16 Aralık 2025 Salı

SOL İNSANLIĞIN VİCDANI AMA KOMÜNİSTLİK ZOR ZANAAT!

Komünistler, sosyalistler solcular, Aleviler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, (bir dönem) Araplar ve daha niceleri. En garibanı Çingeneler, yani Romanlar. En korumasızı LGBTİ+

Hangi sınıftan olursa olsun egemen ulus egemen ümmet bireylerinin rahatlıkla hakaret edebilecekleri etnik, dini, siyasal toplum kesitleri bunlar. Ayrımcılık ve nefret suçlarının olağan nesneleri yani. Sadece bireyler nezdinde değil devlet katında da hep “toplumun huzur ve istikrarını, milli birlik ve beraberliği bozucu zararlı unsurlar” olarak etiketlendiler. Sadece etiketlenmediler; katliamlara, sürgünlere, zamana yayılmış ölümlere maruz bırakıldılar.

Komünistler, sosyalistler, solcular, devletin kuruluşundan bu yana “küçükken başı ezilmesi gereken yılan” olarak görüldüler. İstiklal Harbi’ne katılmak üzere gurbetten koşup gelen Mustafa Suphi ve yoldaşları katledildiler. Nazım Hikmet, ömrünün en güzel yıllarını mahpuslukta tüketti. Sabahattin Ali, başı taşla odunla ezilerek öldürüldü.

Soğuk Savaş döneminde de devletin ilgili birimlerince yürütülen psikolojik harbin “iç düşmanlar” listesinin en başındaydı komünistler solcular. En iğrenç yalanlarla iftiralarla şeytanlaştırıldılar. Darbe dönemlerinde komünistlerin solcuların katledilmeleri, hapishanelere doldurularak ezilmeleri, küresel emperyalizmin patronuna gazete manşetlerinde müjdelendi: “Solcular ezildi, Amerikan filosu artık gelebilir” (Günaydın, 15 Mart 1972)

Komünistler solcular sadece ezilen sınıfların devrimcileri oldukları için değil, ezilen etnik, dini, siyasal toplum kesitlerine omuz verdikleri için de hep namlunun ucunda, işkence tezgâhlarında oldular. K harfi 12 Eylül faşizminin sorgu merkezlerinde kod olarak kullanılırdı. Gözaltındaki kişi sadece komünist sosyalist solcu ise, K olarak kodlanırdı. Hem komünist hem Kürt ise K2 idi. Hem Komünist hem Kürt ve bir de Kızılbaş ise K3 idi. 

Bir de “Ermeni oğlu Ermeni” olmak vardı. Öldüresiye işkence edilen Garbis Altınoğlu, (kendi anlatımıyla) Ermeni kökenli komünist olduğu için işkence tezgâhında ayrıcalıklıydı! İdamının istendiği iddianamede Garbis Altınoğlu şöyle tanımlanmıştı: “Her nasılsa Türkiye’de doğmuş, Türk tabiiyetinde olan (...) bu Ermeni oğlu Ermeni…

***

Devletin ve yüzde 70’e yakını ırkçı ümmetçi sağcı ahalinin bu ayrımcılık ve ötekileştirme sorunlarına yaklaşımında dünden bugüne pek bir şey değişmedi. Tarihte ilk hangisinin zulme uğradığı esas alınırsa, en kıdemlileri Aleviler. Osmanlı Bizans’ın mirasını devraldıktan bu yana hep iç düşman sayıldı Aleviler. Defteri dürülmek deyimi Osmanlı’nın Alevi katliamlarından Cumhuriyet’e miras kalan bir deyim. Bugün hâlâ resmi söylemde “Ne de olsa Alevi!” Ahalinin söyleminde ise... Çok uzak olmayan tarihte “ağır entelektüel”, bir çevirisinde ‘ensest’i Kızılbaşlık olarak tercüme etmişti. Egemen toplumsal bilinçaltının bilinçüstünün yazıya dökülmesiydi. Çok yakın tarihte bir televizyon programcısı aynı anlamda telaffuz etmişti. Öyle derin bir bilinçaltı bilinçüstü ki, Çaldıran Savaşı bir türlü bitmiyor. 

Resmi söylemde hâlâ Afedersiniz Ermeni! Egemen toplumsal bilinçaltında bilinçüstünde de hâlâ Ermeni dölü, Rum çocuğu... Birine Yahudi demek başlı başına hakaret. Çok çok yakın tarihte, bir yurttaş, Recep Tayyip Erdoğan’a “Yahudi” dediği için 10 ay 20 gün hapis cezasına çarptırıldı. Davanın duruşmasında Erdoğan’ın avukatı, “Yahudi” ifadesini “küçük düşürücü, onur ve saygınlığı zedeleyici” olarak değerlendirdi.

***

Nicelik olarak çok azalmış olsalar da komünistler sosyalistler solcular hâlâ psikolojik harbin iç düşmanlar hiyerarşisinde en tepede yer alıyorlar. Soğuk Savaş döneminin iğrenç iftira ve yalanları hâlâ resmi / gayriresmi söylem ve eylemin en geçer akçesi; solcular hâlâ vatan haini! 

Ara not olarak belirtelim. Sol / sağ ayrımı Fransız devriminden kalma. Monarşinin devrilmesinden sonra toplanan parlamentoda salonun sağ tarafında oturanlar feodal ayrıcalıklara ve eşitsizliklere dayalı eski düzeni savundukları için sağcı, sol tarafta oturanlar “özgürlük eşitlik kardeşlik” sloganıyla başarılan devrimi savundukları için solcu sayılmışlar. O günden beri ezilen sınıf ve zümrelerin çıkarlarını savunanlar solcu, sınıfsal ulusal eşitsizliğe dayalı düzeni savunanlar sağcı olarak adlandırılıyor. Sol insanlığın vicdanı diye biliniyor. Sağcılık sosyal darwinizm ile örtüştüğünden sağcılar, kendilerini sağcı olarak değil, muhafazakâr olarak adlandırıyorlar.

***

Sağcılık halkların ve elbette Türkiye ahalisinin de bilincini öylesine köreltmiş ki, CHP’nin CB adayı Ekrem İmamoğlu’nun babası da oğluna ve kendisine uygulanan zulmü, sol düşmanlığı üzerinden eleştiriyor. Özetle demiş ki Hasan İmamoğlu: “Ömür boyu ülkemize komünizm gelmesin diye mücadele ettim; çok pişmanım. Çünkü komünizme gerek yok. İstedikleri zaman komünizm ilan ediliyor; malınıza mülkünüze el konuluyor.

Baba İmamoğlu onca yılın insanı ama Soğuk Savaş artığı antikomünizm koşullanmasından kurtulamamış. Piyasa adamı ama piyasanın kurtlar sofrası olduğunu, kapitalizmde patronların birbirlerinin malına mülküne çökmelerinin piyasa yasası olduğunu bilince çıkaramamış. 

Komünizmin mala mülke çökmek değil, üretim araçlarının ortak mülkiyeti demek olduğunu anlatmaya çalışmak nafiledir. Böyle olsa da gazeteci Enver Aysever nafile çene yormaktan kendini alamamış. Sonra Adnan Menderes’ten başlayarak sağcı siyasetçilerin din ve milliyet tacirliği yaparak ülkeyi nasıl yaşanmaz hale getirdiklerini anlatmış; “Cumhuriyetin ahlakını bozan Menderes’tir ilk başta. Menderes’ten bu tarafa gelen bütün sağcılardır. Sağcılık suçtur. Sağcı olduğunuz zaman ahlaksız olursunuz.” diye eklemiş. Bu sözlerinden dolayı tutuklanmış Enver Aysever.

Bu sözlerinden dolayı tutuklanması gerekmiyordu Enver Aysever’in. Beğenmedikleri eski Türkiye’de Aziz Nesin “Türklerin yüzde 60’ı aptaldır” dedi, tutuklanmadı. Tutuklanmak bir yana, üzerine alınan bir kişi dava açtı, mahkeme beraat kararı verdi. Aysever’in sözleri de suç sayılsa bile yürürlükteki infaz rejimine göre hapis gerektirmiyor. Genellemek elbette doğru değil ama sözlerinin tamamında Enver’in “Bütün sağcılar ahlaksızdır” demek istemediği ortada. Aysever, "vicdanlı bir dindarsanız siz solcusunuz" bile demiş.

Şundan eminim ki, Enver Aysever, baba İmamoğlu gibi Soğuk Savaş’tan kalma antikomünist iftiraları sıralayıp solculara küfretse tutuklanmazdı. Tıpkı Alevilere, Kürtlere, Ermenilere, Rumlara, Yahudilere, Romanlara, ateistlere, LGBTİ+ lara küfredip tutuklanmayanlar gibi... Adı lazım değil, İslamcı mahallenin çok ünlü bir kalem sahibi, “Laikliğin özgürlük olduğunu söyleyen ya salaktır ya asalak. Laikler beyinsizdir.” diye yazdı, tutuklanmadı. Umarım yanlıştan dönülür, Enver Aysever serbest bırakılır.

***

Bitirirken anımsadım. 12 Eylül darbesinden sonra TSK’deki sol görüşlü subay, astsubay, askeri öğrenciler solkırıma tabi tutuldu. Solcu askerler gruplar halinde İstihbarat Okulu’nda ve emniyet müdürlüklerinde fiziki ve psikolojik işkenceyle sorgulanıp işsizler ordusunun saflarına atılıyorlardı. Bu süreçte, İstihbarat Okulu’nda sorgulanan bir grup subay savcılığa sevk edilmişler. Haftalar süren sorgunun ardından subaylar ilk kez birbirlerini görüyorlar. Sohbet, sorguda kimin nasıl ifade verdiği üzerine. Üsteğmen MC, ifadesinde, görevli olduğu kışlanın levazım ihalelerinde aldığı komisyonları anlattığını söylemiş arkadaşlarına. Arkadaşları, “Yahu aklını mı yitirdin? Niye böyle şeyleri anlattın?” diye şaşkınlıklarını belirtmişler. Üsteğmen MC’den yanıt: “Komünist olmadığımı ispatlamak için bunları anlattım!”

Solculuk sağcılık komünistlik nasıl bir şeydir? Takdir ve yorum okuyucunun.


9 Aralık 2025 Salı

FİLOZOFLARIN YÖNETİMİNDE DEVLET HAYALİ

Antik Yunan filozofu Platon, felsefenin giriş kapısı değerindeki başyapıtı Politeia’da ideal devletin temel koşulunu şöyle açıklar: Ya filozoflar devleti yönetmeli ya da devleti yönetenler gerçekten filozof olmalıdırlar. Bilgi dostu filozofların yöneteceği devletin başlıca değerleri bilgelik, yiğitlik, ölçülülük ve doğruluk (adalet) olacaktır. (427 e, 433 c)

Hakikatin sırrına ermiş filozofların yönetiminde bir devlet tarihte hiç olmadı. Tarihte en sık rastlanan devlet tipi, Platon’un en çok yakındığı tiranlık oldu. Yani tek kişinin iktidarı ele geçirdiği, halkın yönetimde söz sahibi olmadığı, yasalarla sınırlanmamış bir devlet.

Platon tiranlık derken sanki günümüz Türkiye’sini tanımlamış. Doğru, devletin anayasası var. Anayasada kuvvetler ayrılığı düzenlenmiş. TBMM kanun çıkarıyor. Yürütme organı kanunları uyguluyor. Hatta yargı organları bile var. Görünüşte bunlar var ama gerçekte iktidar tek kişide toplanmış. O tek kişinin iradesine göre sadece yasalar değil anayasa bile askıya alınabiliyor. Bilgelik, yiğitlik, ölçülülük, adalet hak getire!

***

TBMM’deki bütçe görüşmeleri Platon’un tiranlık tezini doğruluyor. Parlamentolu bir devlette parlamentonun en önemli işidir bütçeyi görüşmek. Rejim tiranlık değilse, devleti yönetenler, geçen yıl kamu bütçesini nasıl harcadıklarının hesabını verirler ve gelecek yıl için bütçe isterler. Son söz ve karar yetkisi, halk adına parlamentonundur. En azından 1215 tarihli Magna Karta Libertumu’ndan beri böyle kabul edilir. İngiltere’de Magna Karta ile kralın kafasına göre vergi salması ve ahaliden asker toplaması sınırlanmıştı.

Türkiye parlamentolu yönetimde 150 yılı geride bıraktı. Bu tarih kesitinde TBMM zaman zaman parlamento tanımını hak eden duruşlar gösterebildi. Örneğin Birinci Meclis, üstelik savaş sırasında, Mustafa Kemal’e kök söktürdü. Adnan Menderes, kendisini kurtarabilmek için bütün bakanlarını feda etti. Süleyman Demirel, bütçesi onaylanmayınca istifa etti. Süleyman Demirel ve Mesut Yılmaz, gensoru oylamalarında güvenoyu alamayınca istifa ettiler... Ya bugün? Yani Recep Erdoğan yönetimindeki Türkiye? Bütçeyi harcama yetkisini üstlenen kişi parlamentoya gelmeye bile tenezzül etmiyor. TBMM gerçekten parlamento olsa, Cumhurbaşkanı da olsa, bütçeyi harcayacak kişiyi ayağına getirtir, hesap sorar. Çünkü, bütçe görüşmeleri iktidar ile halk arasında hesaplaşma zeminidir.

***

TBMM gerçekten parlamento olsa bütçede nelerin hesabını sorar?

2026 yılı bütçesi, 19 trilyon TL harcama öngörüyor. Bunun 2.7 trilyon TL’si borç faizi olarak ödenecek. 16 milyon emekli için SGK’ye aktarılacak para ise 1,8 trilyon TL. Yani bütçe emekçinin emeklinin bütçesi değil, devlete borç veren faizcilerin bütçesi. Peki faizini emekçilerin ödeyeceği borçların işçiye, köylüye, memura, esnafa ne faydası var? Bu arada, devlet kendisi yapsa çok daha ehven fiyata mal edeceği otoyollar, köprüler, havaalanları vs. için üç beş müteahhide 2026 yılında 238 milyar TL daha aktaracak.

Gelecek yıl CB’nin harcayacağı bütçenin 14 trilyon TL’si vergiyle karşılanacak. Bu verginin üçte ikisi, alışverişlerde vatandaşa “hissettirmeden” kesilen Katma Değer Vergisi (KDV) ve Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) gibi dolaylı vergilerden oluşacak. Dolaylı vergi demek, emeklinin, asgari ücretlinin süper zenginle aynı miktarda ödediği, patronların tüketirken ödedikleri KDV’yi gider gösterip kurumlar vergisinden düşebildikleri, emekçinin bu şansının hiç olmadığı adaletsiz bir vergi demek! 

Dolaylı vergiler dışında gelir vergisinin üçte ikisi de ücretli emekçilerden alınacak. Emekçinin sofrasını, barınmasını, elektriğini, suyunu, ulaşımını kısıtlayan vergilerle devletin kasası dolarken; bütçe uzmanlarının ifadesiyle, sermaye gruplarına 3 trilyon 597 milyar liralık muafiyeti tanınacak. Bir bütçe toplumsal sınıflar arasında ancak bu denli adaletsiz olabilir.

***

Sınıflı toplum düzeninde devlet egemen sınıfın devletidir; toplumsal servetin sınıflar arasında taksimi bütçeler aracılığıyla düzenlenir. Genel Bütçe başlığı altında sıralanan bakanlık bütçeleri, Milli Savunma Bakanlığı bütçesi de bu bilinçle değerlendirilmelidir.

MSB’nin 2026 yılı bütçesi 822 milyar 930 milyon 177 bin TL. MSB Yaşar Güler’in açıkladığına göre bu tutar, toplam ulusal gelirin yüzde 2,13’ü; NATO’nun hedef olarak belirlediği yüzde 5 oranına 2035 yılında ulaşılacak.

Gerek MSB Yaşar Güler gerekse iktidar ve muhalefet sözcüleri dünyanın en büyük 100 silah üreticisi şirket arasında beş Türk şirketinin (ASELSAN, Türk Havacılık ve Uzay Sanayii TUSAŞ, ROKETSAN, ASFAT ve MKE) bulunduğunu övünerek anlatıyorlar. CB’nin damadının şirketi BAYKAR ise milli gurur kaynağı. Millî muharip uçağı KAAN değerli bir proje; Endonezya’ya 48 adet KAAN satışı için sözleşme imzalanması gurur verici; KAAN’ın uçabilmesi için ABD’nin izni gerekiyor; o mesele de hallolur inşallah! İngiltere’den 8 milyar sterlin bedel ile 20 adet Eurofighter Typhoon savaş uçağı alınması iyi ama Kuveyt 28 Eurofighter için 7,96 milyar euroluk bir anlaşma yapmış. Sayın Bakan’ın bu konuya açıklık getirmesi gerekir. Şanlı ordumuz, Birleşmiş Milletler, NATO, AGİT ve ikili anlaşmalar kapsamında, Suriye, Libya, Kosova, Afganistan, Bosna Hersek, Katar, Somali ve Sudan’a kadar birçok coğrafyada, bölgesel istikrara ve dünya barışına katkı sunmaktadır. KAAN, HÜRJET, GÖKBEY, ATAK, AKINCI, AKSUNGUR, TCG ANADOLU, ALTAY gibi ürünlerimiz milletimizin göğsünü kabartmaktadır...

Bunca hamaset arasında cılız kalan eleştirilere kulaklar kapalı: İmam hatip liseleri varken askeri liseler neden kapalı? Asker hastaneleri neden kapatıldı, ordunun askeri tıp hafızası neden siliniyor? Son on yılda kışlada intihar eden asker sayısının 934’e ulaşması nedendir? Emperyalizmin "En iyi ihraç malınız ordunuzdur" direktifine sadakat nereye kadar?..

Eleştiriler en uç noktada, sınıflar mücadelesinin en ileri barikatlarında sıralansa ne fayda? TBMM gerçekten parlamento mu? Parlamentoların en önemli işidir bütçeyi görüşüp kabul ya da reddetmek. Olmaz ya, varsayalım ki TBMM parlamento olmaya niyetlendi, CB’nin bütçe teklifini reddetti. Bir şey değişmeyecek. Yürürlükteki Anayasa’nın 161’inci maddesine göre, önceki yılın bütçesi yeniden değerleme oranı ile arttırılıp uygulanır. Yani TBMM’nin bütçeyi görüşmesinin, kabul ya da reddetmesinin bir önemi ve yaptırımı yok. Haksızlık olmasın. Anayasanın bu hükmünü RTE getirmedi. Bu hüküm 12 Eylül darbecileri tarafından anayasaya yerleştirildi.

***

Antik Yunan düşünürü Platon, üzerine filozofların gölgesinin düştüğü bir devlet tahayyül etmişti. Emekçiler ezilenler kendileri için kendi ayakları üzerinde doğrulup kalkmadıkça, hakikatin sırrına ermiş filozofların yönetimindeki devlet düzeni hayalden ibarettir.  


30 Kasım 2025 Pazar

FATİH ALTAYLI’NIN SİLİVRİ İMTİHANI

Fatih Altaylı, 22 Haziran 2025’ten bu yana Silivri Cezaevi’nde mahpus. 

Bir YouTube yayınında demiş ki: “Erdoğan ömür boyu Cumhurbaşkanlığına devam etsin mi? Halkın yüzde 70’i buna karşıymış. Bu oran şaşırtıcı değil. Çünkü şu anda AKP seçmeninin önemli bir bölümü ve MHP’li seçmenin bir kısmı dışında böyle diyen kimse yok. Türk halkı sandığı sever, gücün kendisinde olmasını ister. Yani babasını seçse oraya, babasını değiştirme ihtimalini elinde tutmaktan hoşlanır.”

Sonra bu yorumunu güçlendirmek için sözü Osmanlı padişahlarına getirmiş Fatih: “Bu milletin yakın geçmişinden söz etmiyorum uzak geçmişine bak. Bu millet, padişahını boğmuş. Hoşuna gitmediği zaman padişahını yuhlamış bir millet. Az buz değildir öldürülen suikasta kurban giden Osmanlı Padişahı.”

Sen misin böyle konuşan? Mahkeme, Cumhurbaşkanı’nı tehdit suçlamasıyla Fatih Altaylı’ya 4 yıl 2 ay hapis cezası verdi ve tutukluluk halinin devamına hükmetti.

***

Olayın hukuki değerlendirmesi ne olursa olsun, Fatih Altaylı’nın suç işlediği kanaatinde değilim. Fatih Altaylı kim ki, kolordu gücünde bir muhafız birliği tarafından korunan, konuttan çıktığında bir tabur asker ve polisin refakat ettiği Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı tehdit etsin. Tehdit etse kaç yazar? Ama mahkeme öyle düşünmemiş, basmış cezayı. Zaten Türkiye epeydir, hukuk devleti değil, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın deyişiyle “yargı devleti.” Suçlamalar, yargılamalar, cezalandırmalar, iktidar bendesi olup olmamaya göre değişiyor. Fatih Altaylı da, sözcüğün gerçek anlamıyla eleştirel gazetecilerin yanı sıra, son yıllarda CHP ve Ekrem İmamoğlu’na yakın durmasının bedelini ödüyor.

Oysa, Fatih Altaylı sözcüğün gerçek anlamıyla eleştirel muhalif bir gazeteci değil. “Devşirmeler Dönekler / Türk Medyasından Portreler” adlı kitabımda ayrıntılı bir Fatih Altaylı portresi çizmiştim. Özetle, “adı hep maçoluk, saldırganlık, küfür, hakaret, cehalet, patron tetikçiliği ve ajanlıkla anılan bir gazeteci!

Erdoğan iktidara gelmeden önce, içinde yer aldığı medya grubu dolayımıyla Fatih, Erdoğan karşıtı. Ama Erdoğan iktidara geldikten sonra, Erdoğan’ı Nobel Barış ödülüne aday gösterecek kadar iktidar yanlısı. Öyle ki, Gezi Direnişi günlerinde Erdoğan ilk olarak Fatih’in Teketek programına katıldı; Fatih, programın ardından (sureti haktan görünmek kamuflajıyla) “Erdoğan’a secde bile ederim” diye yazdı.

Çok yakın tarihe kadar Fatih, hep AKP iktidarına yakın durdu. Sonra (arada ne olduysa gerçekten bilmiyorum) Fatih, CHP ve Ekrem İmamoğlu’na yanaştı. Hesap hatası mıdır, başka bir şeyler mi oldu; Fatih Altaylı Silivri Cezaevi’ni boyladı.

***

Hep denir ya, düşmanıma bile dilemem. Hiç sempatim olmasa da, Fatih Altaylı’nın Silivri’de mahpus tutulmasına isyan duygusuyla doluyum. Silivri’ye kapatıldıktan sonra yazdığı ilk mektuptaki ruh halini iliklerime değin hissettim.

Sonra “hükmen tutukluluk halinin devamına” ifadesiyle biten son duruşmadaki karara tepkisi. Elindeki dosyaları kâğıtları fırlatarak isyan etmiş. Öylesine tanıdık bir isyan ki!

Sonra, geçmişteki bir Teketek’te Fatih Altaylı’nın Levent Kırca ile diyalogları:

Levent Kırca: Silivri’deki gazeteci arkadaşların için bir kere olsun oraya gitmek aklına gelmedi mi?

Fatih Altaylı: Hayır!

Levent Kırca: Hiç gitmeyecek misin?

Fatih Altaylı: Hayır! Mecbur muyum cezaevine gitmeye?

Diyaloglar böyleydi. Geçmişte Silivri’deki gazeteci meslektaşlarını ziyaret etmeyi aklına bile getirmeyen Fatih Altaylı şimdi Silivri Cezaevi’nde. 

***

Yaralı kuşa kurşun atılmaz. Kültürümüzde böyle denir. Şimdi yazacaklarım yaralı kuşa kurşun atmak sayılmasın. Fatih Altaylı’yı iç hesaplaşmaya çağırmak olsun.

Mahpusluk zor zanaattır; insanın kendisini yenilemesi, yeniden üretmesi için de bir fırsattır. Tabii ki fırsatı değerlendirmesini bilen için.

Fatih, mahpusluk günlerini iç hesaplaşma fırsatına çevirir mi?

Örneğin, Asil Nadir’in temsilcisi, daha doğrusu fedaisi olarak, gazetenin Ankara bürosunda aylardır maaş alamadıkları için direnen gazetecilerin karşısına çıktı. Henüz 26 yaşındaydı. “Belinde çifte tabanca taşıyordu. Gazetecileri silahla tehdit etti, yönetime el koydu. Maaş falan önemli değildi. Derhal çalışmaya başlamaları gerekiyordu. Patron böyle istemişti. Eli tabancaların üzerinde geziniyordu. Gazetecileri kovmaya yeltendi, başaramadı. Arkasını dönüp gitti.” (Anlatan Emin Çölaşan, Hürriyet, 9 Nisan 2004)

Fatih’in hatırlaması gereken o kadar çok günahı var ki. Özellikle, maçoluk ve cinsiyetçilik üzerine:

Radyo D günlerinde “Bâbıâli Yokuşu” adlı programda, derslere alınmamalarını protesto eden başörtülü öğrencilere “fahişeler” diye hakaret etmişti. 

Yine Radyo D’deki programında, 2002 yılı Nisan ayında Köln’de bir konferansta kadına yönelik devlet kaynaklı cinsel şiddeti anlatan Avukat Eren Keskin’i kast ederek, “Bu kadını ilk gördüğüm yerde cinsel tacizde bulunmazsam namerdim” demişti. 

Fatih’in tecavüz takıntısı, Irak’ta 1 milyon dolayında kadının tecavüze uğradığı ABD işgali öncesinde bir kez daha nüksetmişti. ABD’nin işgal harekâtına Türkiye’nin niçin ortak olması gerektiğini savunurken şöyle yazmıştı: “Türkiye’nin tavrı, ‘tecavüz kaçınılmazsa yapılması gere¬ken’ olarak özetlenebilir. Zevk almaya çalışmıyoruz, ama en azından ‘canı-mızı kurtarmaya’ gayret ediyoruz.” (Hürriyet, 1 Mart 2003). 

Google veya başka bir arama motoruna Fatih Altaylı taciz tecavüz sözcükleri yazılsa, cinsellik ve tecavüz takıntılı başka vukuatları da çıkar herhalde.

Peki neden tecavüz takıntılı?

Gazeteci Nuriye Akman, bir söyleşisinde dolaylı olarak sormuştu: 

N.A: Fatihçiğim, 0–6 yaş, kişiliğimizin temelinin oluştuğu bir dönem. Sen kendi tahlilini yap, böyle “savaşçı” olmanda çocukluğundan kalan ne var? 

F.A.: Kapıcımız tecavüz etti! (Kahkahalar)

N.A.: Yok canım daha neler! (Zaman, 11 Ağustos 2002)

***

Fatih Altaylı Silivri günlerinde iç hesaplaşmasını yapar mı yapmaz mı, bilemem. Bitirirken aklıma geldi. Sözlerinden dolayı hapis cezasına çarptırılmasına, iktidar karşıtı diye etiketlenen medyadaki iki elin on parmağını bile bulmayan sayıda gazeteci dışında kimse tepki göstermedi. Peki ya Teketek’teki program ortakları. Murat Bardakçı, Erhan Afyoncu, İlber Ortaylı, Cüppeli Şarlatan... İnsan iki kelime olsun bir şeyler yazar değil mi?

Murat Bardakçı büyükelçilik mi bekliyor? Ondan mı suskun?

İlber Ortaylı, suya sabuna dokunmama ataletinde mi?

Erhan Afyoncu, Milli Savunma Üniversitesi Rektörü olmanın sessizliğinde mi?

Fatih Altaylı Silivri günlerinde bu sessizlikleri de değerlendiriyordur sanırım.

Ne diyeyim? Aramıza hoş geldin mi Fatih Altaylı?


23 Kasım 2025 Pazar

HAYDİ İMRALI UMRESİ’NE!

Cumhur İttifakı’nın adlandırmasıyla “Terörsüz Türkiye”, Abdullah Öcalan’ın ifadesiyle “Barış ve Demokratik Toplum” sürecinde kritik bir dönemece gelindi.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, TBMM’deki komisyonun İmralı’ya giderek “kurucu önder” Abdullah Öcalan’ı dinlemesini önerdi. Önerisi tepkiyle karşılanınca, “Kimse gitmezse, alırım yanıma üç arkadaşımı; kendi imkânlarımızla İmralı’ya gitmekten, bir masa etrafında yüz yüze gelmekten imtina etmem” diyerek ısrar etti. (18 Kasım 2025)

(Ara not: Bahçeli, DEM Parti grup toplantısında Abdullah Öcalan lehine slogan atılmasına bile tepki göstermişti. Sonra ne oldu da, TBMM heyetinin Abdullah Öcalan’ı ziyaret etmesini dayattı?)

Bahçeli’nin dayatması üzerine komisyon, İmralı’da Abdullah Öcalan ile görüşmeyi kararlaştırdı. CHP, İmralı gidecek heyete katılmayacağını açıkladı.

Şimdi varsa yoksa CHP’nin Kürt meselesinde ne kadar günahkâr ve çözüm karşıtı olduğunun propagandasında. Sadece iktidar sözcüleri ve medyadaki aparatları değil, DEM Parti yöneticileri de CHP’ye veryansın ediyorlar. DEM yöneticileri CHP’yi korkaklıkla, “iktidar karşıtlığını çözüm karşıtlığına dönüştürmekle” suçluyorlar, hatta tehdit ediyorlar.

***

Oysa ortada çözüm süreci yok. Gerek Recep Tayyip Erdoğan gerekse süreçte mayın dedektörü rolü üstlenen Devlet Bahçeli, başından bu yana süreci “Terörsüz Türkiye” olarak tanımladılar, PKK’ye silah bıraktırmaya indirgediler. Bununla kalmadılar, PKK’nin Suriye kolu PYD/YPG’nin kökten dinci Şara iktidarına boyun eğmesini istiyorlar. Asıl beklentileri ise Erdoğan’ın dördüncü kez Cumhurbaşkanı seçilmesine destek verilmesi.

Ortada Kürt meselesine çözüm getirecek bir süreç yok. TBMM’deki komisyonun adı “milli dayanışma kardeşlik ve demokrasi” ama ortada ne dayanışma ve kardeşlik var ne de demokrasi. Dayanışma yerine kutsiyet atfedercesine İmralı ziyareti dayatması, kardeşlik yerine komisyonda bile Kürtçe konuşulmasına tahammülsüzlük, demokrasi yerine muhalif siyasetçilere gazetecilere yazarlara cezaevleri...

Süreçten maksat Kürt meselesine çözüm değil. Öyle olsa, hiç değilse, yasa ve anayasa değişikliği gerektirmeyen adımlar atılırdı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanması, belediyelere kayyım zulmünden vazgeçilmesi, iyi niyet göstergesi olmak üzere Ahmet Türk’ün göreve iade edilmesi, muhalif gazeteci ve belediye başkanlarının tutuklanmasına son verilmesi vs...

İktidar, Kürt kimliğinin tanınmasına yönelik anayasa değişikliğini önermek şöyle dursun, bu gibi sembolik adımları bile atmadı, süreci komisyona havale etti. Gelinen aşamada TBMM heyetinin İmralı’da Abdullah Öcalan’ı ziyaret etmesini dayattı; CHP ve muhalefet partileri bu dayatmayı kabul etmeyince CHP’yi şeytanlaştırıyor.

***

Sahi, süreçten maksat Kürt meselesine çözüm ise, sürecin ilerlemesi için neden Abdullah Öcalan tek çözüm ortağı olarak parlatılıyor, İmralı Umresi dayatılıyor? 

Naçizane, bu sorunun akla uygun bir yanıtını bulamıyorum. Bilinir ki, siyasi diplomatik sorunların çözümünde psikoloji de kritik öneme sahiptir. Bireylerin toplulukların duyguları düşünceleri, siyasi ve diplomatik kararlar üzerinde belirleyici olabilir. Kabul etmeli ki, Kürt halkının tanınma ve kimlik mücadelesinde Abdullah Öcalan tarihsel bir rol oynadı. Bununla birlikte, hak etmiş olsun olmasın, sadece Türklerin tamamında değil Kürtlerin azımsanmayacak bir bölümünde de negatif bir imaj edindi. Daha açık bir ifadeyle, nefret objesi haline geldi. Psikolojik harp bağlamında kendisine yakıştırılan sıfatları anmaya gerek yok. Üzerinde durulması gereken, bu denli negatif bir özne iken, neden tek çözüm ortağı olarak dayatılıyor? Üstelik, Öcalan 27 Şubat 2025’te açıklanan bildirgesinde, Türkiye Kürtleri için ayrı ulus devlet veya federasyon şöyle dursun, idari özerklik ve kültürel hak taleplerinden bile vazgeçti. Bu durumda kendisiyle neyin müzakeresi yapılıyor? TBMM’yi temsilen bir heyetin Abdullah Öcalan’ı İmralı’da ziyaret etmesi sürecin ilerlemesi için neden dayatıldı? AKP Genel Başkanı Erdoğan ve Bahçeli birlikte İmralı’ya gitseler daha etkili olmaz mı? Öcalan’ın ayağına gitmek istemiyorlarsa, Umut Hakkı ya da Cumhurbaşkanı’nın anayasada yazılı özel af yetkisiyle Abdullah Öcalan’ı Beştepe Külliyesi’ne getirtemezler mi? (İroni sayılmasın, umut hakkı ya da Cumhurbaşkanı’nın özel affıyla Abdullah Öcalan tahliye edilmeli, yasal siyasete katılmalıdır! En kritik kavşaklarda Erdoğan’ın başkanlığını desteklediğine göre Abdullah Öcalan’ın Erdoğan’dan bunu beklemeye hakkı vardır!)

Dediğim gibi, Abdullah Öcalan neden Kürt siyasetinin tek adamı olarak dayatılıyor ve benzer soruların akla uygun yanıtını bulamıyorum. “İmralı Umresi, muhalefetin katılmayacağı varsayımıyla, sürecin tıkanması ve bitirilmesi için planlanmış bir dayatma mıdır?” diye de sorulabilir. Umarım öyle değildir ama seçime iki yıl kalmış olsa da her an gündeme gelebilir. Geçmişte olduğu gibi, seçime aylar kala, Erdoğan ve Bahçeli’nin Kürt hareketini yeniden şeytanlaştırmaları sürpriz olmaz. Bugün CHP’yi korkaklıkla, iktidar karşıtlığını çözüm karşıtlığına dönüştürmeye çalışmakla suçlayan DEM Parti yöneticilerinin bu olasılığı akıllarında tutmalarında yarar var.

Son bir soru. Ahmet Türk’e göre, “Erdoğan, Kürtlere en fazla acı çektiren liderdir.” Madem öyle, süreci “Terörsüz Türkiye” diye sınırlayan Erdoğan tekrar Cumhurbaşkanı seçilmek için anayasa değişikliğini gündeme getirdiğinde DEM Parti ne yapacak?


13 Kasım 2025 Perşembe

İSKANDİNAVYA’DA SÁMİLER TÜRKİYE’DE...

Hayat yolculuğunda kutup bölgesine yolu düşürmek de varmış.

Kızım Elif Cihan ile birlikte Norveç’in Tromsø kentindeyiz. İskandinav Yarımadası’nın en kuzeyindeki Tromsø, başkent Oslo’ya kuş uçuşu 1150 kilometre uzaklıkta; kutup dairesinin 350 kilometre kadar kuzeyinde, yani kutup bölgesinde bir kent. Kasım ayının ilk haftası ama henüz kutup soğukları başlamamış.

İlk gün meşhur kuzey ışıklarını görmek istedik. Bunun için bulutsuz karanlık bir gece lazım. Tromsø’da hava kapalı. Bindik otobüse, bulutsuz geceyi üç saat sonra Finlandiya’da bulabildik. Onca zahmetin tesellisi, dolunaya karşın, kuzey ışıkları altında fotoğraf oldu.

İkinci gün tur teknesindeyiz. Sabah erkenden yola çıktık. İstikamet, Arktik Okyanusu, yani Kuzey Buz Denizi. Okyanus’un İskandinav Yarımadası’na girintisi fiyortların görünümü gerçekten muhteşem. Yine de Ege ve Akdeniz’in koylarıyla karşılaştırmadan edemedik. Hava kapalı ama zaman zaman ufuk çizgisinin hemen üstünde güneş görünüyor ve hiç yükselmiyor. Tromsø’da gündüz süresi dört beş saat kadar. Dört saat süren yolculuğun ardından nihayet balinalar... Tam bir saat balinaları seyrettik. Bu arada, 1992 yılında Rusya’daki araştırma havuzundan kaçıp Sinop’un Gerze İlçesi açıklarında ortaya çıkan beyaz balinayı andım. Gerze halkı adını Aydın koymuştu. Amerika’ya verileceği söylentileri üzerine protesto mitingleri düzenlenmişti. Bu söylentilerin ardından Aydın ortadan kaybolmuştu. Öyle anımsıyorum.

***

Tromsø'da üçüncü günümüz. Bugün Sámiler ile tanışacağız. Yoğun kar yağışı altında yarım saat sonra Tromsø kırsalında bir Sámi obasındayız. Tipiye varan kar altında, turist konukların ağırlandığı çadıra doluştuk; gürül gürül yanan sobanın etrafına dizildik. Oba temsilcisi Issat, kendisini tanıttıktan sonra programı açıkladı: Sámiler hakkında genel sunum, geyiklerin beslenmesi, serbest saat, yemek, sohbet, Sámi müziği...

Geleneksel giysi gakti içinde Issat Sámiler hakkında bilgi verirken sesi halkına sevgisiyle yüklü; kimi zaman coşkulu kimi zaman durgun. Sámilerin İskandinavya’nın en eski yerlisi, balıkçılık ve ren geyiği hayvancılığıyla geçinen göçebe bir halk olduğunu vurgulayarak başladı anlatmaya:

“Sámiler Norveç’in, İsveç’in, Finlandiya’nın ve Rusya’nın kuzey bölgelerinde yaşarlar. Ülkemiz bu topraklara sonradan gelenler tarafından paylaşılmış. Giysilerimize bakarak, aşağılamak için bize Lapon demişler. Lapp, yamalı elbise demek. Ülkemizin adını Lappland koymuşlar. Oysa ülkemizin adı Sápmi, bizler Lapon değil Sámiyiz!”

Diğer turistler ne düşündüler bilemem; “Ülkemiz bu topraklara sonradan gelenler tarafından paylaşılmış” cümlesi gülle gibi oturdu yüreğime. Issat devam etti anlatmaya:

“Halkımız yüzyıllar boyunca sömürgecilerin baskısı altında tutuldu, asimilasyona maruz kaldı. Dilimizi yasakladılar. Devletler, açtıkları yatılı okullarda çocuklarımızı resmi dillerinde okumaya mecbur bıraktılar. Kazara ana dilini konuşan çocuklarımız sınıf geçemediler, dönemi tekrarlamaya mecbur kaldılar. O zamana kadar ren geyiklerinin ve doğanın döngüsüne uyarak hikâyelerle masallarla özgürce büyüyen çocuklar dillerini kültürlerini unuttular. Bu şekilde yetişen bir akrabamız korkudan bir daha ana dilini konuşamadı. Ne zaman ki ihtiyarladı, demansa yakalandı, ölene kadar ana dilinden sayıkladı. Bizim yerimiz burası değil aslında. Büyük babam zamanında devletin teşvikiyle gelmişiz buraya. Nihayet Kral Harald V ve Norveç Parlamentosu Sámilerden özür diledi. Bugün daha iyi durumdayız.”

Bunları söylerken Issat’ın sesi durgundu; sesi, anadan atadan miras vatan özlemiyle yüklüydü. İnsanı zorla ya da razı ederek yurdundan koparsan da sıla özlemi kuşaktan kuşağa geçiyor. Öyle tanıdık bir duygu ki! Issat’ın anlattığı özlemi acıyı ben de iliklerime değin hissettim.

***

Sunumdan sonra Issat konuklarını geyikleri beslemeye çağırdı. Çadırdan çıktık. Kar yağışı hafiflemişse de hava çok soğuk. Issat’ın amcası her birimizin eline yem dolu kova tutuşturdu. Etrafta 300 dolayında geyik var. Kendiliklerinden gelip kovalarımıza başlarını daldırdılar. Ben hâlâ Issat’ın anlattıklarının etkisindeyim. Çocukluğumda köyün oğlak çobanıydım, güttüğüm kuzuları oğlakları anımsadım. İki ana dilim vardı, birini unutmuşum. Hani benim çocukluğum nerde?..

Geyikleri yemledikten sonra çadırlara döndük. Sıcak ikramlar, geyik etinden yemek, sohbet, joik (Sámi şarkıları) ... Dil farklılığından dolayı sohbet eksik kalsa da duygudaşlığın önünde engel yok. Hızlıca, Google teyzenin Sámiler hakkındaki paylaşımlarını karıştırdım.

Sápmi ülkesini paylaşan devletler “ilkel, pagan” olarak gördükleri Sámilere Hristiyanlığı dayatmışlar. Bir ara, kafa ölçümüne, kısırlaştırmaya bile tabi tutmuşlar. 

Adı geçen devletlerin “yabani” olarak gördükleri Sámileri “medenileştirmek” için uyguladıkları projeler de yabancı gelmedi bana. 20’nci yüzyılın başlarında arazilerin kullanılması, alınıp satılabilmesi, Norveççe bilmek ve Norveç adı edinmek koşullarına bağlandı. Sámilerin çoğu adlarını değiştirdi, Norveççe öğrendi. Sámice bilen insan sayısı hızla azaldı. Şartları kabul etmeyen Sámiler göçe zorlandı. Göçenlerin yerlerine askerlikten muafiyet, vergi indirimi gibi teşviklerle Ari ırktan kişiler yerleştirildi. Sámilerin Norveç nüfusundaki oranı yüzde 2’ye kadar düştü.

Norveç’te Sámilere yönelik ırkçılık 20’nci yüzyılın ortalarında yumuşamaya başladı; ırkçı uygulamalar aşamalı olarak kaldırıldı. Sámiler özerklik kazandılar, 1989’da kendi parlamentolarını kurdular. Nihayet Kral Harald V, 1997’de Sámi Parlamentosu’nun açılışında, özür diledi: “Norveç devleti iki halkın- Norveçliler ve Sámilerin topraklarında kuruldu. Sámi tarihi, Norveç tarihiyle iç içe geçti. Devletimizin Sámi halkına uyguladığı adaletsizlikten dolayı özür dilemeliyiz!” 

Kral’ın özür dilemesinin ardından Sámilere yönelik ırkçılığı işleyen filmler çevrildi. Norveç Parlamentosu’nda 2018 yılında Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu kuruldu. Komisyon’un raporu 12 Kasım 2024’te kabul edildi; Norveç Parlamentosu da Sámilerden özür diledi.

Norveç’te bugün Sámilerin kendi parlamentoları, ulusal marşları ve bayrakları var; ulusal günleri olan 6 Şubat’ı resmi bayram olarak kutluyorlar; kültürlerini yaşama ve ana dilinde eğitimin yanı sıra yaşadıkları bölgeler için karar alma hakkına sahipler.

***

Sámi obasında vedalaşma vakti. Vedalaşırken sarıldık birbirimize,  asimilasyona karşı yumruklarımızı kaldırdık...

Tromsø’da kış olanca sertliğiyle bastırdı. Yoğun kar yağışı altında uçağımız arazözle tepeden tekerleğe tüm gövdesiyle yıkandı. Nihayet havalandık; iki saat sonra Oslo’dayız. Hava durumu olarak, Oslo’da dünya varmış...

Tromsø’dan ayrılmasına ayrıldık da kalbim Sámi obasında kaldı.

Ezenlerin zulmü, ezilenlerin kaderleri birbirlerine öyle benziyor ki! 

Boyun eğdirmek, aşağılamak, ikinci sınıf insan ve ıslah edilmesi gereken topluluk muamelesi yapmak, kafatasını ölçmek, ana dilini yasaklamak, isim değişikliği, tehcir, asimilasyon...

Vicdanı körelmemiş insanlar için nasıl derin bir utanç değil mi? Değilse, egemen ulus egemen ümmet kimliğiyle bunca zulme ortaklık çok mu tatlı bir şey? Öyle ise Tengri ıslah etsin!

Sömürgeciliğe emperyalizme asimilasyona karşı ortak vatanda eşit yurttaşlık için omuz omuza yürek yüreğe mücadele eden insan evlatlarına selam olsun!




6 Kasım 2025 Perşembe

ERDOĞAN KÜRTLERE EN FAZLA ACI ÇEKTİREN LİDER!

Resmi olarak 22 Ekim 2024’te MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin PKK lideri Abdullah Öcalan’ı TBMM’de konuşma yapmaya çağırmasıyla başlayan sürecin üzerinden onca zaman geçti. Süreç diyorum, çünkü hâlâ ortaklaşmış bir adı bile yok. Cumhur İttifakı’na göre “Terörsüz Türkiye”... Abdullah Öcalan, Kandil ve DEM Parti’ye göre ise “Barış ve Demokratik Toplum”...

Peki aradan geçen onca zamanın ardından süreç hangi noktaya evrildi?

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 30 Ekim’de DEM Parti İmralı Heyeti’yle görüştü. görüşmeyi “geleceğe dair umut verici” olarak nitelendiren Erdoğan, “İnşallah bu görüşmenin yansımalarını önümüzdeki günlerde göreceğiz” dedi.

DEM Parti’den yapılan açıklamada da, “Sürecin daha hızlı ve sağlıklı ilerlemesi konusunda karşılıklı anlayış ve fikir birliği içindeyiz” denildi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, partisinin grup toplantısında “Terörsüz Türkiye menziline doğru emin adımlarla yürüyoruz” diye vurguladı. (5 Kasım 2025)

Kürt siyasetinin önemli isimlerinden Ahmet Türk de, “Devlet Bahçeli süreci sahipleniyor. Erdoğan desteklediği için süreç ilerliyor” diyerek, sürecin geleceği konusunda umutlu olduğunu dile getirdi. (Sabah, 3 Kasım 2025) 

Tüm bu iyimser açıklamalara karşılık, aradan geçen onca zamanda Abdullah Öcalan’ın PKK’ye fesih çağrısında bulunması, PKK’nin bu çağrıya sembolik silah yakma töreniyle karşılık vermesi,  “olası provokasyonlara karşı Türkiye’deki tüm güçlerini Türkiye dışına çekmesi”, sürecin bugüne kadarki kayda değer somut adımları oldu. İktidardaki Cumhur İttifakı’ndan ise bu adımlara karşılık somut bir adım atılmadı.

Gelinen aşamada, TBMM’deki Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu nafile toplantılarını sürdürüyor. Devlet Bahçeli, komisyonun İmralı’ya giderek “kurucu önder” Abdullah Öcalan’ı dinlemesini önerdi. 

Ahmet Türk, Bahçeli’nin önerisini “devlet aklı” olarak nitelendirdi; kendisine çok saygı duyduğunu söyledi. Ahmet Türk, Erdoğan’ı da “Mustafa Kemal dışında devletin bütün kurumlarında etkin gücü olan kişi” diye yücelterek, sürecin ilerlemesi konusunda Erdoğan’a önemli görev düştüğünü vurguladı. (Sabah, 3 Kasım 2025)

Bu arada Erdoğan’ın Başdanışmanı Mehmet Uçum, sürecin nasıl ilerleyeceği konusunda “Önce örgüte silah bıraktırma için geçiş süreci yasaları çıkarılacak demokratikleşme ile ilgili düzenlemeler ondan sonra gelecek” dedi.

DEM Parti Grup Başkanvekili Sezai Temelli, beklenen yasaların yıl sonuna kalmadan Meclis gündemine gelmesini ve yasalaşmasını umduklarını söyledi. (3 Kasım 2025)

***

Tarafların iyimser açıklamalarına karşılık süreç Kürt meselesini gündemden çıkartacak bir sonuca varır mı?

Geçmişteki benzer süreçlerin kanlı provokasyonlarla kesintiye uğraması, daha önemlisi sürecin en yetkili aktörü Erdoğan’ın Kürt meselesine ilişkin tutumu, bu soruya olumlu yanıt verilmesini güçleştiriyor ne yazık ki.

Başta da belirttiğim üzere sürecin adında bile ortaklaşılmış değil. Esasen “Terörsüz Türkiye” ana başlığı, Cumhur İttifakı’nın gündeminde Kürt sorunu ve demokratikleşmenin bulunmadığının itirafıdır. Zaten sürecin en önemli en yetkili karar vericisi Erdoğan’ın sorunu Kürt sorunu olarak değil terör sorunu olarak gördüğü, süreci PKK’ye silah bıraktırmaktan ibaret saydığı biliniyor. Hemen her konuda çelişkili ve tutarsız siyaset izlese de Erdoğan, Kürt sorunu konusunda hiç zikzak yapmadı. 

Erdoğan, demokrasi tramvayındayken bile Kürtlere “Tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek vatan. Buna karşı çıkanın Türkiye’de yeri yok. Buyursun istediği yere gitsin” diyerek kapıyı gösterdi. (Hürriyet, 2 Kasım 2008)

Erdoğan’ın sözlerine o tarihte Demokratik Toplum Partisi DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, “Kimi kimin vatanından kovuyorsun? ABD’nin icat ettiği Başbakan’ın bu halkı kendi anavatanından kovma çağrısı, trajikomik bir durumdur.” diye karşılık vermişti.

AKP Genel Başkanı Erdoğan ile Kürt siyaseti arasındaki polemik sonraki yıllarda da çok kez yinelendi. Erdoğan, “Bizim Kürt meselesi diye bir sorunumuz yok. Kürt meselesi diye ülkemize giydirilmeye çalışılan deli gömleğinden kurtulduk.” diyebildi. (AKP Grup Toplantısı, 5 Ekim 2022)

Ahmet Türk ise, “Erdoğan, Kürtlere en fazla acı çektiren liderdir. Ama devlet içinde gücü var, isterse çözebilir.” dedi. (20 Şubat 2024)

Bu polemiklerden sonra nezaket iltifat. Ne kadar sahicidir? 

Erdoğan rol yapmıyor da, özellikle Devlet Bahçeli’nin sürece ilişkin söylemi ve eylemi ne kadar sahicidir?

Ahmet Türk ve diğer Kürt siyasetçiler, Erdoğan'ın ve Bahçeli'nin sorunu çözeceğine gerçekten inanıyorlar mı?

Takdir okuyucunun.

***

Bitirirken aklıma geldi. Ahmet Türk, son 15 yılda, halk oyu ile üç kez seçildiği belediye başkanlığından Erdoğan’ın kararıyla uzaklaştırıldı. Yani Erdoğan’ın antidemokratik iktidarından kişisel olarak da zarar gördü. Buna karşın, Kürt siyaseti adına Erdoğan’dan davacı olmuyor, iltifat ediyor. Elbette, barış görüşmeleri yaka paça kavgacı üslupla yapılmaz da, iltifatın ve nezaketin de bir sınırı olmalıdır. Kürt siyasetçileri bu sınırı aşmış görünüyorlar. Buna karşılık Erdoğan’da yumuşamanın nezaketin zerresi yok. Anayasa ve yasa değişikliği gerektirmeyen adımları bile atmıyor.

Ahmet Türk, yerine kayyım atanmasına bahane olan davadan beraat etti. Buna karşılık, Erdoğan iktidarı, Ahmet Türk’ü göreve iade etmedi, kayyımın süresini uzattı. Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın tahliyesi konusunda ise topu mahkemeye attı. Hoş, Anayasa Mahkemesi’nin ve AİHM’nin kararlarını bile tanımıyor. Gerek Tayyip Erdoğan’ın gerekse Abdullah Öcalan’ın Demirtaş’ı Kürt siyaseti adına etkin ve aktif bir aktör olarak görmek istemedikleri biliniyor. Umulur ki, Osman Kavala ve Can Atalay’da olduğu gibi, Demirtaş ve Yüksekdağ’ın tahliyeleri yerel mahkemeye takılmaz.


31 Ekim 2025 Cuma

FETULLAH MEZARDA FİKRİ İKTİDARDA

Bir ülkenin MİT, CIA, KGB vs gibi istihbarat örgütünde çalışan görevlilere AJAN denir. Ajanlar saha elemanı olarak bilgi toplamanın dışında operasyon da düzenleyebilirler.

Bir ajan ya da donanımlı bir yurttaş başka ülkelerin istihbaratına çalışıyorsa CASUS denir. Casusluk, sadece bir devlete değil, şirkete veya bir kişiye bağlı olarak da yapılabilir. Bir iş veya meslek olarak kabul edilirse casusluk dünyanın en eski mesleklerinden biridir.

Bir de istihbarat örgütlerinin kullandıkları muhbirler vardır ki, sözünü etmeye değmez.

Çalışma yöntemi bağlamında gazetecilerle ajanlar ve casuslar arasında çok ince bir çizgi vardır. Ajan ve casus, topladığı edindiği bilgiyi gizli tutar, çalıştığı kişiye veya kuruma verir. Gazeteci ise binbir zahmet ve emekle edindiği bilgiyi kamuoyuna açıklar.

Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu, siyasal iletişimci Necati Özkan ve TELE1 Genel Yayın Yönetmeni etrafında oluşturulan casusluk hikâyesine bu temel kavramlar ışığında bakılmalı.

***

İddia o ki, İmamoğlu, Özkan ve Yanardağ, Hüseyin Gün adlı kişi üzerinden başta İngiliz istihbarat örgütü MI6 olmak üzere yabancı devletler lehine casusluk faaliyetinde bulunmuşlar.

Peki casusluk faaliyeti olarak ne yapmışlar? Hüseyin Gün kim? 

Medyaya parça parça sızdırılan soruşturma anlatılarına göre Hüseyin Gün, İngiltere’de lise ve üniversite eğitimi aldıktan sonra enerji, bankacılık vs sektörlerde çalışmış. 2004 yılında tanıştığı Seher Alaçam ile ortak yatırım firması kurmuş. Bu firma bir süre sonra kapanmış ama Hüseyin Gün Seher Alaçam, Latif Aral Aliş ve eski CIA direktörlerinden Aaron Barr ile birlikte teknoloji firmaları kurmuş. Gün’ün “aile dostum” dediği Aliş, savunma şirketi Sarsılmaz Savunma’nın sahibi; ATAK, HÜRKUŞ, HÜRJET, KAAN gibi projelerde faaliyet gösteriyor.

Derken, Seher Alaçam, 2022 yılında İstanbul’da evinin havuzunda ölü bulunuyor. Seher’in öz oğlu Ümit ve “manevi oğlu” Hüseyin Gün hayli gösterişli bir ölüm ilanı veriyorlar. Sonra aralarında nasıl bir anlaşmazlık çıktıysa, Ümit Alaçam, Mart 2025’te Hüseyin Gün hakkında ihbarda bulunuyor, casuslukla suçluyor. Hüseyin Gün bir süre izlendikten sonra Temmuz 2025’te tutuklanıyor. Şifresini verdiği kriptolu telefonun rehberinde yok yok. MI6 Başkanı, CIA ajanları, Mossad subayları, eski İngiliz generallerine kadar bir dolu istihbaratçı...

Derken Hüseyin Gün, Ekim 2025’in son haftasında “etkin pişmanlık” hükmünden yararlanmak için 262 sayfalık “itiraf” dilekçesi veriyor. Ekrem İmamoğlu, Necati Özkan ve Merdan Yanardağ’ın adları bu pişmanlık dilekçesinde geçiyor. İmamoğlu, Özkan ve Yanardağ tutuklandılar; TELE1’e kayyım atandı...

***

Medyaya bölük pörçük sızdırılan iddialara göre, Merdan Yanardağ, Seher Alaçam’ın TELE1 destekçisi olduğunu, Hüseyin Gün’ü Seher Alaçam vesilesiyle tanıdığını söylüyor. Hüseyin Gün de (hem de etkin pişmanlık ifadesinde) “manevi annesi” Seher’in TELE1’i desteklemesi nedeniyle Yanardağ ile tanıştığını söylüyor. Seher Alaçam, 2023 seçimleri öncesinde şoförü aracılığıyla TELE1’e iki kez bağışta bulunmuş. Yanardağ’ın adı şoförün anlatımı üzerine casusluk dosyasına eklenmiş. Hem Merdan Yanardağ hem Hüseyin Gün, telefon şifrelerini vermişler. İki ismin yazışmalarında casusluk izlenimi verecek bir diyalog bulunamamış. Çoğunlukla CHP’nin beceriksiz bir muhalefet partisi olduğuna ilişkin diyaloglar. Gün’ün telefon kayıtlarında yüzlerce isim geçiyor ama savcı Merdan Yanardağ’ı seçiyor ve TELE1’i susturuyor.

Necati Özkan’ın casusluk soruşturma dosyasına eklenmesine gelince. Hüseyin Gün, itiraf dilekçesinde Mart 2019’da iptal edilen seçim sonrasında İstanbul verileri üzerine çalışma yaptığını söyleyerek, ikinci turda İmamoğlu’nun kazanması için birlikte çalışmayı önermiş. Necati Özkan da, internetin yeraltısında İBB veritabanı verilerinin bulunabileceğini söyleyip incelenmesini istemiş. Yani savcılığın casusluk tezini dayandırdığı ifadede bile “gizli” olduğu öne sürülen verilerin Necati Özkan tarafından internete yüklendiği iddiasının tam tersi anlatılıyor. Bu diyalogun sonrasında Necati Özkan, Hüseyin Gün’ün önerisini pahalı bulmuş ve iletişimini kesmiş. Savcılığın elinde Necati Özkan’ı yalancı çıkaracak bir kanıt olsa, Hürriyet’in tetikçi yazarı Nedim Şener’e çoktan sızardı herhalde.

Ekrem İmamoğlu’nun dosyaya eklenmesine gelince. Medyaya servis edilen tek kanıt, Hüseyin Gün ve Seher Alaçam’ın 31 Mart 2019 seçiminden sonra Ekrem İmamoğlu’na tebrik ziyaretinde çekilen bir fotoğraf. Fotoğrafta Hüseyin Gün, Seher Alaçam ve Ekrem İmamoğlu, makam odası gibi bir odada gözüküyorlar.

***

Sadede gelecek olursak.

Ceza soruşturmasının evrensel ilkesidir. Soruşturma gizlidir, kovuşturma açıktır. Buna karşın Türkiye’de 12 Eylül darbesinden, özellikle AKP iktidarından bu yana neden soruşturmalar medya aracılığıyla alenileştirilmekte, insanların lekelenmeme hakkı ihlal edilmekte; daha acısı, iktidara muhalif kimselere düşman ceza hukuku uygulanmaktadır?

Somut olayda nasıl olup da Ekrem İmamoğlu, Necati Özkan, Merdan Yanardağ hakkında casusluk soruşturması açılıp tutuklama kararı verilebildi?

Savcılık, casus olup olmadığı halen tartışmalı zanlı Hüseyin Gün’ün İmamoğlu, Özkan ve Yanardağ hakkındaki casusluk iddiası içermeyen irtibatlarından casusluk soruşturması açarken; Hüseyin Gün’ün itirafnamesinde adları geçen iktidar partisi mensupları hakkında neden soruşturma açmıyor? Örneğin Hüseyin Gün 10 Şubat 2010’da Lordlar Kamarası’nda “Yükselen Türkiye” etkinliği düzenlemiş. Toplantıya o dönem AB ile görüşmelerden sorumlu devlet bakanı Egemen Bağış, Başbakan Danışmanı İbrahim Kalın, eski bakanlar Kürşat Tüzmen, Yaşar Yakış ve Nursuna Memecan da katılmışlar.

İktidar partisinin Hüseyin Gün ile bir irtibatı da Fuat Avni ile ilgili. Gün’ün ifadesine göre, 17-25 Aralık sürecinden sonra sosyal medyada “Fuat Avni” adıyla AKP aleyhine iletiler paylaşan kişinin tespiti için dönemin AKP İstanbul Milletvekili Mehmet Sekmen yardım istemiş, bunun üzerine Emniyet Genel Müdürlüğü’nde sunum yapmış...

Minik bir soru daha: İktidar medyası casusluk soruşturmasını sahiplenmekte köpürtmekte neden isteksiz, hevessiz?

***

Soruşturmanın özündeki tutarsızlıklara çelişkilere ilişkin daha pek çok soru üretilebilir.

Anlaşılıyor ki, İBB Başkanı ve CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu hakkında açılan davalar toplumun çoğunluğunda karşılık bulmayınca bu defa casusluk suçlaması üretildi.

Bu casusluk soruşturmasının MİT, Savcılık ve Polis aracılığıyla yürütüldüğü söyleniyor. Gerçekten böyle ise tebrik etmek gerekir mi, bir şey demeyeyim.

Ekrem, Necati ve Merdan 2019 İstanbul seçimlerini, Hüseyin Gün’ün casusluk babındaki katkılarıyla kazanmışlarsa, tebrikler doğrusu! Mart 2019’da sadece 13 bin olan oy farkı Haziran 2019 seçiminde 800 bin oy farkına böyle çıkmış demek ki! Meğer, 2019 İstanbul seçimi aslında bir casusluk operasyonuymuş. Sandık başlarında oyları MI6 ajanları saymışlar! Bir kere daha tebrikler! Dünya casusluk tarihine altın harflerle yazılmalı! 2024 belediye seçimlerinde böyle casusluk hizmetine neden ihtiyaç duymadılar, rastladığımda kendilerine soracağım!

Anlaşıldığı kadarıyla casusluk iddiası, bilmem nereden sorumlu imam Mustafa Özcan üzerinden FETÖ’ye bağlanacak. Öyle ise, Fetullah Gülen mezarında kıs kıs gülüyordur. Bir kumpas soruşturması ve kovuşturması bu kadar mı beceriksiz kurgulanır diye. Ah ah! Neydi o kumpas davaları? Koskoca TSK nasıl dize getirilmişti?..

Her şeye karşın Fetullah Gülen mezarında yine de mesut mesrur olmalıdır. Kendisi mezarda ama beceriksiz dava arkadaşları eliyle olsa da fikri iktidarda!


17 Ekim 2025 Cuma

KADINLAR İSLAM İLE ŞEREFLENMİŞTİR!

Muhterem müm’inler, müm’ineler,

İslam’ın kadınları nasıl yücelttiğini soruyorsunuz.

Hamd olsun, İslam kadınların refah ve huzuru, aile saadetinin tesis ve idamesi hususunda son derece titiz ayrıntılı emirler ve hükümler getirmiştir. 

İslam’ın aile saadeti hususunda vaaz ettiği nice hüküm ve emirlerden biri de Nisa Suresi’nde vahyedilmiştir. Bu emir şöyledir:

“İyi kadınlar, itaatkârdırlar. (Evlilik yükümlülüklerini reddederek) başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın! (Bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız) onları (hafifçe) dövün! Eğer itaat ederlerse, artık onların aleyhine başka bir yol aramayın!” (Nisa 34, Diyanet Meali)

“Fenalık ve geçimsizliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince: Önce kendilerine öğüt verin, yataklarından ayrılın! Bunlar da fayda vermezse dövün! Eğer size itaat ederlerse kendilerini incitmeye başka bir bahane aramayın!” (Nisa Suresi 34, Elmalılı Hamdi Meali)

***

HALİL ÜRÜN ALLAH’IN EMRİNİ YERİNE GETİRDİ

İslam’ın kadınlara dair bu hüküm ve emrinin nasıl tatbik edildiğine gelince. Mahkeme zabıtlarına ve matbuat sayfalarına kayıtlı bir hadise ile yanıtlamaya çalışalım.

Eski Konya Belediye Başkanı ve AKP kurucularından, 22. Dönem AKP Milletvekili Halil Ürün Beyefendi, imanı muhkem bir Müslüman. Eşi Esma Hanımefendi de öyle. Halil Bey, 2006 yılında milletvekili olarak Ankara Çankaya’da ikamet ederken Allah’ın bu emrini icra etti. Niye mi? O günlerde matbuata yansıyan haberlere göre, aile içinde münakaşa çıkmış. Esma Hanım, Halil Bey’in kendisini aldattığı ve ikinci bir kadınla imam nikâhı kıydığı vehmine kapılmış. Esma Hanım rahatsızlığını beyan edince münakaşa şiddetlenmiş ve Halil Bey, Allah’ın emrini hatırlamış...

Bunun üzerine başvurulacak şer’i makam bulunamadığından hadise karakola ve mahkemeye intikal etmiş. Adli tıp raporunda, Emine Hanım’ın, pardon Esma Hanım’ın “kafasının tepe ve üst kısmında 2 santimetrelik, sağ şakağın üst kısmında 2x3 santimetrelik morarma-çürüme görüldüğü, el kemiğinin orta kısmında ezilmeye rastlandığı” kaydedilmiş. Hal böyleyken Halil Bey’in kurucularından olduğu AKP, “Tüzükte ilgili madde olmadığı” ve olayın “aile içi” olduğu gerekçesiyle disiplin işlemi başlatmayı gerekli görmemiş.

Esma Ürün Hanımefendi o hadiseden sonra matbuata verdiği mülakatlarda, daha önce ailede dayak yemediğini, el kol hareketleriyle sözlü şiddete maruz kaldığını, “düzelir geçer” diye katlandığını, “ikinci kadın olayında bu işi çözelim” noktasına geldiğini anlatmış: “İkinci eş, çok onur kırıcı. ‘Ya ben, ya o’ dedim. Bunu söylediğim için dayak attı. Geri dönmeyi düşünmüyorum. Bu sefer bardak taştı.” (Sabah ve Hürriyet, 16 Mayıs 2006)

Esma Hanımefendi öylesine inançlı bir müm’ine ki, (Allah kendisinden razı olsun!), o gün bile aynı mülakatta, İslam’ın kadınları nasıl şereflendirdiğini söylemekten kendini alamamış: “İslam dini kadınlara çok geniş özgürlükler vermiştir. Bizim dinimizdeki kadar, hiçbir dinde özgürlük yoktur.” (Sabah ve Hürriyet, 16 Mayıs 2006)

Halil Ürün Beyefendi’ye gelince. O da, Vakit Gazetesi’ne (bugün Yeni Akit) içini dökmüş. İkinci kadınla izdivaç girişimini dedikodu olarak nitelendirmiş: “Tartışmamız evlilik meselesinden çıkmadı. Tabii ki bir kadının kendine göre kaprisleri oluyor. Her ailede olabilecek türden bir hadise... O şekilde kuvvet kullanmak tabii ki doğru bir şey değildi ama makine değiliz. Kendimizi ayarlayamadığımız oluyor. O da kendini bilmeyerek karakola kadar gitti. Ertesi gün veya üç dört gün sonra vazgeçti davasından. Olay budur.” (Vakit, 13 Mayıs 2006)

"Aile içindeki" bu hadise o günlerde matbuatta epeyce konuşulmuş yazılmış. Hatta dünya medyasında bile yankılanmış. Neticede, Esma Hanım şikâyetini geri almış ama dava kamu adına devam etmiş ve laik zihniyetteki mahkeme Halil Bey’i 6 (altı) ay hapis cezasına çarptırmış. Mahkeme hükmün açıklanmasını geri bırakarak cezayı kesinleştirmiş. Dava şer’i mahkemede görülse nasıl bir karar çıkardı acep?

***

HALİL ÜRÜN’DEN AİLE GÜVENLİĞİ KONFERANSI

Sadede gelmek icap ederse. İşte o Halil Ürün Beyefendi Allah’ın izniyle 18 Ekim 2025 günü AKP yönetimindeki Konya Büyükşehir Belediyesi’nin Kitap Günleri etkinliğinde “Aile Güvenliği” konulu konferans verecek. Konferans 18 Ekim günü saat 13:00’da başlayacak. Halil Bey herhalde Nisa Suresi 34’üncü ayette vaaz edilmiş Allah emrini nasıl tatbik ettiğini anlatacaktır sanırım.

Hayırlara vesile olur inşallah!

Bu vesileyle müm’inler müm’ineler, 

Ateist Aziz Nesin’i hayırla rahmetle yad edenler çıkabilir. Aman ha! Allah katında büyük gazap vardır!

Cumanız mübarek olsun netekim!


NOT: Facebook ahalisinden İbn’ül Sallama Hükümran Efendi’nin cuma vaazıdır. 

Okuyana dinleyene selametle!


13 Ekim 2025 Pazartesi

TERÖRSÜZ TÜRKİYE TERÖRSÜZ FİLİSTİN!

İslami Direniş Hareketi HAMAS’ın 7 Ekim 2023’teki Aksa Tufanı saldırısının ardından Siyonist İsrail faşizminin Gazze şeridine sıkışmış Filistin halkına yönelik soykırımına Trump Planı ile mola verildi.

HAMAS’ın ve İsrail hükümetinin kabul ettikleri Trump Planı’na göre, ilk aşamada tüm esirler serbest bırakılacak, Gazze'ye tam kapsamlı insani yardım gönderilecek. Esirlerin iadesinden sonra Hamas silah bırakacak, silahlarını teslim eden Hamas üyeleri affedilecek; Gazze’den ayrılmak isteyen Hamas üyelerine güvenli geçiş imkânı tanınacak. İsrail, Gazze’yi ilhak etmeyecek; İsrail ordusu belirlenen takvime göre geri çekilecek.

Gazze, Trump başkanlığında geçici bir komite tarafından yönetilecek. İngiltere’nin eski başbakanlarından Tony Blair’in başkan yardımcısı olacağı bu komite, Gazze’nin yeniden inşası için çerçeveyi ve finansmanı belirleyecek. Hamas ve direnişçi diğer gruplar Gazze’nin yönetiminde yer almayacak. Gazze yeniden inşa edilirken Filistin halkının kendi kaderini tayin ve devlet kurma hakkı yönünde bir yol haritası oluşturulacak...

Trump planı özetle böyle. Daha da özeti, Gazze’ye süresi belirsiz yetkisi sınırsız manda yönetimi, yani bir tür işgal yönetimi dayatılıyor. Filistin halkı kendi kaderini tayin hakkından mahrum bırakılıyor, bağımsız devlet hakkı rafa kaldırılıyor.

Bu haliyle Trump planı aslında barış belgesi değil, teslimiyet senedi ama Hamas kabul etti; İsrail ordusu Gazze’den birazcık çekildi. Gazzeliler evlerine işyerlerine dönmeye başladı. Harabelerin arasında tozun toprağın içinde yalınayak ya da bir kamyonetin kasasında çoluk çocuk yaşlı genç on binlerce insanın yüzlerindeki sevinç anlatılacak gibi değil. Oysa kalıcı bir barış yok ama viraneye dönmüş evlerine dönüş sevinci içindeler. Bunca katliam ve acı sonrasında yaşanan bu sevinci ancak benzer acıya katliama maruz kalan halklar bilir.

***

Hamas, kuruluş bildirgesinde İsrail devletinin ortadan kaldırılmasını ve yerine İsrail, Batı Şeria ve Gazze’yi kapsayacak tek bir Filistin devletinin kurulmasını savunan bir örgüt. Bu amaç doğrultusunda terör eylemlerine de başvuruyor. Bu bağlamda Hamas’ın kendisi için teslimiyet ve intihar anlamındaki planı kabul etmesi, birebir olmasa da “Terörsüz Türkiye” sürecini anımsatıyor.

Hemen belirtelim, Türkiye’deki İslamcılar ve Tayyip Erdoğan Hamas’ı Kuva-i Milliye ile bir tutsalar da, Hamas sadece İsrail tarafından değil, çok sayıda Müslüman ülke tarafından da terör örgütü olarak görülüyor. Bu nedenle Hamas Arap ülkelerinde barınamıyor, sadece Katar’da yer bulabiliyor.

Trump Planı’nda Filistin’in manda yöntemine girmesi, kendi kaderini tayin hakkının belirsizleştirilmesi, Hamas ve diğer direniş örgütlerinin tasfiyesi öngörülüyor ya, say ki, “Terörsüz Filistin” süreci. 

Terörsüz Türkiye” adıyla anılan süreç de benzer bir perspektife sahip. Kürt halkının kendi kaderini serbestçe tayin hakkı yok, ana dili kabul edilmiyor. Bu talepler için mücadele edenlere özgürlük yok. Bu defaki sürecin başlamasının üzerinden yıl geçti ama süreçte sadece ırkçı dinci rejime biat, Bahçeli’ye övgü, Erdoğan’a aşk ile bakma ve karşısında el pençe durma, Erdoğan’a ve Bahçeli’ye uzun ömür dileği, “kurucu önder” ya da “Kürt halk önderi” diye yüceltilen kişiye “umut hakkı” vaadi... Süreç başlayalı yıl geçti ama anayasa ve yasa değişikliği gerektirmeyen konularda bile adım atılmadı. Dinci ırkçı iktidarın Selahattin Demirtaş hakkındaki AİHM kararına son dakikada itiraz etmesi de gösteriyor ki, niyet ve amaç Kürt meselesine çözüm getirmek değil, Kürt seçmenin desteğiyle Tayyip Erdoğan’ı tekrar seçtirmek.

***

Kürt sorunu gibi Filistin sorunu da dinci ırkçı iktidar nezdinde siyasi istismar konusu olmanın ötesinde bir değer taşımıyor. ABD emperyalizminin ürünü Trump Planı ortaya atıldıktan bu yana iktidar sözcülerinin açıklamalarında, iktidar medyasında varsa yoksa Erdoğan’ın nasıl bir dünya lideri olduğu, Osmanlı ruhunun canlandığı, Türk ordusunun Filistin’de kurulacak uluslararası görev gücüne katılacağı, böylece asırlık aradan sonra Osmanlı’nın Filistin’e döneceği propagandası. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi BOP’un eşbaşkanı olmanın gerektirdiği vıcık vıcık bir hamaset. Nasıl olsa inanan milyonlarca seçmen var. Onca katliama zulme karşın İsrail’le süregiden ticareti sorgulamayan bir seçmen kitlesi. İsrail aleyhine Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne neden Türkiye’nin değil de Güney Afrika’nın dava açtığını da sorgulamıyor.

*** 

Gazze halkı harabeye dönmüş evlerine işyerlerine dönmenin sevinci içinde. Bilinmeli ki, Siyonist İsrail rejimini ve Amerikan emperyalizmini durduran anlaşma, Filistin halkının destansı direnişi ve dünya halklarının vicdanı ile geldi. Gazze’de kadını erkeği, yaşlısı genci, tüm Filistinliler onca ablukaya, katliama direnmese, dünyanın dört bir yanında vicdanlı insanlar ayağa kalkmasalar Filistin’de ateş kesilmezdi.

Filistin’de katliama mola verilmiş olsa da tekrar başlamayacağının garantisi yok. “Terörsüz Türkiye” süreci nasıl her an kesintiye uğrayacak kırılganlıkta ise “Terörsüz Filistin” süreci de öylesine iğreti. Gerek Hamas içindeki radikallerin gerekse İsrail’deki fanatik ırkçıların provokasyonlarına açık bir süreç. Trump’ın Erdoğan’a bahşettiği “meşruiyet” karşılığında Türk ordusunun Filistin’de kurulacak görev gücüne katılması her türlü provokasyona, tuzaklara ve maceraya açık bir proje. Umulur ki, böyle bir macera hevesine karşı duracak siyasi askeri yetkililer hâlâ vardır.

Temenni edilir ki, Filistin halkı da, sadece İsrail zulmünden değil Hamas’tan kurtulmayı da gündemine alır.

Filistin halkının özgürlük mücadelesinin desteklenmesi, Türkiye’deki ve özellikle İslamcı Arap ülkelerindeki emperyalizmin işbirlikçisi iki yüzlü rejimlerin teşhir edilmesini, emek barış demokrasi mücadelesinin yükseltilmesini gerektiriyor.

Filistin’de, dünyanın her yerinde emek barış ve demokrasi için ayağa kalkanlara selam olsun!


28 Eylül 2025 Pazar

BEYAZ SARAY’DA TAYYİP ŞOW!


Bizim ahali pek kadir kıymet bilmez. Ne yapsan ne etsen yaranamazsın. Yüz verirsin astar ister; vermezsin tefe koyar, aklına gelen her türlü belayı okur. 

Ahalimiz de ne mal olduğunun farkındadır aslında. Zaten kendi kendine söylenirken “Deveye diken insana öpen yaranır” diyecek kadar da açık sözlüdür ahalimiz.

***

Ahalimizin kadir kıymet bilmezliği Cumhurreisi Recep Bey’in Amerika seyahatiyle bir kere daha nüksetti. Ahali şu sıralar Recep Bey aleyhine öyle söyleniyor öyle homurdanıyor ki, artık o kadar olur. 

Yok, Birleşmiş Milletler’de boş sıralara konuşmuş. 

Yok, ABD Başkanı Trump’la görüşebilmek için 300 Boeing uçağı rüşveti vermiş, ABD mallarının ithalatında uygulanan ek vergileri kaldırmış. 

Yok, ABD Dışişleri Bakanı Rubio, “Erdoğan ve Ortadoğu liderleri ‘Başkan Trump’la el sıkışmak için beş dakika ayarlayabilir misiniz?’ diye yalvarıyorlar” deyince Recep Bey, Beyaz Saray ziyaretini iptal etmeliymiş.

Yok, ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Tom Barrack, Trump’a “Bu adam (yani Recep Bey) meşruiyet istiyor; Biz de verelim bu meşruiyeti.” demiş. Böyle aşağılanma üzerine Beyaz Saray ziyaretini iptal etmemek yakıştı mı Recep Bey’e? 

Yok, Beyaz Saray’daki basın toplantısında Recep Bey’in suratı neden asıkmış, neden yüzü gülmemiş? Basın toplantısının Trump şova dönüşmesine neden seyirci kalmış, Davos’taki gibi “van minüt!” diyemez miydi? 

Daha neler neler... 

***

Dedim ya ahalimiz kadir kıymet bilmez, ne yapsan ne etsen yaranamazsın. Recep Bey’in ki de o hesap. Ne yapsa ne etse beğendiremiyor ahaliye.

Oysa ki, Recep Bey dünyanın lideri. Özgüveni yüksek, izah kabiliyeti, sohbeti, empatisi mükemmel! Mükemmel ne demek, (Düzce Milletvekili Fevai Arslan Bey’in ifadesiyle) Recep Bey “Allah'ın bütün vasıflarını üzerinde toplayan bir lider!”

Dünyanın lideri Recep Bey, Amerika’nın lideri Trump ile görüşmek için 300 Boeing uçağı sözü vermeye, Amerikan mallarının ithalatında ek vergileri kaldırmaya niye tenezzül etsin ki?

Hem Amerika nire Türkiye nire? Trump kiiiim, Recep Bey kim?

Recep Bey, başta Çorum olmak üzere, Yozgat, Çankırı, Kastamonu, Kırıkkale, Konya, Erzurum, Bayburt, Gümüşhane, Osmaniye... Daha sayılamayacak kadar çok eyaletten oluşan Türkiye’nin ve dahi dünyanın lideri! Trump kim, ABD’nin başkanı!

O ABD ki, Türkiye’yi kıskanıyor. Amerika’da en düşük emekli aylığı, Türk parasıyla 17 bin TL. Bu aylıkla Amerikalı emekli nasıl geçinsin! Çalışabilecek nüfusun yüzde 30’u işsiz. Çalışanları da ayın sonunu zor getiriyor. Amerikan ekonomisi zorda. Bu zor günlerde Amerikan ahalisinin öfkesi burnunda. Trump, öfkeli ahaliyi sakinleştirmek dizginlemek için pek çok eyalette askeri sokağa salmış durumda. 

Meğer Amerikan demokrasisi palavraymış, görüntüden ibaretmiş. Tarzan, pardon Trump zor durumda. Bu durumda, tıpkı cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın Fransa’ya kapitülasyon kıyağı geçmesi gibi, Recep Bey de Amerika’ya kıyak geçti. Hiç değilse Boeing firması çalışanlarının nefes alabilmesi için 250 Boeing siparişi verdi, Amerikan malları üzerindeki vergileri kaldırdı. Dünyanın lider ülkesi Türkiye’nin lideri olarak Recep Bey’in gönlünden öyle geçti. Ağalık liderlik böyle günlerde belli olur değil mi?

Zaten ağalık çok malı olmakla değil çok vermekle paylaşmakla olur. Recep Bey de bu “yerli ve milli” hasletin gerektirdiği gibi davranıyor. Kulağıma gelenler doğruysa, Recep Bey bir ara Adana İncirlik ve Malatya Kürecik’teki AVM’leri kapatacağını bildirmiş. Trump yalvar yakar olmuş, neticede Trump’ın ricasını kıramamış Recep Bey; vazgeçmiş İncirlik ve Kürecik AVM’leri kapatmaktan...

Trump ile beş dakika görüşmek için böyle komplimanlar, meşruiyet arayışı filan... Geçin bunları geçin! Sizler de ekranlarda gördünüz tanık oldunuz. Kim kime meşruiyet bahşetmiş, kim kime yaltaklanmış. Görmediniz mi Trump efendi, ağır misafiri dünya liderini gücendirmemek için ne taklalar attı, ne iltifatlarda bulundu ne iltifatlar... “Çok çetin ceviz adam, zor ve inatçı bir adam” dedi Trump. Daha ne desin Trump!

Hileli seçimleri herkesten daha iyi bilir” diyerek Recep Bey’in siyasi zekâsına ve maharetine dikkati çekti Trump. Bunca övgünün üstüne daha ne söylenebilir! Ama bizim ahalinin umurunda değil. Bilhassa CaHaPe’li ahali, Türkiye’deki seçimlerin hileli olduğunu söylüyorlar. Pes doğrusu! Recep Bey oy çalmayı seçimlere hile karıştırmayı bilseydi, 2019’da 2024’te İstanbul’u kaybetmezdi değil mi?.. (Pardon pardon, duyamadım! Yeterince çalamadı mı dediniz? Anlaşılamadı, tekrar eder misiniz?.. Ses kesildi. Hay aksi!)

Trump, Recep Bey’e “Rusya’dan gaz ve petrol almayı kesin” diye yalvarırken, “35 yıl hapse mahkum edilen rahip Brunson’u benim bir telefonum üstüne gönderdi” diye yaltaklanırken nasıl da mahcup ve minnettardı ve dahi alttan alıyordu! 

Hele “Suriye sizin zaferiniz!” derken nasıl da kıskançlık duyguları içindeydi Trump!

***

Söz ve yazı uzamasın ey kadir kıymet bilmez ahali. Recep Bey, BM salonunda boş sıralara konuşmadı. Olan biten şu ki, Recep Bey’in azametinden ve gazabından ürken küffar devletlerin temsilcileri, kaçacak delik aradılar! 

Bir de diyorlar ki, son pazarlıkta Recep Bey 250 Boeing siparişi verdi, nükleer enerji ve doğalgaz alımı bahşişleri verdi; peki Amerika niye F16 ve F35 satmaya yanaşmadı? Beyler hanımlar, Trump çok rica etti bunları da satmaya ama kıyakçılığın da ticaretin de bir sınırı vardır. “Yerli ve milli” 5’inci nesil KAAN uçağı varken, F16 ve F35’e ne hacet, değil mi! 

Beyaz Saray’daki basın toplantısında Recep Bey’in suratı asıktı, yüzü gülmüyordu. Tabii ki suratı asıktı, yüzü gülmüyordu. Zira, Recep Bey sadece özgüveni yüksek, izah kabiliyeti, sohbeti, empatisi mükemmel bir insan değil, aynı zamanda eşi menendi bulunmaz kertede mütevazı ve kibirden uzak bir ademoğlu! Dostu Trump’ın Amerikan halkı nezdinde meşruiyet tazelemeye ihtiyacı vardı, Recep Bey de basın toplantısında Trump’a bu fırsatı verdi. İsteseydi Trump’ı rezil rüsva ederdi ama misafire yaraşır bir olgunlukla bütün söz hakkını Trump’a verdi! Trump yaltaklanıp sözü uzattıkça uzatınca, Recep Bey’in canı sıkıldı; “Şu iş bitse de gitsek” moduna girdi ister istemez. Mesele bundan ibaret!

Netice itibariyle, Trump’ın da kabul ettiği üzere, Recep Bey, kadir kıymet bilmez ahalimizin zannettiğinin tersine, sadece Ortadoğu’da değil, dünyanın meselelerinde ağabey rolündedir! Bu ağabeyliğini biraz da etrafındaki nazırlara borçludur. Zaten Trump da, Beyaz Saray’daki buluşmada Türk nazırları “Onları herkesten daha iyi tanıyorum. Çok zekiler, keşke bu kadar zeki olmasalardı! Hiçbir Hollywod setinde bu kadar güzel insanı bir arada bulamazsınız!" diye övdü ki, dünyada geniş yankı uyandırdı!

Trump’ın bu sözleri bana 1950’lerde Başbakan Adnan Menderes’in Amerika gezisini izleyen Anadolu Ajansı Genel Müdürü’nün haberini hatırlattı? Genel Müdür’ün haberine göre Menderes Amerikalıları öyle etkilemişti ki, “Amerikalılar 'Allahım, bize neden böyle bir devlet adamı nasip etmedin!' diye üzüntüye gark olmuşlardı.” (Anlatan Metin Toker, Milliyet, 19 Eylül 1999.)

Recep Bey’in Amerika seferini ekranlardan izleyen Amerikan halkı da eminim, Menderes’e gıpta ettiği gibi Recep Bey’e de gıpta etmiştir!

Sadece Amerikan halkı değil. Recep Bey’i Amerika seferinde izleyen mabeyin katiplerinden Nebi Miş’in de yazdığı üzere, “Recep Bey’in ABD Başkanı Donald Trump ile görüşmesi her açıdan bir milat. (…) Atlantik'in her iki yakası bileğini bükemediği Erdoğan ile şimdi el sıkışmak için yarışıyor.” (Sabah, 27 Eylül 2025)

Daha ne olsun ey kadir kıymet bilmez ahali? Recep Bey, Beyaz Saray'da şow yaptı!

Bayrak dinmez ezan inmez netekim!

Pardon pardon! Bayrak inmez ezan dinmez!


18 Eylül 2025 Perşembe

LAFI TERSİNDEN ANLAYIP MERDAN’I LİNÇ ETMEK

Avcının biri, omuzuna şahinini yanına da tazısını alıp avlanmaya çıkmış. Ormana giderken bir yatıra rastlamış. İnsanlar dualar edip bir şeyler istiyormuş yatırdan. Bizim avcı da ellerini açıp: 

- Ey yatırda medfun ulu kişi, şahinime bir bıldırcın, tazıma da bir tavşan ihsan eyle! demiş ve dalmış ormana. 

Bizim avcı ormanda kısmetini ararken bir bıldırcın havalanmış; avcının omuzundaki şahin de hemen peşinden. Tam bıldırcını yakalayacakken, nasıl olmuşsa olmuş, şahin kurumuş bir ağacın sipsivri bir dalına göğsünden çakılıvermiş ve oracıkta ölmüş. 

Avcı, can sıkıntısıyla şahinine bakakalmış, devam etmiş yoluna. Derken bir çalılıktan tavşan fırlamış; avcımızın tazısı da peşinden. Tam tavşanı yakalayacakken bir engerek sokuvermiş tazıyı ve tazı da debelene debelene ölmüş oracıkta.

Avlanmak şöyle dursun, şahinini de tazısını da yitiren avcı düş kırıklığı içinde geri dönmüş. Tam yatırın yanına gelince şöyle bir bakmış mezara: 

- Ey bu yatırda medfun ulu kişi, evliya olmasına evliyasın ama lafı tersinden anlıyorsun... 

***

TELE1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ Aleviler ve ihanet konulu sözleri dolayısıyla bazı Alevi Bektaşi örgütlerinin lincine maruz kalınca, bu kıssa geliverdi aklıma. 

Bir de 40 ülkeyi kapsayan Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı OECD’nin PİSA testini anımsadım. PİSA testi, 15 yaş grubundaki öğrencilerin okuryazarlık derecesini ve okulda öğretilen bilgileri günlük yaşamda ne ölçüde kullanabildiklerini ölçmeyi amaçlıyor; Türkiye bu alanda hep son sıralarda yer alıyor ne yazık ki!

***

Yukarıda aktardığım kıssa, Merdan Yanardağ’ın bir çift lafı üzerine kınama bildirisi yayımlayan Alevi örgütlerinin düştükleri duruma ne kadar uyar, bilemiyorum. Okuduğunu dinlediğini duyduğunu doğru anlama ve ona göre tavır alma anlamında yani.

Linç bildirisi yayımlayan Alevi Bektaşi örgütleri Merdan Yanardağ’ın “Aleviler içerisinde çok hain vardır” dediğini vurgulamışlar; devamla “Alevi toplumu yüzyıllardır bu topraklarda eşit yurttaşlık, inanç özgürlüğü ve demokrasi için mücadele etmiş, ağır bedeller ödemiştir. Bu kadar onurlu bir mücadele geleneğine sahip bir topluluğu ‘hain’ olarak nitelemek kabul edilemez, büyük bir haksızlıktır.” demişler. 

Şahsen merak ediyorum: Hangi olay üzerine Merdan tam olarak ne dedi? Merdan’ın konuşmasını başından sonuna kadar dinleyip de mi yayımladılar o bildiriyi?

***

Tartışmayı dosdoğru anlamak için Merdan’ın konuşmasını olduğu gibi aktarmakta yarar var.

CHP’nin Kadıköy mitingi öncesinde İstanbul Söğütlüçeşme üst geçidine "Halkın partisini hırsızlar değil halk partililer yönetecek. Milletin son umudu Kemal Kılıçdaroğlu” yazılı bir pankart asılmış. Bu ifade, Alevilerce kutsal sayılan Zülfikar ikonuyla desteklenmiş. 

Merdan Yanardağ, bu pankartın AKP trolleri tarafından asılmış olabileceğini savunuyor. Mahkemenin CHP kurultayı davasında verebileceği mutlak butlan kararına karşı K. Kılıçdaroğlu’nun muhtemel tavrını konuşurken, bu karara uyulmasının “ihanet” olacağını söylüyor, Aleviler üzerinden devam ediyor ve aynen şöyle değerlendiriyor:

Merdan Yanardağ: Yani yok piro, Alevi bilmem ne, dede filan bu edebiyatla bu iş olmaz. Alevilerin haini çoktur, tıpkı diğer milletlerin ve diğer inançların olduğu gibi; olur ama bu ülkenin en mazlum en temiz insanları arasında -diğer yurttaşlarımızın olduğu gibi- Aleviler vardır. Aleviler buna izin vermeyecektir.

Murat Taylan: Alevilerin de… Alevilerin dediniz ya…

Merdan Yanardağ: Evet, Alevilerin de… Dolayısıyla hiç kimse Aleviler üzerinden siyasi hesap yapmaya kalkmasın. Bir kere CHP bir mezhep partisi değil, mezhepçilerin partisi de değil. Kadıköy’e nasıl bir pankart astılar? Oraya Zülfikar kılıcını koydular. İktidar bunu kullanıyor. Bunun bir Alevi davası olduğunu anlatmaya çalışıyor Kılıçdaroğlu üzerinden. Her mezhebin her milletin içinden olduğu gibi Alevilerden de Alevilerin içinden de hainler çıkabilir. Ama Alevilerin büyük bölümü temiz namuslu erdemli insanlardır. Buna geçit vermeyecekler.”

***

Merdan’ın söyledikleri bundan ibaret ve kimi Alevi Bektaşi örgütleri bu söyleşiden Merdan’ın Alevi toplumunu “hain” olarak yaftaladığı sonucunu çıkardılar. 

Öyle ağır bir suçlama ki!

Tekrar sorayım: 

Merdan’ın konuşmasını başından sonuna kadar dinlediler mi? 

Dinledilerse, nasıl olup da Merdan’ın Alevi toplumunu “hain” diye yaftaladığı sonucunu çıkarabildiler? Cümlenin devamını görmezden duymazdan gelip sadece ilk yarısı üzerinden hükme varmak ve linç bildirisi yayımlamak Alevi Bektaşi inancıyla ne ölçüde bağdaşır?

Ve nasıl olup da yayımladılar o bildiriyi? Tartışmalar üzerine ikinci bir bildiri yayımlamışlar ve ilk bildirinin arkasında olduklarını bildirmişler. 

Merdan’a linç bildirisi yayımlarken, ırkçı ümmetçi faşist iktidarın beslemesi Nedim Şener’in provokasyon tuzağına mı düştüler? 

Alevi Bektaşi örgütlerinin basireti, Nedim Şener’in provokasyonunu fark edemeyecek kadar bağlanmış olabilir mi?...

Merdan Yanardağ’ın sözleri üzerine TELE1’in yayın iznini iptal etmek için harekete geçen RTÜK, Alevi Bektaşi örgütlerinin bildirisini de kendisine referans alıyor. Bu örgütler, siyasal İslamcı faşizmle aynı çizgide hizalandıklarının farkındalar mı?Daha çok soru sorulabilir. 

Ezilen her toplumun olduğu gibi, Alevi Bektaşi inancının tarihsel belleğinde de nice hainlerden söz edilir. Osmanlı döneminde Hacıbektaş Dergâhı’na atanan kayyımlar, Sersem Ali Çelebiler, Hızır Paşalar, günümüzde siyasal İslamcı faşizmin rüşvetini kabul eden inanç önderleri, Mehmet Ali Çelebi... Alevi Bektaşi kültüründeki “yol düşkünü” “yol Yezidi” kavramları...

Son soru: Aleviler, Hızır Paşa’nın yolundan mı giderler, yoksa Pir Sultan’ın yolundan mı?

İnanç özgürlüğü mücadelesinin emek barış ve demokrasi mücadelesinden ayrı olmadığının bilincindeki Alevi Bektaşi yurttaşlara selam olsun!


7 Eylül 2025 Pazar

ORDUSUNA GÜVENMEYEN BAŞKOMUTAN

30 Ağustos Zafer Bayramı törenlerine katılmak üzere Anıtkabir’e giden general subay astsubay askeri personelin polis tarafından aranarak içeri alınmaları, Türkiye koşullarında normal sayılabilecek bir olay değil. Polis tarafından üzerlerinin aranmasının gerek kışlada gerekse emekli askerler arasında nasıl bir tepkiye ve üzüntüye yol açtığı tahmin edilebilir.

Kışlada nasıl bir tepki öfke vardır, bilemiyorum ama internetteki emekli asker gruplarında öfkenin üzüntünün haddi hesabı yok. En sade tepki ifadesi olarak, “TSK’yi bu duruma düşürenler utansınlar!” gibi cümleler kuruluyor.

Emekli askerlerin üzüntüsünü kırgınlığını anlayabiliyorum. Kolay değil, telafisi olmayan ömürlerini asker olarak yaşadılar. İlk gençliklerinde girdikleri askeri okullarda kendilerine memleketin sahib-i aslisi oldukları telkin edildi. Bu koşullanma ile yaşadıkları öğrencilikleri ve mesleki ömürleri boyunca “Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti, Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız” diyegeldiler; sosyal statü hiyerarşisinin tepesinde oldular. Heyhat ki, ömürlerinin sonbaharında, asli sahibi ve nigâhbanı (bekçi gözcü) olduğunu sandıkları cumhuriyetin ellerinden kayıp gittiğine tanık oluyorlar. Sosyal statü hiyerarşisinde ise diyanet personelinin bile gerisine düştüler. “TSK’yi bu duruma düşürenlere yazıklar olsun!” derken içten bir üzüntüyü ve hayal kırıklığını dile getiriyorlar.

***

Benim de ilk gençliğim askeri mekteplerde ve kışlada geçtiyse de, TSK komuta heyeti ve genelkurmay başkanlarıyla yıldızım hiç barışık olmadı. 12 Eylül 1980 darbesinin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, benim de içlerinde olduğum genç askerleri işkenceci polislere teslim ederken, “Onlara vatan haini demeyi bile az bulurum!” demişti. Evren’e gereken yanıtı sıkıyönetim mahkemesinde vermiştim. Beraat kararıyla biten yargılamadaki savunmam “Harbiye’den Cephe’ye” başlığıyla kitaplaştı. 2010 referandumu sonrasında açılan göstermelik darbe davasının duruşmasında, ekran aracılığıyla da olsa Kenan Evren ile yüzleştim ve avukat dostlarım aracılığıyla sorularımı yönelttim.

2005 yılında, adları rüşvet iddialarına konu olan generalleri eleştirdiğim “İş bilenin kılıç kuşananın” başlıklı yazılar yazmıştım. Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ve İkinci Başkan İlker Başbuğ üzerlerine alınıp şikâyet ettiler. Mahkeme beraat kararı verdi. Mahkemedeki savunmam, “Sermayenin Paşaları” adıyla kitaplaştı.

2017 yılında “Genelkurmay Başkanı için çok üzülüyorum” başlıklı yazım üzerine, Hulusi Akar ile mahkemelik oldum. Mahkeme beraat kararı verdi. Mahkemedeki savunmam, “Su Uyur Hulusi Akar” adıyla kitaplaştı. Bu kitapta esas olarak, Hulusi Akar’ın 15/16 Temmuz darbe girişimindeki tutumunu irdeledim.

Sözün özü, sosyalist yurtsever devrimci bir yurttaş olarak, TSK ile ontolojik çelişki içindeysem de, Anıtkabir’e giden general subay astsubay askeri personelin polis tarafından aranarak içeri alınmaları benim de içime sinmedi; acı acı gülümsedim.

***

Yanlış anlaşılmasın, “TSK’yi bu duruma düşürenlere yazıklar olsun!” duygusu içinde değilim. Daha acı bir ifadeyle, (cumhuriyetçi demokrat yurtsever askerleri tenzih ederek) TSK’nin bu görüntüyü hak ettiğini, müstahak olduğunu bile söyleyebilirim. Sonuçta ordu devletin en seçkin en güzide kurumudur; devlet ise mülk sahibi sınıfın sömürü baskı ve zor aparatıdır! “TSK’yi bu duruma düşürenlere yazıklar olsun!” diye hayıflanmak, sosyalist devrimciye düşmez.

Her şeye karşın, “TSK’yi bu duruma düşürenler utansınlar!” ifadesiyle dışa vurulan onulmaz acıyı anlayabiliyorum. Bu acı, TSK’yi hâlâ “cumhuriyeti kuran, Atatürk ilke ve inkılaplarının nigâhbanı ordu” sanmaktan ileri geliyor. Oysa aradan asır geçti, köprülerin altında da çok sular geçti.

Hoş, “kanla irfanla kurulan cumhuriyet” bin yıllardır sömürülen katledilen halkların emekçilerin cumhuriyeti olarak kurulmadı; Osmanlı’nın son asrında filizlenen burjuvazinin cumhuriyeti olarak kuruldu. Ama burjuva cumhuriyetinin kuruluşunda hiç değilse, cılız da olsa emperyalizme karşı duruş, saltanat ve hilafetin kaldırılması, dinci şeriatın kamusal alanda geriletilmesi vs. reformlar vardı. Bu süreçte ordu, yani ebedi başkomutan Atatürk ve TSK, ulusal devletin kuruluşuna öncülük edecek burjuva sınıfı henüz bebeklik çağında olduğu için burjuvaziye vekâleten ulusal devleti kurma misyonu ile yükümlüydü. 

Hiç kuşkusuz, eskiye göre toplumsal ilerleme ve kazanım sayılması gereken bu süreç, İkinci Dünya Savaşı ertesinde tersine döndü. Kendi ayakları üzerinde doğrulan burjuvazi, sınıfsal içgüdüsüyle Batı emperyalizmine eklemlendi, 1950 seçimleriyle birlikte doğrudan iktidar oldu. Sürecin doğal istikametinde Türkiye, NATO’ya katıldı. Öyle ki, devletin en mahrem ve güzide kurumları MİT ve Özel Harp Dairesi’nin maaşları bile bir ara ABD tarafından ödenir oldu. Kimi çevrelerde hâlâ “ilerici” diye alkışlanan 1960 darbesi ertesinde tasfiye edilen 235 general ve 4 bin 171 subayın emeklilik ikramiyeleri ABD Hazinesi’nin bağışıyla karşılandı. Bu süreçte askeri elit, OYAK’ı kurarak, bebekken beşiğini salladığı sermaye sınıfına katıldı. Sermaye düzenini koruma ve tahkim etme amaçlı darbeler peşpeşe geldi. Holding ve NATO Paşaları, Cumhuriyet Paşaları’na galip geldi; darbeci paşalar, sola karşı bariyer olsun diye Yeşil Kuşak politikalarına omuz verdiler. Emekçi sınıfların payına ise “Her Türk asker doğar” sloganı ve “vatan uğruna şehitlik” imtiyazı düştü!.. 

***

ILIMLI İSLAMİ DÜZENDE TSK’NİN YERİ

Emekçilerin payına “vatan uğruna şehitlik” imtiyazı ile “Şehitler ölmez vatan bölünmez!” sloganı düştü ama darbeci paşaların solun başına geçirmek üzere süngü zoruyla ördükleri yeşil çorap da günü geldi kendi başlarına geçti.

Dediğim gibi, Anıtkabir’e giden general subay astsubay askeri personelin polis tarafından aranarak içeri alınmaları benim de içime sinmedi; acı acı gülümsedim. Bu gibi durumlarda her defasında olduğu gibi, Eylül 2007 tarihli, “Genelkurmay Başkanı emriyle” Genelkurmay Harekât Başkanı Korgeneral Nusret Taşdeler tarafından hazırlanan raporu anımsadım. İnternet ortamına düştükten sonra basılı medyada da paylaşılan bu rapordan daha önce de birkaç kere söz etmiştim. 

Kısaca özetleyeyim. Bu raporda, TSK’nin “kanla irfanla kurduğu, ölümüne nigâhbanı olduğu cumhuriyet” gemisinin “laikliğe aykırı faaliyetlerin odağı” AKP yelkeniyle “ılımlı İslam” limanına çekilmesinden duyduğu kaygı ve bu kaygı karşısında TSK’nin izlemesi gereken harekât tarzı irdeleniyor. Bu rapora göre özetle:

- 22 Temmuz 2007 seçimleri ılımlı İslami dönüşüm için milat kabul edilmelidir.

- TSK’yı destekleyebilecek kesimler son derece azalmıştır. Tam tersine basın, iş dünyası, ticaret odaları, sendikalar, üniversite camiasının bir kısmı TSK’nın karşısındadır.

- Esas mesele, ılımlı İslam veya demokratik İslam olarak nitelendirilen yeni devlet düzeni içinde cumhuriyetin temel niteliklerine bağlı TSK’nın, kendisine nasıl bir yer bulabileceği ve burada nasıl barınabileceğidir.

Özetle, yerli-yabancı müteahhitlerce inşa edilen ılımlı İslami düzende kendisine yer bulabilmek için uzlaşma ve teslimiyet arayışında bir TSK... Anımsanmalı ki, bu rapor öncesinde TSK’ye “Türkiye’nin en iyi ihraç malı” rolü verilmişti. 2003’te Irak istila edilirken bu role son bir cumhuriyetçi refleksle itiraz eden askerin başına ABD ordusu tarafından çuval geçirilmişti. Sahi o çuval ne oldu, baştan çıktı mı? Başlarına çuval geçirilen özel kuvvet timinden sorumlu Türk korgeneral, emekli olduktan sonra nasıl olup da çuvalcı Amerikan subaylarıyla birlikte ortak güvenlik şirketi kurabildi?

***

Sözü yazıyı uzatmayayım. Kışla dışında olup biten her şey kışlada karşılığını bulur. Türkiye, söz konusu raporda belirtilen “ılımlı” İslam Cumhuriyeti istikametinde hayli yol kat etti. Ağrılı sancılı gecikmeli olsa da TSK de bu süreçte epey değişti dönüştü. Ne var ki, Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eşbaşkanı “Başkomutan” Recep Tayyip Erdoğan TSK’nin bu değişimini dönüşümünü yeterli bulmuyor olmalı ki, emrindeki askere güvenmiyor; Anıtkabir’e çağırdığı askeri üzerini polise arattırdıktan sonra huzuruna kabul ediyor.

Anıtkabir’e çağrılan askerler isim isim belirlenmiş, listede adı olmayanlar kapıdan geri çevrilmiş. Törene katılacak askerlerin listesi muhtemelen MİT tarafından belirlenmiştir. Buna karşın, “Başkomutan” o listeye de güven duymuyor; Anıtkabir girişinde polis, askerin üstünü arıyor. Oysa Anıtkabir TSK’nin yönetimi ve koruması altında ve İç Hizmet Yasası’na göre bu gibi yerlerde güvenliği sağlamak askerin görevi. Hoş, Anayasa ne denli yürürlükteyse, İç Hizmet Yasası da o kadar yürürlükte! 

Netice-i kelam, emrindeki ordusuna güvenmeyen bir Başkomutan. Emrindeki polise ve istihbarat örgütüne ne denli güven duyduğu da tartışılır. Halktan kopmuş tek adam yönetimlerinde paranoyaya sınır yoktur. Bu paranoyaya kapılmış tek adamların akıbetine ilişkin nice hikâyeler kayıtlıdır tarihin tozlu sayfalarında. O akıbetleri ben anımsatmayayım. Ne olur ne olmaz. Hürriyetimi sokakta bulmadım.

Anıtkabir girişinde polisin üst aramasına askerler itiraz etmemişler. Biri bile tepki olarak geri dönüp halkın arasına karışmamış. Ben ne diye acı acı gülümsüyorum ki!

Cumhuriyetçi demokrat yurtsever askerlere selam olsun!


22 Ağustos 2025 Cuma

KENDİNE MÜSLÜMANLIK SÜRECİ

Türkçe'de sıkça kullanılan Kendine Müslüman deyimi, (İslâmiyet’in paylaşmaya, yardımlaşmaya, dayanışmaya önem verdiği inancının tersine) kişinin her şeyi kendi çıkarları üzerinden anlayıp ona göre davranmasını ifade ediyor. Kapitalist iktisattaki homoeconomicus benzeri bir tutum yani. Bu tutum, yani insanın önce kendini ya da üyesi olduğu topluluğu düşünmesi ve kayırması bir dereceye kadar normaldir. Ancak başka kişi ve topluluklarla ortak davranmayı gerektiren durumlarda kendine müslümanlık rahatsızlığa ve uyumsuzluğa neden olur, güç birliğini ve dayanışmayı baltalar, dahası çatışmaya bile yol açar. Genel olarak dinler tarihi özel olarak İslam tarihi, kendine müslümanlığın insanlığı nice felaketlere sürüklediğinin tarihidir aynı zamanda.

AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan gerek muhalefette gerekse iktidarda hep kendine müslüman oldu. Ülkenin ortak sorunlarını ortak çıkarları gözeten bir anlayışla değil sadece kendisi ve partisinin çıkarlarını gözeten bir bencillikle kavradı, ona göre çözmeye çalıştı; daha doğrusu pazarlık konusu haline getirdi. Anayasayı tek başına değiştirmeye yeterli çoğunlukla iktidardayken bile Erdoğan’ın demokrasiyi inşa etmek gibi bir derdi olmadı; kendi iktidarını korumak ve sağlamlaştırmak hedefiyle halkı kutuplaştırma politikası izledi; nihayet ucube başkanlık sistemine geçtikten sonra muhalefete karşı düşman ceza hukukunu benimsedi.

Ülkenin bir asırdır kanayan yarası Kürt sorununda da Erdoğan sadece kendine müslüman oldu, sorunu gerçekten çözme hedefine odaklanmadı; hep pazarlıkçı bir siyaset izledi. Açılım, Oslo Görüşmeleri, Barış ve Çözüm Süreci, Dolmabahçe Mutabakatı vs adlarla anılan süreçleri, siyasi çıkarlarına ters düştüğünü gördüğü anda bozmakta tereddüt etmedi Erdoğan. 2015 yılında HDP Başkanı Selahattin Demirtaş’ın Erdoğan’a yönelik “Seni başkan yaptırmayacağız!” sözleri, Erdoğan’ın süreci bitirmesi için yeterli olmuştu. Erdoğan “Terörsüz Türkiye” adını verdiği son süreci de kendine müslüman zihniyetiyle yürütüyor.

***

Süreç resmi olarak 22 Ekim 2024’te MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin PKK lideri Abdullah Öcalan’ı TBMM’de konuşma yapmaya çağırmasıyla başladı. AKP Genel Başkanı Erdoğan, Bahçeli’nin çağrısını “tarihi fırsat penceresi” olarak nitelendirip sahiplendi. Öcalan “süreci hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” diyerek karşılık verdi. Devlet Bahçeli, 5 Kasım 2024’teki konuşmasında neden böyle bir çağrıda bulunduğunu açıkladıktan sonra “Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın bir kez daha seçilmesi doğal ve doğru bir tercihtir” talebinde bulundu. Erdoğan/Bahçeli ikilisinin süreçten asıl beklentisi böylece itiraf edilmişti.

Aradan onca zaman geçti. Her defasında olduğu gibi iyimser bir hava estirildi. Öyle ki, Cumhur İttifakı ve DEM Parti tarafından 2025 Haziran ayında sürecin tamamlanmış olacağı beklentisi bile oluşturuldu. Ancak, aradan geçen onca zamanda Abdullah Öcalan’ın PKK’ye kendini feshetmesi çağrısında bulunması, PKK’nin bu çağrıya sembolik silah yakma töreniyle karşılık vermesi dışında bir ilerleme olmadı. Ha bir de, TBMM’de Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu kuruldu. Sorunun çözümü için ne gibi yasal anayasal düzenlemeler yapılması gerektiğine ilişkin öneri paketi hazırlayacakmış...

***

Komisyonun bir toplantısında, evlatları işkenceli sorgularda katledilen Cumartesi Anneleri ile evlatları düşük yoğunluk savaşta “ölü ele geçirilen” Barış Anneleri dinlenmiş. Barış Anneleri temsilcisi kadın kendi ana diliyle konuşmak istemiş; TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş engel olmuş. Barış annesi, “Çocuklarımızı değil silahları toprağa gömelim” dileğinde bulunmuş.

Ne hazin değil mi? Asker gerilla, “şehit” “ölü ele geçirilen”... On binlerce insan toprağa gömüldükten sonra bile bir annenin kendi ana diliyle konuşmasına tahammül edememek. 12 Eylül faşizmi döneminde tutuklu oğluyla bildiği tek lisan ile konuşmasına izin verilmeyen annenin maruz kaldığı zulüm. Cezaevi kapısında “Türkçe konuş çok konuş!” diye, bilmediği bir dilde konuşmaya zorlanan annenin sorunu. Öyle ki bir ara ana dili olarak konuşulması bile kanunla yasaklanan bir dil. Kürt sorunu tam da böyle bir sorun işte! Aradan asır geçmiş, bir anne TBMM’de derdini kendi ana diliyle, bildiği tek lisan ile anlatamıyorsa, süreç nasıl ilerleyecek, komisyon çözüm paketi olarak neyi önerecek? Ört ki ölem!

***

Hep sorulur ya KÜRTLER DAHA NE İSTİYORLAR?

Türk çocuklarının okullarda kendi ana dilleriyle eğitim görmelerine koşut olarak Kürt çocuklarının da kendi anadilleriyle eğitim öğrenim görmeleri, Türkçe dil ve edebiyat derslerinin yanı sıra Kürtçe dil ve edebiyat dersleri, Kürt kültür merkezlerinin açılması, devlet dairelerinde Kürtçe hizmet alabilmek... Bunlar bir lütuf veya pazarlık konusu değil, zaten var olması gereken doğal haklar. Lozan Antlaşması’nın 39’uncu maddesi de bunları öngörüyor.

Tekrar soralım: Kürtler ne istiyor? Gazeteci yazar Hüseyin Aykol bu başlık altında soruyu şöyle yanıtlıyor: “Bizlere hep soruyorlar: Kürtler ne istiyor? Hemen cevap vereyim: Kürt olarak yaşamak istiyorlar…Yani kendi gelenekleri, türküleri, halayları ve kendi anadilleriyle, ‘Türk gibi’ değil, Kürt olarak…” (Yeni Yaşam, 21 Ekim 2024)

Eklemeli ki, Türk olarak yaşamak nasıl bir haksa Kürt olarak yaşamak da öylesine doğal bir haktır! Kürt meselesi ancak bu hak bilince çıkarıldığında gerçekten çözülür!

Talihsizlik odur ki, Erdoğan/Bahçeli ikilisi Kürt sorununu salt kendilerine müslüman anlayışla “terör sorunu” olarak görüyorlar; asıl amaçları Kürt meselesini demokratik bir çözüme kavuşturmak değil, Cumhur İttifakı iktidarını Kürt oylarıyla sürdürmek.

Yazı nasıl bir tümceyle bitmeli, bilemedim!!!


Not: Aşağıdaki adreslerde kayıtlı yazıların da okunması dileğiyle:

ABDULLAH ÖCALAN’IN TBMM’YE DAVET EDİLMESİ

https://rahmi-yildirim.blogspot.com/2024/10/abdullah-ocalanin-tbmmye-davet-edilmesi.html

TRAJEDİ HEP BİZE Mİ?

https://rahmi-yildirim.blogspot.com/2025/05/trajedi-hep-bize-mi-karl-marksn-unlu.html

İMRALI SÜRECİ NEREYE EVRİLİR?

Erdoğan bir kez daha masayı devirir mi?

https://rahmi-yildirim.blogspot.com/2025/06/imrali-sureci-nereye-evrilir.html

İMRALI SÜRECİ KOMİSYONA HAVALE

https://rahmi-yildirim.blogspot.com/2025/07/imrali-sureci-komisyona-havale.html