faaliyetine göz yummuş. Venedikliler de ticari faaliyetlerini
rahatça sürdürmek ve korsanlardan korunmak için sağlam surlar inşa etmişler,
Osmanlı’ya vergiyi aksatmamışlar. Surlar ve içindeki yapılar yüzyıllara ve
arada meydana gelen büyük depremlere dayanmışlar, günümüzde UNESCO tarafından
koruma altına alınmış.
Sekiz kapılı surlar, orta çağ ile
modern çağı birbirinden ayırıyor. İçeride taş binalar, dar sokaklar, kiliseler,
müzeler, hediyelik eşya dükkanları... Ortaçağ ama yaşam alanı olarak günümüzde süren
bir ortaçağ. Gez gez bitmiyor. Hayran kalmamak mümkün değil.
Surların dışında otelleri,
parkları, plajları, barları, kafeleri, dondurmacıları, restoranları ve dahi
AVM’leri ile modern Budva. Datça’dan, Marmaris’ten, Bodrum’dan farksız bir
turizm cenneti. Rehberimiz, Budva’nın mitolojik geçmişiyle ilgili efsaneyi
anlatmadan duramıyor.
***
EVRENİN SAHİBİ AMA BİR KIZA BİLE SÖZÜ GEÇMEYEN TANRI!
Efsaneye göre şehrin geçmişi iki
bin beş yüz yıl önceye uzanıyor. Antik Yunan’ın baş tanrısı Zeus, Fenike
kraliçesinin kızı Europa’ya aşık olmuş ama ne kadar dil döktüyse de vuslata
razı edememiş. (Baş tanrı ama bir kıza bile sözü geçmiyor!!!) Sonunda Zeus baş
tanrı gücünü kullanıp boğa kılığına girerek Europa’yı Girit adasına kaçırmış.
(Efsanenin bu aşamasında aklıma çok şey geldi ama hatibe müdahale etmedim!!!) Fenike
Kraliçesi Telefasa, oğlu Cadmus’u Zeus tarafından kaçırılan kız kardeşi Europa’yı
bulmak için göndermiş. Vah zavallı Cadmus vah!!! Pek çok Yunan şehrinde konaklamış,
Helenlere yazıyı ve ticareti öğretmiş. Delphi tapınağı kahinlerinin öğütlerini
dinlemiş, ilahi işaretli öküze rastladığı yerde Thebes şehrini kurmuş. Şehrin kurucu
kralı olunca tanrılar dağı Olimpos’tan Tanrıça Harmonia kendisine eş olarak
verilmiş. Ne var ki bir süre sonra Zeus tarafından lanetlenip Thebes’ten eşiyle
birlikte ayrılmak zorunda kalan Cadmus bir kağnıyla yola düşmüş, kağnıyı çeken
öküzün çöktüğü yerde Budva’yı kurmuş. Efsaneye göre Budva adı buradan gelmektedir.
(Yunanca bous- öküz demekmiş.Yerel rehberimiz efsanenin devamını da anlattı ama
yol yorgunluğundan aklımda bu kadarı kaldı.)
Budva’nın adı böyle mitolojik efsanelere
dayandırılınca antik Yunan’a kadar uzanan bir tarihe sahip olduğu akla geliyor.
Böyle çok gerilere uzanan tarihe ilişkin kanıtları aramaya görmeye vakit ve
enerji ayırmadık. Surlar içindeki Ortaçağ Budva’sını gezmek yeterince
yorucuydu.
Budva deyince Sveti Stefan adasından
söz etmemek olmaz. Budva’ya beş on kilometre kala, otobüsümüz kalabalık bir
grubun toplaştığı noktada durdu. Adanın görüntülenebileceği görüş açısı en
geniş noktaya gelmişiz. Adada geçmişte krallar kraliçeler tatil yaparmış, bugün
de dünyanın en pahalı oteli buradaymış. Otel müşterileri dışındakilerin adaya
girişi yasakmış.
Gün epey yorucuydu. Sahilde gece
hayatı başlamıştı. Dinlenmeyi tercih ettik. Gece çok şiddetli yağmur bastırdı.
Gök gürültüsü odalarımızda patlıyordu adeta. Sabah erkenden yeniden yola revan
olduk. Dördüncü günkü menzilimizde Kotor, Dubrovnik ve Mostar var.
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilDeğerli dostum, klasik gezi yazıları dışında farklı bakış açısı ve zengin gözlemlerle dolu izlenimlerini ilgiyle okuyorum. Tarih, doğa, kültür ve mitolojinin eklenmesiyle bilgilendirici notlar olduğunu bir kez daha vurgularken teşekkür ediyorum. A.Celal BİNZET
YanıtlaSilTeşekkür ederim Celal abi. Görüşmek dileğiyle çok selam.
SilKeyifli geziler, bizim de gözümüz ayağımız oluyorsun Rahmi, sağol varol, 4. günü sabırsızlıkla bekliyoruz.
YanıtlaSilSağ ol Tuğba. Bir iki güne kadar dördüncü gün notları da gelir. Çok selam.
Sil