SEYAHATNAME-İ RAHMİ ÇELEBİ
AMERİKA’NIN YENİDEN KEŞFİ!
Amerika kıtasına bu üçüncü
yolculuğum. İlk iki yolculuk İstanbul Atatürk Havaalanı’nda başlamıştı. Bu defa
Ankara Esenboğa’dan yola çıkıyoruz. Önce Münih’e uğrayacağız, dört saatlik
molanın ardından San Fransisco’ya devam edeceğiz.
Esenboğa’daki banko görevlisi
pasaportlarımızı biletlerimizi bagajlarımızı kontrol ettikten onra uçuş
kartlarımızı verdi. Uçuş kartları sadece Münih için. San Fransisco için uçuş
kartları Münih’te verilecekmiş.
Önceki yolculuklarda İstanbul’da
olağan güvenlik önlemlerine ek olarak, ABD’nin ve Kanada’nın anlaşmalı
oldukları güvenlik şirketleri tarafından ikinci ve daha sıkı kontrollerden
geçirilmiştik. Ankara Esenboğa’da ikinci bir güvenlik denetimi olmaması dikkat
çekiciydi.
Lufthansa uçağı 10 dakika
gecikmeli olarak 06.15’te hareket etti. Alışılmış uyarıların ardından uçak
havalandı, yemek daha doğrusu kahvaltı servisi başladı. Kahvaltı menüsü ve
içecekler iyiydi ama mutfak söz konusu olduğunda THY’yi tek geçerim. Air
Canada’nın mutfağı da fena değil. Amerikan Havayolları UA’nın mutfağı nasıl,
göreceğiz.
Münih yolunda kısa molalarla
uyuklamak dışında kitap okudum. Uçak Alman hava sahası içinde hayli etkili bir
türbülansa girdi. Nihayet iniş için kemerlerimizi bağlamamız anons edildi. Yolcuların
çoğunluğunun Türkiye uyruklu olmasına karşın anonsların Türkçe yapılmaması
dikkat çekiciydi. Bir ara bant kaydı olduğu belli bir Türkçe anons başladı,
birkaç saniye sonra kesildi.
Uçaktan indikten sonra karşımıza
iki kuyruk çıktı. Biri olağan pasaport denetim kuyruğu, diğeri GHKL kapıları
yazılı ikinci bir kuyruk. Tereddüt ettik hangisine gireceğimize. Bizim gibi
tereddüt eden başka yolculara uyarılarda bulunan bir görevlinin Türkçe
konuştuğunu duyar duymaz yanaşıp sorduk; bizi GHKL kuyruğuna yönlendirdi.
Burada aynen uçağa biniş
öncesindeki gibi kontrolden geçtik. H kapıları UA’ya tahsis edilmiş. San Fransisco
uçağı H18 kapısından yolcu alacak. Epey yürüdükten sonra H18 kapısına ulaştık.
ABD’nin anlaşmalı olduğu güvenlik şirketi işte burada karşımıza çıktı. Neyse ki
İstanbul’daki kadar sıkı ve sinir bozucu değildi. Sorgu sual, biraz da sohbet.
Güvenlikçi Alman uyruklu Türkiyeli biri. Türkiye için endişeli, bize
Türkiye’nin gidişatını soruyor. İyimser olmadığımızı söyleyip, asıl buradan
nasıl göründüğünü soruyoruz. Güvenlikçi, Türkiye’nin Arap ülkesi olma yolunda
hızla ilerediğini söylüyor. Haksız değil.
Uçağın kalkmasına üç buçuk saat
var. Acıkmışız. Bir cafeye oturup yalnızca içecek alıyoruz, azığımızı açıyoruz.
UA195 sefer sayılı uçak tam vaktinde kapıya geliyor. Uçuş kartlarımızda üçümüz
ayrı sıralara verilmişiz. Can sıkıcı bir durum. Yolcular aramızda anlaşıp
koltuk değişimi yaptık.
Uçak yerel saatle 12.15’te tam
zamanında hareket etti. Çift koridorlu uçağın ekonomi sınıfında koltuk
aralıkları ve ekranlar, okyanus aşırı uçuşlar için yeterli konfora sahip.
Anonslar sadece İngilizce. Orta yaş ve üstü kabin görevlileri, yolcularla
ilişkilerinde zarifler. Düz uçuşa geçişle ikram başladı. Nedense yazılı mönü
dağıtılmadı. Kabin memurları sadece iki seçenek soruyor: Tavuk ya da
anlayabildiğimiz kadarıyla pasta. Tavuklu mönüyü azçok biliyoruz, tercih
etmiyoruz. Pasta diyoruz. Yumurtalı sosla pişirilmiş bir et yemeği ama nasıl
bir yemek olduğunu pek anlayamadık. Çok da lezzetli değildi. İçki ikramında UA
cimri çıktı, oniki saate yakın yolculuk boyunca sadece dört kadeh şarap. Ana
yemeğin dışında iki defa da atıştırmalık ve çerez ikram edildi.
Dediğim gibi okyanus aşırı bu
üçüncü yolculuk. Uçak, öncekiler gibi kalkıştan sonra nedense doğrudan hedefe
yönelmek yerine burnunu kuzeye çeviriyor. Doğrudan hedefe yönelse daha kısa bir
yolculuk olacak ama illa kuzeye doğru yarım daire çiziyor. Neyse. Hava
bulutsuz. Norveç fiyortları seyredilmeyecek gibi değil. Deniz dalgalar
nedeniyle laciret parke döşenmiş gibi. Fiyortların kıyıları yemyeşil, tepeler
karlı belki de buzlu, sayılamayacak kadar da göllerle kaplı.
Norveç üzerinde de epey uçtuktan
sonra uçak nihayet rotayı batıya çeviriyor. Artık okyanus üzerindeyiz. Kabin
camları karartılıyor. Artık uyuyun mesajı. Öğle vakti yola çıkmışız, hemen uyku
tutmuyor. Nerede olduğumuzu sadece ekrandan izleyebiliyoruz. Atlas Okyanusu, Gröndland,
Kanada filan. Nihayet uyku bastırıyor. Uyandığımda San Fransisco’ya iki saat
kalmış.
Önceki gelişimde gördüğüm
kadarıyla ABD’nin Atlantik kıyıları yemyeşil. Uçaktan göründüğü kadarıyla Pasifik
kıyıları öyle değil, yer yer çöl manzarası bile göze çarpıyor. San Fransisco’nun
yerleşimi ise geometri dersi çalışılacak kadar düzenli görünüyor.
Uçak alçaldı alçaldı alçaldı,
nerdeyse denize sıfır yükseklikteyiz. Kaptan bizi denize mi dökecek yoksa Ordu / Giresun ORGİ
benzeri bir havaalanına mı indirecek derken tekerlekler
piste değdi. San Fransisco havaalanı galiba deniz kıyısında. Uçak inmesine indi
ama kapıya yanaşmak için neredeyse 1 saate yakın bekledi. Yolculuk 12 saate
yakın sürmüş. Münih’ten öğle vakti havalanmıştık, geldik San Fransisco’da da
öğle vakti. Jetlak sıkıntısı çekmemek için uygun bir zamanlama olsa gerek. Pasaport
kuyruğu çok kalabalık, 1 saatte ancak ulaşabildik pasaport polisine. Sorgu sual
sonrası, çıkış kapısında bagajlarımızda yasak eşya ve yiyecek olup olmadığı
konusunda bir kez daha sorgu sual. Nihayet çıkış kapısındayız, Elif Cihan da
karşımızda. Nasıl da özlemişiz.
Havaalanı iç hat treniyle garaja ulaşıp
kiralık otomobille San Fransisco’nun yolunu tutuyoruz. Genel coğrafya
bilgilerime göre Kaliforniya sıcak iklim kuşağında Akdeniz iklimine sahip,
hatta yer yer çöllerle kaplı ama Ağustos ortasında San Fransisco serin mi
serin. Eyalet genelinde bir tek San Fransisco’da hava böyle serin olurmuş. Öyle
ki Ağustos ayı ortalama sıcaklığı gece 13 gündüz 25 derece arasında değişirmiş.
Ankara’nın 40 dereceye yaklaşan sıcaklığından sonra San Fransisco serinliği iyi
geldi doğrusu.
Otele yerleştikten sonra çok kısa
mesafeli bir gezinti, sınırlı bir yiyecek içecek alışverişi, hafif bir yemek ve
20 saate yakın süren yolculuğun yorgunluğuyla derin uyku. Jetlak sıkıntısı
çekmeden, dinlenmiş olarak ertesi güne uyanmak ne güzel. Uyandıktan sonra Yosemite
National Park’a doğru yola çıktık...
Amerika’ya ilk yolculuğum 30
Mayıs 2013 günü başlamıştı. Üç hafta süreyle telefon kapalıydı, gazete
televizyon sosyal medya boykotundaydım. Döndüğümde ne göreyim, Türkiye Gezi
Direnişine sahne olmuş, memleket altüst olmuş. On günde ancak kavrayabilmiştim
olan biteni.
İkinci yolculukta Küba’daydık. Telefon
yine kapalıydı, ister istemez gazete televizyon sosyal medya boykotundaydık.
Çünkü, Küba’da internet erişimi yok denecek kadar sınırlıydı. Yani memleketten
haber alamamıştık. 1 Mayıs’ı Havana’da kutlamak güzeldi. Döndüğümüzde ne
görelim, Sadrazam Davutzade, saray darbesine kurban gitmiş.
Amerika’ya bu üçüncü yolculuğum.
Telefon yine kapalı, yine medya boykotundayım. Eylül ayı başında döndüğümde
bakalım nasıl bir Türkiye göreceğim?
Nasıl bir Türkiye göreceğimi
bilemesem de Amerika’da gördüklerimi ara ara anlatacağım. Gelecek yazıya değin şu kadarını söyleyeyim, Yosemite National Park mutlaka görülmesi gereken muhteşem
bir doğa mucizesi.
Su gibi bir yazı olmuş... sanki roman okudum.☺kalemine sağlık diğer anektotlarını sabırsızlıkla bekliyorum.
YanıtlaSilSu gibi bir yazı olmuş... sanki roman okudum.☺kalemine sağlık diğer anektotlarını sabırsızlıkla bekliyorum.
YanıtlaSilSevgili Yıldırım ailesine iyi tatiller iyi gezmeler dilerim. Ben bügün eymir yürüyüşümü yaptım
YanıtlaSil