Olay gerçeklikten yana havsalanın
dışında olduğundan gazetelerin yalancısıyım.
Gazetelerin “Dini istismar
ederek 2,5 milyon YTL dolandırdılar”, “Allah akıl versin” gibi
başlıklarla aktardıkları habere göre, kendilerini peygamber olarak tanıtan 11
kişi piyasayı 2.5 trilyon lira dolandırdı (Zaman ve Hürriyet, 7
Şubat 2006).
Aslında peygamber diye tanıtmakla
kalmamışlar, başka bir şey de yapmışlar.
Başka ne mi yapmışlar? Henüz
haberdar olmayanlar lütfen yazının devamını okusunlar.
Tarihe geçecek dolandırıcılık,
Ankara Siteler’de bir esnafın emniyete
başvurusu üzerine ortaya çıkmış. Soruşturma sonunda anlaşılmış ki, meğer
uyanıklar on yıldır bu işi yaparlarmış.
Dolandırıcı çetenin hedefi dini
bütün esnaflar. Önce, gözlerine kestirdikleri dindar esnaf hakkında istihbarat
topluyorlar. Soyu sopu nedir, kaç çocuğu vardır, adları nedir, evinde ne gibi
eşyalar vardır, dükkânı kapattıktan sonra kimlerle oturur kalkar, başından ne
gibi hadiseler geçmiştir, ne kadar kazanmaktadır gibi.
Bu bilgileri hedefteki esnafın
yakınlarından, hatta karısından alıyorlar. Örneğin, kadın çocuk istiyor, ama
olmuyor. Bir şekilde kadınla yakınlık kuruyorlar, “Yatağının altına cevşen
koy, filanca duayı oku!” gibi nasihatler veriyorlar. Samimiyeti ilerletip,
kocasının yatak odası sırlarını bile öğreniyorlar.
İstihbarat toplandıktan sonra bir
şebeke elemanı, istihbaratın azlığına çokluğuna ve esnafın kişilik
özelliklerine göre, dilenci, meczup ya da evliya kılığında dükkânı ziyaret
ediyor. İstihbarat azsa ilk ziyaretçi, elde tespih, torbasında Kur’an ile bir
dilenci. İstihbarat çoğaldıkça ziyaretçinin rütbesi artıyor, evliyalığa
peygamberliğe kadar çıkıyor. Evliyanın ziyaretinden gururlanan, gelmişini
geçmişini, yedi sülalesini sıralamasından aklı karışan dini bütün esnaf ikramda
kusur etmiyor. Ermiş kılığındaki şebeke elemanı, “fakir fukaraya, yolda
kalmışlara, muhtaç durumdaki dindaşlara” diyerek para istiyor, kalbi temiz
vatandaş da veriyor...
Şebekenin en yağlı kurbanı
Siteler’de mobilyacılık yapan Ramazan A. olmuş. Şebeke elemanı Bülent Ö. ilk
ziyaretini dilenci kılığında yapmış. Ama, sokakta her gün rastlanan bir dilenci
değil; üstü başı dökülse de temiz yüzlü, gözlerinden nur fışkırıyor. Namazında
niyazındaki Ramazan, “gözümün başımın” diyerek sadakasını bolca vermiş.
Bir böyle iki böyle derken,
Bülent bir dahaki ziyaretinde Hz. İsa olduğunu söylüyor; Ramazan’ın gelmişini
geçmişini, başından neler geçtiğini, evinde ne gibi eşyalar bulunduğunu, hatta
doğacak çocuğunun cinsiyetini bir bir anlatıyor. Ramazan heyecanla titriyor,
eli ayağı tutuluyor, dili dişi kilitleniyor, Bülent’in ellerine sarılıyor. Hz.
İsa sandığı Bülent, Ramazan’ı sakinleştiriyor, dualar ediyor. Sonra yoksullara
dağıtılmak üzere 500 mark istiyor. Hz. İsa’nın yoluna 500 markın lafı mı olur,
Ramazan daha fazlasını uzatıyor, Bülent sadece 500’ünü alıyor.
Bir sonraki ziyarette Hz.
Bülent’in, pardon İsa’nın yanında başka ziyaretçiler var. Hepsi de İsa suretindeki
Bülent gibi nur yüzlü, Allah’ın selamını getirmişler. İsa Bülent,
ziyaretçilerden üçünü Hz. İbrahim, Hz. Muhammed, Veysel Karani diye tanıştırıyor,
kalan 6 kişi de peygamberlerin müritleri. Mobilyacı Ramazan heyecandan ölecek
gibi oluyor; kendisi de ermişlere mi karışacaktı yoksa? Peygamberler Ramazan’ın
heyecanını “fakir fukaraya, muhtaç dindaşlara” deyip bir miktar parasını
alarak yatıştırıyorlar!
***
Nihayet on birinci ziyaretçi de
gelir; kendi halinde bir müminken üç peygamber ile tanışmanın cezbesindeki
Ramazan’da akıl makıl kalmaz. Zira daha önceden tanıştığı peygamberler
Muhammed, İbrahim ve İsa, on birinci ziyaretçi karşısında el pençe divan duruyorlar.
On birinci ziyaretçi, haşa huzurdan, ‘Ben Allah’ım’ diyen Hakan’dan
başkası değil.
Yanlış okumadınız. Şebekenin
reisi Hakan, kendisini ‘Allah’ diye tanıtmış; nesi var nesi yoksa kendi
yoluna harcamaya hazır olduğunu ispatlayan kulunu şereflendirmek istemiş.
Hakan, kuluyla sürekli irtibat
kurabilmek, hep şereflendirmek için Ramazan’a cep telefonu aldırıyor, daha
sonra da sık sık ziyaret ediyor. Telefon edip geleceğini haber verdiğinde,
Ramazan’ın telefonundaki ekranda Mekke’nin alan kodu görünüyor. Mekke’den
telefon etmiş görünen Hakan 45 dakika sonra Ramazan’ın mağazasında. Tabii basit
bir teknoloji numarası ama Ramazan farkında değil.
Ramazan’ın fani dünya ile
irtibatı kopar. Dünya malı nesine gerek? İşyerini satıp parasını “fakir fukaraya”
niyetine Hakan’a ve peygamberlerine verir, BMW 5.20 marka otomobilini de
Hakan’ın altına çeker. Fakat, bunca ganimete karşın Hakan’ın gözü doyacak gibi
değil; Ramazan’a bir de taksi aldırır, bankalardan milyarlarca lira
kredi çektirir.
Hakan yoluna feda ettiği dünya
malının değeri 2.5 trilyon lirayı bulup da feda edecek dünya malı kalmayınca
mı, yoksa Allah’ın taksiyle ne işi olabileceğini düşünmeye başlayınca mı
nedir, Ramazan’ın aklı başına gelir. İntihar etmeye kalkan Ramazan’ı komşusu
kurtarır. Komşunun zorlamasıyla Ramazan olan biteni savcıya anlatır, öykünün
sonu gelir. Şebekenin 11 elemanından 6’sı şimdi cezaevini boylar...
***
Gülelim
mi ağlayalım mı?
Gazetelerin yalancısıyım dedim,
ama öykünün tam da gazetelerin yazdığı gibi yaşandığını sanıyorum. Ne de olsa
burası Türkiye. Bu öykü gerçek midir değil midir, yaşımız müsait, gördüğümüz
geçirdiğimiz tecrübe hüküm vermeye yeterli.
Bu öyküye ne şaşırdım, ne güldüm;
sadece üzüldüm.
Bazı olaylara gülmek mi lazım
gelir ağlamak mı, karar veremez insan. Gülsen bir türlü ağlasan öbür türlü.
Belki de bu yüzden “güleriz ağlanacak halimize” demiş atalarımız.
Yabancılar ise ‘trajikomik’ demişler.
Gülen-güldüren düşüncenin ustası
Aziz Nesin, yüzünün hiç gülmemesiyle ünlü. Sormuşlar üstada: “Neden hep asık
suratlısınız, yazılarınızı yazarken de mi gülmüyorsunuz?”
Aziz Nesin’den yanıt: “Ben
insanlar ağlasın diye yazıyorum, nedense gülüyorlar.”
Kendisini peygamber ve Allah diye
tanıtarak dolandırmak, zannımca Aziz Nesin’in yazdıklarını geride bıraktı.
Bugüne kadar oluşmuş kara mizah standartlarını çöpe attığı gibi, tarihe geçmiş
hırsızların dolandırıcıların itibarını iki paralık etti. Ne modern dolandırıcı
Sülün Osman’ın itibarı kaldı ne de post-modern dolandırıcı Selçuk Parsadan’ın.
Sülün Osman, köyden kente göç
döneminde “taşı toprağı altın” zannıyla İstanbul’a doluşan saf köylülere
Galata köprüsünü, Galata kulesini satmakla yolunu buluyordu. Ama köylüler de hepten
saf değillerdi. Yalçın Pekşen’in ‘The Türkler’ adlı kitabında rivayet
ettiğine göre, Sülün Osman son işinde bir köylüye Galata köprüsünü 250 liradan
pazarlamak istedi. Köylü, “250 bozuğum yok, 750 var. Üstünü verirsen el
sıkışalım” dedi. Yağlı bir keklik bulmanın sevinciyle henüz 750’lik para
basılmadığını unutan Sülün Osman, 750 niyetine aldığı kâğıt parçasına karşılık
üste 500 saydı; dolandırmak isterken dolandırıldığını fark edince, kahrından
beş parasız öldü.
Selçuk Parsadan ise, Başbakan
Tansu Çiller’e telefon edip, kendisini, damardan “Atatürkçü” Orgeneral
Necdet Öztorun diye tanıtmış; ekonomi profesörü Çiller, örtülü ödenekten
Parsadan’ın banka hesabına 5 milyar lira göndermişti.
Siteler ve
Hacıbayram esnafını Allah ile dolandıran çete hepsinin papucunu dama attı. Yine
de bir dereceye kadar masum dolandırıcılar! Çünkü, kamu parasını değil, tek tek
bireyleri topu topu 2.5 trilyon lira dolandırmışlar...
Allah, peygamber, Kur’an, imam hatip, türban,
milliyetçilik, vatanseverlik, Atatürk, laiklik, sosyal
demokrasi diyerek iktidar koltuklarına kurulup, cümle milleti
dolandıranların yanında Siteler ve Hacıbayram çetesinin lafı mı olur?
Burası Türkiye!
Rahmi Yıldırım
17 Şubat 2006
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder