SEYAHATNAME-İ RAHMİ ÇELEBİ
Balkan gezimizin dördüncü günü
ikinci vakti Dubrovnik’teyiz.
Dubrovnik (İtalyanca adıyla
Ragusa), Hırvatistan’ın stratejik liman kenti. Kotor Körfezi’nin muhteşem doğal
güzelliğini geride bıraktıktan sonra Dubrovnik’e bizim Anamur – Gazipaşa yoluna
benzer bir yoldan ulaştık. Adriyatik Denizi aynen Akdeniz ve Ege gibi pırıl
pırıl.
Dubrovnik’in tarihi, Budva ve
Kotor’un tarihinden farklı değil. İliryalılar yani Arnavutlar ile başlayan
tarih Roma ve Bizans egemenliğiyle sürüyor. Dubrovnik’e 1205 yılında Venedik
egemen oluyor. 150 yıl süren Venedik egemenliğini Macar-Hırvat Krallığı’nın
egemenliği izliyor. Ancak, kim egemen olursa olsun Dubrovnik özerkliğini
korumayı başarmış. Balkanları fetheden Osmanlı da ticari kaygılarla Dubrovnik’i
serbest bırakmış, vergiye bağlamakla yetinmiş. Özerk yapısıyla Dubrovnik,
Osmanlı ile Hıristiyan dünyası arasında ticari ve diplomatik köprü işlevi
görmüş; Osmanlı’ya ödediği vergi, ticari gelirinin yanında devede kulak kalmış.
Napolyon 1808’de Dubrovnik’i işgal etmiş ama 1815’te toplanan Viyana Kongresi,
şehri Avusturya’ya vermiş; böylece Dubrovnik üzerindeki Osmanlı gölgesi tamamen
silinmiş.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
Yugoslavya sınırları içinde kalan Dubrovnik, 1990’larda Yugoslavya’nın dağılma
sürecinde Sırp ordusu tarafından ağır şekilde bombalanmış. UNESCO’nun dünya
kültür mirası listesine alındıktan sonra başarılı bir restorasyon ile savaşın
tahribatını onarmayı başarmış. Bugün 50 bin nüfusuyla gelişkin bir turizm
cenneti ve stratejik önemde ticaret merkezi.
Dediğim gibi Dubrovnik,
Hırvatistan’ın liman kenti. Hırvatistan Avrupa Birliği üyesi olduğu için giriş
çıkış, diğer Balkan ülkelerine göre daha sıkıntılı. Karadağ sınırından çıkış,
Hırvatistan kapısında giriş işlemleri vakit kaybettirici ama pek de şikâyetçi
olmadık. Güleryüzlü şık Hırvat gümrük görevlisi kız pasaportlarımızı teker
teker kontrol etti. Nihayet Dubrovnik’teyiz. Yolda yerel rehberimizin anlattığı
öykü hayli ilginç geldi. Ticari girişimciliği çok gelişkin olan Dubrovnik,
Macar-Hırvat egemenliği sırasında Bosnalı bir ağadan toprak satın almış. Bu
yüzden bugün Bosna Hersek Cumhuriyeti’nin denize çıkışı 20 kilometrelik
şeritten ibaret kalmış!
***
Kotor gibi Dubrovnik’e
ayırdığımız süre çok sınırlı olduğu için sadece kale içini gezebildik. Dubrovnik
kalekenti Budva ve Kotor kalekentlerinin tıpatıp benzeri ama çok daha geniş ve
büyük. Surlarının genişliği 2 bin metre kadar. Surlar içinde kimi Ortodoks kimi
Katolik 30 kilise ve katedral, su sarnıcı, çeşmeler, heykeller, çok sayıda
müze, başkanlık ve belediye sarayları, lokantalar, eğlence yerleri, dükkanlar...
Başkanlık sarayı, yani Knez Köşkü 14’üncü yüzyılda yapılmış. Bu sarayda, kentin
en üst düzey yöneticisi, yani knez (rektör) olarak seçilen kişi otururmuş.
Meryem Ana Katedrali’ne çok yakın
bir yerde Gundulic Meydanı var; ortasında İvan Gundulic Anıtı yükseliyor. İvan
Gundulic, 17’nci yüzyılda Hırvat edebiyatının en önemli şair ve yazarı.
Heykelin kaidesinin dört cephesine Gundulic’in eserlerini simgeleyen barok
tarzı süsleme ve kabartmalar işlenmiş. Kabartmalardan biri dikkatimizi çekiyor. Gundulic’in
Osmanlı padişahı Genç Osman’ı ve Lehistan seferini anlattığı Osman adlı eserini simgeliyor. Bu
kabartmada Dubrovnik’i ve özgürlüğü temsilen bir kadın, Osmanlı’yı temsilen
tahtayı ısıran kanatlı ejder, Venedik’i temsilen de tahtın altındaki halıyı
çiğneyen kanatlı aslan resmedilmiş. İster istemez Prag’da Vltava nehrinin
kolyesi Charle Köprüsü’ndeki heykellerden birini anımsadım. Prag’daki heykelde
de, tespih çeken Osmanlı gardiyanı köpeğiyle birlikte neşeli şekilde zindanın
kapısında beklerken, yukarıdaki üç Aziz içerideki Hristiyan esirleri kurtarmaya
çalışıyor.
Stari Grad’ı ikiye
bölen Stradun Caddesi, kalekentin ana caddesi. Bu caddede ve daracık
sokaklarda dolaşırken insan kendisini Ortaçağ’a ışınlanmış hissediyor. Bir
binanın giriş katında tekrar bulunduğunuz yüzyıla geri dönüyorsunuz. Bu giriş
katı, 1990’lardaki iç savaşta ölen vatanseverler için anıevi olarak
düzenlenmiş. Sur içini gezerken yerel rehber, dünyanın ilk eczanesinin
Dubrovnik’te açıldığını söyledi, gülümseyip geçtik.
Kalenin doğusunda marina ve
balıkçı barınağı, batısında liman. Akdeniz’de tura çıkan lüks Cruise gemileri
bu limana yanaşıyor. Şansımıza limanda sadece bir Cruise vardı, yoksa
rehberimizin deyişine göre, kalekentte adım atacak yer bulamazdık! Limanın
açıklarında Lokrum adası görünüyor; plaj ve botanik bahçeleriyle ünlüymüş. Kalekentten
Dubrovnik’i arkalayan en yüksek tepeye teleferik hattı çekilmiş. Ancak ne
tepeye çıkmaya ne de Lokrum Adası’na gitmeye vakit ayırmamışız. Yani Dubrovnik,
iki saatlik bir gezmeyle görülecek gibi değil. Bari serbest kaldığımız son bir
saati keyiflice geçireceğimiz bir kıyı lokantası bulalım dedik. Limana gitmemiz
gerekiyordu, vakit kaybını göze almadık. Kalekentin ana girişi Pila kapısında,
çınarlar altında bir kafeye demir attık.
***
İSTANBUL VE DİYARBAKIR’IN KADERİ
Kafede yorgunluk atarken acı
acı düşünmeden edemedim. Dubrovnik, Kotor ve Budva’da kentlerin tarihi dokusu ve
kimliği böyle özenle korunurken Türkiye’de neden korunamadı? Hem de şanlı
tarihi geçmiş diye onca böbürlenmeye hamasete rağmen. İstanbul surlarının hali
ortada. Belediye Başkanı, Başbakan ve Başkan olarak İstanbul’u 24 yıldır
yöneten Recep Tayyip Erdoğan’ın “İstanbul’a
ihanet ettik” itirafı acı acı çınladı belleğimde. Ya Diyarbakır surları?
On üç yıl önce Oktay Etiman ve
Metin Aksoy ile birlikte Diyarbakır ve Mardin’e yaptığımız turistik geziyi
anımsadım. Gazetecilikten DİSİAD Başkanlığına terfi eden Raif Türk’ün
konuğuyduk. Surları ve Atatürk Köşkü’nü gezerken yerel rehberimiz anlatmıştı. Diyarbakır’ın surlarının tarihi beş bin yıl geriye gidiyor. Diyarbakır surları uzunluğu ve
genişliğiyle dünyada Çin Seddi’nden sonra geliyor. Uzunluğu 5,5 kilometreyi
geçiyor; 10 metre yüksekliğindeki surlar üzerinde burçlar geniş bir yol ile
birbirlerine bağlanıyor. Surlarda, Roma, Bizans, Arap, Türk - İslam, Selçuklu
ve Osmanlı dönemlerine ait burçlar, kapılar, kabartma ve figürler bulunuyor. Ne
var ki surlar içinde tarihi Diyarbakır’ı ara ki bulasın. Eski Diyarbakır, tıpkı
eski İstanbul ve öteki kentler gibi vahşi ve çirkin yapılaşmaya kurban gitmiş. Surlar
ise bir Fransız arkeolog ve tarihçinin sahip çıkmasıyla bugüne gelebilmiş.
Meğer, 1930’da Fransız arkeolog Albert Louis Gabriel dinamitlenerek yıkıldığına
tanık olmasa, bugün surlardan eser kalmayacakmış. Gabriel, Sorbonne
Üniversitesi’nde Güzel Sanatlar ve Edebiyat okuduktan sonra Paris
Üniversitesi’nde doktora yapmış; 1926 yılında Türkiye’ye gelerek, Darülfünun’da
arkeoloji ve sanat tarihi dersleri vermiş. Sonra Milli Eğitim Bakanlığı ile
anlaşarak, Mezopotamya’daki eserler hakkında araştırma yapmak üzere
Hasankeyf’ten Van’a incelemelerde bulunmuş. Gabriel, 1930’da Diyarbakır’a geldiğinde
ne görsün? Vali Faiz Ergun’un emriyle surlar dinamitleniyor. Gerekçe, “Surlar
yüzünden şehrin içine hava girmiyor. Bulaşıcı hastalıklar yaygınlaşıyor. Şehri
havalandırmak için surları yıkmak lazım.” Bu gerekçeyle yıkıma Dağkapı ile
Mardinkapı arasında başlanmış, surlar dinamitleniyor, top atışları yapılıyor.
Felaketi gören Gabriel saçını başını yoluyor, laf anlatamıyor; bunun üzerine
Ankara’ya Atatürk’e ve Milli Eğitim Bakanlığı’na telgraflar çekiyor. Ankara’dan
gelen talimatla yıkım durduruluyor ama bu arada surların 100 metrelik bir bölümü
yıkılmış oluyor.
Dubrovnik’te Pila kapısındaki
çınaraltı lokantasında Diyarbakır surlarının tesadüfen kurtulduğunu anımsadığımda
bir kere daha ürperdim. Aradan 85 yıl geçmiş, kaçıncı kez başlayan çözüm ve
barış süreci bir kere daha fiyaskoyla kesilmiş, surlar bir kere daha tank ve top
atışlarına maruz kalmış. Kim bilir bugün ne haldedir Diyarbakır surları? Bir kısmı fotoğrafta görüldüğü gibidir. Milyonlarca
yıldır bölgeye hayat veren Dicle’nin bu faciaya dökecek gözyaşı kalmış mıdır
acaba?
Pila kapısındaki lokantada acı
acı düşünürken, güneş iyice alçalmış, Dubrovnik’ten ayrılma vakti de gelmiş. Mostar’a
gideceğiz.
Diyecek söz bulamıyorum aşılarını tamamlat kardeşim sana bir şey olsun istemem ısıran köpeği de ziyaret et o kadar ısıracak adam varken seni nasıl bulmuş sevgiler
YanıtlaSil