30 Nisan 2015 Perşembe

FAŞİSTE FAŞİST DENİR

Soğuk Savaş yıllarında komünistlik sadece en ağır cezalık suç değil aynı zamanda küfür nesnesiydi. Akıl, idrak, vicdan yoksulu faşistlerin yanı sıra toplumun çok geniş kesiminin dilinde komünist demek “dinsiz imansız Allahsız kitapsız ahlaksız namussuz” demekti.
Aşağılıkta sınır tanımayan ideolojik devlet aygıtlarının komünistliğe yükledikleri bu negatif anlam yüzünden komünistler uluorta komünist olduklarını söylemeye çekinirlerdi. Haksız da değillerdi. “Ben komünistim” diyen kişi, başına bin türlü bela sarmış olurdu.
Komünistsin, değilim, hayır sosyalistim atışması zaman zaman esprili diyaloglara da yol açardı. Nur içinde yatsın, sol hareketin önderlerinden Behice Boran 1965 seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi’nin Urfa Milletvekili olarak TBMM’ye girmişti. Bir keresinde kürsüde konuşurken AP sıralarından laf atılır: “Erkeksen komünist olmadığını söyle!” Behice Boran lafın altında kalmaz, yanıt verir: “Erkek değilim!
Soğuk Savaş yıllarında solcular da faşistliği hem siyasal suçlama ve eleştiri amacıyla hem de hakaret amacıyla telaffuz ederlerdi. Ancak, toplumun geniş kesiminde faşistlik komünistlik kadar aşağılayıcı bir anlam ifade etmezdi. Faşistliğin komünistlik kadar aşağılayıcı sayılmaması bir yana, Mussolini’yi Hitler’i vatansever ve milliyetçi belleyen sağcıların ve ülkücülerin gözünde faşistlik bir nevi gurur vesilesiydi. Öyle ki Kara Harp Okulu’nda 1976-77 ders yılında öğretim elemanlarından Hasan Celal Güzel, öğretim kurulu başkanlığı eliyle dağıttığı ders notlarında “Faşizm insan kişiliğini yücelten spritüel bir güçtür” övgüsüne bile yer vermişti.
***

Soğuk Savaş biteli çeyrek asır geçti. Ne mutlu ki komünistlik küfür sözcüğü olmaktan çıktı. Herkese açık toplantılarda, seçim meydanlarında komünistler açık kimlikleriyle boy gösteriyorlar. Eskiden olduğu gibi savcılar, muhbir vatandaşların sözüne uyup, komünistlik konulu yazılar aleyhine iddianame yazmıyorlar. Tamamen olmasa bile toplumun çok geniş kesiminde komünistlik artık küfür ve hakaret olarak algılanmıyor.
Komünistlik felsefi ve siyasi itibarını nihayet kazandı ama galiba faşistlik itibar kaybına uğradı. Geçmişte faşistlik açıkça olmasa bile gururlandırıcı bir şeyken günümüzde birilerine faşist denmesi alınganlığa yol açabiliyor. Nitekim Avukat Umut Kılıç, hâkimlik sınavında heyetle girdiği tartışmada “Faşist Erdoğan’ın adamlarısınız” deyince tutuklandı. Meslekte onca deneyim sahibi yargıçlar savcılar, “Faşist Erdoğan” hitabının siyasal eleştiri amaçlı olduğunu, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarına göre suç oluşturmadığını bile bile Avukat Kılıç’ı hapsetmekte tereddüt etmediler. Velev ki ve öyle ki, “faşist Erdoğan” ifadesi suç olsa bile, hükmün açıklanmasının geri bırakılması maddesi uyarınca Avukat Umut’un zaten bir gün bile hapis yatmayacağını bile bile tutuklayıp hapse attılar.
***

Avukat Umut Kılıç’ı şikâyet eden, tutuklayan yargıç ve savcılar, “faşist Erdoğan’ın adamlarısınız” ifadesinin siyasal eleştiri amaçlı olduğunu bile bile nasıl olup da genç avukata böyle anlayışsız davranabildiler?
İnsan nasıl bir açıklama getireceğini şaşırıyor doğrusu. Hukuku meslek edinmiş, adalet dağıtmakla görevli heyet üyelerinin Umut Kılıç’ı sakinleştirip gönlünü alabilecekken, şikâyet edip tutuklatmalarına akıl erdiremiyor insan. Heyet üyeleri sahip oldukları resmi gücü kullanmak yerine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hemen her gün birilerini diline dolayıp hakaret ettiğini, aşağıladığını anımsayıp Avukat Umut’un gençliğine verebilirlerdi. Veya Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’a yumruk atan saldırganın bile tutuklanmadığını hatırlayabilirlerdi.
Hiç de bir yargıç veya savcının sahip olması gereken sükûnet ve ağırbaşlılık hali değil doğrusu. Uygulamakla yükümlü oldukları kanunlara bile aykırı hareket etmişler. Söylemeye dilim varmıyor ama günlük konuşma dilinde faşistlik, bir rejimin görevlilerinin o rejimin kurallarına bile riayet etmemeleri olarak anlamlandırılır. Umut Kılıç’ın tutuklanması tam da böyle bir şey.
Fakat bu bile Avukat Umut Kılıç’ın tutuklanmasındaki vahameti açıklamaya yetmiyor. Tekil bir örnek olsa, “Bir yanlışlık olmuş” denilir ve üst mahkemede düzeltilmesi beklenir. Ama tekil bir olay değil. Umut Kılıç olayı, Türkiye'nin artık "kırıntısıyla bile" hukuk devleti olmadığını, devlet adına güç kullanan kişilerin kâğıt üstündeki kanunlara bile riayet etmediklerini gösteren örnek bir olaydır. Gazeteler neredeyse günlük skor verir gibi Erdoğan’a hakaret iddiasıyla tutuklananların haberlerini veriyorlar. Vahamet burada işte. Yani, Erdoğan faşizminin bütün toplumu tehdit eden baskı ve keyfi yönetiminin sıradanlaşması. Üniversiteler, sendikalar, medya, iş dünyası, bürokrasi, hatta yargıçlar ve savcılar… Toplumun hemen her kesimi Erdoğan faşizminin baskılarından etkileniyor. Umut Kılıç’ın tutuklanması, Yeni Türkiye’nin gerçek hikâyesini anlatıyor.  
Türkiye’deki rejimle ilgili tartışmalarda bugüne değin “Türkiye faşizmle yönetiliyor olsa, faşizm var diyemezsiniz” klişesi tekrarlanırdı. Umut Kılıç’ın tutuklanmasıyla bu eşik aşılmış oldu. Umut Kılıç’ın bir hafta hapis yattıktan sonra tahliye edilmesi, olayın vahametini azaltmıyor ne yazık ki.
***

Bu arada, faşistlere özel not:

Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde faşizm sözcüğünün anlamları şöyle sıralanıyor: 1. İtalya'da 1922-1943 yılları arasında etkinliğini sürdüren, meslek kuruluşlarına dayanan, devlet sınırlarını genişletmeyi amaçlayan, yetkinin, tek partinin elinde toplandığı düzen. 2. Demokratik düzenin yerine aşırı bir ulusçuluk ve baskı düzeni kurmayı amaçlayan öğreti. 3. Gerici, ırkçı ve saldırgan anamalcı öğelerin açık buyurganlığına dayalı düzen.

24 Nisan 2015 Cuma

ACI ACI AĞLAMAK!

Ermeni Soykırımı’nın üzerinden tam 100 yıl geçti. Az bir zaman değil. Dünya öyle çabuk değişiyor ki, artık köklü değişimler için 100 yıl gerekmiyor. Birkaç on yılda bile dünya alt üst olabiliyor. En basitinden neoliberal kapitalizmin şaha kalktığı 1980, Sovyetler Birliği bayrağının indiği 1991, kapitalizmin kâbesi İkiz Kuleler’in yıkıldığı 2001. Her birinde dünyanın alt üst olması için onlarca yıl bile gerekmedi.
Dünya hızla değişiyorken, aradan 100 yıl geçmesine karşın Türkiye’nin çok ama çok geniş bir toplum kesiminin 100 yıl öncesinde kalması, zihniyetinde milim değişme olmaması dehşet verici bir hakikat. Bu da gösteriyor ki, soykırımın acısı da utancı da çok taze, hiç ama hiç küllenmemiş.
Soykırım utancı ifadesi sözün gelişi. Etrafta 100 yıl önceki faciadan utanç duyanlar hakikaten parmakla sayılacak kadar az. Solcu olduğunu, CHP’ye oy verdiğini söyleyen kimseler bile soykırım tartışması açıldığında, “Ruslarla birlik olup bizi arkadan vurmuşlar. O şartlarda başka ne yapılabilirdi ki? Asıl Ermeni çeteleri bize soykırım yapmışlar.” diye saldırıya geçebiliyorlar. Öyle ki, tehcirde bir tek Ermeni’nin burnunun kanamadığını söyleyenler bile çıkabiliyor. Peşinden Balkanlar’daki Türk varlığının, Evladı Fatihan’ın kökünün kazındığı söyleniyor. Sohbet devam ederse, Ermeni nefretine Kürtlere nefret ve düşmanlık ekleniyor…
100 yıldır ülkeyi yönetenlerin inkârı devlet politikası haline getirmelerinin toplumda karşılığı var yani. O yüzden imparatorluk dağılırken, Türkiye Cumhuriyeti kurulurken etnik temizlikte ısrar edildi. Etnik arındırmayı Trakya’da Yahudi Pogromu, Varlık Vergisi ayrımcılığı, Rumlara karşı 6/7 Eylül terörü izledi. Sağ sol kutuplaşması döneminde resmi terörün hedefine komünistler ve işçiler (1 Mayıs), sivil faşist terörün hedefine Aleviler yerleştirildi. Kin nefret ve inkâra dayalı devlet politikası Hrant Dink cinayetinde de tüm çirkinliğiyle boy gösterdi. Katili kahraman ilan edildi, cinayeti azmettirenler karanlıkta bırakıldı…
***

Soykırım mı tehcir mi?
1915’te yaşanan faciaya ne demeli? Soykırım mı tehcir mi?
Sözcüklere takılıp kalmak ne acı. Soykırım dense ne olacak tehcir dense ne olacak. Tehcir dendiğinde facia hafifletilmiş sanılıyor. Oysa tehcir de başlı başına bir felaket. Üstelik soykırımın yöntemlerinden birini oluşturuyor.
BM Genel Kurulu’nun 9 Aralık 1948 tarihinde kabul ettiği Soykırım Sözleşmesi’ne göre millî, etnik, ırkî veya dinî bir grubu kısmen veya tamamen ortadan kaldırmaya yönelik aşağıdaki fiillerin her biri soykırım suçunu oluşturur:
a. Grup üyelerinin öldürülmesi,
b. Grup mensuplarında ciddî bedenî ve zihnî zarara sebep olma,
c. Grubun fizikî varlığını kısmen veya tamamen ortadan kaldırmaya yönelik olarak kasten yaşam şartlarını değiştirme,
d. Grup içinde doğumları önlemek amacıyla tedbirler dayatma,
e. Gruba mensup çocukları zorla başka bir gruba nakletme.

Sözleşmenin bu tanımı, 1915 faciasının ne olduğu konusunda uzun boylu araştırma zahmetine gerek olmadığını, vicdani ve ahlaki basit bir sorgulamanın yeterli olacağını gösteriyor.
Tüm kaynaklar, resmi belgeler ve araştırmalara göre, 1915 yılında Anadolu nüfusunun yüzde 10’dan fazlası Ermenilerden oluşmaktadır. Yani 1 milyon 500 bine yakın Ermeni. Bugünkü Ermeni sayısı ise 70 bin kadar. Soykırım değilse, kökü kazınmadıysa, 1 milyon 500 bin Ermeni nereye kayboldu?
Devir halkların birbirine kırdırıldığı devirdi. Müslüman ahali de çok evladını yitirdi. Ne ki devlet eliyle soykırıma uğratılan, kökü kazınan, Ermeniler oldu. Acılar yarıştırılmaz, devletin resmi yalanlarına kanıp “Asıl onlar soykırım yapmışlar” diye bir de üste çıkılmaz. İttihat Terakki çetesinin yaşattığı, sonrasında her türden siyasal kadronun inkâr yoluyla sahiplendiği utancı sürdürmek kimseye onur kazandırmaz.
Bu utanç kim bilir daha ne kadar sürecek? Siyaset ve diplomasi insanlığın yakasından düşmedikçe geçmişle dürüstçe yüzleşemeyeceğiz. Yaşar Kemal’in roman kahramanına söylettiği şu sözler de vicdani bir kıpırdanmaya yol açmıyorsa, facianın acısı ve utancı hiç küllenmeyecek demektir: “Annesi İsmail Ağa’ya şöyle öğütler: ‘Bir de senden dileğim, oğlum, o kasabaya gidersen, o Ermenilerden kalma evleri, tarlaları kabul etme. Sahibi kaçmış yuvada, öteki kuş barınamaz. Yuva bozanın yuvası olmaz. Zulüm tarlasında zulüm biter.” (Yaşar Kemal, Yağmurcuk Kuşu.)
Tabanı delik ayakkabısıyla hâlâ kaldırımda yatan Hrant Dink’in ve 1915 faciasında katledilenlerin anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
***

Bu yazıyı okuma lütfunda bulunanlardan istirhamımdır.

Rakel Dink’in Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Acı acı ağlıyorum” yazısı ile Jiyan dergisinde yayımlanan “Türkiyeli Ermenilerden çağrı” başlıklı yazılar mutlaka okunmalıdır.

22 Nisan 2015 Çarşamba

KUTLU DOĞUM HAFTASI SAPIKLIK MIDIR?

Olan bitene bakıp kahırlanmamak, dindarlar hesabına üzülmemek elde değil.  
Kutlu Doğum Haftası kapsamında düzenlenen kimi etkinlikler, akıl sağlığı adına ne denli endişe verici bir noktaya savrulduğumuzu gösteriyor.
Üsküdar Belediyesi, ‘Asr-ı Saadet’e Yolculuk’ adı altında Kâbe maketi yaptırmış. Ama çakma Kâbe’yi tavaf etmeyi yasaklamış. Nitekim ihrama girip tavafa başlayan Avukat Cihat Duman yaka paça gözaltına alınmış. (Kâbe’nin çakması oluyor da tavafın niye olmasın ey dindarlar?)
Tuzla Belediyesi, Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicretini
canlandırmak üzere temsili yürüyüş parkuru düzenlemiş. Yürüyüşe katılanlara zemzem suyu ve hurma ikram etmiş. Çekilişle 1 kişi umre hediyesi kazanmış. (Hani İslam’da şans ve talih oyunlarına yer yoktu!)
Tokat’ın Zile ilçesinde de Kur’an-ı Kerim motifli pasta kesilmiş. (Kur’an motifli pastayı Hıristiyanlar veya ateistler kesseler, neler olurdu neler?)
***

Ne var bunda denilebilir. Bence de öyle. Başkalarına zarar vermemek koşuluyla bırakın insanlar içlerinden nasıl geliyorsa öyle ibadet etsinler. Bir de yeter ki, kendi din veya mezheplerinin ibadetleri için kamu kesesinden finansman ve ayrıcalık talep etmesinler.
Ama burası Türkiye! İşler öyle özgürlükçü ve akılcı bir atmosferde yürümüyor. Kimi Müslümanlar kamu kesesinden beleş sevap kazanmaya çok hevesliler. Sözde laik devlet bunu teşvik ediyor. Din tüccarı hırsızlar da “zengine han hamam servet, bu dünyada cennet / çalışana yoksula din diyanet, öbür dünyada cennet” siyasetini bu yolla meşrulaştırıyorlar.
Bu konularda en büyük günahı işleyen kurumların başında da Diyanet İşleri Başkanlığı geliyor. Başkanlık, Kur’an ya da Kâbe gibi dini figürlü pastalar yapılmasının çok yanlış olduğunu bildirmiş. Maketin Kâbe kurulabileceğine ama maketi tavaf etmenin büyük vebal olacağına fetva vermiş. Yani kaba deyimle kıvırtmış.
Oysa bi’dat konusundan başlayarak bu gibi sapıklıkların dinde yeri olmadığını açıklayabilirdi.
Bid’at ne mi? Bi’dat, dinde olmayan bir şeyi yapmak demektir. Yani peygamber ve dört halife zamanında bulunmayıp, dine sonradan eklenen, uydurulan inanışlara, sözlere, işlere, şekillere ve âdetlere bi’dat deniyor. Yani daha özlü bir ifadeyle icat çıkarmak da denilebilir. Ama büyük günah anlamında icat. Öyle ki, Peygamber’in “Din adına uydurulan her şey bid’attir, her bid’at sapıklıktır; her sapıklık da Cehenneme götürür” dediği rivayet edilmektedir.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 1989 yılında uydurduğu Kutlu Doğum Haftası da bi’dat, yani sapıklık kapsamına giriyor. Öyle bir sapıklık ki, İslam Peygamberi’nin doğumunu Hıristiyan takvimine göre kutluyor.
Denilebilir ki ne var bunda! Bence de öyle. İnsanlar içlerinden nasıl geliyorsa öyle ibadet etsinler. Sonuçta sevabı da günahı da kendilerine.
Ama dediğimiz gibi ülkemizde özellikle bu gibi konular özgürlükçü ve akılcı atmosferde tartışılmıyor. Tartışılabilse, Diyanet’in devlet kurumu olduğu, inanan inanmayan Müslim gayrimüslim bütün vatandaşların vergileriyle finanse edildiği, bu durumda beleş sevap peşinde koşmanın cehennemlik bir günah olduğu; Diyanet İşleri Başkanlığı ve din tüccarı hırsızlar eliyle dindarların nasıl cehennemlik bir sapıklığa sürüklendikleri daha kolay bilince çıkarılabilir.
***

Kutlu Doğum ve benzeri etkinliklerin sapıklık olduğu tartışmasız. Zaten ne Peygamber’in sağlığında doğum günü kutlanmış ne de izleyen halifeler döneminde. Peygamber’in bi’datı sapıklık sayarak kesin bir dille yasaklamasının elbette bir nedeni var. Bu da Maide suresinin üçüncü ayeti. Bu ayette buyruluyor ki “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim”.
Bu durumda, Müslümanlar, içlerinden nasıl geliyorsa öyle ibadet etme özgürlüğüne, bi’dat peşinde koşma hakkına sahip değiller. Zira inandıkları dinin kemale ermediğini, Allah’ın İslamiyet’i eksik gönderdiğini kabul etmiş olurlar.
Her neyse sözü uzatmanın gereği yok. Türkiye’de bi’dat denilen sapıklıkların önü alınamazken İslam dünyasında her gün 900 Müslüman başka Müslümanlar tarafından katlediliyor. Ajans haberleri doğruysa Afganistan’da Taliban ile IŞİD birbirlerine karşı cihat ilan etmişler.
Müslüman ortaçağını yaşıyoruz. Bu ortaçağın aşılabileceğine ilişkin bir işaret ise ne yazık ki görünmüyor.

9 Nisan 2015 Perşembe

VERİN 400’Ü BİR DAHA UÇAK KAZASI OLMASIN!

SOSYAL-HÜRRİYET KAHVEHANESİNDE SİYASET

Son yazımızda Amerikan yönetiminin “Bizim çocuk” dediği 12 Eylül Paşası ile fıtraten mirasçısı “BOP Eşbaşkanı” Tayyip Erdoğan’ın siyaseti sadece kendilerine hak görmelerine inat çarıklı erkânı harp memleketim insanlarının yediden yetmişe eşiktekinden beşiktekine değin politikleştiğinden, en ilgisiz görünen olayı bile politika merceğiyle gördüklerinden söz ediyorduk.
Yazı uzayıp okuyucunun gözünü korkutmasın diye “Her şeyin başı akıl sağlığı” deyip ara vermiştik. 
Dediğimiz gibi şahidimiz de medya mahallesinin muhtarı Hürriyet’in “Sosyal-Hürriyet” adıyla açtığı mahalle kahvesinin ahalisi.
Kabul etmeli ki, Sosyal-Hürriyet kahvehanesinin ahalisi Türkiye’nin ortalaması. AKİT veya Aydınlık gibi hepsi de aynı parantez içinde çırpınan insanlardan oluşmuyor. Sosyal-Hürriyet’in müdavimleri Türkiye’nin her kimlikten sınıftan renkten insanları. O yüzden bu kahvehanedeki politik söylem Türkiye’nin politik söylemi sayılabilir.
***

Dedim ya, insanımız ömrünün bir saniyesini bile apolitik geçirmiyor, akla gelebilecek her olayı politika süzgecinden geçiriyor. Ne yapıyor ediyor, en ilgisiz olayı bile siyasete bağlıyor.
Mesela Barcelona-Düsseldorf seferini yaparken Fransa’da dağa çarpan uçak. Rivayete göre kaptan pilot bir ara çişe gitmiş, bunu fırsat bilen yardımcı pilot kokpit kapısını kilitleyip uçağı dağa çakmış; 150 kişi ölmüş. Şimdi bu meselede politik olan nedir diye düşünürsünüz değil mi? Benim gibi siz de öyle sanın ve politikadan ne kadar nasipsiz kaldığınızı görüp kendi kendinize kahrolun emi!
Hürriyet editörü o an nasıl bir ruh halindeyse, habere “Fransa'da düşen uçaktan kötü haber! Uçakta Türkler de var.” başlığını atmış.
Sosyal-Hürriyet kahvehanesinin politikleşmiş müdavimi hemen klavyeye çökmüş editöre ve muhabire veryansın ediyor. Uçağın düşmesi, kimsenin kurtulamaması zaten başlı başına kötü değil mi? Bu nasıl ırkçılıktır, ayrımcılıktır, benmerkezciliktir…
Etik ve ahlak duyarlığı yüksek okur yüzde yüz haklı, editörün ve muhtemelen çaylak muhabirin pek nasipsiz kaldığı etik bağlamında insanlık dersi veriyor.
***

Politik mesajlar ise ondan sonra başlıyor. Bir kahvehane müdavimi, belli ki aklı fikri siyasette, hiç kıvırtmadan Erol Büyükburç’un ölümüyle ilgili söylediklerine telmihen Tayyip’e laf çakıyor: “Özür dilerim yorum yapamayacağım. Bu konuda Sayın Cumhurbaşkanımın yorumunu bekliyorum. Nasılsa her konuda fikri ve bilgisi var. Olaya el koyup bizi aydınlatacaktır!
Daha bu yoruma “Bravo vallahi, keşke siyasetçilerimiz bu denli kıvrak olsalar” diye iltifat etmeye fırsat bulamadan başka bir müdavim, Tayyip’in tek adam hülyasına telmihen atılıyor: “Makarnacı uyuma, tek kişinin kararı arkasındaki topluluğu nasıl bir felakete götürüyor, gör! 7 Haziranda aklını kullan!”
Düşünüyorum da, memleketimde siyaseti meslek edinmiş, ömrü siyasetle geçmiş nice insan var. Abdullah Gül var, Bülent Arınç var, Devlet Bahçeli var, Kemal Kılıçdaroğlu var. Daha nice siyasetçi var. Hiçbirini ama hiçbirini, uçak kazası gibi en ilgisiz bir olayı bile iç siyasete bağlayıp böylesine derin siyasi cümleler kurarken düşünemiyorum. 12 Eylül faşosu Kenan ile veraseten ve fıtraten faşo Tayyip’in siyaseti kendilerinden başka herkese yasaklamalarına inat, halkımızın ne denli politikleştiğini söylerken tam da bunu kastediyorum.
İçimden kutluyorum aşırı politikleşmiş Sosyal-Hürriyet kahvehanesi müdavimlerini, devam ediyorum okumaya. Bazıları ölenlere Tanrı’dan rahmet diliyorlar, hemen fırçayı yiyorlar tabii: “Tanrı denmez Allah c.c. denir!”
Peşinden bir başkası “Kaza bu işin fıtratında vardır!!
Tabii peşinden Tayyip’in Soma’da 301 madencinin “iş kazası” denilen katliamda can vermesini “Bu işin fıtratında var” diye mazur gösterdiğine ilişkin hatırlatmalar…
***

Sosyal-Hürriyet kahvehanesinde yorumlar birbirini izliyor. Bir müdavim bodoslama, “AKP bu uçak kazasını da paralel yapıya bağlayıp, uçağın düşmesinin sorumlusu Fetullah Gülen'dir diye açıklama yapabilir” diyor.
Nihayet bir AK trol sahne alıyor: “Her şeyi bir kenara koyalım, ya bu pilot Müslüman olaydı! Bence asıl önemli soru bu.
Başka bir AK trol, “Almanya’nın çapulcuları Merkel istifa diye bağırıyorlar mı acaba?” diye ortalığı kızıştırıyor.
Çok daha başka bir AK trol, olayı Atatürkçülüğe bağlayıp “AK Partinin varoşlardan bu kadar oy almasının nedeni sizlersiniz, sizin bu elitist insanlara yukardan bakan tavrınız” teşhisini koyuyor.
Bu cümle de kurulduktan sonra ağız dalaşı öyle bir noktaya geldi ki, meğer millet Tayyip’in nutuklarından ne kadar etkilenmiş. “Edepsiz, ahlaksız, terbiyesiz, namussuz, şerefsiz, alkolik, ayyaş, gâvur, müsvedde, çapulcu, haşhaşi, üç nokta, bahtsız bedevi” hitapları birbirini izledi. Bir müdavim “Şeyini şey ettiğimin şeyi” bile dedi…
Bir ara şöyle bir cümle de kulağıma çalındı: “Verin 400’ü bir daha böyle uçak kazaları olmasın!” Söyleyen bir kahvehane müdavi miydi, yoksa o anda ekranda gözüken Tayyip’in kendisi miydi, yoksa sohbet şehveti içinde ben mi uydurdum, hatırlamıyorum doğrusu.
***

Sosyal-Hürriyet kahvehanesinde sohbet çok koyulaşmıştı. Birden bire "Recep Tayyip Erdoğan’ın duygu durumundan endişe duyuyoruz!" başlıklı bildiriyi anımsadım.  Hani, “Gezi olaylarını faiz lobisi çıkardı.”, “Dolmabahçe Camii’nde içki içtiler.”, “Benim başörtülü bacılarıma saldırdılar.” gibi kuyruklu palavralar üzerine Türk Tabipler Birliği bir bildiri yayımlamıştı ya, işte o bildiriyi anımsadım.
Sosyal-Hürriyet kahvehanesi müdavimlerine belli etmeden kendi kendime söylendim:
Her şeyin eskiden 12 Eylül faşosu üzerinden,
Bugün de 12 Eylül faşosunun fıtraten varisi faşo üzerinde politikleştirilmesi toplumsal akıl ve ruh sağlığı bağlamında neyin işaretidir?
Soruyu kimseye soramadım.
Her neyse,
Her şeyin başı sağlık,
Sağlığın başı akıl sağlığı,
Akıl sağlığının da baş ilacı mizahtır...
Mizaha izah gerekmediğini de hatırlatmış olalım.

Sürçü lisan ettikse affola!

7 Nisan 2015 Salı

HER ŞEYİN BAŞI AKIL SAĞLIĞI

Toprağı bol olsun, Yunan filozofu Aristoteles, insan ile hayvan arasındaki temel farkın düşünebilmek olduğunu söylemiş ve eklemiş: İnsan politik hayvandır.
Böyle demekle Aristoteles, düşünmeyi ve siyaseti yüceltmiş tabii ki. Herhalde kendi yurdunda düşünen ve siyaset yapan insan kıtlığı vardı ki, Aristoteles vatandaşlarını teşvik etmek için böyle söylemiş olmalı. Türkiye’nin bugünkü halini görse aynı şeyi yapar mıydı, bilinmez.
  Ölüm döşeğindeki 12 Eylül Paşası hâlâ gebermediyse, aklı demeyeyim de bilinci yerindeyse, memleketin haline bakıp yatağında dört dönüyordur herhalde. İşçisinden köylüsüne, esnafından memuruna, simitçisinden overlokçusuna, kısacası kendisinden ve uşaklık ettiği sermaye sınıfından gayrisine siyaseti yasak etti. Siyaseti herkese yasaklamakla vatan kurtardığını sanıyordu ama böyle yapmakla memleketimin insanlarını hayvan yerine koyduğunun ayırdında mıydı, bilinmez. Lakin memleketim insanının hilkatten (yani fıtraten) siyasetçi olduğunu bilmediği muhakkaktı. Netekim memleketimin insanı, sadece kendisini akıllı ve vatansever sanan 12 Eylül Paşasını tez elden başından atmak için anayasaya bastı mührünü. Referandum zaferi kazandığını sanan Paşa, iktidar koltuğunun altından kayıp gittiğinin farkında bile olmadı.
Tayyip Erdoğan’ın da aslında fıtraten 12 Eylül Paşasından farkı yok. Kızarmış tavuk budu nasıl kemirilir dahil her şeyi en iyi kendisinin yaptığını, en doğruyu sadece kendisinin bildiğini sanıyor ya, siyaseti de sadece kendisi yapmak istiyor; ama insanımız inadına öyle bir politikleşmiş ki, değil bir Tayyip, “ceddim” dediği cümle Osmanlı padişahları ve bilumum halifeler toplanıp gelseler, siyasetten caydıramazlar. İnsanımız yediği bir lokma ekmekte, içtiği bir yudum suda, soluduğu bir nefeslik havada, hatta evlilikte ve aşkta, hatta ve hatta sevişirken bile politik düşünüyor, politik davranıyor. Yani durum bu denli vahim!
İnsanımız ömrünün bir saniyesini bile apolitik geçirmiyor. Akla gelebilecek her olayı politika süzgecinden geçiriyor. İnanmayan Hürriyet gazetesinin okur yorumlarına baksın.
***

Sağ olsun, medya mahallesinin muhtar köşkü Hürriyet, “Sosyal-Hürriyet” diye bir icat çıkardı. Üye olanlar haberleri ve köşe yazılarını, bayiden gazete alma zahmetine katlanmadan okuyabiliyorlar. Okumakla kalmıyorlar, haberlerin altına yorum yazıyorlar, köşe yazarlarına da “Öyle yazılmaz böyle yazılır” diye ayar çekiyorlar. Dahası, en yakası açılmadık siyasi yorumları da birbirlerine ve gazete editörlerine armağan ediyorlar. Şahsen bazen bir iki yoruma göz atma gafletine düştüğümde bütün yorumları okumadan haberi, köşe yazısını bırakamıyorum. Siyaseti sadece kendileri yapmak isteyen 12 Eylül Paşasına ve Tayyip Erdoğan’a inat, memleketim insanlarının ne denli politikleştiğini görmekten de baya keyifleniyorum.
Mesela “Siyah halkanın sırrı ne?” başlıklı habere yapılan okur yorumları. Bu başlık altında bir video haber var. Kazakistan’ın Akmola Eyaleti Şortanlı Köyü semalarında siyah bir halka görülmüş. İki dakika süren görüntü köylüler tarafından ilgiyle izlenmiş. Meğer siyah halka bir festival sırasında metan gazı kullanılarak oluşturulmuş.
Şimdi bu meselede politik olan nedir diye düşünürsünüz değil mi? Aslında ben de öyle düşünüyorum; ama memleketimin her bir beyin hücresine değin politikleşmiş insanı öyle düşünmüyor. Ne yapıyor ediyor, gökyüzündeki siyah halkada bile politik bir mesaj arayabiliyor, buluyor da.
İşte bir aziz vatandaşım döşenmiş yorumunu: “Aman diyorum... ‘babacım’ görmesin. Yanlış anlar hemen. Sıfır mıfır diye Kazakistan'la savaşa girmeyelim :)))
Düşündüm düşündüm, siyah halkayı görmesi istenmeyen kim? Görürse Kazakistan’la neden savaşa gireriz?
Benimki de saflık işte. Bir de gazeteci olacağım. Neyse ki sonunda jeton düştü. Hani Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olduktan sonra Çankaya Köşkü’ne çıkışı, Penguen dergisinin kapağında bir karikatürle hicvedilmişti ya. Karşılayan görevli başparmağı ve işaret parmağıyla ceketini iliklerken görülüyor. Tayyip, ceket iliklenirken oluşan sıfır görünümlü işareti kendisine hakaret sayıp karikatüristleri 11’er ay 20’şer gün hapis cezasına mahkûm ettirmişti. Galiba Hürriyet okuru da bu karikatüre telmihen paniğe kapılmış, memleketin başına bir hal gelmesin diye çığlığı basmış. İşte memleketimin insanı böylesine politik böylesine vatansever!
Haberin (hepsi değil) diğer bazı okurları da benzer yorumlar yapmışlar. Aziz Nesin’in memleketlisinden de böylesine politik zekâ ve nükte beklenir doğrusu!

Bu konuda ahkâm kesmeye devam edeceğiz. Her şeyin başı akıl sağlığı, akıl sağlığının başta gelen ilacı da mizahtır deyip şimdilik ara verelim!


2 Nisan 2015 Perşembe

YAZIK OLDU SAVCIYA ve GENÇLERE

Bir yanda hırsızı katili saklayıp koruyan, adalete ve demokrasiye düşman devlet,
Diğer yanda devletin boğduğu adaleti namluyla dirilteceğini sanan örgüt.
İkisinin arasında hayata umutsuzca bir çağrıydı, çığlıktı Berkin Elvan ailesinin sözleri: “Oğlum öldü başkaları ölmesin. Savcı serbest bırakılsın. Kan kanla yıkanmaz.”
Ancak ne devlet duydu bu çığlığı ne de örgüt. İkisi de kendi ezberlerini tekrarladılar. Devlet savcısını, örgüt gencecik militanlarını gözden çıkardı. Her defasında olduğu gibi devletin şiddeti örgütün sınıftan ve kitleden kopuk şiddetine üstün geldi. Demokrat kamuoyunun gözünde, savcının başına tabanca dayalı görüntüsüyle boğazlarına bıçak çalınan IŞİD kurbanlarının görüntüleri üst üste bindi. Yazık oldu savcıya, gençlere ve acılı ailelerine.
***

Berkin Elvan’ın ailesine bir kere daha yazık oldu. Hayata çağrısının karşılıksız kalmasının, Berkin’in artık toplumun olabilecek en geniş kesimince sahiplenilen anısına kan damlaları düşmesinin acısıyla son bir açıklama yaparak, kendi içine kapandı. Ailenin son mesajı, siyasi görüş, etnik kimlik veya mezhep aidiyetiyle acıda seçici davranmaya isyan manifestosuydu. Çağlayan Adliyesi’nde Berkin’in acısını üç kez daha yaşadığını, Berkin cinayetinin adil bir şekilde yargılanacağına inancının kalmadığını vurguluyor aile ve o acıyla çığlık atıyor:
Cumhurbaşkanı'ndan sivil toplum kuruluşuna, medyasından sokağına, siyasetleriniz, çıkarlarınız, hesaplarınız artık bizden uzak olsun. Artık yeter. Biz Berkin’e yetiştiremedik gözyaşlarımızı, ancak siz başkalarının gözyaşları aksın ve siyaset yapalım diye bekliyorsunuz. Meclis'te olsun olmasın, sağ ya da sol görüşlü, iktidar partisinden Meclis dışı muhalefete, çoğunuz aynısınız. Hayat çok acı, çünkü sizler günlük siyaset yapasınız, gündeminiz dolu olsun diye bizler evlatlarımızı, eşlerimizi, babalarımızı, annelerimizi toprağa veriyoruz.
***

Berkin Elvan’ın ailesini kendi içine kapanmaya iten olay kan dökülmeden, kimsenin burnu kanamadan sonuçlandırılabilir, savcı da gençler de bugün yaşıyor olabilirlerdi. Savcı Mehmet Selim Kiraz’ı öldüren kurşunların gençlerin silahından çıktığı yolundaki resmi açıklamaya karşın belli ki eylemci gençlerin illa savcıyı öldürmek gibi bir hedefleri yoktu. Müzakere sürecinin seyri, gençlerin Cumhuriyet’ten Ahmet Şık’a söyledikleri, gözü dönmüş katiller olduklarını göstermiyordu.
Yine öldürülmeden 20 dakika önce BirGün’den Zeynep Kuray’a konuşan gençlerden Şafak Yayla’nın anlatımları da, eylemin kansız bitirilmesine çok yaklaşıldığını gösteriyor. Zeynep ilk aradığında Şafak, “Beş dakika içinde taleplerimiz karşılanmazsa Savcıyı cezalandıracağız” deyip telefonu kapatmış. Aradan yarım saat geçtikten sonra Zeynep tekrar aramış, bu kez Şafak, Berkin’i vuran üç polisin adliye önünde canlı yayında itirafta bulunması yönündeki talebin kabul edildiğini, diğer iki talep de kabul edildiğinde Savcı ile birlikte dışarı çıkacaklarını söylemiş.
Apaçık ortada ki, devlet eylemin kansız bitmesini istemedi. Eylemcilerle müzakere başlatan devlet, PKK ile veya IŞİD ile müzakeresindeki gibi davranmadı, saatler sonra ezberini anımsayarak müzakereyi kesti ve alışkanlıkla “ölü ele geçirdi”. Böylece, ülkeyi bir kez daha bölen olayın canlı tanığı olabilecek kimse bırakılmadı geride.
***

Savcının ve gençlerin öldürülmeleri iki tarafın da işine geldi. Örgüt kaç cilte varacağı bilinmeyen “şehit” defterinde yeni bir sayfa açtı; devleti yönetenler de siyasi atmosferi daha da zehirlemek için tepe tepe kullanacakları elverişli bir bahaneye kavuştu.
AKP iktidarı, kendisine altın tepside sunulan bahaneyi değerlendirmekte bir saniye bile gecikmedi. Rehine eylemine yayın yasağını eylemi haberleştiren gazete ve televizyonlara akreditasyon sansürü izledi. Başbakan Ahmet Davutoğlu, marifetmiş gibi, akreditasyon sansürü için bizzat talimat verdiğini itiraf etti. Dahası, “Artık sokağa izinsiz şekilde çıkana bir dakika bile müsamaha gösterilmeyecek” diyerek, İç Güvenlik Paketi’ni ne şekilde uygulayacaklarının da işaretini verdi.
***

Fotoğraf, soğukkanlı stratejistlerin analizlerini gerektirmeyecek kadar net. Eskisi gibi bir seçim zaferinden umudunu kesen (hele bir de HDP barajı aşarsa tek başına iktidardan da olabileceğini hesaplayan) dinci faşizm, siyasi atmosferi daha da zehirlemek, seçmenin kafasını karıştırmak için demokratik muhalefete baskıyı arttıracak, provokasyonlara zemin hazırlayacak. “Devrimci şiddet” kılıflı, sınıftan ve kitleden kopuk eylemler yetmezse, bir yıl önce Süleyman Şah Karakolu’na atılması planlanan göstermelik füzeler, İç Güvenlik Paketi’ndeki tanıma uygun olarak muhalefet mitinglerini ve barışçı sokak gösterilerini hedef alabilecektir. Resmi/gayriresmi provokatörler fazla mesai yapacak, havuz medyası da sol muhalefeti, Alevileri, Kürtleri, Gezi Direnişi’ni terör kaynağı olarak yaftalamak için her türlü yalana başvurabilecektir.
Ahlak yoksulu din taciri hırsızların faşizmine elbette direneceğiz.
Yanı sıra, Lenin’in “Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı” adlı eserini bir kez daha okuma ve anlama vaktidir.