8 Ocak 2016 Cuma

ALLAH İLE DOLANDIRANLAR

Olay gerçeklikten yana havsalanın dışında olduğundan gazetelerin yalancısıyım.
Gazetelerin “Dini istismar ederek 2,5 milyon YTL dolandırdılar”, “Allah akıl versin” gibi başlıklarla aktardıkları habere göre, kendilerini peygamber olarak tanıtan 11 kişi piyasayı 2.5 trilyon lira dolandırdı (Zaman ve Hürriyet, 7 Şubat 2006).
Aslında peygamber diye tanıtmakla kalmamışlar, başka bir şey de yapmışlar.
Başka ne mi yapmışlar? Henüz haberdar olmayanlar lütfen yazının devamını okusunlar.
Tarihe geçecek dolandırıcılık, Ankara Siteler’de  bir esnafın emniyete başvurusu üzerine ortaya çıkmış. Soruşturma sonunda anlaşılmış ki, meğer uyanıklar on yıldır bu işi yaparlarmış.
Dolandırıcı çetenin hedefi dini bütün esnaflar. Önce, gözlerine kestirdikleri dindar esnaf hakkında istihbarat topluyorlar. Soyu sopu nedir, kaç çocuğu vardır, adları nedir, evinde ne gibi eşyalar vardır, dükkânı kapattıktan sonra kimlerle oturur kalkar, başından ne gibi hadiseler geçmiştir, ne kadar kazanmaktadır gibi.
Bu bilgileri hedefteki esnafın yakınlarından, hatta karısından alıyorlar. Örneğin, kadın çocuk istiyor, ama olmuyor. Bir şekilde kadınla yakınlık kuruyorlar, “Yatağının altına cevşen koy, filanca duayı oku!” gibi nasihatler veriyorlar. Samimiyeti ilerletip, kocasının yatak odası sırlarını bile öğreniyorlar.
İstihbarat toplandıktan sonra bir şebeke elemanı, istihbaratın azlığına çokluğuna ve esnafın kişilik özelliklerine göre, dilenci, meczup ya da evliya kılığında dükkânı ziyaret ediyor. İstihbarat azsa ilk ziyaretçi, elde tespih, torbasında Kur’an ile bir dilenci. İstihbarat çoğaldıkça ziyaretçinin rütbesi artıyor, evliyalığa peygamberliğe kadar çıkıyor. Evliyanın ziyaretinden gururlanan, gelmişini geçmişini, yedi sülalesini sıralamasından aklı karışan dini bütün esnaf ikramda kusur etmiyor. Ermiş kılığındaki şebeke elemanı, “fakir fukaraya, yolda kalmışlara, muhtaç durumdaki dindaşlara” diyerek para istiyor, kalbi temiz vatandaş da veriyor...
Şebekenin en yağlı kurbanı Siteler’de mobilyacılık yapan Ramazan A. olmuş. Şebeke elemanı Bülent Ö. ilk ziyaretini dilenci kılığında yapmış. Ama, sokakta her gün rastlanan bir dilenci değil; üstü başı dökülse de temiz yüzlü, gözlerinden nur fışkırıyor. Namazında niyazındaki Ramazan, “gözümün başımın” diyerek sadakasını bolca vermiş.
Bir böyle iki böyle derken, Bülent bir dahaki ziyaretinde Hz. İsa olduğunu söylüyor; Ramazan’ın gelmişini geçmişini, başından neler geçtiğini, evinde ne gibi eşyalar bulunduğunu, hatta doğacak çocuğunun cinsiyetini bir bir anlatıyor. Ramazan heyecanla titriyor, eli ayağı tutuluyor, dili dişi kilitleniyor, Bülent’in ellerine sarılıyor. Hz. İsa sandığı Bülent, Ramazan’ı sakinleştiriyor, dualar ediyor. Sonra yoksullara dağıtılmak üzere 500 mark istiyor. Hz. İsa’nın yoluna 500 markın lafı mı olur, Ramazan daha fazlasını uzatıyor, Bülent sadece 500’ünü alıyor.
Bir sonraki ziyarette Hz. Bülent’in, pardon İsa’nın yanında başka ziyaretçiler var. Hepsi de İsa suretindeki Bülent gibi nur yüzlü, Allah’ın selamını getirmişler. İsa Bülent, ziyaretçilerden üçünü Hz. İbrahim, Hz. Muhammed, Veysel Karani diye tanıştırıyor, kalan 6 kişi de peygamberlerin müritleri. Mobilyacı Ramazan heyecandan ölecek gibi oluyor; kendisi de ermişlere mi karışacaktı yoksa? Peygamberler Ramazan’ın heyecanını “fakir fukaraya, muhtaç dindaşlara” deyip bir miktar parasını alarak yatıştırıyorlar!
***

Nihayet on birinci ziyaretçi de gelir; kendi halinde bir müminken üç peygamber ile tanışmanın cezbesindeki Ramazan’da akıl makıl kalmaz. Zira daha önceden tanıştığı peygamberler Muhammed, İbrahim ve İsa, on birinci ziyaretçi karşısında el pençe divan duruyorlar. On birinci ziyaretçi, haşa huzurdan, ‘Ben Allah’ım’ diyen Hakan’dan başkası değil.
Yanlış okumadınız. Şebekenin reisi Hakan, kendisini ‘Allah’ diye tanıtmış; nesi var nesi yoksa kendi yoluna harcamaya hazır olduğunu ispatlayan kulunu şereflendirmek istemiş.
Hakan, kuluyla sürekli irtibat kurabilmek, hep şereflendirmek için Ramazan’a cep telefonu aldırıyor, daha sonra da sık sık ziyaret ediyor. Telefon edip geleceğini haber verdiğinde, Ramazan’ın telefonundaki ekranda Mekke’nin alan kodu görünüyor. Mekke’den telefon etmiş görünen Hakan 45 dakika sonra Ramazan’ın mağazasında. Tabii basit bir teknoloji numarası ama Ramazan farkında değil.
Ramazan’ın fani dünya ile irtibatı kopar. Dünya malı nesine gerek? İşyerini satıp parasını “fakir fukaraya” niyetine Hakan’a ve peygamberlerine verir, BMW 5.20 marka otomobilini de Hakan’ın altına çeker. Fakat, bunca ganimete karşın Hakan’ın gözü doyacak gibi değil; Ramazan’a bir de taksi aldırır, bankalardan milyarlarca lira kredi çektirir.
Hakan yoluna feda ettiği dünya malının değeri 2.5 trilyon lirayı bulup da feda edecek dünya malı kalmayınca mı, yoksa Allah’ın taksiyle ne işi olabileceğini düşünmeye başlayınca mı nedir, Ramazan’ın aklı başına gelir. İntihar etmeye kalkan Ramazan’ı komşusu kurtarır. Komşunun zorlamasıyla Ramazan olan biteni savcıya anlatır, öykünün sonu gelir. Şebekenin 11 elemanından 6’sı şimdi cezaevini boylar...
***

Gülelim mi ağlayalım mı?
Gazetelerin yalancısıyım dedim, ama öykünün tam da gazetelerin yazdığı gibi yaşandığını sanıyorum. Ne de olsa burası Türkiye. Bu öykü gerçek midir değil midir, yaşımız müsait, gördüğümüz geçirdiğimiz tecrübe hüküm vermeye yeterli.
Bu öyküye ne şaşırdım, ne güldüm; sadece üzüldüm.
Bazı olaylara gülmek mi lazım gelir ağlamak mı, karar veremez insan. Gülsen bir türlü ağlasan öbür türlü. Belki de bu yüzden “güleriz ağlanacak halimize” demiş atalarımız. Yabancılar ise ‘trajikomik’ demişler.
Gülen-güldüren düşüncenin ustası Aziz Nesin, yüzünün hiç gülmemesiyle ünlü. Sormuşlar üstada: “Neden hep asık suratlısınız, yazılarınızı yazarken de mi gülmüyorsunuz?
Aziz Nesin’den yanıt: “Ben insanlar ağlasın diye yazıyorum, nedense gülüyorlar.”
Kendisini peygamber ve Allah diye tanıtarak dolandırmak, zannımca Aziz Nesin’in yazdıklarını geride bıraktı. Bugüne kadar oluşmuş kara mizah standartlarını çöpe attığı gibi, tarihe geçmiş hırsızların dolandırıcıların itibarını iki paralık etti. Ne modern dolandırıcı Sülün Osman’ın itibarı kaldı ne de post-modern dolandırıcı Selçuk Parsadan’ın.
Sülün Osman, köyden kente göç döneminde “taşı toprağı altın” zannıyla İstanbul’a doluşan saf köylülere Galata köprüsünü, Galata kulesini satmakla yolunu buluyordu. Ama köylüler de hepten saf değillerdi. Yalçın Pekşen’in ‘The Türkler’ adlı kitabında rivayet ettiğine göre, Sülün Osman son işinde bir köylüye Galata köprüsünü 250 liradan pazarlamak istedi. Köylü, “250 bozuğum yok, 750 var. Üstünü verirsen el sıkışalım” dedi. Yağlı bir keklik bulmanın sevinciyle henüz 750’lik para basılmadığını unutan Sülün Osman, 750 niyetine aldığı kâğıt parçasına karşılık üste 500 saydı; dolandırmak isterken dolandırıldığını fark edince, kahrından beş parasız öldü.
Selçuk Parsadan ise, Başbakan Tansu Çiller’e telefon edip, kendisini, damardan “Atatürkçü” Orgeneral Necdet Öztorun diye tanıtmış; ekonomi profesörü Çiller, örtülü ödenekten Parsadan’ın banka hesabına 5 milyar lira göndermişti.
Siteler ve Hacıbayram esnafını Allah ile dolandıran çete hepsinin papucunu dama attı. Yine de bir dereceye kadar masum dolandırıcılar! Çünkü, kamu parasını değil, tek tek bireyleri topu topu 2.5 trilyon lira dolandırmışlar...
Allah, peygamber, Kur’an, imam hatip, türban, milliyetçilik, vatanseverlik, Atatürk, laiklik, sosyal demokrasi diyerek iktidar koltuklarına kurulup, cümle milleti dolandıranların yanında Siteler ve Hacıbayram çetesinin lafı mı olur?
Burası Türkiye!
Rahmi Yıldırım
            17 Şubat 2006

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder