29 Haziran 2018 Cuma

ARNAVUTLUK’TA ENVER HOCA TARİHTEN SİLİNİRKEN TÜRKİYE’DE ATATÜRK İYİ DİRENİYOR!


SEYAHATNAME-İ RAHMİ ÇELEBİ
ARNAVUTLUK’TA ENVER HOCA TARİHTEN SİLİNİRKEN
Balkan gezimizin üçüncü gününde Struga’dan sabah erkenden yola çıktık. Ohrid Gölü kıyısında on dakikalık yolculuğun ardından dağlara tırmandık. Çok geçmeden Kafasan sınır kapısındayız. Önce Makedonya kapısından çıkış, ardından Arnavutluk kapısında giriş işlemi yapılacak. Pasaportlarımızı toplayan rehberimiz, sınır kapılarında araçtan inmenin yasak olduğunu, Makedonya’dan çıkışta sorun yaşanmayacağını ama Arnavutluk kapısında uzun süre bekleyebileceğimizi söylüyor. Makedon kapısından beklemeden geçtik. Arnavutluk kapısında beklerken, yan taraftaki bir kamyon sürücüsünün davranışı dikkat çekmeyecek gibi değildi. Sürücü pasaportun içine para yerleştirip aracından indi, kısa süre sonra dönüp aracını gazladı. Rehberimiz benzer bir taktik mi izledi bilmiyorum, biz de fazla beklemedik ve Arnavutluk topraklarına geçtik.
Doğa Makedonya’da olduğu gibi yemyeşil. Sadece Ankara’nın yolları değil, Sırbistan dışında bütün Balkanların yolları da büklüm büklüm. Bir tepeden diğerine bir vadiden diğerine kıvrım kıvrım tırmanıp inerken, yamaçlarda çok sık aralıklarla kamuflajlı mantarımsı yapılar dikkati çekiyor. Rehberimiz bu mantarımsı yapıların Enver Hoca döneminde inşa edilmiş beton koruganlar olduğunu söylüyor. Böyle 700 bin dolayında korugan, askeri dille mevzi yapılmış. Arnavutluk’un nüfusu 3 milyon dolayında, yani neredeyse her aile için bir korugan. Kime karşı? Ülkeyi işgal etmeye kalkışacak meçhul düşmana karşı! Akıl dışı bir savunma stratejisi ve kaynak israfı!
Tiran henüz uzakta. Bir mola yerinde soluklandık. Tesis tıpkı Anadolu’daki gibi. Farklı olarak markette bira da satılıyor. Arnavut birası ağzımıza layık. Söz aramızda, Arnavut rakısı felaket. Çok önceden deneyimli olduğumuz için aklımıza bile getirmiyoruz. Bu gibi gezilerde tuvalet çok kritik önem kazanıyor. Mola yerindeki tuvalet çok temiz çıktı.
Yarım saatlik molanın ardından tekrar yola koyulduk. Yol boyunca rastladığımız Arnavut köyleri kasabaları tıpkı Türkiye’mizin 70’li, 80’li yıllardaki köyleri kasabaları. Bizdeki kadar olmasa da yol kenarları plastik, pet şişe ve ambalaj artıklarıyla dolu. Sıvasız duvarlarıyla derme çatma evler, görsel kirlilik cabası. Kilometre levhalarında Elbasan da okunuyor. Elbasan tavanın tadı kokusu burnumuzda tütüyor ama programımızda Elbasan yok, transit geçiyoruz.
***

TİRAN’DA İSKENDER BEY MEYDANINDAYIZ
Öğlene doğru Anadolu kentlerindekine benzer döküntü mahallelerden geçerek Tiran şehir merkezine vardık. Trafik İstanbul trafiğinden farksız. Tiran’ın ana meydanında başında miğferi, bir elinde kılıcı, terkisinde gürzüyle atı üzerinde İskender Bey’in heykeli. Meydan opera, müze ve hükümet binalarıyla çevrili. Ethem Bey Camii ve 35 metre boyunda saat kulesi Osmanlı’dan kalma yegane eserler. Meydana adı verilen İskender Bey, Arnavutluk’un ulusal kahramanı bir asilzade. İkinci Murat zamanında Arnavutluk fethedilirken kardeşiyle birlikte rehin alınarak Edirne’deki Osmanlı sarayında içoğlanı olarak eğitilmiş, Müslüman edilmiş. Sonra sancak beyi olarak Sırbistan ve Arnavutluk’ta görevlendirilmiş. Kendisine özerklik verilmeyince Osmanlı’ya isyan bayrağı açmış, çocukluktaki dinine yani Hıristiyanlığa dönmüş. İsyanı tam 25 yıl sürmüş, İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet bile İskender’i yenememiş. Nihayet 1468 yılında İskender Bey sıtmadan ölünce Arnavut isyanı gevşemiş ve ülke 1478 yılında tamamen Osmanlı topraklarına katılmış.
Tiran’a ayırdığımız vakit sadece yarım saat. Şehirde Mercedes otomobilden geçilmiyor. Nereye baksak Mercedes otomobil. Rehberimiz, Arnavut mafyasının becerisi diye açıklıyor. Bir de Arnavutluk’a kaçak otomobil sokmanın kolaylığı. Dahası, Arnavutlar ülkelerine bağlı insanlar. Yakın komşular olarak İtalya ve Avusturya’ya çalışmaya giden Arnavutlar, memleketlerini unutmuyorlar, kazançlarını ükelerine gönderiyorlar.
İskender Bey heykeline komşu Etem Bey Camii’ni dışardan görmekle yetiniyoruz. Zira, TİKA’nın başlattığı restorasyon nedeniyle ziyarete ve ibadete kapalı. (Bu vesileyle Arnavutların yüzde 70’i Müslüman, Müslümanların da yüzde 20’si Bektaşi.)
Bektaşi bir aileye mensup ama ateist olduğu söylenen Enver Hoca İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Arnavutluk’u 40 yıl yönetmiş. Zamanında Moskova’ya, Pekin’e hatta Tito’nun Belgrat’ına kafa tutmuş. Gençliğimizde Tiran radyosundan Enver Hoca’nın hangi demir çelik tesisinde konuşma yaptığını, hangi kömür madeninde proleterlerin sosyalist Arnavutluk için canla başla çalıştıklarını, ülkenin neresinde demiryolu inşa edildiğini dinlerdik. Propagandasını dinlediğimiz bu yerleri görsek iyi olurdu ama programımızda vakit ayrılmamıştı. Kimbilir ne haldedirler şimdi!
Enver Hoca için yapılmış anıtmezar binasına uzaktan bakıyoruz. Piramit şeklinde yapılmış anıtmezar bugün spor ve kültür merkezine dönüştürülmüş, Enver Hoca’nın mezarı şehir mezarlığına nakledilmiş. Ana meydandaki heykelinin yerine de İskender Bey heykeli dikilmiş. Demem o ki, Enver Hoca, pinamit anıtmezarında ebedi uykusunda olmak şöyle dursun Arnavutluk tarihinden bile siliniyor, unutturuluyor. İster istemez Türkiye’de 12 Eylül darbesi öncesinde sosyalist soldaki sosyal emperyalizm, revizyonizm ve Enver Hoca tartışmalarını anımsadık. Mustafa Kemal’in Anıtkabri iyi direniyor diye düşünmeden edemedik!
Tiran, kent mimarisi bakımından çok berbat ama gezip görmüş bir seyyahın deyişiyle, “Sırtını Dajti Dağı’yla yeşil tepelere dayamış, içinden ırmaktan çok kendi halinde bir dereye benzeyen Lana’nın aktığı Tiran’da zaman durmuş gibi. Yine de buradaki inanç ve düşünce özgürlüğü başlı başına bu ülkeyi sevmek için yeterli bir neden.”
Tiran’dan sonra yolumuzun üstünde Arnavutluk’un en büyük şehri İşkodra var. Arnavutluk Balkan savaşları sırasında Osmanlı’dan bağımsızlığını kazanmış, İşkodra da o tarihlerde elden çıkmış. Programımızda İşkodra turu yoktu, görsek iyi olurdu. İşkodra Gölü kıyısında güzel bir lokantada öğle ikindi arası yemeğin ardından tekrar yola koyulduk. Önce İşkodra Gölü sonra Adriyatik Denizi sahili boyunca çok sarp yolda Arnavut köylerini geride bırakarak, Karadağ Cumhuriyeti sınırına vardık. Arnavutluk’tan çıkışımızda, Karadağ sınırından girişimizde sorun yaşamadık.
***

ADRİYATİK’İN BODRUM’UNDAYIZ
Karadağ, uluslararası dildeki adıyla Montenegro, Tito Yugoslavya’sının federe devletlerinden biri. Dağılma sürecinde Sırbistan ile birlikte olmayı seçmiş, 2006 yılında Rusya’nın teşvikiyle Sırbistan’dan ayrılıp bağımsızlığına kavuşmuş. Dağlık 14 bin kilometrekarelik coğrafyasında 620 bin dolayında nüfusa sahip. Nüfusun yüzde 70’ini Slavlar, yüzde 17’sini Arnavutlar, kalanını çeşitli etnik ve dini topluluklar oluşturuyor. Başkenti Podgorica, eski adıyla Titograd.
Daha uzak tarihte Karadağ, Fatih Sultan Mehmet tarafından Osmanlı topraklarına katılmış, Osmanlı’nın ağır yenilgiye uğradığı 93 harbinin ardından 1878’de Sırbistan ile birlikte bağımsızlığına kavuşmuş. Bugün Rusya’nın gölgesi altında. Galiba Rus zenginlerinin turizm beldesi olmak üzere Sırbistan’dan koparılmış. Adriyatik Denizi kıyısındaki Budva ve Kotor gerçekten görmeye gezmeye layık turizm kentleri.
Budva’da karşılayan yerel rehberimiz kısa sahil turunun ardından bizi doğruca eski Budva’ya götürdü. Stari Grad denilen eski Budva şehri gerçekten ortaçağdan kalma. Osmanlı Budva’yı topraklarına katmasına katmış ama ticari merkez olarak serbest bırakmış, Venedikliler’in buradaki faaliyetine göz yummuş. Venedikliler de ticari faaliyetlerini rahatça sürdürmek ve korsanlardan korunmak için sağlam surlar inşa etmişler, Osmanlı’ya vergiyi aksatmamışlar. Surlar ve içindeki yapılar yüzyıllara ve arada meydana gelen büyük depremlere dayanmışlar, günümüzde UNESCO tarafından koruma altına alınmış.
Sekiz kapılı surlar, orta çağ ile modern çağı birbirinden ayırıyor. İçeride taş binalar, dar sokaklar, kiliseler, müzeler, hediyelik eşya dükkanları... Ortaçağ ama yaşam alanı olarak günümüzde süren bir ortaçağ. Gez gez bitmiyor. Hayran kalmamak mümkün değil.
Surların dışında otelleri, parkları, plajları, barları, kafeleri, dondurmacıları, restoranları ve dahi AVM’leri ile modern Budva. Datça’dan, Marmaris’ten, Bodrum’dan farksız bir turizm cenneti. Rehberimiz, Budva’nın mitolojik geçmişiyle ilgili efsaneyi anlatmadan duramıyor.
***

EVRENİN SAHİBİ AMA BİR KIZA BİLE SÖZÜ GEÇMEYEN TANRI!
Efsaneye göre şehrin geçmişi iki bin beş yüz yıl önceye uzanıyor. Antik Yunan’ın baş tanrısı Zeus, Fenike kraliçesinin kızı Europa’ya aşık olmuş ama ne kadar dil döktüyse de vuslata razı edememiş. (Baş tanrı ama bir kıza bile sözü geçmiyor!!!) Sonunda Zeus baş tanrı gücünü kullanıp boğa kılığına girerek Europa’yı Girit adasına kaçırmış. (Efsanenin bu aşamasında aklıma çok şey geldi ama hatibe müdahale etmedim!!!) Fenike Kraliçesi Telefasa, oğlu Cadmus’u Zeus tarafından kaçırılan kız kardeşi Europa’yı bulmak için göndermiş. Vah zavallı Cadmus vah!!! Pek çok Yunan şehrinde konaklamış, Helenlere yazıyı ve ticareti öğretmiş. Delphi tapınağı kahinlerinin öğütlerini dinlemiş, ilahi işaretli öküze rastladığı yerde Thebes şehrini kurmuş. Şehrin kurucu kralı olunca tanrılar dağı Olimpos’tan Tanrıça Harmonia kendisine eş olarak verilmiş. Ne var ki bir süre sonra Zeus tarafından lanetlenip Thebes’ten eşiyle birlikte ayrılmak zorunda kalan Cadmus bir kağnıyla yola düşmüş, kağnıyı çeken öküzün çöktüğü yerde Budva’yı kurmuş. Efsaneye göre Budva adı buradan gelmektedir. (Yunanca bous- öküz demekmiş.Yerel rehberimiz efsanenin devamını da anlattı ama yol yorgunluğundan aklımda bu kadarı kaldı.)
Budva’nın adı böyle mitolojik efsanelere dayandırılınca antik Yunan’a kadar uzanan bir tarihe sahip olduğu akla geliyor. Böyle çok gerilere uzanan tarihe ilişkin kanıtları aramaya görmeye vakit ve enerji ayırmadık. Surlar içindeki Ortaçağ Budva’sını gezmek yeterince yorucuydu.
Budva deyince Sveti Stefan adasından söz etmemek olmaz. Budva’ya beş on kilometre kala, otobüsümüz kalabalık bir grubun toplaştığı noktada durdu. Adanın görüntülenebileceği görüş açısı en geniş noktaya gelmişiz. Adada geçmişte krallar kraliçeler tatil yaparmış, bugün de dünyanın en pahalı oteli buradaymış. Otel müşterileri dışındakilerin adaya girişi yasakmış.
Gün epey yorucuydu. Sahilde gece hayatı başlamıştı. Dinlenmeyi tercih ettik. Gece çok şiddetli yağmur bastırdı. Gök gürültüsü odalarımızda patlıyordu adeta. Sabah erkenden yeniden yola revan olduk. Dördüncü günkü menzilimizde Kotor, Dubrovnik ve Mostar var.

5 yorum:

  1. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  2. Değerli dostum, klasik gezi yazıları dışında farklı bakış açısı ve zengin gözlemlerle dolu izlenimlerini ilgiyle okuyorum. Tarih, doğa, kültür ve mitolojinin eklenmesiyle bilgilendirici notlar olduğunu bir kez daha vurgularken teşekkür ediyorum. A.Celal BİNZET

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim Celal abi. Görüşmek dileğiyle çok selam.

      Sil
  3. Keyifli geziler, bizim de gözümüz ayağımız oluyorsun Rahmi, sağol varol, 4. günü sabırsızlıkla bekliyoruz.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sağ ol Tuğba. Bir iki güne kadar dördüncü gün notları da gelir. Çok selam.

      Sil